5 Aralık 2019 Perşembe

Duyuru: ESD Tartışmaları 2019 - 6. Oturum



2017 senesinden beri yürüttüğümüz tartışmaların bu seneki üst başlığı "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine". Bu bağlamda üç konu üzerine tartışmalar düzenliyoruz: Nasıl Amaçlarla, Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle, Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde. Bu senenin 6. oturumu bu başlıklardan ikisi, "amaç" ve "kurumsallık-işlev" konuları üzerine olacak. Etkinlik, ilgilenen herkese açıktır.

Konuşmacı/tartışmacılar:


Özlem Işıl
Yeni Dönem Örgütlenme Pratikleri:
Gıda İnsiyatiflerinin Sınır ve İmkânları

Deniz Yürür
Alternatif Üretim/Tüketim Kurguları Neden Gerekli?

Hakan Koçak
Sınıf Mücadelesinin Toplum Kurucu Rolü Üzerine Düşünmek

***

Duyurular ve yazılar için:

elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce ,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel

3 Ekim 2019 Perşembe

Duyuru: ESD Tartışmaları 2019 - 5. Oturum



2017'de başladığımız tartışmaları bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" yürütüyoruz. Bu başlık altında üç alt konumuz var: nasıl amaçlarla, nasıl kurumsallıklar ve işlevlerle, nasıl etik ilkeler ve hukuklar çerçevesinde. Ekim oturumu üçüncü defa "nasıl kurumsallıklar ve işlevlerle" konusu üzerine olacak. Bu oturumda toplumsal mücadelelerin nasıl işlevleri yerine getirmek üzere ortaklaşabileceği ve ortak mecraların, nasıl yaklaşım ve özellikler temelinde kurulabileceği üzerine tartışmalar yürütülecek. Etkinlik herkesin katılımına açıktır.

konuşmacı/tartışmacılar:

Özlem Işıl
  Yeni Dönem Örgütlenme Pratiklerinin İmkân ve Sınırları

Kaan Dinç  
  Kamu Emekçilerinin Örgütlenme Profili

Özgür Narin
  Sermaye Erkine ve Ata Erke Karşı Mücadelenin Çifte Sarmalı:
  Komünist Enternasyonal ve Yatay Hareketler

zaman:

 5 Ekim Cumartesi, 15.00-18.30

yer:

 Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV)
 Osmanağa Mah. General Asım Gündüz
 Cad. Üner Tan İş Merkezi, No:35, Kat:4,
 D:14, Kadıköy.

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce , twitter.com/Elest_Sosyalist
İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel



13 Eylül 2019 Cuma

Ara Duyuru: ESD Tartışmaları - 2019

2017'de başladığımız Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmalarını bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" yapıyoruz. 2020'de devam etmesi muhtemel olan bu programın üç alt başlığı var: Nasıl Amaçlarla?, Nasıl Kurumsallık ve İşlevlerle?, Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde?. Şimdiye kadar biri İzmir'de, üçü İstanbul'da olmak üzere, iki "amaç", iki de "kurumsallık" oturumu yaptık. Biraz ara verdiğimiz oturumlara ekim ayından itibaren devam edeceğiz. Duyuruları blogdan ve sosyal medya adreslerimizden takip edebilirsiniz.

Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook: facebook.com/elestirelsosyalistdusunce
Twitter: twitter.com/Elest_Sosyalist 

6 Ağustos 2019 Salı

Hepimiz Göçmeniz, Hepimiz İşçiyiz, Hepimiz Toplumuz

( Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar'da yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/08/01/hepimiz-gocmeniz-hepimiz-isciyiz-hepimiz-toplumuz/ )

Baran Gürsel

Devletin ve sermayenin hem kriz hem de bir fırsat olarak gördüğü göçmenlik meselesine tabandan ve eşitlikçi bir yaklaşımın nasıl geliştirileceğine dair tartışmalar yapılıyor. Ben böyle bir yaklaşımın şu üç düşünceyi referans alabileceğini düşünüyorum:
1. Hepimiz -ruhsal olarak- göçmeniz.

Göçmenlik durumunun/ruhsallığının özgünlüğünü tanımak ne kadar önemliyse, yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bağlantıyı, yakınlıkları görünür hale getirmek de o kadar önemli geliyor bana. Hepimizin göçmenliğini vurgulamayı, güncel göçmenlerin durumunu/ruhsallığını inkâr etmek değil, daha yerleşik gözüken bizlerle güncel göçmenler arasındaki bağları hissetmemize olanak tanıyacak bir girişim olarak görüyorum.

Hepimizin ruhsal göçmenliğinin temelde, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizden oluştuğunu düşünebiliriz Koparılma, kaybetme, kaybolma, engellenme, yoksunluk, tanınmama, zorlanma, sürgün edilme, güçsüzlük, zulüm görme vb. birçok deneyim güncel olarak göçmenlik durumunda olmayanlara da tanıdıktır. Göçmenlik durumu/ruhsallığı bu deneyimlerin özgün bir bileşimi olabilir ama yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bu ortaklık bize şunu söyler: Göçmenlikle/göçmenlerle ilişkili olarak yaşanan kayıtsızlık, yabancılık, garipseme, nefret ve öfke sadece dışarıdaki başka insanlara yönelik değildir. Bu türden "duygular" aynı zamanda kendi göçmenliğimizle, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizle kurduğumuz ve kuramadığımız ilişkilerin ifadelerdir. Bunlar, göçmenlerle yaşanan karşılaşmalarda, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizin bize fazlasıyla yakıcı ve taşınamaz gelmesiyle alakalı olabilir. Özellikle örneğin göçmenlere yönelik nefret ve öfke ifadeleri ve eylemleri, güçsüzlük hissini tersine çeviren "gücü yeniden kazanma" hayalleri üzerine oturur. Bugün olduğu gibi, toplumsal baskı ve "ekonomik sıkıntıların" bu türden ruhsal deneyimleri (güçsüzlük, kontrolsüzlük, yoksunluk...) daha yakıcı hale getirdiği durumlarda devletin ve sermayenin de işe koşmak istediği -ruhsal krizlere dönüşmüş düzen krizini konuşulmaz tutarak, yani bir yandan onun işlenmesini engelleyerek- bu "ezilmişliğin" karşısında "gücü yeniden kazanma" arzusudur. Onların topluma çağrısı bu yüzden "birlikte güçlü/zorba olmaya" yöneliktir.

