27 Aralık 2016 Salı

Antiotoriter Mücadele Sınıf Mücadelesine Tercüme Edilebilir mi?

( Bu yazı 23.12.2016'da baslangicdergi.org'da yayımlanmıştır. Kaynağa bu bağlantıdan ulaşılabilir: http://baslangicdergi.org/antiotoriter-mucadele-sinif-mucadelesine-tercume-edilebilir-mi-baran-gursel/ )

“Anamız amele sınıfı” ise “anadilimizin” “sınıf dili” olduğunu düşünebiliriz. Sınıf dilinin ne olduğuna dair yaklaşımımız kuramsal bakış açımıza göre değişecektir, ama şimdilik bu çeşitlenmeyi es geçip -ve yazarın da Siyasal Marksizm ekolüne yakınlığını akılda bulundurup- bu dile genel bir isimle “sınıf yaklaşımı” diyelim. Bir anadilin de insanların ve insan topluluklarının özneleşme süreçlerinin önemli bir kurucu unsuru olduğunu akılda bulunduralım.

Ben burada, antiotoriter mücadelenin nasıl yürütülebileceğine sıklıkla kafa yorulan bir dönemde, antiotoriter yaklaşımla sosyalist mücadelenin kurucu bir unsuru olan sınıf yaklaşımı arasında bir bağ kurmaya çalışacağım. Bunun için de, iki mücadelenin yaklaşımları arasında bir “tercüme” işleminin nasıl mümkün olabileceğini tartışacağım. Öte yandan bu tercüme işleminin -her tercüme işlemi için geçerli olduğu gibi- asla tam ol(a)mayacak olmasını da kısıtlayıcı değil, hareketi olanaklı kılan bir özellik olarak yorumlayıp, tercümenin bıraktığı “kalıntıları” nasıl ele alabileceğimize değineceğim. Ve metni, sunacağım mantıktan yola çıkarak, sosyalist öznelerin sahip olmasını önemli bulduğum “tercümanlık” işlevlerinden söz ederek tamamlayacağım.

Antiotoriter yaklaşımın sınıf yaklaşımına tercümesi

Antiotoriter düşünceleri sınıf kuramına tercüme etmeye girişmek, bu düşüncelerin (ve pratiğin) sınıf dilinde bütünüyle kapsanabileceğini varsaymayı gerektirmiyor. Böyle bir aynılaştırma, yani indirgeme, ancak farklılıkların aynılıklar içinde eritilmesi, böylece ayrı varoluşların yadsınması ve tercümenin önkoşulu olan farklı dillerin varlığının yadsınması ile mümkündür. Bu nedenle benim varsayımım böyle bir indirgeme ya da “tam çeviri”nin yapılabileceği değil; “özerk alanlar”ın varlığı da olmadığı gibi. Tercümeyi mümkün kılan bir yanda, en az iki dilin varlığının tanınması; diğer yanda da, bağlama işlemi için iki dil arasında köprüler kurmaya imkân veren bazı ortak referans noktalarının tespit edilebilirliği varsayımıdır. Benim de burada temellendirme işine girmeden önkabul olarak aldığım bu iki düşünce, tabii ki bir hedef dilin (ve çevirme niyetinin) varlığında oluşur ve bir sürecin parçası haline gelirler.

Yukarıda değindiğim gibi ben bu metinde -sosyalist niyetlerle belirlenen- hedef dili, sınıf mücadelesinin anadili olan sınıf yaklaşımı olarak alıyorum. Bana göre bu yaklaşım kabaca tarihte sınıf oluşumu ve ilişkilerinin rolüne, özgün bir tarihsel oluşum olan kapitalizmin merkezi çelişkilerine, hareket tarzına ve onu bertaraf etmek için gerekli olan sınıf mücadelesine işaret ediyor. Bu anlamda bu dilin -en azından- kapitalizm var olduğu sürece onu bertaraf etme mücadelesinde olanların kullanacağı bir dil olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte bana göre, sınıf dilini başka dillerle ilişkilendirmeye çalışmak ve bunu hedef olarak korurken diğer yandan çeşitlenmeler arasında gezinmek yerine, bir dili bir ötekine indirgeme veya bir dili bir ötekinden bağımsızlaştırma çabaları, doğrudan Marksist bir sınıf kuramından değil -burada yer veremeyeceğimiz- başka tür mantıksal etkilenmelerden türüyor.

Tercümenin “tam” olmamasına nasıl yaklaşabileceğimize bir sonraki maddede değineceğim. Burada ise iki dil arasındaki dönüşebilirlik potansiyeline odaklanarak, tercümenin nasıl mümkün olabileceğine odaklanalım.

Gündemimize aldığımız iki yaklaşım arasındaki geçiş köprülerini kurmamıza yarayacak kavramları seçebilmek için antiotoriter yaklaşımın temel tezlerini tanımlamaya çalışalım: Devletin/siyasal iktidarın zor kullanması, acı vermesi, bu ihtimalleri gündemde tutması, insanların kendi yaşamını, var olma, ilişki kurma, kendini ifade etme biçimlerini yeniden üretmelerini belirgin ölçüde etkiler ve engeller. Bu durumun yarattığı baskıyı hisseden kişilerin yaratma ve yaşamdan keyif alma ihtimalleri ciddi ölçüde kısıtlanır, kaygı, korku, güvensizlik ve acı deneyimleri çoğalır. Bu şartlar altında yaşam, gelecek, doğa ve ötekilerle kurulan ilişkiler, dolayısıyla kişinin kendiyle ilişkisi de fakirleşir; bu ilişkiler belirli yönlerine indirgenerek yaşanır. İnsanlar böyle yaşamayı hak etmez ve böyle yaşamama ihtimalleri vardır. İnsanlar üzerindeki bu baskıyı azaltmak için gerekli olan dayanışmadır. 

Bu tezler arasında tanımlayıcı olduğuna inandığım üç kavramı (devlet/siyasal iktidar, kısıtlanma ve dayanışma) iki dil arasında bağ kurmak üzere seçecek ve bu bağlara işaret edeceğim:

Devlet/siyasal iktidar: Antiotoriter mücadelenin karşısına konumlandığı baskıcı devletin, sınıf kuramında da önemsizleştirilemeyecek bir yere sahip olduğunu düşünebiliriz. Kapitalizmin varoluşu tarihsel bir üçgen üzerine kuruludur: işçi-kapitalist-devlet. Kapitalizme özgü olan “iktisadi”-siyasal ayrışması ve siyasalın mülkiyet ilişkilerini tanımlama ve düzenleme rolü ancak böyle bir üçgende içerilebilir. Bir anlamda devlet, diyalektik ilişkinin tanımlayıcı bağlamını, üçüncüsünü oluşturur. Bu devletin davranış biçimi ve bileşimi önemsiz değildir ama her halükarda devlet, “iktisadi” ile siyasal ayrışmasına dayandığı için iktisadi alanda gerçekleşen sömürü ile ilişkisi kopuktur. Sömürü ilişkisine dokunulması, siyasal iktidar aracılığıyla yapılabilecek bir şey değil, bu ayrışmayı ortadan kaldıracak bir dönüşüm ile mümkündür. Bu bağlamda, kapitalizmde siyasal iktidar kaçınılmaz bir şekilde yabancılaşmış bir iktidardır ve sınıf mücadelesi bu iktidarın yerine farklı bir “iktidar”, “yasa” ve “sözleşme” koymayı hedefler.

Bu açıdan düşündüğümüzde, devlet/siyasal iktidar kavramı antiotoriter mücadeleyi sınıf mücadelesine tercüme etmemize olanak veren kavramlardan biridir. Sınıf mücadelesi bu kavramı kullanır, kendi yaklaşımında bir yere yerleştirir ve aynı zamanda kendi dilinin zengin olanaklarını bu kavrama açar. Bu durum aşağıdaki diğer iki kavram için de geçerlidir.

Kısıtlanma: Antiotoriter mücadelenin, insanların kısıtlanmasına dair tezleri de, sınıf kuramının tezleri ile ilişkilendirilebilir. Emeğin emek gücüne dönüşmesini ve meta olarak soyutlanması esasında bir kısıtlama edimidir. Piyasa zorunlulukları mülksüzleşmeyi, mülksüzleşme çalışma ihtiyacını, çalışma ihtiyacı da emeğini satma zorunluluğunu getirir ve bu süreç, kişinin hayatına yayılmış, potansiyel yaratıcı gücü olan emeğini başkasının ve piyasanın otoriter sınırlandırmasına teslim etmesi sürecidir. Buradaki gizli otoriterlik, kişinin yaratıcı potansiyelini, ilişkilerini, hayallerini, duygularını sürekli kutulamaya çalışırken, bu kutulama işlemine karşı da emeğin bir aşma tavrı gelişir. Kapitalizmin gizli otoriterliğine karşı sınıf kuramının gizli bir antiotoriterliği olduğu düşünülebilir.

Dayanışma: Baskının ortadan kaldırılması için dayanışma içine girme vurgusu, sınıf yaklaşımının sınıf oluşumu vurgusunu hatırlatmaktadır. Sınıf, belli sınıfsal konumların ötesinde, ortak deneyim ve çıkarların yaşanması, fark edilmesi, kurulması ile tanımlanan bir oluşum, hareket sürecidir. Bu bağlamda sınıf yaklaşımı, içerisinde insanların bazı ortaklıklarla kurdukları ilişkiyi içerir. Bu ortaklıklarla kurulan farklı ilişkiler, farklı hareket tarzları doğurabilir ama sömürü koşulların ortadan kaldırılması ancak ortaklıklar üzerinden bir dayanışma geliştirilmesi ile mümkündür. Antiotoriter kuramın baskı karşısında gerekli olan dayanışma tezinin bir paralelini bu noktada bulabiliriz. Buna ek olarak, sınıf kuramı antiotoriter dayanışmayı bir yönde zenginleştirir; otoriter rejimlerin üzerine yaslandığı keskin ayrışmaların aşılması için de nesnel temelli bir ortaklık zemini tanımlar.

Bu üç kavram üzerinden yakaladığımız geçişlerin, sınıf mücadelesinin antiotoriter mantığını gösterdiğini de söyleyebiliriz. Bir mantık, bir diğerinin içinde ifade bulmakta, ona tercüme olmaktadır.

Tercümenin kalıntıları

Tercüme ifadesinden anlaşılması gereken, iki dilin birbirine dönüşebilirliği üzerine kurulu bir çaba ile bu çabanın “kalıntıları” arasındaki geçişin sürekli biçimde dokunmasıdır. Elbette bu süreç, metnin ortaya çıkabilmesi için bazı noktalarda durdurulur ve metin yetersizlikleri ile yeterli kabul edilir ama her halükarda bu iki taraftan birinin olmadığını düşündüğümüzde, bu dokuma işleminin temeli çöker. Dönüşebilirlik; ilgili metni, bizim gündemimizde bir yaklaşımı yeni bir dilin imkanlarına (ve insanlarına) açarken, kalıntılar da değerlendirilmek, süzülmek ve gerektiğinde yeni ilişkilere sebep olmak üzere varlıklarını korurlar.

Burada, antiotoriter kuramın, sınıf kuramının dışına taşan yönlerinden söz edeceğim. Ama bunu az önce seçtiğimiz üç geçiş kavramı üzerinden ve sadece belli bir kısım kalıntıdan söz ederek yapacağım. Kalıntıların sadece bir kısmından bahsedebiliyor olmamızın en önemli sebebi, bu kalıntılarla ilişkimizi düzenlemek için başka dillere/yaklaşımlara da ihtiyaç duymamız ve bu yaklaşımların, bu kalıntıları nasıl bir süzgeçten geçireceğimizi belirlemesi. Bu nedenle, tercümenin eksik doğasını örneklemek için sadece aklıma gelen ve işe yarar bulduğum bazı örnekleri sıralamakla yetineceğim.

Devlet/siyasal iktidar: Bir önceki maddede aslında sınıf kuramının kapitalist devleti kavramsallaştırma biçimi üzerinden, iki mücadelenin de onu dönüştürme arzusuna değindik. Bunu, diğer kavramlar için de yaptığımız gibi, yaklaşımların mantıkları arasında benzerlikler kurmak, antiotoriter mantıkla sınıf mantığı arasında bir çakışma yakalayarak temellendirdik. Yola çıktığımız dilin hedef dile çevirisi sırasında, aslında ilk dilin referans noktalarından da belli ölçüde farklılaşmış olduk. Yani yola çıkılan dilde bir “şeyler” çevrilmeden kaldı. İktidarın topluma yabancılaşmış olması meselesini düşündüğümüzde, sınıf diliyle ifade edilmemiş olarak kalan meseleler, örneğin devlet otoritesinin farklı biçimleri, araçları, çatışmalı düzenlenmeleri, değişim ihtimalleri gibi konula oluyor. Bu durumlar ve bunların insanlarla ile teması, sınıf ilişkileri ile birlikte düşünülebilecek ama bilgi üretmek için sınıf kuramından başka kuramlara ihtiyaç duyduğumuz konulardır.

