Sınıfın
“Kaybı” Olarak Kiralık İşçilik
Bu metinde kiralık işçiliği, uygulamanın yasalaşmış
olmasını da göz önünde bulundurarak gerçekleşmiş bir “kayıp” olarak ele
alacağım. Farklı koşullar altında, örneğin güçlü bir tepkinin ortaya çıktığı ve
dengeleri değiştirebileceği bir durumda, emek karşıtı bir yasanın çıkmış olması
bir kayıp olarak ele alınmayabilirdi. Bununla birlikte kiralık işçiliğin yasal düzenlemelerinin
yapıldığı ve bir karşı tepkiyle geri dönüşün olanaklı gözükmediği güncel
durumda, burada hayatın parçası olmuş bir kayıptan söz etmek akla yatkın
gözüküyor. Aynı zamanda kaybın, sadece bir anı değil (yasalaşma anı) aynı
zamanda kaybın gerçekleşmesinin neredeyse kesin olduğu bir zaman dilimini de
kapsadığını akılda tutmalıyız. Öte yandan, nesnel bir kaybın sonsuza kadar mı
geri döndürülemez olduğu sorusunu şu an için erteleyebiliriz.Kiralık işçilik uygulaması, sınıfın maddi durumundan kültürel durumuna, yaşamla ilişkisinden toplumsal dönüşümle ilişkisine kadar birçok alanı etkileyebilecek önemli bir dönüşümü temsil etmektedir. Bu dönüşüm, bir yandan iş, sendika, sigorta, gelir, sosyal hak gibi konulardaki güvencelerde; bir yandan birlikte üretme, dayanışma ve mücadele kültüründe; bir yandan bireysel hayatın düzenlenmesinde; bir yandan da toplumsal dönüşüm ve sosyalizmin kurulması mücadelesinde esaslı dönüşümler anlamına gelecektir. Yaşanacak bu dönüşümün temel özelliğini, bu sürecin öncelikli deneyimini kaybetme olarak adlandırmak ve sosyal, ekonomik, politik, kültürel, vb. gibi alanlarda yaşanacakların da çeşitli kayıplar olduğunu söylemek mümkündür. Yani kiralık işçilik uygulaması, sınıf deneyimi ve belleğinde “kayıp(lar)” olarak yaşanacaktır. Buradan bakıldığında, bu uygulamaya verilen tepkilerin de “kayba verilen tepkiler” olarak düşünülebileceğini varsayıyorum.
Burada bir noktayı vurgulamakta fayda var. Kayıplar her zaman önceki kayıpların ve onlara verilen tepkilerin izlerini taşır. Bir bağlam olarak kapitalizmi ele alırsak, sınıfın kayıplarına dair bir kuruluş noktası, bir “çekirdek” bile tespit etmek mümkün olabilir. Neoliberalizm bağlamı açısından düşünürsek; neoliberalizmin sınıfın, örgüt, güvence, mücadele, beklenti, kültür, vb. gibi birçok alanda ciddi ve sürekli kayıpları temsil ettiğini söyleyebiliriz. Daha güncel örneklere baktığımızda kiralık işçiliğin, daha taşeron sisteminin “yası tutulup” ona karşı toplu bir şekilde yaratıcı bir mücadele geliştirilmeden sınıfın karşısına çıktığı söylenebilir. Kayıpların üst üste yaşamasının iki etkisini görebiliriz. Birincisi, ikinci kayıp birinciye karşı geliştirilen ve “tam kazandırmayan” yöntemlerin biçimsel olarak canlanmasına yol açar; biçimsel bir canlandırma gerçekleşir. İkincisi, birinci kayıp ikincisi karşısında yeğ tutulur ve belki de kendi başına tercih edilir bir duruma dönüşür. Elbette burada iki durum arasında kurduğumuz ilişkinin esasında çoklu durumlar zinciri içerisinde işleyeceğini olacağını da unutmamalıyız.
Yukarıda sunduğum kabullerden yola çıkarak kiralık işçilik uygulamasına verilen tepkilere hâkim olan dili değerlendirip bu tepkilerin melankolik doğasına dikkat çekeceğim. Melankoli kavramını -aşağıda da örneklendireceğim gibi- kayba verilen tepkilere sinmiş biçimselleştirme, yüceleştirme, duygusal uyarımı önceleme, cansızlaştırma ve donuklaştırma, içe çekilme, efkar, suçluluk ve suçlama özelliklerine referansla kullanıyorum.