Bu ruhsal göçmenliğimiz üst kuşaklarımızın göçleri, göç etme ihtimalinin baskısı ve/veya göçmen durumuma geçmemizle de şekillenebilir, beslenebilir. 

Bazılarımızın üst kuşaklarının yakın hikâyesinde, büyük çoğunluğumuzun da üst kuşaklarının hikayelerinin bir yerlerinde bulunan göçmenlik durumu/deneyimi, güncel dünyamıza çeşitli biçimlerde sızabilir. Göçmenlik; unutulan, unutulmak istenen, unutulamayan, kısmi olarak hatırlanan, konuşulamayan, hayal ve hayal kırıklıkları uyandıran, heyecan ve acı veren, umut ve keder yaratan, güncel yaşama ne yerleşen ne yerleşmeyen,... bir "şey" halinde var olabilir. Hatta belki yerleşiklik, bir yere ait olma, bir yere sahip olmaya ilişkin kurgularımızın bu göçmenlik ve göçmenliğe benzer deneyimlerimizle ilgili ve bunlara "karşı" geliştirilmiş hikâyeler olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı aşırı sahiplenici tutumların derin tedirginliklerle ilişkili olduğunu iddia edebileceğimiz gibi. 

Kendi göçmenliğimize, bir nedenle başka bir ülkeye göç etme ihtimalimiz de katılabilir; iki taraflı bir biçimde: Bir kaygı unsuru ya da bir ortaklaşma unsuru olarak. Devlet ve sermayenin bugün tedirginliği canlı, ortaklığı da olabildiğince yaralı tutmak istediğini varsayabiliriz. Bu durumda bizim gibi -kısmen- yerleşik göçmenlerle, henüz buraya gelmiş göçmenler arasındaki bağları kurmak için, destek faaliyetlerinin yanında ortaklaştırıcı kurumların, devlet ve sermayenin politikalarına karşı sahici, kurucu ve sürekli müdahalelerine ihtiyaç vardır. Bu müdahalelerin neler olabileceğini başka yerlerde tartışabiliriz* ama burada değindiğimiz konu (hepimizin göçmenliği) açısından şunu vurgulamayı özellikle önemli buluyorum: Ortaklaştırıcı müdahaleler, yerleşik göçmenler olarak bizlerin, henüz buraya gelmiş göçmenlere destek verme isteğinde/söyleminde takılı kalmamalı; dolayısıyla bizim de sorunu bu şekilde dışsallaştırmamıza, dışarı atmamıza izin vermemeli. Aksine bu müdahaleler bizlere, kendi göçmenlikle ilgili zorluklarımızı çözme/sindirme alanları açmalı ve bunun sorumluluğunu bize özellikle hatırlatmalı.

2. Hepimiz nesnel olarak işçi, potansiyel olarak Türkiye'nin ve dünyanın işçi sınıfıyız.

Yaşamak için çalışmak zorunda olanlar olarak ister işsiz ister aktif çalışan olalım; ister iyi ister kötü koşullarda çalışalım; ister "orta sınıf" ister "halktan" gözükelim; ister burada büyümüş ister buraya başka yerden gelmiş olalım, hepimiz işçiyiz. Tabii bu gerçek, hem göçmen olmayan işçilerin kendi aralarında, hem göçmen işçilerin kendi aralarında, hem de iki grubun kendi arasında bağlar kuracağı, birbirine dolaşık kaderlerini ve ortak kök deneyimlerini yeni bir dile tercüme edecekleri sonucunu kendiliğinden bir şekilde doğurmuyor. Hatta böyle bir ortaklaşma ve sınıf olma süreci, bizzat Türkiye'de büyümüş işçilerin sınıf olma konusundaki direnç ve engellenmişlikleri nedeniyle de sekteye uğruyor. Türkiye'deki işçiler arasındaki kamplaşma nasıl ki her iki mahallenin kendi içlerinde bile sınıf olmaya gayret etmekten "geri durmalarıyla" eş zamanlı işliyorsa; yerleşik ve göçmen işçiler arasındaki kamplaşma da benzer şekilde işçilerin kendi gruplarında sınıflaşmaktan kaçınmalarıyla eş zamanlı ilerliyor. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: yerleşik ve göçmen işçilerin sınıf olma yolunda birlikte ilerlemekte zorlanmaları önemli ölçüde, yerleşik işçiler olarak bizlerin kendi içimizde sınıf olma yolunda ilerlemekte zorlanmamızdan kaynak alıyor. Ayrımcılık da, sınıf olma sürecindeki "gerilemeci" eğilimlerin bir belirtisi. Bununla birlikte sadece bu belirtiye odaklanarak insanlardan "iyi bireyler" olmalarını talep etmek, meselenin kısmi ve etkisiz bir ele alınışına işaret ediyor. "İyilik", yani öteki için sorumluluk alabilmek, ancak tabandan örgütlü eylemle mümkün olur.

3. Hepimiz toplum için işçi sınıfı kurumlarının müdahalelerine ihtiyaç duyuyoruz.

Ancak gücünü tabandan alan işçi sınıfı kurumları, yerleşik işçilerle göçmen olan işçilerin deneyimlerini birbirine dokuyabilir ve tercüme edebilir. Bununla birlikte bu türden kurumların tek etkisinin işçilerin bağlarını onarmak/yaratmak olduğunu düşünemeyiz çünkü bu onarma/yaratma süreci aslında kaçınılmazdır olarak toplumu da yeniden düzenleme sürecidir; yeni ilkeler, değerler, pratikler ve ilişkiler vasıtasıyla.