Kısıtlanma: Kısıtlanma meselesinin, sınıf yaklaşımında da bulunabileceğini iddia etmekle kısıtlanmanın tüm biçimlerinin sınıfsal olduğunu savunmak aynı şey değildir. Bu bağlamda antiotoriter bir kısıtlanma düşüncesi, kapitalizmin insan emeğini ve dolayısıyla hayatını yeniden üretme biçimlerini belli kısıtlar altında tutma eğiliminin ötesinde deneyim ve durumlara gönderme yapabilir. Antiotoriter düşünce iktidar biçimlerinin insan hayatında nasıl işlediğine, devlet baskısının insan hayatını şekillendirmedeki rolüne, toplumsal ilişkilerin hiyerarşik kuruluşuna ve farklı kesimlerin baskı altında kalma biçimine dikkat çekmek için sınıf yaklaşımının ötesinde yaklaşımlara ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacı, sınıf yaklaşımının anadil olmakla birlikte tek dil olmayabileceği düşüncesiyle birlikte düşünürken, elbette diğer yandan da, iktidar biçimlerinin de sınıfsal özneler üzerinde (ve bizim ilgileneceğimiz üzere, sınıfsal öznelerin sınıf deneyimini şekillendirir biçimde) uygulandığı gerçeğini es geçemeyiz.

Dayanışma: Tercümenin mümkün olduğunu, sınıf dayanışması kavramına gönderme yaparak temellendirirken, aslında dikkat çekmemiz gereken bir gerilim var. Bu, antiotoriter dayanışma ile sınıfsal dayanışma arasındaki gerilimdir. Gerilimi yaratan bir gerçek, antiotoriter dayanışmanın farklı sınıfları kapsama olasılığıyken, başka bir gerçek ise otoriter yönetimin genellikle işçi sınıfını da bölerek ve bir kısmının desteğini de alarak varlığını sürdürmesidir. Bu noktada dayanışma, sınıfsal dayanışmaya çevrildiğinde, geriye enerji yükü fazla olan bir artık kalır. Bana göre bu artığın önemli bir kısmı dayanışma kavramının anlamı üzerine düşünülerek değerlendirilebilir. Keza antiotoriter bir yaklaşımın da içeremeyip -ki yukarıdaki örnekler için de bundan farklı ölçülerde bahsedebilirdik- kalıntı ürettiği bir konu gibi gözükmektedir bu. Bu gibi durumlarda, başka yaklaşım/kuram/dillerle etkileşim elzem hale gelmektedir. Dayanışma kavramının, gerçek bir iletişim dilinde ifade bulmasının yolunu açacak olan da bu çok etkileşimli tercüme çabası/mücadelesidir.

Burada ufak bir kısmından söz ettiğim bu çeviri atıklarını gömmeyi seçmemiz durumunda onlardan kurtulmanın pek mümkün olmadığını, bu durumda bunların hayaletlerinin peşimizi bırakmadığını da düşünüyorum. Bu atıklarla ilişkimizi sürekli tartışmamız, tartmamız ve yeniden tanımlamamız gerekiyor.

Tercüman aktör olarak sosyalist özneler

Buraya kadar, sınıf yaklaşımını anadilimiz olarak alarak, antiotoriter yaklaşımla, sınıf yaklaşımı arasındaki bir tercümenin nasıl mümkün olabileceğine dair bazı fikirler sundum. Bu bağ kurma meselesini oldukça önemsediğim gibi, bağ kurulamayan noktaların tespit edilmesi meselesini de bu sürecin içinde gördüğümü, kalıntı metaforu üzerinden aktarmaya çalıştım. Bu tip bir bağ kurma sürecinde, sosyalist mücadele yürütenlerin de tercüman özneler olacaklarını düşünebiliriz.
Aslında, sosyalist aktörlerin her durumda bir tercüme süreci içinde olduğunu düşünebiliriz. Bana göre bu tercüme sürecinin ise, yukarıda sunduğum mantığın dışında yürütüldüğü zamanlar az rastlanır değil. Ben kendi gözlemlerimden yola çıkarak, tercüman sosyalist aktörlerin özelliklerini korumasını önemli bulduğumdan söz ederek metni tamamlayayım.

Sosyalist öznelerin, anadil olarak düşünebileceğimiz (tartışılamaz olmayan ve soyut idealler üzerine kurulmayan) bir kuramsal çerçeveyi temel alması, bunu yaparken farklı dillerin etkileşimi, dillerin birbirine geçebilmesi-geçememesi, dillerin yeterliliği-yetersizliği gibi konular üzerine düşünmesi ve dilin eleştirilebilir olduğu bilgisini taşıması bana önemli geliyor. Yaklaşımlar arasındaki etkileşimin, ana yaklaşımı bozacak bir risk unsuru olarak değil, teori ile pratik, bilgi ile deneyim arasındaki etkileşimi sağlayacak bir girişim olduğunu düşünmek de anlamlı olur. Yaklaşımın, gerçeklikle buluşması ve soyut ilkeler ile kimliklere hapsolmadan kurucu bir çerçeve olarak varlığını sürdürebilmesi için bu etkileşim yaşamsal önemde. Buna ek olarak sosyalist öznelerin, bu etkileşimlerin yaratacağı gerilim ve huzursuzluğu üzerinden hızlıca atacak yollara başvurmaktansa bunları taşıyabilme kapasitelerini canlı tutmaya çalışmaları gerektiğini de düşünebiliriz. Neticede -metaforu sürdürürsek- arzulanır bir tercümanlığın, belli bir arzu ile bir dili hedeflemeyi, başka dillere meraklı olmayı, diller arasında gidip gelmenin gerilimini taşımayı, her zaman geride kalacak anlamlar olacağını bilip bunlarla ilişkiyi düzenlemeye çalışmayı ve sürecin (hep gelişen) “son” halinin tasarımını da akılda bulundurarak süreci yürütmeyi içereceğini düşünebiliriz.

Sosyalist ortamlarımıza bu özellikleri katmayı ve antiotoriter yaklaşım ile sınıf yaklaşım arasındaki bağı kurma meselesine kuramsal olarak daha çok yoğunlaşmayı ben önemsiyorum. Kuşkusuz, otoriter baskı ve şiddet ortamı bunları epey zorlaştırıyor. Bu konuda da üzerine düşünmemiz gereken çok konu var ve sanıyorum bunlardan bir tanesi de kendi sınıf ve baskı deneyimlerimiz ve kırılganlığımızı işlemenin yollarını yaratıp, kendimizi de sınıfın “dayanışmasının” içine dahil edip, hayatımıza temas eden, gerçek destek/dayanışma etkinliğini çoğaltmanın yollarını bulmak.

Baran

5 Aralık 2016 Pazartesi

Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Toplantıları Dizisi 2017 - PROGRAM


 
2017 senesinde belirli konuları birlikte düşünmeye açmak üzere bir tartışma toplantıları dizisi gerçekleştirilmesi planlanmaktadır.  Her bir oturumda bir sunumcu/tartışmacı, belli bir konuya dair önemli bulduğu ve ötekilerle paylaşmayı arzuladığı düşüncelerini katılımcılarla paylaşacak ve konu üzerine yürütülecek bir tartışma için açıcı rol üstlenecektir. Toplantı, sunumcu/tartışmacının ve dileyen katılımcıların katkılarıyla sürdürülecektir. 

Ocak ayının kesinleşmiş programını ve daha sonraki ayların olası programlarını aşağıda bulabilirsiniz. Detaylar netleştikçe bilgiler, aylık olarak, olabildiğince erken şekilde, blogdan ve facebook sayfasından (facebook.com/elestirelsosyalistdusunce) duyurulacaktır. Toplantılar herkesin katılımına açık ve ücretsizdir. Toplantıların dilediğiniz kadarına katılabilirsiniz.

---

OCAK TOPLANTISI

Kısa Bir Giriş:  Baran Gürsel
Sunumcu/Tartışmacı:  Can Evren
     (Duke Üniversitesi, Kültürel Antropoloji Doktor Adayı)
Başlık:  Tabandan Yukarı mı, Soldan Sağa mı?
      Tarih, Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine
Zaman:  21 Ocak Cumartesi, 15.30-18.00
Yer:  Dünyada Mekan
                   Hazzopulo (Danışman) Pasajı No: 1, Kat: 1, Galatasaray/Beyoğlu

---

ŞUBAT: Finansallaşma ve borçluluk üzerine Enes Aksu (YTÜ İktisat Yükseklisans Öğrencisi)

MART: Müşterekler siyaseti üzerine Begüm Özden Fırat (Öğretim Üyesi, MSGSÜ Sosyoloji Bölümü), 
İstanbul ormanlarının ekolojik ve ekonomi politik analizi üzerine Zafer Ülger

NİSAN: Duyguların “iş”in içine karışması ve mücadele üzerine Eylem Akçay (Plaza Eylem Platformu üyesi), 
Kapitalist çalışmanın psikopatolojisini düşünmek üzerine Eser Sandıkçı

MAYIS: Hegel’den Lacan’a politik olan üzerine Özgür Öğütcen (Lacancı Forum Türkiye Psikanaliz Derneği Kurucu Üyesi, Psikiyatrist), 
Sınıf deneyimi, öznellik-nesnellik diyalektiği ve sınıfın bilinçdışı üzerine Baran Gürsel (Klinik Psikolog, Sosyal Politika Doktora Öğrencisi)

HAZİRAN: Sol harekette normallik ve heteronormativite üzerine Umut Şah (Öğretim Görevlisi, İstanbul Arel Üniversitesi Psikoloji Bölümü)

TEMMUZ: Erk, beden ve şiddet üzerine Bilgesu Şişman (Depaul Üniversitesi Felsefe Doktor Adayı), 
Kesişen aidiyetler; toplumsal cinsiyet, etnik kimlik ve sınıf kimliklerinin deneyime etkileri üzerine Mukadder Okuyan (Clark Üniversitesi Sosyal Psikoloji Doktora Öğrencisi)

EKİM: Sınıf ve etnisite deneyimleri eşliğinde işçileşme süreçleri üzerine Uygar Yıldırım

KASIM: Freud metninin “bilinçöncesi” devrimci potansiyeli üzerine İlker Özyıldırım
Öteki ve ötekisizlik meselesi üzerine İshak Sayğılı

21 Kasım 2016 Pazartesi

Duvar 2016: Kapatılma ve Sapkınlık

Geçtiğimiz günlerde Yılmaz Güney’in Duvar’ını yeniden izledim. Ertesi sabah uyandığımda ise çocuklara tecavüz eden cinsel saldırganların mağdur çocuklarla evlenmesi durumunda ceza indirimi alacağına dair “baskın” yasa tasarısını okudum. Yılmaz Güney’in filmi, ne yazık ki, hala güncel bir filmdi: Onu sinema tarihinin özgün bir noktası ve yaratıcı bir zihnin üstün sanat yeteneğinin örneği olarak inceleyeceğimiz günleri görmemizi umut ederim.

Filmde, Dördüncü Koğuş’un şairi olan çocuk “Burada Allah yok, peygamber izinde” olarak bilinen söyleyişi değiştirir: Burada Allah yok, peygamber ekip başı. Diyebiliriz ki Allah, elçisi aracılığıyla zulmün bir parçasına dönüşür. Ekip başı, zalim otoritenin sadistik uzantısı olan kardeştir, yaşıttır.
Toplumsal gerçekçi sanat zor bir iştir; kötü bir melodram veya propaganda filmine dönüşmeye eğilimlidir. Yılmaz Güney, çocuk koğuşu ile diğer koğuşların ve çeşitli figürlerin ilişkisini öyle bir şekilde koyar ki, film seyirciye ağlama, kaçma ve kurtulma gibi imkanlar vermez: Tümgüçlü özdeşleşme ve manik savunmaların belirmesine yer bırakmaz. Bir Yeşilçam yıldızı olan Çirkin Kral, insan zihninin kaçma ve inkar etme eğilimlerini iyi anlamıştır.

Öncelikle devrimcilerle başlayalım: Devrimciler izoledir. Diğer mahkumlarla karşılaşmazlar, onlara temas edemezler. Gene de disiplinleri ve katlanma becerileriyle çocuklar için bir düşünce nesnesi haline gelirler. Devrimcilerin isyanını, isyan sonrası nakledilmelerini ve çocukların devrimcilerin sloganlarını okumalarını, çocukların isyanı takip eder. Devrimciler, izole de olsa, zulüm de görse, belli belirsiz bir potansiyeli yaşatmaktadırlar. Çocuklar da isyan eder ve devrimciler gibi nakledilirler. Yılmaz Güney, seyirciye devrimci zaferin mutluluğunu yaşatmaz; bir sonraki sahnede çocukları nakledildikleri cezaevinde bekleyen, bizzat cezaevi müdürünün katılımıyla, anal muayenedir.
İyi gardiyan imajıyla devam edelim: Ali Emmi, sevgi dolu bir yetişkindir ancak etkisizdir, güçsüzdür. Film boyunca kötü gardiyan Cafer’le ilişkilerine dair bir ipucu yoktur. Kaçma girişimi ve jandarmanın çocuklardan birini öldürmesi onun gözetiminde gerçekleşir. İşinden olur, çocukları görüşe gelse de dışarıya, hayata, bir yetişkin olmaya dair umutları canlı tutma kapasitesi çok yoktur. Toplumdaki iyi, etkisizdir, şiddeti sınırlayamaz.