Melankoli
ve Kölelik Vurgusu
Kiralık işçiliğin
“kölelik”le bir tutulmasının ilk bakışta, uygulama ve uygulamanın yolunu
açanlara öfke ve tepkiyi ifade etmenin güçlü bir biçimi olduğu söylenebilir.
Muhtemeldir ki bu ifade böyle bir duygu aktarımını hedefleyerek seçilmiştir.
Böyle bakıldığında sınıfsal bir öfkenin ve ret tepkisinin gerekli ve anlamlı
olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Bununla birlikte bu tepkinin ifade bulduğu
kavram olan köleliğin, mevcut uygulamayla teorik (/pratik) uyumsuzluğu bu
kavram seçimi üzerine düşünmeyi gerekli kılmaktadır. Bu uyumsuzluk, bizi
düşünmeye davet eden bir gerilimdir.
Bunu iki noktada ifade etmeye çalışacağım.
Kiralık işçilik
uygulaması işçiler için çalışma ilişkilerinde koruyucu olan unsurların rekabet
ve kâr lehine tasfiye edilmesinin can alıcı bir biçimde somutlaşmasıdır ve bu
bağlamda sömürünün yoğunlaştırılmasını amaçlar. Bu bağlamda burada
yoğunlaştırılan “ekonomik” sömürüdür ve bu eylem kapitalizmin mantığı
içerisinde tamamıyla “anlaşılabilir”dir. Sermayenin sömürme gücüne devletin
yasal gücüyle sunduğu önemli bir katkı söz konusudur.
Bundan farklı olarak kölelik, pre-kapitalist
sömürü biçimleri içerisinde bağımlılığın en katı hallerini içeren ama
nihayetinde ekonomi-dışı araçlarla emek ürünlerine el koyulmasını (ve
bedene/iradeye hükmedilmesini) içeren bir sömürü biçimidir. Bu bağlamda
ekonomik sömürünün yoğunlaştırılmasına odaklanan ama artığa el koymanın
kendisinin değil sömürünün çerçevesinin siyasi/yasal olarak düzenlenmesini
içeren kapitalist sömürü biçimleri ile ekonomi dışı araçlarla artığa el
konulmasını içeren pre-kapitalist sömürü biçimleri temel olarak birbirinden
farklıdır. Bu fark işçilikle kölelik arasındaki farkı da imler.
Bu argümana, kiralık işçilikte işçilerin
kendilerinin (bedenlerinin) alınıp satıldığı ve bu bağlamda kiralık işçilik
uygulamasının köleliğe benzer bir yanının olduğu söylenerek itiraz edilebilir.
Bu itiraza cevap verirken vurgulanması gerekenin, bu uygulama ile aslında
işçinin kapitalizm içerisinde sahip olduğu ve kapitalist sömürünün dayandığı
“özgürlüğü”nden bir şey kaybetmediği gerçeği olduğunu düşünüyorum. Kiralık
işçilik uygulaması aracılığıyla kapitalizmin zorunlu ekonomik bağımlılığı (ki bu
özelliği onu kapitalizm olmaktan çıkarmak bir yana tam anlamıyla onu kapitalizm
yapıyor ve işçiliği ücretli kölelik olarak adlandırmamıza yol açıyor) ortadan
kalkmamakta ve onun yerine ekonomi-dışı sömürüyü olanaklı kılacak siyasal/yasal
bağımlılıklar gelmemektedir. Elbette benzetmeler kural tanımazlıkları ile
güzeldir ve faydasız, yanlış ya da etkisiz olmayabilir ama aşağıda da
değinileceği gibi benzetme kullanımının teorik tutarlılıkların sistemli olarak
önüne geçmeleri bazı sorunlar barındırmaktadır.