Aslında işçi sınıfının kurumlarının toplumu düzenlemekteki -kapitalizme özgü- sorumluluğu ve rolü üzerine genelde usulen konuşuruz, hatta söz konusu olan herhangi bir türden ayrımcılıksa bu konu üzerinde pek durmayız. Galiba toplumun baskı altındaki tüm kesimlerinin örgütlenerek güçlü olabileceği ve baskıcı ilişikleri dönüştürebileceği gerçeğiyle, işçi sınıfının kapitalist ilişkileri dönüştürmekteki merkezi rolünü birlikte düşünmekte bazen hâlâ zorlanıyoruz. Bu zorlanmayı demokratik birçok yaklaşımla olduğu gibi birçok sınıfsal kurumla da paylaştığımızı söyleyebiliriz -ama bir yandan bu da başka bir tartışma. Bununla birlikte bugün göçmenlik meselesiyle yaşadığımız karşılaşma, sınıf kurumlarının toplumsal -toplumu yeniden düzenlemekteki ve toplum kurmaktaki- sorumluluğu ve işlevi üzerine yeniden düşünmemizin de önünü açıyor. İşçi sınıfı kurumlarının "sadece işçiler için" olmadığını ve olamayacağını yeniden düşünmeye belki bu vesileyle daha hazır hale geliyoruz. 

Bu üç maddeyi birbirine bağlayarak özet olarak ifade edersem, işçi sınıfı kurumlarının şu üç sorumluluğu iç içe geçmiş ve büyük ölçüde başkalarına devredilemez gibi gözüküyor:
-Göçmenlik meselesiyle karşılaşan işçilerin kendi göçmenlikleriyle kurdukları ilişkileri konuşmaları, görmeleri, işlemeleri için alanlar açmak.
 -Yerleşik işçilerle güncel olarak göçmen olan işçilerin buluşma/karşılaşma alanlarını oluşturmak ve düzenlemek; karşılaşmaları ortak dil ve eylemlere tercüme etmek.
 -Kendi içinde eşitlikçi ilişkiler, sözler ve eylemlerle topluma yeni bir etik çerçeve sunmak ve bu çerçevenin takipçisi olmak. 

Benim de buradaki fikirlerle katılmak istediğim göçmenlik meselesi üzerine soldan yürütülen tartışmaların, hem yerleşik hem de göçmen olanlarımızın -ruhsal ve toplumsal- yaşam koşullarının birlikte değişmesine vesile olması dileğiyle...

*Kendi adıma Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'ni bu türden perspektif ve yöntemler üzerine düşünülebilecek yerlerden biri olarak bir görüyorum. Çalışmayı merak edenler siteye göz atabilir: yeniemek.org