Ali Emmi bir yanıyla da dışarıyı temsil eder. Ancak, kaçmayı ve 1 gün dışarıda kalmayı başaran çocuğu dinlediğimizde dışarının da içeriden farkı olmadığını görürüz. Herkes koşmaktadır, kimse kimseye bakmamaktadır, Ali Emmi’nin gören ve şefkat gösteren bakışına, gardiyanların zalim bakışına karşı hayal edilen dışarıya kayıtsızlık hakimdir. Öte yandan, belediye köpekleri zehirler. Sevgi ve şefkat imkansızdır. Hayatın baştan çıkarıcılığına dair veri kalmadığında da ölüm gerçekleşir: Yılmaz Güney, seyirciyi psikolojik ölüm sorusuyla karşı karşıya bırakır.

Filmde, ne dini güçler sınır koyabilir zulme, ne politik güçler. Allah yoktur, devrimciler izole edilmiştir. Ali Emmi’nin etkisizliği de toplumun da zulme sınır koymakta etkisiz olduğuna işaret eder. Sınırların yokluğunda beliren yalnızca şiddet ve ölüm değildir: Çocuklar tecavüze uğrar.
İktidarın sınırsız bir yaptırım gücüne sahip olduğu, Anayasa Mahkemesi’nin işlevini iptal ettiği, uluslar arası sözleşmelerin askıya alındığı bir kapatılma halinde yaşarken, bir sabah uyanıyoruz ki, bir gece baskınıyla çocuk tecavüzünün yolu açılıyor. Tekrar tam da burada: Devrimcilerin, toplumsal dayanışmanın ve ayıp olunacak kurumların eksikliğinde beliren yalnız sınırsız şiddet değil, sapkın cinsellik. 

Bir gece yarısı baskınıyla, çocuklarımıza olduğu kadar çocukluğumuza da tecavüz ediliyor. 

Barış

14 Kasım 2016 Pazartesi

İnsana Özgü "Kötülük"

 Baskı ve şiddetin sarsıcı, hayret verici, şok edici birçok türüne tanıklık ettiğimiz bir dönemdeyiz. Bana kalırsa bu karşılaşmanın önemli bir etkisi bizi, düşünmenin/çözümlemenin gerektirdiği zamandan hızlı bir şekilde cevaplar ve açıklamalar bulmaya itmesi. Düşünmenin/çözümlemenin gerektirdiği zaman derken nicel bir süredense niteliksel bir zamanı kastediyorum. Dolaysıyla hızlı derken de doğrudan kısa bir süreye işaret etmekten ziyade, düşünceyi kestirme yollardan tamamlama eğiliminden bahsediyorum. Tanık olunan baskı ve şiddeti anlamlandırmaya çalışırken bu anlamda hızlı davranabiliyor ve bu nedenle tutarlılık iddiasını kaybeden söylemlere meyledebiliyoruz.

 Bana göre baskı ve şiddetin bize uç gelen türlerini adlandırırken kullanılan “insanlık dışı” tanımlaması ve buna karşı geliştirilen “insanlık” savunusunun, tutarlılık açısından gözden geçirilmesi gerekiyor. Burada iddiam o ki; “insanlık” kavramını kötülüğün, saldırganlığın karşısında konumlandırırken “hedeflenen insanlık”tan bahsediliyor olsa bile, bu niyet şu varsayımın egemenliğinden kaçamıyor: insanın kötülüğü, insanlıktan çıkma durumu ile ilişkilidir; yani insanlık alanının dışındadır -çoğunlukla hayvanlık alanındadır. Bana göre, insanın gerçekleştirdiği “iyilik” gibi, “kötülüğün” de insana özgü olduğu gerçeğine dokunmamak, “kötülük” sorununu düşünme alanımızın dışına itmekte ve soyutlaşırmakta. Bunu insanın özsel olarak nasıl bir varlık olduğu tartışması ile bağlantı kurmadan söylüyorum. Aynı zamanda bence, konu edilen saldırganlıklar insanlık dışında tutulduğunda belli bir teorik tutarlılıktan, dolayısıyla gerçekliğe uygunluk iddiasından vazgeçerek, sorunun esas öğelerini tanımama riski alınıyor ve bu soruna karşı geliştirilen mücadele önerileri de soyut ilkesel duruşlarda asılı kalıyor.

 Kuşkusuz “kötülük”, kültür, tarih ve mekandan bağımsız bir kategori değil. Bunu bir kategori olarak kullanmamayı savunmak da mümkün. Bunları gözardı ediyor ya da özellikle bu kategorinin kullanımını meşrulaştırmayı amaçlıyor değilim. Burada bu kavramı günümüzde sıklıkla karşılaştığımız, anlam dünyamızı sarsıntıya uğratan saldırgan eylemlere karşılık gelecek şekilde kullanıyorum. Kavram, okuyucunun çağırışımı ile dolmaya açık.

 Aşağıda, tanık olduğumuz bu saldırganlık biçimlerinin politik söylemlerde hızlı bir şekilde “insan dışı” olarak adlandırılmasının altında yer alan doğallaştırıcı ve dışsallaştırıcı varsayımları (“içimizdeki hayvani taraf”) sorgulamak için, insan saldırganlığının hangi belirleyici özellikler sebebiyle insana özgü olduğunu düşündüğümü anlatacağım.

İnsan Saldırganlığının İki Özgün Özelliği*

1. Saldırganlığın Kendini Koruma ve İhtiyaçlara Ulaşma ile İlişkisi

Yaygın bir kabule göre insanın saldırganlığı kendini koruma amacı ile doğrudan ilişkilidir ve doğuştan gelir. Bu noktada insan ile hayvan saldırganlığı eşleştirilir ve saldırganlığın uygarlaştırılması, hayvaniliğin evcilleştirilmesi olarak düşünülür. Saldırma eylemi hayvaniliğin bir tezahürüdür.

 Buna karşın, insan saldırganlığının korkuyla ve kendini koruma arzusu ile bir ilişkisi vardır ama saldırganlık insanın kendini koruması amacı doğrultusunda birincil değildir. Eğer, insanın kendini koruması için insana özgü gerçeklikle örtüşen, dolayısıyla insanın hayatta kalmasına doğrudan yarayan ve birincil olan bir dürtücü kuvvet aranacaksa, bakılması gereken ilk yer “sevgi”dir (metnin amacı dolayısıyla burada kavramı en genel adıyla kullanıyorum).

 İnsanın en erken kendini koruma biçimi bir ötekini sevmesi ve ona bağlanmasıdır. Saldırganlık ise sevgiye göre ikincildir ve birincil olanın, sevginin dahil olduğu ilişkiden türer. Saldırganlık bu ilişkinin içinden -burada açıklamaya yer ayıramayacağımız bir biçimde- çıkarken koruma işlevi üstlenebilir ve koruma biçimlerine dahil olur. Bununla birlikte saldırgan eğilimlerin kendini koruma biçimlerine malzeme olması, kendini koruma durumlarının saldırganlıktan azade olup olmadığına dair bir tartışma yürütmediğimiz için, buradaki iddiamızı etkilemez. Saldırganlık ile kendini koruma ilişkisi arasına bir dolayım girmiştir, saldırganlık ikincil olarak varlığını sürdürür. Bu; insanın, özdeşleşme, dil ve kültür özellikleri dolayısıyla mümkün olan bir süreçtir. Bizzat bu özellikler aynı zamanda “birincil” ve “ikincil” ifadelerini mümkün kılan bir zamansal ardışıklık ilişkisini de mümkün kılan özelliklerdir.

 Buradan hayvanların sevmediğini ya da saldırganlığın onlar için birincil olduğunu çıkarmamıza da gerek yoktur –ki bu çoğu örnek için anlamsız da olacaktır. Çıkaracağımız şey şudur: insanın kendini koruma arzusunun saldırganlıkla ilişkisi, hayvanın kendini koruma güdüsünün saldırganlıkla ilişkisinden farklıdır. İnsan için, onun hayatını belirleyen bir ardışıklık kurulmuştur ve bu ardışıklık saldırganlığın ikincil olduğu bir biçimdedir. (Saldırganlığın üzerine inşa olduğu evrimsel zihinsel bir temel olup olmadığı ise ayrıca tartışılmalıdır.)

  Bu fikirlere karşı sunulabilecek bir tez, belli yaşamsal kaynaklara ulaşmak ve kendi varlıklarını korumak için insanların birbirleriyle savaşmaya eğilimli olduğu ve bu özelliği evrimsel olarak taşıdıklarıdır. Sınıflı toplum gerçeğini bir kenara bırakıp, tezin sınıflı toplum üzerine kurulmadığını varsaysak bile burada gözden kaçan bir şey, insanların maddi yaşamın sürekliliğini sağlamak, yani kendini korumak için öncelikle ötekilerle bağ kurdukları, birbirlerini “sevdikleri”, topluluk olduklarıdır. Maddi yaşamın yeniden üretilmesi için topluluk olmak, savaşmayı öncelemek durumundadır. Topluluk olmayı salt sevgi temelinde açıklayamayız ve topluluk olmanın sevgiye ciddi sınırlamalar getirdiğini de kabul ederiz ama zorunlu ve birincil koşul (bir tür) sevgidir. Ondan sonra gelen savaşma durumunun/olasılığının ise zorunluluk taşıdığını söylemek ikna edici değildir. Bunu ise aşağıda temellendirmeye çalışacağım.

 İnsanların ihtiyaç duyulan bir şeye ulaşmak ya da onu korumak için mücadele etmeye, savaşmaya ve ötekileri alt etmeye güdülendiği varsayılır. Bu düşünce; savaşmanın, ihtiyaçların giderilmesi için her durumda başvurulan bir yol olduğu varsayımı veya insanın başka bir çare kalmadığında –insansı davranışın alt limiti olarak- kullandığı bir yol olduğu varsayımı üzerine kurulu olabilir. Bana kalırsa bu iki durumda da saldırmak ve savaşmak doğal zorunluluk içeren bir yol olarak ele alınamaz. (Direnç ve direnişin varlığını tanımak için de bunları doğal güdülerle temellendirmek zorunda değiliz.)

 Bunun en önemli sebebi,  yukarıda da insana özgü olarak saydığımız, özdeşleşme, dil ve kültür özelliklerinin ihtiyaçlar konusunda da dolaylamalar yaratmasıdır. Hayvanlar ile insanlar arasındaki bedensel/dürtüsel ihtiyaçlardaki temel benzeşmelere rağmen, insan ihtiyaçları sembolik değerler alarak zihinsel temsillere dönüşmüşlerdir. Bu, ihtiyaçların kurgusal olduğu, bedensel/dürtüsel temellerinin bulunmadığı veya dış gerçeklikle ilişkiden muaf oldukları anlamına gelmez. Kendini koruma konusunda olduğuna benzer olarak şu anlama gelir: insanın kendi ihtiyaçları ile kurduğu ilişki, hayvanın kendi ihtiyaçlarıyla kurduğu ilişkiden niteliksel olarak farklıdır. İnsanın ihtiyaçları çeşitli düşüncelerin, sahnelerin, ilişkilerin, kurguların parçası olarak var olurlar ve çeşitli davranışsal tepkilerle –ki her ne kadar bir “güdü”den bahsedilse de referans verilen çoğunlukla savaşma davranışıdır- aralarındaki bağ dolaylı hale gelir. Yani insan ihtiyacı her koşulda bir dolayıma tabi oluyorsa, onun doğrudan gerektirdiği bir davranış olduğu düşüncesi sorgulanmalıdır. Bu dolayım alanı ideolojilerin de işlediği alandır. İhtiyaç ve arzular bu alanda “biçim”lenirler. Aynı zaman saldırma durumunun sistematik ve organize biçimlerine imkan veren de bu dolayımdır.

 Peki, bu, biyolojik yaşamın devamlılığını sağlamak için karşılanması gereken ihtiyaçlar söz konusu olduğunda da geçerli midir?

 Aslında temel ihtiyaçlardan mahrum olmak burada bahsettiğimiz dolaylanma durumunu ortadan kaldırmaz. İnsan için zaman geriye doğru işleyemez ve zihnin bir kısmı “geriye doğru” gidebilse, bazı işlevlerini yitirebilse de ve davranış böyle bir özgün durumda oluşsa da, insanın kültürelleşmiş olma sürecinin geri çevrildiği düşünülemez (beyin hasarı durumları bunun dışında tutulmalı). Doğrudan yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasından mahrum olma durumu, dürtüsel baskının (ve acının) dayanılmaz boyutlara çıkması anlamına gelebilir. Ama bu dayanılmaz durum, saldırgan davranışlar ortaya çıkardığı durumlarda bile soyutlama, özdeşleşme, zihinsel temsiller ve sahneler üzerine kuruludur. İnsanın bu durumunun doğrudan sonuçları olarak tanımlayabileceğimiz davranışsal tepkiler olduğunu savunmak güçtür. Bu iddiayı desteklemek için mahrumiyet durumlarının giderilmesi amacı doğrultusunda saldırmak ve savaşmak dışında pek çok potansiyel seçeneğin de bulunduğunu ve bunların da “seçilebilir” olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Temel ihtiyaçlardan mahrum kalma ve rekabet durumunun, tarihte ortaya çıkmış ve geçerli olmuş tek çözümünün saldırmak olduğu iddiası bana, bütünlüklü olmaktansa ideolojik bir argüman gibi geliyor.