Bu teorik uyuşmazlığın
varlığında kölelik kavramının kiralık işçiliğe karşı verilen tepkilerde önemli
bir yer tutmasını nasıl okuyabiliriz? İddiam o ki, arkasındaki teorik düşünüş
biçimi ne olursa olsun böyle bir kavramın kullanımının temel olarak konunun vahametine
dikkat çekme amacıyla ortaya çıktığı, bu vahamet hissini karşısındakine
aktarmayı amaçladığı ve özellikle ortak bir teorik tartışma süreciyle
oluşmadığıdır. Söylemin üreticilerinin arasında yukarıda sunulan mantıktan
farklı bir teorik altyapıyla düşünerek, gerçekten köleliğin “hortladığını”
iddia eden, işçiliğin kölelikten tarihin ilerleyişinde “ileri bir aşama” olduğu
ve buradan geriye gidiliyor olduğu varsayımlarına yaslanan kişiler varsa bile,
buluşulan temel motivasyonun konunun vahametine dikkat çekmek olduğu iddiamı
koruyacağım. Konunun can yakıcılığından şüphe duymamakla birlikte burada
vurguladığım nokta teorik (ve pratik gerçeklikle) bir uyuşmazlığın konunun
vahametini aktarma arzusunun sistematik bir biçimde gerisinde kalmasıdır. Yani, biçim ve uyarıcı benzetme kullanımı o
kadar ön plandadır ki içerik önemsizleşmiştir.
İçerik silikleştiği ölçüde uygulamanın sömürü ve kapitalizmle doğrudan
bağı bulanıklaşır, köleliğin mutlak zulüm sahneleri kapitalizmin “gizli
işkencesine” yer bırakmayacak şekilde iletişimi ve zihni işgal eder.
Mevcut kayıp durumuna verilen
bir tepki olarak düşünebileceğimiz, “kölelik” kavramını sistemli şekilde ön
plana çıkaran söylemin iki özelliği dolayısıyla melankolik olduğunu
düşünebiliriz. Birincisi bu, uyarıcı bir duygunun aktarımını önceleyen ve durumun
içeriğini ve mevcut gerçeklikle ilişkisinin tahlilini –yine sistemli bir
biçimde- arka planda bırakan tepki verme biçimidir. Burada “vahamet aktarımı”
bir tür aciliyet düşüncesiyle, teorik düşünme ve teorik tutarlılık aktarımının
önüne geçmiştir. İkincisi; kaybın,
öncesindeki sürecin yüceleştirilmesi ve mevcut durumun olumsuzluğunun olabildiğince,
başka olumsuzlukları geriye itme pahasına ön plana çıkarma özelliğidir. Bu
eğilimin en somut halini “köle değil işçiyiz” sloganında bulmak mümkündür. Burada
slogan -amacı o olmasa da- işçiliği şu an karşı karşıya kalınan durum
karşısında yüceleştirmekte ve mevcut durumun işçilikle (ve esas ve ortak olan
ekonomik sömürüyle) olan bağını gölgelemektedir. Önümüze çıkarılan işçilikten
esaslı bir kopuş, korkunç ve karanlık (kapitalizm öncesi) bir zamana geri
gidiştir. Bu, söylemin kullanıcılarının niyetinin bu olduğu ya da sömürüye
karşı olmadıkları anlamına gelmez. Ama verilen tepkilerin bazı özelliklerinin
göz ardı edildiği ve de bu tepkilerin otomatikleştiği anlamına geliyor
olabilir. Otomatik hale gelen tepkilerin ise önceki kayıplara verilen
tepkilerin biçimsel tekrarları olduğu düşünülebilir.
Bu tepkileri kayba
verilen “melankolik” tepkiler olarak tanımladığımızda, canlı ve direngen
gözükürken aslında cansız ve durgun olma, dönüştürmeyi hedeflerken aslında
dondurma işlevi görme hallerini daha yakından tanımış ve bunları değersizleştirmek
yerine mantıksal bir çerçeveye oturtmuş oluruz. Teoriden koparılmış bir biçimde,
salt duygusal uyarımı hedefleyen tepki ve politikaların düşünsel manada
dondurucu olduğunu söylemek, bunların zaman zaman kitleleri harekete geçirme
gücüne sahip olduğu gerçeği ile çelişmez. Bu tip harekete geçme hallerinde çalışmaz
hale gelen, teorik bağ kurma, tarihselleştirme, öteki olanın kendi ile
ilişkisini kurma gibi yetilerdir. Bu yetilere enerjisini sağlayan güçler geri
çekilmiş gibidir; bireysel ve kolektif yaratıcılıkla birlikte. Burada hareketin
de geçici ve iz bırakmayan niteliği baskın olur. Bu tip bir hareket ile yine
duygu yükselmesine dayandığı düşünülebilecek ama düşünme bağının gücünü
koruyan, tarihselleştirme, ilişki kurma ve yaratma güçlerini katlayarak
arttıran hareketler arasında bir ayrım yapmak zorunludur. Bu ayrımı yaparken
aynı zamanda bu iki hareketi durduran etmenlerin de ayrımı yapılmış olur. Birincisi
yoğunlukla kendini tüketen içsel eğilimleri, ikincisi ise onu tüketmeye yönelen
dışsa etkilerden dolayı yavaşlar veya durur. Bu iki hareket arasındaki farkı -özellikle
de ikisinin de harekete geçmesin sağlayan “duygu yükselmesi” tarzlarının farkını-
belirleyenin ne olduğu üzerine düşünmeye değer gibi gözükmektedir. Ama biz bu
konuda lafı uzatmayı başka yerlere bırakalım.