25 Temmuz 2019 Perşembe

İşçiler Arasındaki ve Sınıf Mücadelesindeki Kuşak İlişkilerine Dair Düşünceler

( Bu metin ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin web sayfasında yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/isciler-arasindaki-ve-sinif-mucadelesindeki-kusak-ilisiklerine-dair-dusunceler/ )
Baran Gürsel
Tez Koop İş Sendikası gençemek Dergisi ile Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin birlikte düzenlediği Genç İşçiler Çalıştayı işçiler arasındaki ve sınıf mücadelesindeki kuşak ilişkileri üzerine daha çok düşünmek için bir fırsat oldu. Ben de bu vesileyle aklıma gelen bazı düşünceleri burada paylaşmak ve tartışmaya açmak isterim.   
“İşçi soyundan” olmayı reddetmek
Kuşak meselesini düşünmeye kuşaklar arasındaki farktan değil de kuşaklar arasındaki benzerlikten başlayalım. Çünkü “kuşak” kavramı öncelikle, birbiri ardı sıra geldiğini düşündüğümüz grupların birbirine bir şekilde bağlı olduğunu, birlikte bir zincir oluşturduklarını anlatır. Kendimizi farklı bağlamlara göre farklı türden kuşak zincirleri içinde düşünebiliriz: canlılar, insanlar, topluluklar, aileler, sınıflar, gelenekler vb. Bu zincirlerin nesnel olarak –“doğal” değil “toplumsal” anlamda- bir parçası olmakla birlikte, öznel dünyalarımızda bunlarla farklı türden ilişkiler kurabiliriz. 
Örneğin bir şekilde parçası olduğumuz ve üzerimizde belli etkileri olan bir zincirle (örn. bir aileden olmak, bir sınıftan olmak, bir düşünsel gelenekten olmak, vb.) olan bağımızı yok sayabiliriz. Bir işçi olarak -bilinçli/bilinçdışı şekillerde- patronumuzun koşullarıyla kendi koşullarımız arasındaki bir fark olduğunu yok saydığımız, kendimizi işimizle tamamen “bir” tuttuğumuz, bu hayatta çalışmaktan keyfi biçiminde vazgeçebileceğimizi düşündüğümüz zamanlarda “işçi soyundan” olmadığımızı belirtiyor gibiyizdir. Dolayısıyla deriz ki, “Benim -üst kuşak ya da kendi kuşağımdan- işçilerle özel bir bağlantım yok, onlarla beni birbirine bağlayan bir şey yok.”. Şimdilik şu önemli soru üzerine düşünmeyi başka ortamlara bırakalım: Ne oluyor da kendimizi işçi olma fikrine karşı savunurken buluyoruz; burada kendimizi neden koruyoruz? Ama burada en azından bu tepkiyi, kuşaklar arasında bir çatışmaya bile girmeden bu zincirin dışında kalma çabası olarak adlandırabiliriz. Bunu, bir işçi olarak zaman zaman içine girebileceğimiz olası durumlardan biri olarak düşünelim.  
İşçiler arasındaki kuşak farkları
Öte yandan, çalışmanın keyfi değil, keyifli olabilse bile zorunlu olduğunu düşünebilmeye başladığımız zaman, hayattaki hareket kabiliyetimizin o ya da bu ölçüde kısıtlanmış olduğu hissini de yaşamaya başlarız. İşte bu kısıtlanmayla, yani hareket kabiliyeti açısından yaşadığımız kayıpla biraz temas kurduğumuzda –onu doğrudan yok saymadığımız zamanlarda- kendimizi “işçi soyunun” bir parçası olarak da düşünürüz. Yani üst kuşaklardan, kendi kuşağımızdan ve varsa alt kuşaklardan işçilerle bir şekilde ilişkili olduğumuzu hissederiz. İşte o zaman, işçi kuşakları arasındaki farklılıklar da gündemimize girer.
Kuşaklar arasındaki farkların çoğunlukla yaş farkı tarafından belirlendiğini söylemeye belki gerek yok ama burada şunu eklemek anlamlı olur: yaş farkını anlamlı bir fark yapan, zaman geçtikçe kapanmamasıdır. Ama tabii insanların sadece farklı yaşlarda oldukları için farklı kuşaklara ait olduğunu düşünmeyiz; aynı zamanda farklı yaş gruplarının birbirinden farklı özellikleri olduğunu varsayarız. Burada yetişkinlerle çocuklar arasındaki kuşak farkı konusunu bir kenara koyup sadece yetişkinler arasındaki farklar açısından konuşursak, genellikle yaşça büyük olanlarla daha genç olanlar arasında deneyim ve birikim açısından -“görmüş” olmaktan, sorunlarla uğraşmaktan, çalışmaktan, mücadele etmekten, vb. ileri gelen- farklılıklar olduğunu düşünürüz. Ya da günümüz koşullarında işçiler yaşamak için çalışmak zorunda olma konusunda ortaklaşıyor olabilirler ama yaşama ve çalışma koşulları (örneğin sosyal destekler, ücret, bir işte çalışma süresi, örgütlülük, işyerindeki denetim, işle kurulan ilişki, gelecek için birikim yapabilme, vb.) yaşa göre önemli ölçüde değişebilmektedir. Dolayısıyla, her zaman yaş gruplarının sınırlarını çizmek kolay olmayabilir ama işçilerin farklı kuşaklardan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Genç işçilerin kuşak farklarına yaklaşımları
Kuşaklar arasındaki ilişkileri belirleyen önemli bir faktör, kuşaklar arasında olduğu düşünülen farklılıklara işçilerin nasıl yaklaştıklarıdır. Bu konuyu sendikal mücadele içerisine girmiş bir genç işçinin bu farklılıklara ilişkin olası yaklaşımları üzerinden ele alalım.
Aynılık yaklaşımı
Kendini bir şekilde “işçi soyundan” saymış (ama bunun için onun doğrudan “ben bir işçiyim” demesi gerekmez) işçi olmanın getirdiği zorluklarla uğraşmaya çalışan genç bir işçi, bir de sendikal mücadele içerisine girdiğinde orada sendikal mücadelenin farklı kuşaklarıyla karşılaşacaktır. Kendinden üst kuşaklardan kimselerle örneğin okuduğu sendikal yayınlarda karşılaşacak, yönetici olanları onların verdiği kararları öğrenerek tanıyacak, bir kısmıyla yüz yüze tanışıp onlarla ilişkiler kuracaktır. Elbette bu kişilerle -onların yazdıklarını okuyarak, kararlarının etkilerini yaşayarak, onlarla konuşarak vb. şekillerde- ilişki kurduğu her zaman onların kendinden farklı olduğunu hissetmeyebilir. Ama illa ki onlarda “fazla” olarak gördüğü bazı şeylere (deneyim, birikim, otorite, daha çok sevilme gibi) karşı bir şeyler hissedecek, düşünecektir. Bir olasılık üst kuşakla ilgili hislerinin şu yönde gelişmesidir: Genç işçi üst kuşaktan kimi insanlarla kendi perspektifinden tam bir uyum geliştirmek isteyebilir, ondan aldığı kalıp duygu, fikir ve davranışları tekrarlayabilir. Dolayısıyla bu durumda onun için, üst kuşak ondan çok farklı değildir; seçilen sözler, fikirler, davranışlar tekrarlanarak onun konumunda olunabilir. Özellikle genç işçilerin kendi koşulları, ihtiyaçları ve isteklerini düşünmek ve bunlara uygun yanıtlar üretmek için gerekli zamanı ve ortamı (sendikada, işyerinde, evde, vb.) bulamadığı, birbirlerine dayanabilecekleri ortamların da kısıtlı olduğu durumlarda kuşaklar arasındaki farklılıkları (örneğin koşullar ve ihtiyaçlar açısından) anlamaları zorlaşabilir. Bazen de genç işçiler kendi “dillerini”, “şakalarını”, “köşelerini” yaratarak kısıtlı ortamlarda kendi alanlarını yaratmaya çabalarlar. 
Genç işçi bir yandan da üst kuşağın bir şekilde inşa ettiği ya da koruduğu (bazı) şeyleri, deneyimi, bilgiyi, otoriteyi, sevgiyi doğrudan anlamsız kabul edebilir ve reddedebilir. Bir nedenle böyle bir eğilimin baskın çıktığı zamanlarda kendisi sendikal mücadelenin dışında kalabilir ya da dışına düşebilir. Öte yandan genç işçi bunu az evvel bahsettiğimiz durumda olduğu gibi sendikada üst kuşaktan biri ya da birilerini daha yüksek bir konuma koyarken yaparsa belki sendikal mücadele içerisine daha çok kalır. Ama bu şekilde kaldığı sürece kendine ve kendi kuşağına özgü mücadele gerekçeleri bulmakta zorlanır. Bazen bu durumla, sendikada olmayı sadece bir işe çevirerek baş edilmeye çalışılabilir. 