2. Saldırganlık için Gereken Bastırma

 İnsan saldırganlığı karşıdaki kişiyle kurulan özdeşleşmenin, bunun içsel temsillerinin, yani kendiliğin “parçalarının” belirli bir ölçüde yok sayılmasını içerir. İnsanların öteki insanları “sevme” eğilimi, onlarla kurduğu özdeşleşmenin ve onların acısını kendi acısı olarak bilmesinin, hissetmesinin -ve tersinin de yaratıcısıdır. Tabii yaşam boyu bu eğilim çeşitli çatışmalara girer,  bariyerlere takılır, çeşitli formlar alır, çeşitli yerlerde tıkanır. Gerçeklik içerisinde saf ve özgür sevgi imkanlı değildir. Ne olursa olsun insanın insanla kurduğu özdeşleşmenin –ve belki insan olmayanla kurduğunun da- tohumları atılmıştır ve insan ötekini kendine, kendini ötekine benzetir. İnsanın başka bir insana saldırganlığı onun çeşitli ölçülerde yabancılaştırılmasını, dolayısıyla benzetme durumunun belli bir kısmının karanlıkta bırakılmasını içerir.

 Savaşçı ideolojiler bu nedenle insanlardan bu benzetme ilişkisini koparmaya çalışırlar. Tabii ki var olan şey tam anlamıyla koparılamaz, çeşitli seviyelerde bastırmaya tabi olabilir. İnsan böyle bir sürecin sonucu olarak ötekini bir yabancı nesne olarak algılayabilir, onun canını acıtabilir ve onun canını acıttığında kendi canında acıyan kısmı görmezden gelir. Bunun savaş ya da benzeri şekilde algılanan durumlarda ortaya çıktığını, insanların acımayı tanımamaya başladıkça acımasızlaştığını, bu durumun sürmesi için egemenlerin ciddi çalışmalar sergilediğini, belli etkiler ortadan kalkınca bu durumdan sarsıcı geriye dönüşler de olabildiğini biliyoruz. Bu işleyişin sadece bu metinde bizi ilgilendiren kısmını ele aldığımız gerçeğini bir kenarda tutarak söylersek; sunduğum mantığa göre saldırganlık, karşıdaki ötekinin yabancı “sanılması” ve benzerlik ilişkisine dair düşünce ve (olası) duyguların yok sayılması ile işler. Saldırganlık öncesi bir sevgi ve özdeşimin mümkün kıldığı bu tip bir işleyiş, insanın saldırganlığını belirlerken onu hayvanın saldırganlığından da ayırır. İlk maddede ifade ettiğimiz gibi insan varlığının tarihinin ardışıklık içeren doğası burada da devrededir ve saldırganlığın saf saldırganlık olmasına izin vermez.

 Özellikle bu noktada ya da yeniden bu noktada okuyucu tarafından “aşırı-psikolojikleştirme” yapmakla eleştirilebilirim. Bu nedenle neden böyle bir “psikolojikleştirmeye” başvurduğumu açıklamalıyım.

 Metnin yola çıktığı gözlem “insan dışılık” tanımlamasının uç baskı ve şiddet yöntemlerini tanımaya çalışırken, tutarlılık arayışını bir noktada bir kenara bırakılıp politik söylemi öne çıkarma uğruna sıklıkla kullanılması idi. İddiam ise, teorik tutarlılıktan feragat etmenin politik tutarlılık ve politik önerilerden de feragat edilmesi anlamına geldiğidir. Tanık olunan “kötülükler” insanlık dışılık söyleminin taşıdığı doğallaştırıcı ve özselleştirici bakış açısı ile tanımlandığında, önerilen politik söylem “onurlu insan olmak” gibi –önemsiz demiyorum- soyut bir noktada askıda kalabiliyor. Bu hali aşmak için hâlihazırda zaten psikolojik olan birçok varsayımın bozulması ve bireysel ile toplumsal arasındaki geçişliliği kavramak üzere yeniden yapılandırılmasını anlamlı buluyorum. Elbette bunun davranışçı, izole edici, anaakım bir psikoloji anlayışıyla değil, psikanalizin yardımıyla yapılabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle sunduğum birçok argüman ilk bakışta psikolojik özellikleri de göze çarpıyor olabilir. Ama “sosyolojik-politik” dil kullanan argümanların sosyolojikleşmesi ve politikleşebilmesi için taşıdığı psikolojik (aslında psikanalitik demeliyiz) varsayımların da geçerli temellerine kavuşturulabilmesi gerekiyor. Burada bu netleştirme bireyselleştirme ile değil, bireysel ile toplumsal arasındaki geçiş ve sıçrama durumlarını anlama çabasıyla yapılıyor.

 Konumuza dönersek, insanın saldırmak için karşısındakinin varlığına dair içinde taşıdığı bir temsili, bir ilişkiyi bastırması gerektiğini söylemek, insan saldırganlığının tekil, saf, zorlama gerektirmeyen, “doğal” bir saldırganlık olmadığını söylemek anlamına geliyor. Doğal gerekliliğin değil de, zorlamanın için işine karıştığı noktada ise politik stratejiler ve ideolojiler önemli bir hale geliyor. Bireysel düzlemde anlatıldığını düşünülebilecek hikayenin toplumsal boyutu açığa çıkıyor. Aynı zamanda kendi politik söylem ve stratejimizi de ne üzerine kurabileceğimiz/kuramayacağımız sorusu yeniden tartışmaya açılmış oluyor. Savaşçıl söylem ve stratejilerin bireysel ve toplumsal olarak bizlerin işine yaramayacağını düşünmemin bir sebebi de budur. Sosyalist bir mantığın olabildiğince, insanla özdeşleşmenin bastırılmamasına uğraşması, baskılayıcı sistemlerin yerinden edilmesi için uğraşması ve bunlara yönelik yasalar/ortaklıklar üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çabanın ise, soyut ilke ve ideallere tutunmuş bir biçimde kalmaktan ziyade, nesnel bir gerçekliğin bastırılmasının çözülmesi olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Özgünlüğün Açtığı Alan

Bu yazıda insanın yarattığı kötülüğün insanın dışına doğru yapılan göndermelerle açıklanamayacağını savunmak için, insanın saldırganlığının kendine özgü olduğunu açıklamaya çalıştım. İnsanın saldırganlığının, hayvani ve doğal olmadığını, kendini koruma ve ihtiyaçlara ulaşmada birincil olmadığını ve öteki insanlara olan sevginin (en genel adıyla kullandığımı bir kez daha vurgulamalıyım) bastırılması ile işleme konduğunu iddia ettim. Böyle düşündüğümüzde, tanık olduğumuz ve/veya içinde olduğumuz şiddet dolu sahneleri yaratanların insanlık düzleminden bir yere çıkmadığını ve hayvanlaşmadığını düşünebiliriz ve bu duruma dair açıklamalarımızı insanın dışına referans vererek yapmaktan kaçınmış oluruz. Bunun, insanın doğuştan “kötü” olduğu iddiasıyla karıştırılmaması gerektiği, insanın saldırganlıkla ilişkisine dair sunduğum fikirlere bakıldığında anlaşılacaktır. Görülecektir ki, insanın kendine özgü durumundan bahsederken yararlandığımız temel özellikler, insanı özdeşleşme, dil ve kültür yoluyla ayrıştıran özelliklerdir. Yani insanın kendi kötülüğünün, başka canlılara atfedilemeyecek olması ile insanın varoluşsal olarak kötü olması apayrı önermelerdir.

  Aslında var olan baskı ve şiddetin özgünlüğünü kavramsallaştırırken hem dışsallaştırmadan hem de doğallaştırmadan uzak durmuş oluyoruz. Mücadele için de bir alan açıyoruz.

  “Kötülüğü” doğallaştırmamayı kuramsallaştırarak, saldırganlığın dolayımlı oluşuna dikkat çekerek, dolayımı sağlayan alanı bir mücadele alanı haline de getirmiş oluruz. Daha doğrusu hâlihazırda egemen ideolojilerin mücadele alanı haline getirmiş olduğu alanı tespit etmiş ve buraya yönelmiş oluruz. Aynı zamanda bu dolayım alanındaki mücadelenin sadece karşılıklı fikirlerin çarpışması olmadığını, aynı zamanda bunun bir paradigma mücadelesi olduğunu da görmemiz gerekir. Bundan kastım şudur: Egemen ideolojiler, bu dolaylanma alanı içerisinde sadece fikirlerle değil aynı zamanda gerileme, yabancılaştırma, arzu, korku, nefret gibi ruhsal durumları ortaya çıkaracak biçimleri devreye sokarak işlerler. İdeolojiler fikirlerden ibaret değildir; ruhsal işleyişe de sızarlar. Bu bize sosyalist bir paradigmanın da sadece fikirlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda insanların işleyişine dahil olacak, ona müdahale edecek bir düşünme ve ilişkisel eyleme biçimi olduğunu anlatır. Bu düşünme biçiminin ne olacağına karar verirken, özdüşünümsellik bu nedenle bu kadar önemlidir.

 Kötülüğün dışsallaştırıl(a)maması, bunun üretimine insanlığın kendine özel katkılarının görülmesi, çözümün bize uzak olduğu hissini uyandırabilir. Neticede bu şekilde insan olmaktan kaynaklı doğal ve özsel çözümlerin olmadığını kabul etmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir dışsallaştırma eğilimini tersine çevirdiğimizde, konuyu gerçekten düşünme alanımızın içine almış ve üzerine çalışabileceğimiz çelişkileri de görebilmiş oluruz. Doğal eğilimlere ve insan olmayan modellere atfettiğimizde gözümüzden kaçan çelişkili bir işleyiş insanın gerçek durumuna baktığımızda daha görünür hale gelir. İnsan saldırganlığını özgün yapan durumlar, aynı zamanda onu çelişkili/çatışmalı bir zemine de oturtmaktadır. Bu çelişkili zemin ve bu zemin üzerinde yapacağımız seçimler de politik söylem ve stratejilerimizin önemli gündemleridir. İlgili gündemler üzerine yapılacak tartışmaları ise başka metin ve mecralara bırakarak, bu yazıyı noktalıyorum.


* Bu iki maddede temel alınan düşünceler için İlker Özyıldırım’ın “Gezi Bağlamında Vicdan-Üstbenlik Gerilimi: Başka Tür Bir 'Bastırma'ya Dair Bir Deneme” (2016, Gezi’yi Psikanalizle Düşünmek, s. 65-76. İstanbul: Bağlam Yayınları) metnine bakabilirsiniz.  

Baran

1 Kasım 2016 Salı

Ön Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Toplantıları Dizisi - 2017




2017 senesinde, belirli konuları birlikte düşünmeye açmak üzere bir dizi tartışma toplantısı gerçekleştirilmesi planlanmaktadır.  Her bir tartışma toplantısında bir sunumcu/tartışmacı, belli bir konuya dair önemli bulduğu ve başkalarıyla paylaşmayı arzuladığı düşüncelerini katılımcılarla paylaşacak ve konu üzerine yürütülecek bir tartışma için açıcı rol üstlenecektir. Toplantı, sunumcu/tartışmacının ve dileyen katılımcıların katkılarıyla sürdürülecektir.

Burada yapılan tartışmaların sınıf hareketi ve toplumsal mücadelelerin hâlihazırdaki birikimine eleştirel katkılar sunması hedeflenmektedir. Yaşam(sallık), ilişkisellik ve yaratıcılığa yönelik yıkıcılığın egemen olduğu günlerde, yaratıcı, eleştirel ve sosyalist düşüncenin bir arada canlı tutulması niyeti, etkinlikler için bir çıkış noktasıdır.

Bir fikir vermesi adına, tartışma toplantılarında yer alması planlanan konulardan bazıları şöyle sıralanabilir: finansallaşma ve borçluluk, sınıf deneyiminin kavramsal önemi, post-Kemalizm paradigmasını aşmak, kadın hareketi ve emek mücadelesi, tarımda emeğin dönüşümü, muhalefetin tarihteki farklı görünümleri, sol harekette normallik algısı ve heteronormativite, psikanaliz ve siyaset ilişkisi,  insan ve şiddet ilişkisi.

Toplantılar herkesin katılımına açıktır.  Programa dair ayrıntılar zaman içerisinde netleşecek ve netleştikçe duyuru yapılacaktır. Toplantılarla ilgili duyuruları şuralardan takip edebilirsiniz:

Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook: www.facebook.com/Eleştirel-Sosyalist-Düşünce-1137403932946433/

İletişim: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik Sorumlusu: Baran Gürsel

4 Eylül 2016 Pazar

Korku Politikaları ve Bizim Korkularımız

Bu metinde korku ile iktidarın politikaları arasındaki ilişkiye dair iki tez sunacağım. Daha sonra bizim kendi korkumuzla ne yapabileceğimize dair bazı fikirlerimden bahsedeceğim.