Bizim örneğimizde düşünce ile birlikte dondurulan
antikapitalist potansiyeller ve sınıfın deneyimine değen bağdır. Bu donukluk,
dönüştürme ve alternatif üretme yetilerini büyük ölçüde engeller. Kayba karşı
canlı gözüken bir tepkinin örgütlülük ve zihinsel yaratıcılık açısından cansız
ve dondurucu olduğu bu örnek, melankolik bir şekilde kaybedilenin içeride, dış
gerçekliğin de dışarıda korunması eğiliminin bir örneği olarak düşünülebilir.
Kayıplar
Arasındaki İlişkiye DairSınıfın -diyelim- kapitalizmin kuruluşundan bugüne yaşadığı kayıplar; bu kayıplar “aşıldığı” sürece örgütlenme ve mücadele gücünü kurucu, dışarıda bırakılma çabasıyla aşılamadığı sürece de örgütlenme ve mücadele gücünü ketleyici rol oynamıştır. Bu yazıda üzerinde durmasak da sermaye sınıfının ve devletin birincil amacı ve temennisi kayıpların ketleyici yönde işlev görmesidir. Egemen sınıf ve devlet kaybettirmeyi kötücül doğalarından değil, sömürüyü arttırma amaçları doğrultusunda işleme koyarlar. Bu işlevin ortaya çıkma olasılığının, bu blogda yer alan “1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevleri Üzerine” yazısındakine paralel biçimde soyut emeğin ve devletin hâkimiyeti tarafından güçlendirildiğini unutmamak gerekir.
Bağlamı güncelleştirir, sınıfın neoliberal kayıpları içerisinde önemli bir kayıp (kaybettirme yöntemi) olan taşeron sistemini ele alırsak, kiralık işçiliğe verilen tepkilerle taşeron sistemine verilen tepkiler arasındaki ilişkiye dikkat çekmek için bir alan açmış oluruz. Daha önce, bir kaybın bir önceki kayba olan tepkileri biçimsel olarak canlandırabileceğini ve aynı zamanda bir önceki kaybın yeğ tutulması durumunun yaratılabileceğinden söz etmiştik. Bu mantıkla düşündüğümüzde, iki şey görürüz.