Dolayısıyla genç bir işçi olarak üst kuşakla aramızda olan bazı farkları yukarıdaki yollarla görmezden geldiğimiz zamanlarda kendimizin ve öteki genç işçilerin yaşam ve çalışma koşullarındaki farklılıklardan kaynaklanan kuşağa özgü gündemleri de görmezden gelme eğilimimz artar. Bazen de kendimizi birbirimize “abilik/ablalık” yaparken bulabiliriz. Çünkü bu türden durumlarda kendimizi pek de kendi kuşağımızdan hissetmiyor oluruz. Hatta diyebiliriz ki, hepimiz işçi olarak aynı sorun, ihtiyaç ve isteklere sahibiz ve zaten çözümler de belli, mesele birbirimizi onları uygulamaya ikna etmekten ibaret. Fakat gerçekte sorunlar ve çözümler yer yer ortak olduğu gibi, yer yer farklıdır da. Yine şu gibi soruları kenara not edelim: Ne oluyor da birilerine ancak onlarla aynı olmak istercesine tutunarak sendikada var olabiliyoruz? Ama belirtmeden de geçmeyelim: Belki bazı yöneticilik pozisyonlarında olmanın, belli konularda uzmanlığa sahip olmanın veya üst kuşaklarla kurduğumuz ideolojik ortaklıkların bizi genç olsak da üst kuşakla daha doğrudan ve kalıp şekillerde benzeşmeye itebilir; bu konuda uyanık olmaya çalışabiliriz. 
Herhalde üst kuşağın eğrisiyle doğrusuyla inşa ettiği ve koruduğu şeyi aslında kolektif bir emekle ürettiğini görmek için, öncelikle onların gençlerden bir ölçüde ayrı bir grubun üyeleri olduğunu teslim etmek gerekir. Onlar da “bir zamanlar” birilerinden daha gençti, hâlâ da -hayatta olan ya da olmayan birilerine göre öyleler- ve zaman geçti, çeşitli ilişikler geliştirip faaliyetlerde bulundular ve şimdi bizim, yani onlardan sonraki kuşağın içine girdiği “evleri”, sendikaları kurmuş, uyarlamış, sürdürmüş oldular. Bunu görürsek emekle üretilmiş her şeyin “doğru” olduğuna inanmamız mı gerekir? Hayır. Bu yalın gerçek şunu gösterir: Biz de bir kuşak grubu olarak kolektif emeğimizi kendi doğru bildiğimiz yönde sarf etmeye çalışırsak değişim yaratabilir, örneğin sendikal mücadeleyi güncel koşullara uyarlayabiliriz. 
Farklılık yaklaşımı
İşte bu noktada, üst kuşaktan kişilerde “fazladan” bulunduğu farz edilen şeylerle kurulabilecek başka tür bir ilişkiden bahsedebiliriz: Genç işçi, üst kuşağın deneyim, birikim, otorite vb. gibi özelliklerini süzebilir. Yani, üst kuşaktan almak isteyeceği ve istemeyeceği şeyleri değerlendirebilir. Bunu değerlendirebilmek için üst kuşağının yöntemlerini hangi koşullara ve ihtiyaçlara göre geliştirdiğini düşünmeli ve onlardan hangilerini ne şekilde kendi kuşağının koşul ve ihtiyaçlarına uyarlayabileceğini tartmalıdır. 
Örneğin bir genç işçinin işyerinde yükselme isteği bazen bir üst kuşağın üyeleri tarafından, ortak sınıf mücadelesine aykırı bir talep olarak algılanabilir. Örgütlü işçi sayısının fazla olduğu,  ekonomik ve sosyal hakların örgütlü mücadele sayesinde kazanılmakta ya da en azından korunmakta olduğu, işyerinde ve hayatta işçilerin kendilerine biraz ferah alanlar açabildiği bir bağlamda bir işçinin işinde yükselme isteği, örgütlü gruptan ayrılmaya, “sınıf bilincinde” bir gerilemeye denk düşebilir ve bazı kazanımlarda eksilmeye sebep olabilir. Dolayısıyla üst kuşak bu konuda “haklıdır”. Öte yandan örgütsüz olmanın norm olduğu, örgütlü olmanın bile ekonomik ve sosyal kazanımları garanti etmediği, işyerinde ve hayatta işçinin görece ferah alanlar bulamadığı koşullarda yükselme arzusu belki “sınıf bilincinde” bir ilerleme bile sayılabilir. Çünkü örtük ve çelişkili de olsa mevcut durumu hak etmediği düşüncesini ve işverenin otoritesiyle bir mücadeleyi içinde taşır. Hatta sonuçları açısından düşünürsek bazı koşullarda işyerinde yüksek bir pozisyona gelmek işçinin hareket alanını genişletebilir, dolayısıyla böylece onun iş koşularının değiştirilmesine ve ortak mücadeleye daha çok katkısı olabilir. Dolayısıyla genç kuşak da bu konuda “haklıdır”. Herkesin kendi koşullarına göre bir düzeyde “haklı” olduğu bu durumdaki çelişkiyi genç işçiler şu sorular üzerine düşünerek çözebilir: Üst kuşak hangi koşullar için ve hangi gerekçelerle bunu düşünüyor? Onunla ortaklaştığımız amaç ne? Bu ortak amacımıza uygun olan fikirlerden hangileri bizim kuşağımızın koşularına uygun düşer ve hangileri düşmez? Burada belki az önce yaptığımız kolektif emek vurgusunu tekrarlamalıyız: Bu soruları gerçekçi biçimlerde değerlendirmek için kendi kuşağımızdan başkalarıyla çeşitli düzeylerde temas etmemiz ve birbirimizi ve kuşağımızı tanımaya çalışmamız gerekir. Birbirimizi tanımanın tek yöntemi fiziksel olarak bir araya gelmek olmayabilir ama bir araya gelmek, özellikle demokratik ortamlarda gerçekleşiyorsa oldukça faydalı olur. Zaten faydasını, işyerinde ve hayatın diğer alanlarında çoğunlukla yarattığımız ya da özlemini çektiğimiz “demokratik” arkadaş gruplarından biliriz. 
Evet burada üst kuşağın himayesinden ayrılmakla, onları hayal kırıklığına uğratmakla ya da onların tepkisini çekmekle ilgili kaygılarımız olabilir; zaman zaman bu kaygıları yaratan gerçek tepkiler de söz konusu olabilir. Bu yazıda iki kuşak arasındaki karşılıklı ilişkinin sadece “genç” tarafından bahsetmiş olduysak da üst kuşakların gençlerin “eksikliklerine”, “yenilikçiliklerine”, “fazla enerjilerine”, “önlerindeki zamanın daha fazla oluşuna”, vb. yönelik farklı farklı yaklaşımları olabileceğini de söylemiş olalım. Farkları çok büyük görmek, onlara büyük anlamlar atfetmek, onları reddetmek, kontrol altına almaya çalışmak ya da onları kabul etmek ve onlarla yeniliklere açılmak, olası yaklaşımlardandır. Dolayısıyla sendikal mücadele içerisinde kuşaklar arasındaki farkla uğraşan gençlerin bu uğraşı öteki kuşakla ilişki içinde vereceğini de akıldan çıkarmamak iyi olur.
Farklı ve birlikte olarak mücadele etmek
Umuyorum kendi kuşağımızın farklılıkları üzerine düşünerek, öteki kuşaktan kendimizi ayırmakla üst kuşağın varlığını reddetmenin farklı şeyler olduğu düşüncesini aktarabilmişimdir. Genç işçiler olarak hepimiz yukarıda bahsettiğim ve belki de atladığım ilişki biçimleri içine girebiliriz. Üst kuşaklarla nasıl ilişikler geliştirdiğimizi de tanımak kolay ve bazen mümkün de olmayabilir. İlişki kurma biçimimiz kişiye, zamana ve mekâna göre de değişebilir. Bunlarla birlikte kendimizi ve birbirimizi farklılık yaklaşımına çekmeye çalışmak için, birbirimizin koşul ve ihtiyaçlarını duymaya daha açık olabileceğimiz ortamlar yaratmak anlamlı olabilir. Çalıştay, dergi, komisyon, iletişim grubu türünden araçlar genç işçileri bir araya getirirken aynı zamanda genç olan ve olmayanları da uygun usullerle buluşturarak yeniden tanışmalarına, birbirinin yeni yönleriyle tanışmalarına vesile olabilir.  Herhalde bir yandan da bu amaçlara hizmet etmeyecek, aynılaşma, söz kesme, yok sayma, demokratik işleyişi bozma gibi eğilimlerimize karşı da uyanık olmak ve bunları da değerlendirmeye açık olmak önemlidir. 
 Kendi kuşağımızı ve öteki kuşağı tanıdıkça, hepimizi ortak bir şekilde kesen özellikleri bu sefer gerçekten hissederiz. Hepimizin işçi soyundan geldiğini hissettikçe “bir” değil “birlikte” olmak için daha güçlü ve ikna edici sebeplerimiz olur. Şüphe yok ki “birlikte” mücadele etme isteğimiz çoğaldıkça da her türden farklılığımızdan doğan ihtiyaçlara yönelik daha fazla yanıt üretmeye çalışır ve dünyayı hepimize daha uygun bir yer haline getirmekle daha çok meşgul oluruz.