1. Bir açıdan bakıldığında; en korktuğu durumlar sahneye konmuş bir iktidarın, kendisinin en korkutucu gözüktüğü sahneyi yaratma çabasını izlediğimizi ve yaşadığımızı düşünebiliriz. Bu tez üzerinden devam edersek muktedirin  -gerçekte tümgüçlü olmak gibi bir ihtimal olmasa da- mutlak kontrol sahibi olduğu en korkutucu sahneleri gerçek hayatta yaratmasına olanak tanıyan, iktidar ve şiddet araçlarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Daha doğrusu yaratılan sahnenin, mutlak kontrol sahneleri olduğuna, kendisini ve bizleri inandıracak araçlara sahip olduğunu. Burada sahip olmak derken, “yönetim” ile “devlet” arasındaki dolayımların büyük ölçüde kalkmış olduğundan, birinin diğeriyle özdeşleştiğinden, birinin bir diğerinin uzantısı haline geldiğinden söz ediyoruz. Kullanılan araçlar bir yandan acı vermeye, öte yandan verilen acının hem tanınmaması hem de onarılma ihtimallerinin ortadan kaldırılmasına yarıyor. Mevcut iktidarın çağrısına göre sıralanan yöneticiler, sermayedarlar, partiler, kurumlar, medya kuruluşları, muhalif kesimler, vatandaşlar vb. bu sahnedeki “araçsal” rollerde kendi pozisyonlarını alıyorlar. Kuşkusuz pasif bir şekilde ya da zorunlu olarak bir emretme ilişkisi içerisinde de değil; ekonomik ve ideolojik  güdülerle.

 Burada iktidarın işleyişinin yapısalcı bir açıklamasını tekrarladığım düşünülmesin. Burada bir birlik, nüfuz ve çağırma mekanizması var ama ne olursa olsun, sahne kurgusal. Ve bu sahneyle çelişki içinde olan da bir “gerçeklik” var. Birincisi; sahnedekinin aksine gerçeklikte, mutlak ve kesintisiz iktidar yoktur. Özneler (ve pozisyonları) çatışmalı iktidar ilişkileri içinde oluşur, çatışmaları içinde taşır ve çağrıya bunlar dolayımında katılır. İkincisi; gerçeklikte, sınıf çelişkisi vardır. Yaşadığı sınıf deneyimi kültürelleşerek iktidarın kurgusunda kapsanan işçi sınıfının, bununla çelişkili olarak deneyimlediği bir sınıf gerçekliği var. Üçüncüsü; insan, ötekilerle eşitlikçi bağlar ve özdeşleşmeler de kurar ve hiyerarşik ve düşmanlık içeren bir kurgunun egemenliği ancak bunun bastırılması ile sağlanır.

 Yani bu üç gerçekliğin bastırılmasıyla kurulan bir iktidar sahnesinin varlığından söz ediyoruz. Hepimizin bu sahnenin unsurları olduğumuza dair yaygın ve güçlü bir inanç, yukarıda sayılan gerçekliklerin güçlü bir şekilde bastırılmasının üzerine oturuyor. Bu yüzden de tekil bir tutunma noktası, hiyerarşik iç örgütlenme ve mit üretimi ihtiyacı her gün artıyor.  

 2. Öne sürdüğüm bu tezin korkuya, mutlak iktidarın imkânsızlığına ve –tüm zorluklara rağmen- sahnenin dışında kalma olanaklarına yaptığı vurguların önemli olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte bu tez, darbe girişimi sonrasındaki durumu içermek üzere geliştirilmediği müddetçe yetersiz kalacak ve yeni korkuyu gözden ırak kılarak iktidarın bugünkü kurgusunun bir bileşeni haline gelecek. 

 Elbette güçlü bir entegrasyona, planlı bir gidişe sahip rejimlerin içinde rakip güçler olduğu oluyor ve devlet örgütlenmesi içinde rekabet/düşmanlık ilişkileri gelişebiliyor ama ülkemizde “ortaya çıkan” durumun bir özgünlüğü söz konusu. Bir metinde* de belirtildiği gibi  mevcut durumunda, organizmanın içinde zararlı hücrelerin yayılmış olmasından farklı olarak, organizmanın savunma sistemini oluşturan bir bölümünün, bağışıklık sisteminin organizmaya karşı çalışmasından söz edebiliriz. Buradaki tehdidin özelliği hem dışsallaştırılmasındaki muazzam zorluk, hem de yok edilmesinin organizmanın da sonunu getirme ihtimalidir.

 Bu da ilk maddede bahsedilen “en korkutucu” sahnenin ötesinde (ve gerisinde) bir durum yaratır.  İktidarın kendi sağlığının, bütünlüğünün kendisi için de oldukça belirsiz olduğu ve öncekinden de daha derin bir korkuya sevk olduğu bir durum: Bu organ benim mi? Yap dediğimi yapar mı? (Saldırma arzusuyla da birlikte düşünürsek) Saldırmasını istesem, başkasına mı “bana” mı saldırır?

 İktidarın darbe olarak tanımladığı önceki durumların kendisi üzerideki etkisini birinci maddede bahsettiğim şekilde okuyorum. Darbe girişiminin etkisini ise bu maddede bahsettiğim şekilde. Cemaatin önceki hamleleriyle benzer korkuların canlanmadığını iddia edemem ama mevcut durumda hâkimiyet kurduğunu varsayabilirim. Yani iktidarın darbe girişimi öncesinde de var olan, korku/acı ve tümgüçlülük sahnelerinin yayılması ile telafi edilmeye çalışılan korkusunun, darbe girişimi ile başka bir katman kazandığı ve bu yönde derinleştiği söylenebilir: Bedenin kendisinin bir tehdit olması karşısında yaşanan dehşet.

 Yeni korku katmanının açılmasının önemli bir sonucunun “kararsızlaşma ve dağılma” olduğunu düşünüyorum. Başka bir açıdan, tehdidi dışsallaştırma çabası içerisinde bir tür “parçalılaşma”. Bu, korkunç sahnelerin ve mitlerin yaratılmayacağı ya da saldırganlığın azalacağı anlamına gelmiyor. Bir yandan bunlar olurken, bir yandan da daha çelişkili hale gelen, kararsızlaşan ve dağınıklaşan adımlara tanık olacağımız anlamında geliyor. Aynı zamanda da, sadece iktidarın kararlı bir şekilde mutlak bir güç olmaya doğru gittiği politik önermesinin yeterli olmadığı anlamına da. İktidarın emin ve kararlı adımlarla mutlak bir güç olmaya doğru ilerlediğini söylemek iktidarın dağınıklığını düzenleme çabasının ve telafi edici yeni sahnenin bir parçası olma riskini taşıyor. Nihayetinde mevcut durum diktatöryel bir güç birikimi ile son bulsa bile –ki aksi mümkün mü bilmesem de- mevcut durumu açıklamak için böyle bir planlılığı vurgulamak bence yeterli değil. İktidar açsından, gerçekliğin nasıl algılanabileceğine dair referans noktalarının kaybedildiği bir durumdayız.

 Ek olarak, burada vurguladığım yeni korku katmanı nedeniyle “demokrasi mitinglerinin” iktidarın “kendini toparlamak”, “yoğun bir dağılmayı telafi etmeye çalışmak” için canlı tutulduğu tezi, bana; bu şekilde faşizmin planlı ve adım adım örgütlendiği tezinden daha yakın geliyor.  Faşizm adım adım geliyorsa bile, iktidarın planlılığı ve kararlığı sayesinde değil, onun bedeninin parçaları ve iyileştiricileri olmanın tadını çıkaran, dağılmanın toparlayıcısı olurken kendini var etmeyi hedefleyen öznelerin yardımıyla geliyor.

3. “Bizim taraf”a gelirsek, bu korku politikaları karşısında dayanmak ve çözüm bulmak için -gerçekten korkmuyor olana sözüm yok ama- illa korkusuz olmamız gerektiğini düşünmüyorum. Yukarıda bahsettiklerimden yola çıkarak, korkumuzla ne yaptığımız ve gerçeklikle ilişkimizi ne ölçüde koruduğumuz, bizim geleceğimizi ve muktedire ne ölçüde benze(me)mekte olduğumuzu belirleyecek diye düşünüyorum. İlişkimizi korumamız gereken, gerçekliğin üç özelliğinin şöyle ifade edebilirim.

-Gerçeklik sınırlı olma, ayrı olma, geçici olma, eksik olmayı içerir. İktidarın aksi yönde kurulan bir hayali yaşatmaya çalıştığı bir yerde, bunlarla teması koparmamaya çalışmanın yapıcı ve kalıcı bir anlamı var. Bu aynı zamanda geçmişli ve gelecekli, doğumlu ve ölümlü olmayı kapsıyor. Yani yaşama ve yaratma arzusunu mümkün kılan ve duygulara ve tabii ki gülmemize olanak veren “nesnellikleri”. (Muktedirler ise bu yüzden gülmüyorlar.)

-Gerçeklik toplumsallığı ve bağ kurmayı içerir. Düşmanlaşmanın bu bağların bozulması, yadsınması, dönüştürülmesi üzerinden kurulduğu düşünüldüğünde, düşmanlık her zaman hayali bir kurguya ihtiyaç duyuyor. Bu kurgu da özdeşlik kurmanın, vicdan ve insan kardeşliğinin “zorunluluğu” ile çelişki halinde.

-Gerçeklik sınıf çelişkisini içerir. Sınıf deneyimini yaratan ve sınıf deneyiminin iktidar tarafından kültürelleştirilmesi ile çelişki içerisinde olan sınıfsal bir gerçeklik var. Ve iktidarın kurgusunda dövüşürken bazen unutulan zorunlu bir sınıf kardeşliği.

 Büyüyü bozmak için kötü büyünün karşısına iyi büyülerle çıkmaya değil, bu gerçekliklerle temasımızı koparmamanın yollarını bulmaya ihtiyacımız var. Direnmek de, bizleri iyileştirecek toplumsal gerçekliği olan bir örgütlenme de, bir “güçbirliği” de ancak bu şekilde mümkün.

Baran

* Bahsi geçen metine buradan ulaşabilirsiniz: https://canevren.wordpress.com/2016/08/16/reflections-on-post-coup-times/

 

23 Ağustos 2016 Salı

Kısa Bir Tanıtım

 Eleştirel Sosyalist Düşünce Blogu (elestirelsosyalistdusunce@blogspot.com.tr) nisan ayında açılmış bir sayfadır. Sayfa; dogmatik, yapısalcı ve post-Marksist yaklaşımlara mesafe alan ve işçi sınıfının, solun ve dünyanın çeşitli gündemlerine dair sosyalist, eleştirel ve sistematik tartışmalar yürütmeyi, sorular sormayı hedefleyen/önemseyen yazılar içermek üzere kurulmuştur. Bu tip yaklaşımları buluşturan ve henüz sosyalist hareket içerisinde geniş bir yere sahip olmayan, hâlihazırda mevcut alanları da genişletmeyi arzulayan bir girişimdir. Bu bağlamda, nisan ayında yazılmış iki giriş yazısını kendine yakın hisseden kişilerin yazılarına, eleştiri ve önerilerine açıktır. Sayfanın, kurumsal aidiyetleri veya ait olmayışları ile ilgili olası yazarlardan bir beklentisi yoktur; sayfa kendi içinde polemiklere de açıktır. Olası yazarlardan giriş yazıları bağlamında, başlangıç noktaları ve yöntemsel bir çerçevede buluşma beklenmektedir. 

 İrtibata geçmek isteyenler için iletişim adresi şu şekildedir: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com

 Sayfaya bugüne kadar koyulmuş yazılar şöyledir:

* Sayfaya Dair: Yola Çıkış Noktası (Nisan)
*
Giriş Niyetine Bazı Düşünceler (Nisan)
*
1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevi Üzerine (Mayıs)
*
Türkiye’de Gerilim Deneyimi, Gerileme ve Bazı Potansiyeller (Mayıs)
*
Kiralık İşçilik, Sınıfın Kayıpları ve Yaratıcılığın Örgütlenmesi (Haziran)
*
“Darbe Girişimi” Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair (Temmuz)
*
“Sokağa  Çıkanlar”ın Sınıfsal ve Kültürel Öfkesi Üzerine (Temmuz)
*
Darbe Girişimi Sonrasında Söz ve Politika Üretimi: Sıkışma ve İmkânlar (Ağustos)

11 Ağustos 2016 Perşembe

Darbe Girişimi Sonrasında Söz ve Politika Üretimi: Sıkışma ve İmkânlar

 Siyasal iktidara sahip öznenin ve devletin kurumlarının bir kriz içerisinde olduğu, ciddi gerilimler taşıyan ve yenilerini doğurması muhtemel yeniden yapılandırmaların planlandığı bu süreçte sosyalist hareketin kendine, durumun özgünlüğü üzerine kurulu bir alan açmak yerine bir “sıkışma” yaşadığını düşünüyorum. Bana göre yaşanan sıkışma söz ve politika üretiminde savunmacı/korumacı bir hareket tarzının varlığına işaret ediyor. Buna karşın, hem durumun özgünlüğünü okuyabilecek hem de onu tarihselleştirebilecek bir hareket tarzının yeni sorular ve politika imkânları yaratabileceğine inanıyorum.