Birincisi, taşeron sistemine karşı (genel bir eğilim olarak) yaratıcı tepkilerin geliştirilememiş ve yeni örgütlenme yöntemlerinin yaratılamamış olmasının bir devamı ve tekrarı olarak, yine yeni olanı aramama eğilimi (bu ancak kayıp kabul edilirse yapılabilir) ve mevcut yapıları gözden geçirmeme ısrarı ortaya çıkabilir. (Taşeron sistemi konusunda kuşkusuz belirgin derecede yaratıcı örnekler vardır ama bunlar genel sınıf mücadelesi içerisinde istisnai kalmıştır ve bazen de yaratıcılığını kullanan özneler “yeni” mantığı düşünce ve hareket sistemleri içerisine yedirmemişlerdir.) En azından melankolik tepkiyi değiştirmemekte ısrar, bu tekrarı doğuracaktır. Burada bu tekrarın neden biçimsel olduğunu açıklamakta fayda var. Bu tekrar bir anlamda önceki bir zamanda kullanılan bir yöntemin kopyasıdır çünkü bu “eski” yöntem tarihin bir noktasında işlevsellik göstermiştir. Kapitalizmin tarihi içerisinde bir noktada işlevsellik göstermiş olan bir yöntem, biçimi korunarak tekrarlanmaktadır. Eksik olan ise yöntemin güncel içerikle uyumunun sınanması, buna göre yöntem üzerinde gerekli düzenlemelerin yapılması ve biçim-içerik uyumunun sağlanmasıdır. Burada biçimsel bir kopyalama söz konusudur. Elbette kapitalizmin ortadan kalkmamış olması, eski yöntemin bazı faydalar sağlasa da kapitalizmi tamamen ortadan kaldırmamış olduğunun, dolayısıyla işlevsel olduğu dönemde bile bu işlevselliğinin kısmi olduğunun göstergesidir. Belki de kapitalizm bertaraf edilene kadar sınıf mücadelesi geliştirecek her yöntemin, sadece kısmi bir özellik taşıyor olduğu, bu anlamda zorunlu eksiklikler barındırdığı söylenebilir. Belki de kapitalizmi yıkmanın potansiyeli, her zaman ve yeniden bu gedikten türemektedir. Yöntemlerin eksiklikleri kapitalizmi muhafaza etmenin olduğu kadar, yenilerinin türemesinin de koşuludur.
Kiralık işçiliğin (ikinci kayıp), taşeron sistemi (birinci kayıp) ile ilişkisinde nüvelerini gördüğümüz başka bir ilişki biçimi ise ikinci kaybın birincisini değerli kılması ve onu yeğ tutulur hale getirmesidir. Uygulamaya karşı geliştirilen söylemde yer alan “taşeronu aratacak bir uygulama” nitelemesi bu anlamda düşündürücüdür. Bir kaybın diğerinden daha etkileyici ve daha kaynaksızlaştırıcı olması elbette mümkündür. Bu örnek özelinde kiralık işçilik gerçekten taşeron sisteminin kayıplarının “özlenmesine” neden de olabilir. Bununla birlikte şunu gözden kaçırmamalıyız ki, bu hissiyatı vurgulamak potansiyel olarak birinci kayba dair bir hareketsizlik ve kabul alanı yaratmak anlamına gelir. Burada mesele gündemin böyle bir ikili karşılaştırma içinde ele alınmasının tercih edilmiş olmasıdır. Kullanılan bir söylemin, iki kayıp arasındaki sürekliliğe dikkat çeken, bunları sömürünün derinleştirilmesi bağlamına oturtan bir söylem yerine kullanıldığını; bu olayın özgünlüğü vurgulanmak istenirken, onu kapitalist mantığından ayırma riskinin yaratıldığını görebiliriz. Yukarıda da bahsedildiği gibi, biçimsel ve acilci bir aktarımın, içeriksel ve çalışılmış bir aktarımın önüne geçmesi süreci burada da devrededir.
Bu kayba verilen ve yaratıcı bir aşamaya geçilmesinin önünde engel teşkil eden bir tepkinin de “kabullenme”nin önüne örülen yüksek duvarlarda olduğunu düşünüyorum. Bir alanı çevrelemek üzere duvar örmenin faydaları olabilir ama o duvarların, sınırların geçilmesi gerektiğinde kimseyi içeri ya da dışarı hapsetmeyecek kadar alçak ve yıkılabilir olması gereklidir. Kiralık işçilik açısından henüz gözlemleme fırsatı bulmadığımız ama tahmin yürütebileceğimiz, taşeron sistemi açısından ise sıklıkla gördüğümüzü düşündüğüm bir nokta, bir kaybın varlığını kabullenmeme eğilimidir. Elbette bu her zaman açık bir şekilde ortaya çıkmaz; bazen sadece kaybın olduğu yöne (örn. taşeron) bakmamak şeklinde gerçekleşebilir. Burada önce bir ayrıma dikkat çekmeli ve onun meseleyi daha karmaşık hale getirdiğini teslim etmeliyiz.