5 Haziran 2019 Çarşamba

Coşkunun ve Tekinsizliğin Kesiştiği Yerde, Esprilerde Buluşmak

 
Baran Gürsel
 
Türkan Elçi'nin esprisi bende farklı bir his yarattı, bilmiyorum başkalarında da öyle olmuş mudur.
Heyecan ve hüznün iç içe geçtiği, iki bambaşka gerçekliği içinde taşıyan bir histi bu.

 Planlı, rasyonel ve biriktirmeye dayalı -ki hepimizin de uğraştığı şey bu- siyaset/düşünüş biçimini yaran, bir anlamda aşan bir his. "Her şey iyi olacak" ile "yo, hiçbir şey iyi falan olmayacak"ın ötesinde, bunları buluşturan, yani İmamoğlu ile Elçi'nin gerçekliklerini aynı dizgeye yerleştirebilen ilginç bir durum var burada; gerçekten esprisi olan bir durum. Bu dönemde kendi ellerimizle böyle esprisi olan durumlar yaratmakta epey zorlandığımızı, hatta bu tür esprilere aşırı rasyonel yaklaşabildiğimizi söylesem abartmış olmam herhalde.
 
Tam da Gezi'nin yıldönümünde, Gezi'nin esprisine benzemediğini söyleyebilir miyiz bunun? Gezi'nin rasyonel siyaset düzlemini yararcasına parlayışını, yarattığı eşzamanlı coşku ve korkuyu; mizah ve hüzün/kayıp dolu varlığını düşündüğümüzde... Tabii bence de Gezi'yi rasyonel ve birikimli bir siyaset/mücadele sürecinin bir parçası olarak da düşünmeye ve bu türden sol bir perspektifle yorumlanması gerektiğini savunmaya devam etmeliyiz. Ama bir yandan da onun, yorumlamakla kolayca bitmeyen, hikayelere kolayca sığmayan veya anlatıldığında aynı etkiyi vermeyen, "sindirilmesi" zor, yoğun bir deneyim olduğu gerçeğini de es geçemeyiz.* Gezi'nin kendisinin bir espiri olduğu gerçeğini yani...
 
Kulağa hem hoş hem nahoş gelecek şöyle bir durumla karşı karşıyayız: İmamoğlu sürecinin de benzer bir esprisi var. Türkan Elçi'nin esprisi bunun belirtisi gibi.
 
İmamoğlu coşkusunun rasyonel sol aklımızla hızlıca kavrayabileceğimizin ötesine geçen, iktidarın aklıyla birlikte bizimkini de yarıveren, afalattan bir yanı var. Ancak birazcık kapıldığımız ölçüde anlayabileceğimiz, biraz anlayabilirsek, yorumlayabilirsek "gerçekten" iyi olacak bir taraf bu. Bana kalırsa bu gerçek, ne İmamoğlu sürecine ilişkin yapılan sol ve sınıf temelli eleştirilerle çelişiyor ne de sosyalist ufkumuzun derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ihtiyacını geçersiz kılıyor. Ve bu gerçeği tanımak, ne toplumsal hafızayı taşıma rolünden geri çekilmeyi, ne de seçim siyasetinde erimeyi gerektiriyor. Bu gerçeğin inkârı da bana oldukça kaygılı bir tutum gibi geliyor. Belki bu türden çekince ve kaygılarımız, rasyonel sosyalist duruşlarımızın ötesinde biraz bu esprili durumun doğasıyla alakalı: İktidarın tehdidi altında coşku, bir o kadar tekinsizlikle iç içe. Bu tekinsizliğin içine girmek, içinde kalmak ve içinden geçmek için bize yardımcı olacak ortak kurumlardan da (şimdilik) yoksunuz. Belki o nedenle başka bir esprili insan olan, yani bir o kadar feci durumlar içinden geçerken espiriler yapabilen, onları taşıyabilen Selahattin Demirtaş'ın bizi biraz rahatlatmasıyla İmamoğlu sürecine girebilir olduk bazılarımız.
 