 Görebildiğim kadarıyla ve biraz genelleştirirsem sosyalist hareket darbe girişimi sonrası süreçte -sivil dikta rejimine karşı olma vurgusunu koruduğunda bile- demokrasi paradigmasına sıkıştı. Gerek doğrudan “darbe karşısında demokrasi”, gerek “gerçek demokrasinin bizimle geleceği” söylemleri, gerekse merkeze demokrasi cephesinde buluşmayı alan yaklaşımların ortak olarak böyle bir paradigma içerisinde kaldığını düşünüyorum.

 Bu, söz konusu yaklaşımlar arasında, benim de ona göre konum alabileceğim ayrımlar yapmadığım, bu vurguları yapmanın her zaman bir sıkışma yaşandığı anlamına geleceği veya demokratik kurum ve haklar için ortak mücadele etmenin gereksiz olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. Ayrımların varlığına ve ayrımlar üzerinden “daha doğru” teorik /politik duruşlar geliştirilebileceğine inanmakla birlikte, bu yaklaşımları ortak olarak kesen ve ayrımların önemini geri planda bırakan bir ortak eğilim olduğunu düşünüyorum. İstisnaları olmakla birlikte -ki tabii ki istisnalar kaideyi bozacak- acil politik ajitasyon yönteminin hâkim bir biçimde kullanıldığı ve soyut ilkesel ideallerin egemen olduğu sözler, hem kendisine hem de ötekilere temas ettiği noktalarda demokrasi paradigmasının aşılmasını değil, kendi içinde bir sıkışmayı yaratıyor.

 Sıkışmaya paralel olarak, analizi derinleştirmek için yapılan, meseleyi tarihselleştirmek ve sosyolojikleştirmek değil; çoğunlukla güç odaklarının birbiriyle ilişkisinin incelenmesi ve (ileriye ve geriye yönelik, doğru ya da yanlış) senaryo üretimi oluyor. Politika yapmak, ilke beyan etme ile bunun ayna yansıması olan “yine aynı şeyi söylüyoruz” (“zaten söylemiştik” ve “tek yol mücadele” türünden ifadeler buraya dâhil) noktalarına indirilmiş bir biçimde içine kapanıyor. Bana göre ne demokrasi tartışması, ne güç odaklarının mücadelesinin analizi, ne de ilke beyanları kendi başına faydasız veya gereksiz. Bununla birlikte analiz, söylem ve politika üretirken bu noktalara sistematik bir şekilde geri dönülmesi belli bir hareket tarzına ediyor. Bu -elbette ki dışsal baskı ve şiddet ile doğrudan alakalı olan ve yeni darbelerle “sağlamlaşan”- “ideal olan”lara atıfla düşünme temeline oturan, kendini kendi içinde düzenleme ve korumaya yönelik, içe doğru bir hareket tarzı.

 Metinde bu tarza dair bazı eleştiriler sunacağım. “Dışarıdaki” baskı ve şiddet, bunların etkisi kesinlikle yadsınamaz. Ama en azından bu metinde eleştirilerim, dolaşımdaki metinlerin belli alanları hâlihazırda dolduruyor olması, “içeri”nin kendini devrimci bir şekilde düzenlemesinin önemine olan inanç ve iktidar sahibinin hiçbir zaman asıl güç sahibi olmadığı gerçeğinden yola çıkarak yazarını da kapsayan bir şekilde “içeri”ye yönelmektedir.

Sıkışmaya Yönelik Hareket

 Sosyalist hareketin sıkışmasını anlatan hareket tarzını şöyle düşünebiliriz: Söz konusu özne gerek entegrasyon ve ilişkisellik konusundaki eksiklikleri nedeniyle, gerek bu eksikliklerle yeni bir “darbe” ile karşılaşması dolayısıyla, bir çekirdeğin/özün etrafında dönen ve onun etrafını ören bir hareket etme biçimini takip eder. Burada bir koru(n)ma arzusu vardır ve arzunun nesnesi bu çekirdektir, özdür. Başka bir açıdan, bu çekirdek bir çekim gücü taşır ve aksi yönde eğilimlerin gücü belli nedenlerle azaldığında çekim gücü baskın gelir. Burada yaşanan sadece tanımı gereği değil, aynı zamanda -bilinçli olarak niyetlenmese de- amacı gereği de bir sıkış(tır)madır. Bir anlamda, sıkı bir şekilde tutma ve tutunmadır. Elimizdeki örnekte, “saldırı altındaki demokrasi” formülünden yola çıkarak demokrasiye sıkı bir şekilde tutunulmaktadır. Burada bastırılan hareket ise açılma, türeme ve çoğullaşmadır. Eski, varsayılan gücü koruma arzusu yeni imkânları silikleştirir. Yeni yolların ihtimali de bir dengesizlik, belirsizlik unsuru olarak algılanır. Eski stratejiler ile yeni stratejileri birbirinden ayırt etmek zorlaşır.

 İlkelerin ve belli konumların yıkıcı olaylarla karşılaşılınca korunması bir noktada, öznenin varlığının korunması açısından anlamlı olabilir. Bununla birlikte; birincisi, yıkıcı olaylara verilen tepkilerin birbiriyle benzeşmesi; ikincisi, olaylar gücünü yitirdiğinde de varlığı koruma tepkilerinin sürdürülmesi, kronik bir hareket tarzının benimsendiği anlamına geliyor olabilir. En azından farklı tepkilerin tahayyül edilemeyişi kronikleşmiş gibi gözükmektedir.

 Bir olayın yıkıcılığını, sürekli bir “savaş”ta olup olmadığımızı belirlemek, güvenlikçi ideolojilerin kaynak aldığı nesnel durumları nasıl kavrayacağımızı düşünmek kolay olmayabilir. Dahası farklı bir anlayış geliştirmesini istediğimiz öznelerin doğrudan bir saldırı altında olduğu gerçeğini asla yok sayamayız. Yine de yıkıcı olayların varlığı, onlara verilen tepkilerin doğrudan benzeşmesini, bir tepkinin zorunlu olarak tekrarlanmasını gerektirmez. Verilen tepkilerin ve geliştirilen alışkanlıkların da acilci ve korumacı olmasını da. Verilen tepkilerin bu şekilde gelişmesi -egemen ideolojilerin ve türlü tarihsel olayın etkisiyle- sosyalist hareketin “hazırlıksız” ve “güçsüz” bir bünye haline gelmiş olmasının sonucu olabilir. Alternatif hareket tarzları geliştirmenin zor veya kolay olduğuna dair bir şey demiyorum ama olay ile tepki arasında bir zorunluluk ilişkisi olmaması dikkatimizi bazı olasılıklara çeker. Burada da bu olasılıklardan bahsediyorum.

 Alternatif bir hareket tarzı da bazı (tarihsel) çekirdeklerin, “öz”lerin taşıyıcısı, türeticisi ve üreticisidir ama hareket, bu “öz”den yeni imkânlara ve çelişmelere doğru açılarak devam eder. Belli bir zihinsel hazırlığın ve fikirsel örgütlenmenin sonucunun, belli kavramları kullanmakla birlikte onlara tutunmak olmadığını düşünebiliriz. Özgün bir olay, bir “saldırı”, meydana geldiğinde buna verilen cevaplarda bazı kavramlara tutunmak ya da onlara tutturulmuş bir paradigmanın içinde kalmak yerine, kavramların tarihselliğini barındıran ve yeni sorulara açılan bir hareket tarzı, korunmacı bir eğilimin karşıtıdır. Ve kurucu bir harekettir. İlk bakışta görünenin aksine, (kolektif olarak sosyalist biçimde) örgütlü bir zihnin ürününün, bu yönde olması ihtimali, “ideal olan”ı koruma noktasında kalmasından daha olasıdır.[1]

 Bu, ideal yoksunluğu, ilkesizlik veya dağılma demek değildir. İki hareket tarzında da “öz”e, çekirdeğe bağlılık vardır. Ama birincisinde çekirdekle kurulan ilişki “bağımlılığa”, diğerinde ise kavramsal olarak indirgenemez bir “(t)üre(t)meye” benzetilebilir ve kendisini yadsıyabilmeyi de içerir. Birincisini tut(un)maya benzettiysek, ikincisini kavramaya benzetebiliriz. Böylece alternatif hareket tarzının hem bütünsellik vurgusunu hem de anlam çerçevesine oturtma anlamını gündeme almış oluruz. Tarihsel “öz”ler (diyelim ilkeler, diyelim demokrasi) yayılmanın, genişlemenin ve yenilenmenin başlangıç noktası olarak kullanılırken aslında çerçevelere dönüşür, böylece tarihselleşirler. Esasında onları evrensel, kalıcı ve gerçek yapan tarih üstü soyutlamalar değil, onların çerçeve olarak pratiğe girişidir. Bu, ilkeler için aynı zamanda bir sözelleşme, yani söze, politikaya, eyleme dönüşme sürecidir. 

İlke ve Söz Üretimi

 Demokrasi paradigması içerisinde -bazen gizli de olsa- demokrasi savunusu, koruması ve idealleştirmesine sıkışmış bir sosyalist politika, toplumdaki egemen söylemle paralel olarak, ideal bir öze gönderme yapar. Bu teze itiraz olarak, öne sürdüğüm tezin egemen söylemin rüzgârıyla gelişen bir algı olduğu ve aslında hâkim sol söylemin demokrasi vurgusunun burjuva varsayımlar üzerine temellenmiyor  olduğu söylenebilir. Ben buna şüpheyle yaklaşıyor olsam ve Türkiye’nin hâkim sol geleneklerinde de ilerlemeci bir “demokrasi aşaması” kavrayışının önemli bir yeri olduğunu düşünsem de; böyle olsa bile demokrasi vurgusu -uzun metinler içinde bile- soyut politik bir slogan düzeyinde kalıyor ve ilgili metinlerde kavramın tarihselleştirilmesinden sistematik olarak kaçınılıyor. Metin yazarlarının niyeti bu olmayabilir ama bu kadar ihtiyaç duyulan bir durumda -esas vurgunun demokrasi olduğu bu durumda- tarihselleştirmeden kaçınan tarz, aslında korumacı bir tarzdır ve onun egemen söylemin gücünden kurtulması beklenemez. Hatta onunla o denli bir uyum içinde, ilgili olguyu (demokrasiyi) toplumsal gerçekliğin ve politikanın dışına atabilir.

 Temel iddiam şu ki, ilke beyanına dayanan ve açık ya da örtük bir şekilde demokrasi idealleştirmesi içeren hareket tarzı, liberal demokrasi dışındaki demokrasi anlayışlarını doğrudan görünmez hale getiriyor, kavramı tekleştiriyor ve hatta insanlığa faydalı olabileceği kadar olma fırsatını liberal demokrasiye bile vermiyor. Bu sistematik söylem içerisinde “demokrasi” her fırsatta korunması gereken bir öze dönüşüyor ve söz ve politika da onun etrafında dönüp durmaya başlıyor. Bu dönüp durma, materyalist, “halk”a temas edecek, “halk”ın çelişkilerini kapsayacak, “halk”ın sözüne ve dönüştürme gücüne tercüman olacak bir politikayı/eylemi de imkân dışına fırlatır.

 Aksi yönde alternatif bir hareket, liberal demokrasinin kazanımlarının aslında hiç de iddia edildiği gibi “liberal” öznelerin kazandırdığı şeyler olmadığını, yabancılaşmış bir iktidara dayanmayan ve yaşam üzerinde gerçekten söz sahibi olmak anlamına gelen demokrasiyi konu edebilir. Ve aynı zamanda liberal demokrasinin gerçekten ne şekilde “zorlanabileceğini” de. Çünkü birinci hareket tarzı daha kısa ve “öz” ifadelerle acil politik ajitasyonları hedefler ve aksi yönde hareket etmenin dağıtıcı olduğunu varsayarken; alternatif hareket tarzı, varsayılan bir özü korumaktansa onu yeni olasılıklara açma, insanlarla tanıştırma, insanlara taşıma ve tarihselleştirme dinamiği ile şekillenirdi.[2]

 Korumacı hareket tarzını aynı zamanda “ilke” ve “söz/politika” arasında eşitleyici bir ilişki kurulması olarak da düşünebiliriz. Bana kalırsa bir ideal ilkenin her zaman ve her yerde aynı şekilde ifade edilmesi ve her yere aynı şekilde taşınması bir üretim faaliyetinin zıddına denk düşer, dolayısıyla burada bir “söz üretimi”nden söz etmek zorlaşır. Belli sabitliklerin yeniden ve yeniden üretilmesi olsa olsa “kapitalist meta üretimi” ile benzeşir. Sosyalist üretimin hem toplumsal ihtiyaçlara yönelik olma hem de arzunun/yaşamın olasılıklı oluşuna denk düşme özelliklerine sahip olduğu düşünülürse, sosyalist bir söz üretiminin de bu özellikleri kapsaması gerektiği söylenebilir. Doğası gereği birçok çelişkiyi içinde barındıran böyle bir üretimin çelişkisiz teklikler yanılsamasını sürdürmesi beklenemez. Ama burada çelişkilerin kapsanmasını içermeye yönelen bir bütünsellik ve tutarlılıktan vazgeçildiği de iddia edilmez. Aksine, ideal kavramları egemen kılan politik ajitasyonun ideal, yani gerçeklik dışı netliğine karşı; dokunduğu, birey ile toplumun, araç ile amacın, eylem ile sözün, pratik ile teorinin buluşturulmasına yönelik bir bütünselleştirme, tutarlılaştırma çabasıdır söz konusu olan.[3]

Liberal Demokrasinin ya da İdeal Geleceğin Ötesi/Berisi

 Alternatif bir hareket tarzıyla kavramları tarihselleştirme ve böylece yeni sorular ve olasılıklara açılmanın, sosyalist hareketin toplumsallaşması ile de bir ilişkisinin olacağını düşünüyorum. 1980 darbesi ve neoliberal politikalarla kendini koruma, içe dönme, kimlikleşme, ilke siyasetine dönüşme eğilimleri güçlenen, darbeye kadarki belirleyici özellikleri tırpanlanan sosyalist hareketin[4] yeni bir darbeler döneminde kendini yeni sorulara açması “ne darbe ne dikta” söylemine gerçek ve onu aşan olumlu içeriğini verecek, devrimci düşünme ve politika imkânlarını arttırabilir.