“Kayba giden süreçler”
ile “kaybın yaşandığı süreçleri” birbirinden ayırmak her ne kadar zor olsa da,
bunlar ayrı süreçlerdir. Yani, mevcut
örnek üzerinden düşünürsek kiralık işçiliğin henüz yasalaşmadığı, bu konuda güç
dengelerinin tartıldığı bir aşamayı “kayba giden süreç” olarak adlandırmak
mümkündür. Bu örnek özelinde de yasalaşma süreci, aynı zamanda yasalaşmaya
verilen tepkinin gözle görünür derecede etkisiz kalacağının anlaşıldığı dönem
ve hatta belki de kaybın gerçekleşmesinin neredeyse kesin olduğu (tespiti zor
kısımlardan biri de budur) kayıp anı öncesi süreç ise nesnel olarak “kaybın
yaşandığı süreç” olarak adlandırılabilir. Bu ayrım üzerine burada detaylı
durmayacak olsam da burada bu ayrıma dikkat çekmemin sebebi birinde umut
birinde umutsuzluk aramam değil, verilen tepkilerin bu ayrım gözetilerek
okunması gerekliliğidir. Yani, bir tepkinin anlam ve etkisini okuyabilmemiz
için o tepkinin “kayba giden süreç”te mi, “kaybın yaşandığı süreç”te mi ortaya
çıktığını hesaba katmamız gerekmektedir. Bu bölümde öne sürdüğüm fikirleri,
özellikle kaybı kabullenmeme tepkisini “kaybın yaşandığı süreç”te ele
aldığımızı akılda tutmalıyız. Henüz kaybın yaşanmadığı bir süreçte bu tepkinin
anlamı farklı olacaktır. Şu dikkat çekecektir ki, bu ayrıştırma ancak kaybın
varlığı “tescillendikten” sonra yapılabilir. Yani kaybın kendisi niteliksel bir
dönüşüm anlamına gelmektedir ve kayıp olgusu kendinden sonraki süreçle öncekini
birbirinden farklılaştırır. Biz bu yazıda “kaybın yaşandığı süreç”ten
bahsediyor olduğumuz için, buradan çıkarılan sonuçlar, doğrudan “kayba giden
süreç”teki tepkilerin yorumlanmasında kullanılmamalıdır. Elbette böyle bir
kayıp yaşanmadan böyle bir ayrıştırmanın kuramsal olarak anlam taşımadığı öne
sürülebilir. Bununla birlikte gerçek ya da sembolik kayıpların olmaması
durumunun varlığı oldukça şüpheli olduğu için bu iddia çok güçlü
gözükmemektedir.
Kaybın yaşandığı, gerçekleştiği süreçte
verilen kabul etmeme tepkisi bir melankolik tepki olarak okunabilir. Bunu
tersinden, kabullenmeye yönelik atıflarımız üzerinden düşünürsek mesele daha
açık hale gelir. Böyle bir melankoli durumunda kabul etmek demek, ilgili
değişimi tanımak, onu meşrulaştırmak, yenilmek, pes etmek, dahası ona izin
vermek demektir. Hatta bir düzeyde kabul etmek, kayıptan sorumlu olmak, kaybı
istemiş olmak, kaybettirmiş olmakla eş değer tutulur. Esasında toplumsal
gerçeklikle örtüşmeyen ama içsel bir suçlama şeklinde var olan bu fikirler (efkâr),
kabullenmenin kendisinin bir suç gibi algılanarak ondan uzak durulmasına neden
olur. Durumu kabul etme ve duruma uygun yöntem geliştirme önerilerinin ne kadar
hızlı bir şekilde öznelerin birbirine yönelttiği suçlamaları getirdiğini
düşünürsek, bu işleyişi daha iyi anlamış oluruz.Kayba, onu kabullenmeyerek direnileceği düşünüldüğü halde, umulanın aksine (gerçekten bir kayıp olduğunda) bunu kabul etmemek, o durumu sabitlemeye yarar. Söylem ve eylem, kayıp öncesindeki durumu korurcasına onun öncesine çakılır. Esasında kabul etmek, hâlihazırda kaybedilmiş olanın kaybedildiğini tanımak ve zihni öğrenmeye ve ileriki kayıpları engellemek için çalışmaya açmak demektir. Bana kalırsa taşeron sistemi karşısında alınan direngen gözüken ama bir o kadar da hayali anlamda direngen, gerçek anlamda ise durgun tutumlar bu tarz eğilimlerin ürünüdür. Mevcut tepki verme biçimleri korunursa -şimdiden izlerini okuyabildiğimiz eğilimler gücünü korursa- kiralık işçilik de bu durgunluk ve hareketsizliği aşamama halini doğurabilir.