Bir ölçüde Gezi'de de benzer bir durum vardı: Gezi de coşku ve tekinsizliği aynı anda içinde taşıyordu. Ama bir süre için Gezi, bu deneyimi taşımamıza olanak veren bir "kurum" olmuştu. Mizahıyla hüznüyle, talebiyle kaybıyla Gezi var olmuştu, Gezi'yi var etmiştik. Neticede yine kurumsuzuz, mahallesiziz ama bence şunu biraz daha iyi biliyoruz: coşku ve tekinsizliğin içinde sağa-sola kaçmadan durmak mümkün ve esprileri taşımak/anlamak için de ortak kurumlar yaratmak zorunlu.
 
*Gezi'nin "sindirilmesi" meselesi üzerine yazdığım denemeye buradan ulaşılabilir: https://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2018/05/gezi-sindirilemeyendir-gezi-forumlar-ve_31.html?m=1

9 Mayıs 2019 Perşembe

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - İzmir Oturumu

 
Tartışmalarımızın üçüncü senesindeyiz.  Bu senenin dördüncü oturumunda toplumsal mücadelelerin nasıl kurumsallıklarla ve işlevlerle ortaklaşabileceği üzerine konuşacağız. Bu oturumu diğerlerinden farklı olarak İzmir'de yapacağız.

Konuşmacı/tartışmacılar:

Ecehan Balta
        Özne - Toplumsal Hareket - Parti

Özge Soysal ve Zeynep Özen Barkot
        Kurumsallaşma ve Özgürlük Meselesi: Bir-aradalıkları Yeniden Düşünmek

Baran Gürsel
        Olası, Ortak ve ‘Ara’cı Bir Sosyalist Öznenin İşlevleri Neler Olabilir?

Zaman: 18 Mayıs Cumartesi, 13.30-16.00

Yer:       Yakın Kitabevi
                  Kıbrıs Şehitleri Caddesi No: 104/A Alsancak/İZMİR
 
***
Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce ,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel


12 Nisan 2019 Cuma

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - Üçüncü Oturum


2017 senesinde başladığımız oturumların "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" tartıştığımız bu turunun üçüncü oturumu yine "Nasıl Amaçlarla?" sorusu üzerine olacak. İlgilenen herkesi tartışmalarımıza bekleriz. 

Konuşmacı/tartışmacılar:

Reha Keskin
  Kültürel İktidar ve Tiyatro: Gedikpaşa’dan AKM’ye Sahnedeki İktidar

Foti Benlisoy
  Dönem, Strateji ve Gelecekteki “Sol”

Zafer Ülger
  Kapitalizmin Biyopolitikalarına Karşı Ormanların, İnsanların ve Hayvanların Ortak Talepleri Mümkün mü?

Zaman: 
  20 Nisan Cumartesi, 14.30-18.00

Yer: 
  Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV)
  Osmanağa Mah. General Asım Gündüz Cad. Üner Tan İş Merkezi, No:35, D: 14, Kadıköy.

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com 
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel


26 Mart 2019 Salı

Kadıköy'ün göçmenleri: Genç işçiler

( Bu yazı 23 Mart 2019'da Gazete Duvar'da yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/23/kadikoyun-gocmenleri-genc-isciler/ )

Baran Gürsel

Son günlerde Gazete Duvar'da Kadıköy'ün geçirdiği dönüşümle ilişkili iki yazı yayımlandı. Biri[1] Kadıköy'e yapılan "akının", öteki[2] de Kadıköy'e akın ettiği düşünülen "alt-orta sınıf" gençlere yönelik tepkilerin eleştirel birer analizini yapıyor. Tartışma açıcı olan bu iki yazıda da katılabileceğimiz yerler olabilir ama bana kalırsa metinlerin ikisi de, bazı güncel politik eleştirilerin temel bir eksikliğini paylaşıyor. Ve bu yüzden de metinler Kadıköy'ün ve daha geniş bağlamlardaki toplumsal ilişkilerin "tabandan" dönüşümüne ilişkin herhangi bir öneriye yer vermiyor veya gönderme yapmıyor. Ben bu eksikliği tarihsel bir sınıf perspektifi eksikliği olarak adlandırıyorum.

*

Bu çerçevede birinci yazının gözden kaçırdığı meseleyi şu şekilde ifade edebilirim.

Gezi direnişi; genç işçilerin, “orta sınıf” farz edilen, kentli, eğitimli ve çoğunlukla meslek sahibi kesiminin sınıf olma serüveninin, başka bir deyişle işçi sınıfının bir parçası olarak bir araya gelmelerinin önemli bir aşamasıydı. Daha sonra büyük ölçüde gerisine düşülen bu aşamada o genç işçiler -tabii kendi başlarına ve izole bir biçimde değil- kendi çalışma zorunlulukları ve koşullarıyla, yaptıkları işler ve boş zaman uğraşlarıyla ve yaşamları üzerinde yeterince kontrol sahibi olmadıkları gerçeğiyle yeni bir ilişki kurdular. Belki daha önce de işlerindeki ve hayatlarındaki ilişki biçimlerine çeşitli şekillerde direniyorlardı; hoşnutsuzluklarla, işe geç kalarak, geceleri biraz fazla eğlenerek, iş aramaktan vazgeçerek, patronları çekiştirerek, işte yükselme hayalleri kurarak, dayanışma grupları oluşturarak, vb. Ama bu sefer, Gezi'de, "kendileri gibilerle" yeni bir bağlamda karşılaştılar. Orada hem birbirlerini hem de hareket alanlarını kısıtlayanları (para, işveren, devlet, bazen de üst kuşaklar) daha iyi tanıdılar ve bu kısıtlayıcı ilişkilerin o kadar da "sağlam" olmadığını hissettiler. Bu ilişkiler ne o kadar sabit ve değişmez, ne de o kadar güvenilirdi. Gezi'nin genç işçileri buna karşı, hem hayallerinde hem de gerçeklikte yeni ilişkiler yaratmaya çalıştılar.