 Bu metinde kavramları tarihselleştirme vurgusu vesilesiyle öne çıkardığım ve sosyalist hareketin toplumsallaşması için önerdiğim birincil şey “liberal demokrasinin kullanılması” olmamakla ve sosyalizmin özgünlüğünü tanıyor olmakla birlikte, “liberal demokrasinin demokrasisi” üzerine düşünmenin liberal entelektüellere bırakılamayacak, önemli bir iş olduğunu düşünüyorum. Alternatif bir hareket tarzı liberal demokrasiyi sadece eleştirmenin önünü açmaz, aynı zamanda onu da tarihselleştirdiği için onu “kullanmanın” da önünü açar. Bir anlamda güncel olanı sosyalist politika alanına girmeye zorlar. Bir yandan sosyalist bir dünyanın kurulmasını hedeflerken, diğer yandan da sosyalist demokrasinin güncel kanallarını aramak ve açmak için böyle bir mantığa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. 

 Ne kastettiğimi açayım. (1) Liberal demokrasi gerçek bir halk egemenliği anlamına gelmez ve kapitalizm ekonomik ile siyasi arasında ayrışma yarattığı için biçimsel bir demokrasi olarak kalması da zorunludur. (2) Bununla birlikte başka bir tarihsel gerçeklik de şudur ki, kapitalist toplumlardaki demokratik kazanımların büyük çoğunluğu sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelelerin ürünüdür. Liberal demokrasiye dair birinci önerme bize böyle bir demokrasinin gerçek bir demokrasi olmayacağını, ikincisi ise sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelelerin demokratik kazanımlar yaratabileceğini  ve bunun öznelerinin kim olduğunu söyler. Bana göre birincisinden yola çıkarak, ikincisini doğrudan yadsımak, gerçeğin eksik bir ele alınışıdır ve genel olarak bir sosyalist kimlik (ideal ilke) savunusuyla güdülenir. Bu metinde ele aldığımız, çelişkilere ve belirsizliklere tahammül edemeyen bir tarz böyle bir yaklaşım barındırabilir. Öte yandan ikinci önermeden yola çıkıp birincisi yadsımak ise yine gerçekliğin kısmi bir ele alınışıdır ve bu yaklaşım ne kapitalizmin ne sosyalizmin özgünlüğünü tanır, ne de kapitalizmin yok oluşuna yönelik gerçekçi bir stratejiye sahip olur. Aslında bu da tarihsiz bir teori olması ve tarih dışı demokrasi tasavvuru nedeniyle, ideal olana tutunan bir yaklaşımdır.

 Eğer bunlardan yola çıkarak Türkiye’deki sosyalist öznelerin demokratik mücadeleyle ilişki kurmadığını söylersem, ampirik olarak da ikna edici bir tez öne sürmüş olmam.  Sosyalist hareket gözle görünür biçimde haklar mücadelesinin çeşitli alanlarında, “demokratik kitle örgütlerinde” yer almaktadır. Kuşkusuz bu anlamlıdır. Bununla birlikte, tezim o ki, özneler genellikle yukarıda değindiğim iki yadsıyıcı konumdan birinde yer alırlar. Birinci önermeye sahip çıkıp ikincisini yadsıyanlar, aslında demokratik kazanımlara inanmaz değildirler ama araç ile amaç, teori ile pratik, şimdi ile gelecek/devrim, vb. gibi bölme işlemleri yaparlar. Pratik ve güncel olan bu bağlamda teoriden ve sosyalizmden ayrışır.[5] Diğer yandan ikinci önermeye sahip çıkıp birincisini yadsıyanlar, aslında sosyalizmi arzulamaz olmayabilirler ama kapitalist olmayan piyasa ile kapitalist piyasa, ekonomik sömürü ile diğer baskı biçimleri, liberal demokrasi ile sosyalist demokrasi, vb. gibi konularda gereken ayrıştırmayı yapmazlar. Böylece tarih kendi içerisinde ileri doğru bir süreklilik olarak anlaşılır, kapitalizmin kendine has özellikleri görünmez olur.

 Bu iki konumun ortak özelliğinin sosyalist bir düşünme biçimiyle, sosyalist güncelliği aynı anda kavrama (bunların çelişmesi ayrı bir konu) noktasında durmamalarıdır. Ve aynı zamanda benim görüşüm o ki, bu kısmi tutunma demokrasi paradigması içerisinde kalmanın sebeplerindendir. Görünen de odur ki, demokrasi paradigması içine böyle bir sıkışma liberal demokrasi içinde yaşamaya, devletin yeniden yapılandırılmasına, öznelerin sosyolojikleştirilmesine dair yaratıcı sorular üretemeye de engel olmaktadır. Metinde ele aldığım alternatif bir hareket tarzı “güncel sorunlara sosyalist çözümler” veya “politik sorulara ideal yanıtlar” üretemez belki ama düşüncelerin ve kişilerin birbiriyle karşılaşma imkânlarını artırabilir, tutarlılığımızı arttırabilir, hoşa gitmeyen sorularla biraz baş başa kalmamızın önünü açabilir. Bu karşılaşma, baş başa kalma ve çelişkili gerçeklikle yüzleşme, sosyalist politika üretiminin ön koşulu olabilir.

Bazı Sorular

 Metni tamamlarken, çeşitli yerlerde de konuşulan ama özel olarak sosyalist hareketin, sosyalistlerin üzerine düşünmesini önemli bulduğum bazı zor soruları sıralamak isterim:

 - Kapitalist bir devlete dair sosyalist bir perspektifle öneriler yapılabilir mi? Devlet yeniden yapılandırılırken sosyalist bir perspektifle, kamu gücünün kullanımına, devlet içindeki işbölümüne, “savunma ve güvenlik” aygıtlarının işleyişine dair sosyalistler öneri getirebilir mi, nasıl öneriler getirebilir? Öneriler hangi alanlara dair yapılabilir? Eğer alanlar kısıtlıysa bu kısıtlılığı belirleyen, öneriler herhangi bir açıdan kısıtlıysa bu kısıtlılığı belirleyen ve kapitalist devlete ait olan özellikler nelerdir? Yapılan öneriler hangi noktada “kapitalist” hangi noktada “sosyalist” özellik kazanır, bunu belirleyen nedir?

-Darbe girişimi sürecindeki “taraf”lardan “halk çocukları” nasıl sosyolojik ve psikolojik süreçlerle bazı fikirlere, liderlere, gruplara örgütlenirler? Bu kişiler ne tür ideallere yatırım yaparlar, nasıl bir arzu dinamiğine sahiptirler? Sosyalistler açısından, halkın bir “taraf”ı kimlikleştirme derecesi, dolayısıyla onunla temas kurma olanakları ve kişilerin alternatif düşünceler doğrultusunda dönüşme ihtimalleri neye göre, nasıl belirlenir? Sosyalist bir toplumun, kişilerin idealleri ve arzuları ile kurduğu ilişki, onları gruplaştırma biçimi nedir?
 
 Baran

--------------------------------------------------------------------------------


[1] Örgütlenmenin tarzları ayrıca tartışılmalıdır, çünkü farklı zihinsel/politik örgütlenme biçimleri vardır.

[2] Belki de tanı(ş/t/ştır)ma eyleminin kendisinin içerdiği mücadele, böyle zalim zamanlarda bir savaş olarak algılanıyordur ve bu nedenle korunmaya yönelik eğilimlerimizi besliyordur. Bu tabii önemli başka bir tartışma.

[3] Tabii ki ilkelerin ve ideal durumların ifade edilmemesi gerektiğinden söz etmiyorum burada. Her şeyin bir bildiriye yazılabileceğini veya bazı durumlarda hızlı bir iletişim tarzının kullanılmasının gerekmeyeceğini de iddia etmiyorum. Daha çok, durumu, sosyalist bir öznenin ya da öznelerin söz ve politikasının bütününde ilke beyanının ve ideal olana referansların tuttuğu yer, bunların soru sorma ve dinlemenin önüne ne kadar geçtiği üzerinden değerlendirebiliriz. Ve tabii bunun, tartışma yerine kimlik savunusunun geçmesi gibi yansımaları üzerinden de.

[4] Tekrarlamalıyım. Bahsettiğim türden yaklaşımların hiç var olmadığını elbette söylemiyorum. Var olanların da desteklenmesini önemli buluyorum. Burada, hâkim olduğunu düşündüğüm yaklaşımların özelliklerinden söz ediyorum.

[5] Aşamalı bir sürekliliğe dayanan devrim modelleri ile böyle ayrıştırıcı bir bakış açısının aynı öznede nasıl aynı anda var olabildiğine dair bir tartışma ilginç olabilir.

19 Temmuz 2016 Salı

"Sokağa Çıkanlar"ın Sınıfsal ve Kültürel Öfkesi Üzerine

  17 Temmuz’da yayımladığım “Darbe Girişimi” Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair* başlıklı metnin sonunda bazı kavramların içeriğini tartışmanın önemini vurgulama amacıyla üç soru sormuştum. Sorulardan bir tanesi şu şekildeydi:

Sokağa çıkmak kavramı Gezi’deki gibi yaşamsal, yaratıcı ve eşitlikçi güdülerle mi, yoksa yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik güdülerle mi yapılan bir hareketi anlatır?
 Bunun üzerine Foti Benlisoy’un 15-16 Temmuz’da Sokağa Çıkanlar Kim?** başlıklı yazısını okudum. Yazının benim de katıldığım önemli bir politik vurgusu şurada bulunabilir:
Türkiye’de demokrasi cephesi güç kazanacaksa bu, AKP tabanını siyaseten yararak, en azından bu tabanın bir kısmının AKP liderliğine mesafe almasını sağlayarak olacak. Yani bu toplumsal tabanı külliyen ve siyaseten etkilenip değiştirilemeyecek bir öze sahip bir “düşman” addetmektense AKP’nin kendi “mahallesindeki” olası kaçış ve ihlal dinamiklerini dikkate alan, onları kışkırtmaya soyunan yöntemleri aramamız gerek.
 Ve Benlisoy sokağa çıkanların idealizasyon temelli ideolojik çekirdek grup dışında kalan kesimini şu şekilde tanımlıyor:
AKP’nin yoksulluğun yönetilmesi politikalarının yarattığı paylaşım mekanizmalarından şu ya da bu biçimde istifade eden, Erdoğan kaybederse kendisinin de kaybedeceğine inanan kesimler olduğu açık.
 Tepkilerini de şu cümledeki gibi temellendiriyor:
“Kazanımlarını” kaybettirecek her türlü girişime karşı sınıfsal ve kültürel bir öfke ile verilen bir tepki bu.
 Benlisoy’un metnini okuduğumda yazının başında buraya da aktardığım soruda var olan karşıtlaştırmalı tanımlamanın o şekilde bırakıldığı takdirde tutucu ve sabitleyici eğilimlere sahip olduğunu ve Benlisoy’un eleştirdiği noktaya yaklaştığımı fark ettim. Politik vurgusu açısından ve sınıfsallığa işaret ettiği noktada katıldığım bu metinden yola çıkarak “sokağa çıkanlara” dair biraz daha ilerletilmiş ama tartışılması gereken birçok yanı olan bir mantığı kısaca sunmak isterim. 
Sınıfsallığın ve Kültürelliğin “Ayrışması”
 “Darbeye karşı sokağa çıkanlara” dair dinamikleri anlamak açısından Benlisoy’un “sınıfsal ve kültürel bir öfke” olgusunu iki doğrultuda (sınıfsal ve kültürel) ayrıştırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. “Sınıfsal” ile “kültürel” arasında böyle bir ayrıştırmayı yapmamıza izin veren kültürün sınıftan bağımsız olması veya sınıfın salt ekonomik bir kategori olması değil ve ben de bu karşıtlığın her durum için geçerli olduğunu iddia etmiyorum. Bununla birlikte bu ayrıştırma ve karşıtlaştırmayı gerekli kılan gerçekliğin ele aldığımız konunun özgünlüğünde bulunduğunu; yazıya konu olan sınıfsal öznenin mevcut Muktedir’i desteklemesi olgusunun, verili özgün biçimi itibariyle sınıfsallık ve kültürellik arasında önemli bir gerilimin taşıyıcısı olduğunu düşünüyorum. 
 Daha önce bir yerde ifade etmeye çalıştığım gibi*** bu gerilimin ana kaynağı sınıfsal gerçeklikle, kültürel gerçeklik arasındaki yarılma ve bu yarığın gün geçtikçe daha çok açılması ve kapatılmak üzere daha dikkat çekici örtülere ihtiyaç duymasıdır. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçları, yaşamını sürdürme biçimleri ve deneyim üzerinden ortaklaştığı “kardeşleriyle” ilişkisi onun sınıfsal gerçekliğini ifade ediyor ve deneyiminin önemli bir parçasını oluşturuyor. Ama aynı zamanda Muktedir’i takip etmesi, yüceleştirmesi ve onunla (yaşamı ve arzularıyla) özdeşleşmesi, giderek bu gerçeklikten ayrışan ve sembolikleşen kültürel deneyiminin başka bir parçasını oluşturuyor. Bu kültürel dünya gerçeklikle ilişkisi sorgulanır bir şekilde ve idealizasyon temelinde oluşuyor. Elbette toplum ve kültürün hiyerarşik bir şekilde düzenlendiği her yerde bir ihtimal olarak beliren bu eğilim, içinde bulunduğumuz gibi bir Muktedir’in tüm iktidar aygıtlarıyla ve egemen çoğunluk kültürüyle bütünleşmesi ile biat ve güçlü idealizasyonu durumunda daha belirgin ve diğer durumlardan niteliksel olarak farklı bir şekilde yaşanıyor. İşçi sınıfının iktidarı destekleyen kesimi için, bu yolda sembolikleşen kültürel dünya güçlendiği ölçüde sınıfsal gerçekliği hâkimiyeti altına alıyor ve aralarında bir gerilimin yaratıcısı oluyor. Sınıfsal deneyim yeryüzüyle olan bağları hep hissettirirken, kültürel dünya sembolikleştikçe gerçek yaşam ve toplumsallıkla ilişkisinden uzaklaşıyor ve kültürellikle sınıfsallık arasındaki ipin gerilimi de yükseliyor. Benim bu olguda sınıfsal ile kültürel arasında bir karşıtlaşma tanımlamamın sebebi de bu.  İşçi sınıfının mevcut Muktedir’i destekleyen kesiminin deneyimi böyle bir yarılma ve içsel egemenlikle şekilleniyor.
 Benlisoy’un bahsettiği “kültürel kazanımların”, işçi sınıfının sahip olduğu kültürü yaşamasının, yaymasının ve geliştirmesinin önündeki engellerin azalması ve bu yüzden bir rahatlığa kavuşmasını ifade ettiğini varsayabiliriz. Böyle düşünüldüğünde “kültürel” kavramı yukarıda çizdiğim mantığa oturmaz çünkü böyle bir kültürelliğin sınıfsallıkla zorunlu bir karşıtlık içerisinde bulunduğunu söylememizin doğrudan bir ikna ediciliği yoktur. Hatta böyle bir kültürelliğin (kültürel kazanımların) sınıfsallıkla (sınıfsal kazanımlarla) uyumlu olduğu örnekler bile bulabiliriz. Bununla birlikte bana göre Benlisoy’un mantığında gözden kaçan işçi sınıfının kültürünün Muktedirle özdeşleşme temelinde ciddi ölçüde sembolikleşmesidir. Yani sokağa çıkanlar arasındaki işçilerin kültürel dünyasını ele alırken onların kültürel kazanımları ve bunların kaybına yönelik verdiği tepkileri birincil belirleyen olarak ele almak, kültürel dünyalarının (dünyamızın) nasıl bir sembolik işgal altında olduğu gerçeğini hesaba katmamak demektir. Bu sembolik işgal içerisinde elbette kültürel kazanımlar bir ölçüde güdüleyici rolünü koruyabilir ama bu rol büyük ölçüde sembolikleşmelerin ve idealizasyonların etkisi altındadır. Ve örneğin bunun neticesi olarak kültürel (ve sınıfsal) kazanımların –bu koşullar altında- Muktedir tarafından geri alınması, başkası tarafından ele alınmasına yakın bir etki bile yaratmaz. Çoğu zaman da bu idealizasyon, bu kayıpların meşrulaştırılmasına yarar.
 Bu bağlamda eğer doğru anlıyorsam yazıda yapılan şu ayrıma katılmıyorum: bir yanda “Erdoğan’ın kişilik kültü etrafında ideolojikleşmiş olanlar” diğer yanda da “sınıfsal ve kültürel öfke duyanlar” var. Eğer toplumda ciddi bir kolektif ruhsal gerileme (regresyon) ve Erdoğan’a yönelik eşi görülmemiş bir idealizasyon olmasaydı belki iki grubun da kültürelliği (bir yanda idealizasyon bir yanda kültürel kayıplara tepki) birbirinden ayrı olarak ele alınabilirdi. Bununla birlikte iki grubun da ortak ve çok güçlü bir kültürel/sembolik yatırım nesnesi bulunduğunu ve ikisinin de kültürel dünyasının temelde bunun üzerinden şekillendiğini söylemek bana daha doğru geliyor.
 Yani burada işçi sınıfının kültürelliğini ele alırken mevcut Muktedir’in idealizasyonunu etkili bir faktör olarak ele almamız gerektiğini iddia ediyorum. Tam da bu idealizasyon “sembolikleşen kültürellik” ile “kültürel kazanımlar” arasındaki ve dolayısıyla da “kültürellik” ile “sınıfsallık” arasındaki çelişki ve egemenlik ilişkisini yaratmaktadır. Bizim de sınıfsal öfke ile kültürel öfke arasında bir ayrıştırma yapmamıza ve karşıtlık kurmamıza imkân veren de bu gerçekliktir.
Sınıfsal Öfke ve Kültürel Öfke
  O halde mevcut olguda sınıfsal öfke ile kültürel öfke arasındaki ilişkiye dair ne söyleyebiliriz? Yazıda belirtilen (sembolikleşmiş) kültürel öfkeyi, sembolik kazanımı kaybetmeye yönelik bir tepki; sınıfsal öfkeyi de maddi kazanımı kaybetmeye yönelik bir tepki olarak ele alabiliriz. Yukarıdaki ayrımın mantığını takip edersek bu iki tepki/öfke arasında da bir gerilim olduğunu söylemiş oluruz. Bu gerilimli ilişki içerisinde de baskın olan ve temel yönlendirici güce sahip olan, sembolikleşmiş kültürel kazanımın kaybına verilen tepkidir.
 Peki, sınıfsal ve kültürel öfkeyi böyle bir mantık çerçevesinde birbirinden ayırdığımızda, bahsi geçen kesimin sınıfsal bir öfke ile değil de sadece sembollerini korumaya yönelik kültürel bir öfke ile mi oraya gittiğini söylemiş oluruz?
 Bu soruyu şöyle düşünebiliriz. Kültürel olanın sembolikleşmesinden bahsederken esas olarak sembolik kültürelleşmenin, gerçeklikle ilişkisi daha güçlü olan kültürel kazanımları hegemonyası altına aldığını ve onları bastırdığını varsaydık. Benzer olarak bu şekilde oluşmuş bir kültürelliğin de sınıfsallıkla karşıtlaştığını ve onu hegemonyası altına alarak bastırdığını söyleyebiliriz. Bu iki formülde de var olan bir vurgu bastırma ise, bir o kadar önemli başka bir vurgu da bastırılanın yok edilmesi değil egemenlik altına alınmasıdır. Bu iki şey ifade eder. Birincisi, bastırılan –ne şekilde olduğunun daha uzun tartışılması gerekse de- varlığını korur, içerilir ve sızar. İkincisi, bu bastırma/egemenlik ilişkisinin varlığı, ilişki yoluyla var olan bir bütünselliğin varlığını ifade eder. Nasıl ki birey ve toplum ruhsallığı, “parçaların ilişkisi” ile ifade edildiği zaman bile bir bütünsellik ifade ediyorsa, burada da nihayetinde bir bütünsellik vardır. Önce ayrıştırma daha sonra da bütünselleştirme yoluyla ortaya çıkardığımız dinamikler, bütünselliğe hareket dinaminiğini ve rengini veren dinamiklerdir. Yani kültürelliğin egemenliği altına girmiş bir sınıfsallık, “kültürelleştirilmiş/sembolikleştirilmiş bir sınıfsallık” bütünselliğini yaratır. Bu ise “sınıfsallaştırılmış bir kültürellik”ten farklı bir olgudur. Burada verilen tepkileri de, sınıfsallık içermelerine rağmen kültürel ve semboliktir.
 Benlisoy’un “sınıfsal ve kültürel öfke”si böyle bütünselliği ifade eder ama yukarıda mantık doğrultusunda açılmalıdır. Öfke tepkisi bir bütünsellik olarak sınıfsallık ve kültürelliği içinde taşır. Bu bağlamda darbeye karşı verilen öfke tepkisinin sınıfsal bir tepki olduğu doğrudur. Bununla birlikte bu tepkinin içindeki kültürellik sınıfsallığı baskılamış ve büyük ölçüde kendine tabi kılmıştır. Bu anlamda da tepki kültürelleşmiş bir sınıfsallığın öfkesidir. Tekrara düşmek pahasına şunu söylemek isterim. Burada sınıfsallıkla kültürellik arasındaki zorunlu ve genel geçer bir özerklik ve uyumsuzluktan bahsetmiyorum, aksine bu uyumun sağlanmasının ve ikisi arasındaki içsel ilişkinin anlaşılmasının önemine inanıyorum. Burada kültürelleşmeden kastım, “idealizasyon temelli bir sembolikleştirmeye dayalı bir kültürelleşme”dir. Elbette bunun örnekleri sadece otoriter muktedirlerin mevcudiyetinde bulunmaz. Burada, mevcut örnek ve gündem bu ilişkiyi tanımamıza olanak verdiği için bu şekilde bir açıklama üzerinde duruyoruz.
 Metnin başında yer alan sorudaki karşıtlığı (yaratıcılık-yıkıcılık) da buradaki karşıtlık ilişkisini ele aldığımız mantıksal çerçevede ele alabiliriz. (Sokağa çıkanların yaratıcı ve eşitlikçi bir kolektif eğilime sahip olduğu, ne söylem ve eylemleriyle ne de arzuladıkları sonuçlarla uyuşur. Bu nedenle şu an bu ihtimal üzerinde durmayacağım.) Yani sokağa çıkanların kolektif eğilimini yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik olarak tanımladığımızda, yıkıcı eğilimlerinin yaratıcı eğilimlere egemen olmasından, ikincisinin birincisi tarafından bastırılmasından bahsediyor oluruz. Ama burada bastırılanın varlığını reddedemez, “kaçış ve ihlal dinamiklerini” gözden kaçıramaz ve zorunlu yaratıcılık potansiyelleri yokmuş gibi yapamayız. Yukarıda söz ettiğimiz nedenlerle ve önünde duran aşılması gereken engellerle kişinin ve toplumun yaşayışında bunlar mevcuttur. Elbette her kişinin yaratıcılığı yıkıcılık tarafından farklı derecelerde, sınıfsal deneyimi de kültürel deneyimi tarafından farklı derecelerde bastırılmaktadır. Bu bastırmanın derecesi ve özellikle hangi tip durumlarda bunun geri dönüşsüz bile olabileceği tartışmaya değer bir konudur. Bunun kadar önemli başka bir şey de “kendi içimize kapanmamak için” işçi sınıfının bu tip idealizasyonlar içerisine girdiğinde ve sembolik deneyimi hâkimiyeti ele aldığında dahi, sınıfın nesnelliği tarafından yaratılan bir gerilimin zorunlu taşıyıcısı olduğunu unutmamaktır. Benzer bir “büyülenme” içerisinde biz de sosyalizmin teorisi ve olasılığını unutmaya, kendimizi bu şekilde savunmaya çalışıyor olabiliriz. Bu Benlisoy’un kullandığı ifadelerde olduğu gibi bir tür kayıtsızlık ve içe kapanma da olabilir.
 Kültürel gerçekliğin sınıfsal gerçeklikle uyumlu hale gelmesi ve öfkenin sınıfsal içeriği bastırılmış ve neticede kendine dönen hallerinden kurtulmanın yolu belirsizliklerle dolu olabilir. Bununla birlikte diğer seçenekler hem “sokağa çıkanlar” hem de “solcular” için sembolik bir kültürelleşme noktasında kalma ve kimlikleşmenin ötesine geçememe anlamına geliyor. İhtiyaç duyulan canlanmaların yaşanabilmesi için “karşımızdaki”ne ve dışarıya doğru yönelmemiz önemli gözüküyor.
* http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2016/07/darbe-girisimi-uzerine-dusunurken.html
** http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/147585741014/15-16-temmuzda-sokağa-çıkanlar-kim

*** http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2016/05/turkiyede-gerilim-deneyimi-gerileme-ve.html

Baran