Yaratıcılığın Örgütlenmesi ve Sınıfın “Birleşmesi”
Buraya kadar, sınıf mücadelesi ve sol muhalefetin bazı öznelerinin söylem ve pratiklerine dair gözlemlerden yola çıkarak, bu öznelerin sınıfın bir kaybı olan kiralık işçilik uygulamasına karşı verdiği tepkileri bir kavramsal çerçeve içinde ele almaya çalıştım. Elbette seçilmiş örneklerin genellenmesi üzerine kurulu yöntemimin, bazı örnekleri dışarıda bırakma biçimimin ve ruhsal kavramları kullanma biçimimin tartışılmaya muhtaç birçok yönü var. Bununla birlikte burada sunduğum çerçevenin hem mevcut durumları anlamak hem de alternatifleri düşünmek için bize düşünme alanları açtığına inanıyorum. Bu melankolinin sınıf mücadelesi ve solun genel düşünme ve hareket tarzına ne kadar sindiğinin değerlendirilmesini de önemli buluyorum.
Şimdi yukarıda sunduğum mantıktan yola çıkarak, sınıf mücadelesinin öznelerinin sınıfın kayıplarıyla ve sınıf deneyimiyle kurduğu ilişkinin melankolik değil, yaratıcılığın önünü açar hale getirilmesinin sınıf mücadelesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta ve ancak bu şekilde kaybettirici olana karşı mücadele kazanımla sona erdirilebilir.
Bu ilişkide yapılacak düzenlemelerden biri, içeriğe biçim karşısında kaybettiği önemi kazandırmaktır. Teorik düşünme ve başka bir adıyla eleştirel düşünme devreye girdiğinde, uyarıcı duyguların aktarımının ötesinde bir hedefi olan bir iletişim biçimi işler hale gelebilir. Bu iletişim biçiminin iki etkisi olabilir. Birincisi bu yolla eleştirel teorik çerçeve kapitalizmi analiz etme, dolayısıyla ona karşıt olma ve sınıfın gerçek özgürleşme özelliklerinden feragat etmemiş olur. Böylece kiralık işçiliğin kölelikle bir tutulması yoluyla, işçiliğin esas sömürü biçimini sağladığı ve aslında kapitalizmin bizzat en korkunç yüzü olduğu gerçeği de -işçilerin gerçek deneyimlerinden de kaçınarak- gölgelenmemiş olur. İkincisi, yüzeydeki duygu iniş çıkışlarına yönelmek yerine, iletişim gerçek sınıf kayıp ve yaralarına ve aynı zamanda sınıfın yaratım gücüne temas etmiş olur. Böylece kısa vadeli bir temas için gerekli olduğu düşünülebilecek ve büyük ölçüde düşünmeyi ketleyici ve geçici bir duygusal uyarıcı iletişimin yerine, deneyimin kalıcılığı ve bütünselliğine dokunabilen bir iletişim konmuş olur.
İçeriğin anlam kazanması, aciliyet hissini uzaklaştırabilir ve onun yerine sorunların yakıcılığını –hızlı ve geçici uyarımlar halinde değil- sürekli ve gerçekten hisseden öznelerin oluşmasının yolunu açabilir. Daha önce de belirtildiği gibi melankoli, kaybı kabul etmemenin, yani onu -bir düzeyde- yaşamamanın, dolayısıyla onun yakıcılığından uzak durmanın bir yoludur da. Bu yolun ancak suçlanacak değil, alternatif önerilecek bir yol olduğu söylenebilir. Önerilecek alternatif ise içeriğin geri gelmesiyle sorunun kendisine (sömürü) temas etmektir. Bu yolla geçekleşecek bir kayıp sonrası kabullenmenin, sınıf mücadelesi ve sol muhalefetin öznelerinin yaratıcı güçlerini ortaya çıkarma potansiyeli artacaktır.
Bu noktada, vardığımız son nokta ise kayıp sonrası yaratıcılığın nasıl örgütleneceği sorusudur. Soruya doğrudan bir yanıt vermek yerine bana önemli gelen bir noktayı vurgulamalıyım. Yazıda melankolik olarak adlandırdığımız tepkilerin bir eğiliminin dışsal gerçeklik ve ilişkilerden çekilme olduğunu düşündüğümüzde, kayıp durumlarında yaratıcılık açısından onarıcı olanın da ilişkilere yönelme olduğunu varsaydığımızda; sınıf mücadelesinin öznelerinin, içine çekilme, kapanma ve kendi ideallerine dönme eğilimlerine karşı olan eğilimleri güçlendirmesi gerektiği ortaya çıkar. Sınıfın kayıplarının, sınıfı parçalayan ya da en azından parçalanmayı telafi etmesinin önüne geçen en etkili eğilimler, bu içe çekilme, kapanma ve dış gerçeklikten kendi ideallerine dönme eğilimlerdir. Buna karşın, parçalanmayı bütünleşmeye çevirme eğilimi, sınıfla ve sınıfın ötekileriyle bağ kurmaya yönelmesiyle güçlenir. Bu da bireysel ve kolektif direnme ve yaratma gücünün can kaynağıdır. Kiralık işçiliğin yaratacağı sınıfsal parçalanmaya yanıt geliştirmenin önemli bir etkisi olacaktır. Taşeron sisteminin parçalayıcılığına verilen bazı yanıtlar düşünüldüğünde ve bunların parçaların bir kısmını kapsayamamayı içerdiğini hatırlayabiliriz. Kiralık işçilikte de aynı eğilim korunursa, bu risk vardır. Bu riskle mücadele ederken, “sınıf”la kurulan ilişkilerin gözden geçirilmesi anlamlı olabilir. Birçok açıdan ele alınabilecek bu ilişkinin sadece bir boyutunu “solun birleşmesi tartışması” üzerinden açarak yazıyı sonlandıracağım.
Toplumsal mücadelenin
gelişmesi için merkezi önem atfedilen “solun birleşmesi” konusu iki açıdan
sorunsallaştırılmalıdır. Bir yandan birleşme kavramıyla kastedilenin ne olduğu
büyük önem taşıyor. Daha uzun bir tartışmanın konusu olmakla birlikte çok
kısaca değinelim. Eğer birleşme “bir” olma gibi tekleştirici ve aynılaştırıcı
ve bundan dolayı zorunlu olarak hayali ve zorunlu olarak imkansız bir anlam
atfedilerek kullanılıyorsa -farkında olarak ya da olmayarak- bu birleşmenin toplumsal
açıdan gerçeklik dışı ve dönüşüm karşıtı bir anlam taşıdığı söylenmelidir. Eğer
ki bu kavram parçalarını tanıyan, farklılığı koruyan ve onları bütünleşme
eğilimini harekete geçiren bir gerçekçi bütünsellik yaratma anlamında
kullanılıyorsa, kavramın o zaman devrimci bir anlamı olabilir. Diğer yandan da
birleşmesi arzulanan en önemli şeyin “sol” olduğunun söylenmesi de dikkat
çekicidir. O’nun birleşmesini istemek değil, buna toplumsal dönüşüm için
merkezi önem atfetmek düşündürücüdür. Tarihsel olarak sınıf mücadelesinde “tüm
işçilerin birleşmesi”nden “solun birleşmesi”ne bir kayma yaşanmış, arzunun
hedefi değişmiş gibidir. Bu yenilgilerin ve kayıpların yarattığı, bunlara
verilen bir tepkiyi içeren bir kayma olabilir ve bu “hedefin” içerikle yeniden
buluşması, gözden geçirilmesi sınıfla ilişki ve kapitalizmin gerçek yıkılma
noktalarının tespiti açısından yaşamsal gözükmektedir.
Parçalanma riskine
karşı koruyucu olanın, sınıfı bütünselleştirme ihtiyacını hatırlamak ve hem
kurum içi ilişkilerin hem de kurumların dışarıyla kurduğu ilişkilerin “yeni”
olana yönelik “yeniden” düzenlenmesini düşünmek olacağını düşünüyorum. Pratik
olarak bunun, sınıf mücadelesinin öznelerinin gerek kapsayıcılığını gerek de iç
ilişkilerini kurma biçimini yaratıcı, eleştirel ve kolektif şekillerde
dönüştürmesiyle mümkün olacağı söylenebilir. Kuşkusuz gerek kapitalizmin gerek
devletin gerekse bunları içselleştirme biçimlerimizin direncine karşı bu zordur.
Bununla birlikte “gören gözler” için sınıf her zaman
yaratıcıdır.
Baran