 Evet, orada, bir sınıf oluşum sürecinin içerebileceği pek çok şey eksikti. Örneğin geleneksel olduğu varsayılan "şeylerle" (geleneksel mücadele biçimleri, mavi yakalı işçiler, sendikalar, gelenek fikri, "muhafazakârlık" vb.) kurulan ilişki hep bir ölçüde reddiyeci kaldı. Hareketin, geleneksel olduğu varsayılanlarla kurduğu ilişki üzerine düşünecek ve onlarla arasındaki çatışmaları aşacak koşulları ve vakti olmadı. Dolayısıyla bir anlamda Gezi'nin sınıf hafızası hep yarımdı. Yine de bu gibi eksiklikler, Gezi'deki sınıf mücadelesinin çeşitli mücadeleci fikirleri sentezleme kapasitesi ve yaratıcılığının yanında çoğunlukla dikkatten uzak kaldı. Ama hareket çeşitli nedenlerle gerileyince ve bahsi geçen sınıf olma (işçi sınıfının parçası olma) süreci bozuşuma uğrayınca, hem “hoşa gitmeyen” özellikler, hem de kaybın başka kalıntıları, baş başa kaldığımız unsurlar oldu.

Gezi'nin -kaybının- ikamesi gibi gözüken Kadiköy'ü, Gezi'deki sınıfsal bir aradalığın -kaybının- ikamesi olarak da ele almalıyız. Önemli bir kayıptan izler taşıyan, içe dönmüş, yoğunlaşmış, sıkışmış bir ikame olarak. Yani Kadıköy bir anlamda ilişkilerini ve ideallerini kaybetmiş Gezi'nin genç işçilerinin, bir sınıf olma deneyiminin sonrasında göçtüğü, “artıklar” gibi saçıldığı, "gömüldüğü" bir yerdir. Genç işçiler burada "orta sınıflıklarına", mesleklerine, ev gibi kafelerine, küçük gruplara, alkole, kafeine, glikoza ve hayvan sevgisine doğru dönmüştür. İçe kapanma, ötekilere karşı kayıtsızlık ve eylemsizlik gibi unsurlar da bu kaybın sonrasında baskın hale gelmiştir. Bir de bunlara -Gezi'de de pek işlenememiş olduğuna söylediğimiz bir eğilim olarak- geleneksel görüleni reddetme/yok sayma eğilimi bu sefer daha çıplak biçimde eşlik etmektedir. Ama yine de belki daha yakından ve birlikte bakarsak daha iyi görürüz ki, tüm bu unsurlara, ortaklık duyguları, eşitlik ve adalet arayışı da "gömülmüştür".[3]

Bazı şeyleri “tersine çevirmenin” ve eşitlik-adalet arayışını yeniden canlandırabilmenin yolu ise, genç işçilerin, tutamadıkları yasla (yaslarla) bir şekilde temas edebilecekleri ortamlarda, ortaklaşmayla gelen güçlerini deneyimlemek üzere bir araya gelmeleridir. Kadiköy’ü ancak bu değiştirebilir. Burada gençlerin doğrudan Gezi’den söz etmek üzere bir araya gelmelerinden bahsetmiyorum. Bu da olabilir tabii bir yandan ama genç işçilerin çalışma ve yaşam alanlarına dair acı ve özlemlerini paylaşabilecekleri ve bunlar ışığında çalışma ve yaşam alanlarını düzenlemek üzere harekete geçebilecekleri ortamlar tam da böyle bir “yasla temas” işlevini görecektir; demeye çalıştığım bu. Ve sınıf temelli yerel bir örgütlenme, Gezi gibi kapsayıcı, eşitlikçi, adil ve harekete geçirici işlevler üstlenebilirse, Kadıköy’ü –ve daha geniş bağlamları- herkesin ihtiyaç ve talebini gözetecek şekilde ve kâr/rant baskısına karşı yeniden düzenleyebilir.

*
"Sınıf meselesini" daha çok anan ikinci yazı ise, kültürel bazı özelliklerine ve belki de gelir düzeylerine göre tanımlanmış "alt-orta" ve "orta" sınıf grupları arasında bir çatışma tespit ediyor ve bu tespiti, bazı Kadıköylüler tarafından ve birinci metinde gösterilen tepkiyi açıklamak için kullanıyor. Aslına bakarsanız bu yazı, tam da genç işçilerin birbirine tepki duyan gruplara ayrıldığını ve ortaklık kurmaya yanaşmadığını gördüğü noktada iki ayrı sınıf pozisyonu tanımlayarak bu çatışmayı sabitlemiş oluyor. Hâlbuki diğer bir seçenek de, Kadıköy'e göçen gençlerin (hepsi Kadıköy'e bazı hayaller uğruna göçüyor gibiler) arasındaki çatışmayı tam da genç işçilerin kendi aralarında gerçekleşen bir çatışma olarak ele almak olurdu. Böylece ele aldığımız çatışma olgusunu, sınıfın bozuşması ve parçalanmasının bir görünümü olarak düşünmüş olur ve Kadıköy'de "cirit atan" komünistlere ve sosyalistlere daha yapıcı öneriler sunabilirdik.

Genç işçiler; evde/kafede çalışanından fabrikada çalışanına, çalışan öğrencisinden profesyonel meslek sahibine, bar çalışanından işsizine kadar oldukça geniş bir grup ve Kadıköy gerçekten de çok farklı kesimlerden genç işçileri buluşturan bir mekân. Bu buluşmalar çatışmasız gerçekleşmiyor tabii. Ama kapitalizmi köklü biçimlerde dönüştürme sürecini, işçi sınıfının olgunlaşması ile paralel süreçler olarak düşünüyorsak eğer, yorumlarımızı bu türden çatışmaları anlamak ve çözmek için kullanmalıyız.

İşçilerin hepsini kesen, yaşamak için çalışmak zorunda olma durumu, ortak bir çekirdek deneyime (ben buna "birincil güvencesizlik" diyorum) yol açıyor ama bu deneyim onları birbirleriyle kendiliğinden bir şekilde bağ kurmaya itmiyor. İşçiler arasında türlü türlü ayrışma baş gösteriyor. Bununla birlikte bu ayrışmaları sadece çatışmacı olmaları açısından da yorumlayamayız; her ayrışma aynı zamanda bir kişiyi/grubu belli kaygılara karşı sakınma özelliği de taşıyor. Genç işçilerin arasındaki bölünmelerde devrede olan kaygıları başka mecralarda etraflıca tartışabiliriz ama burada çok genel bir tespit yapalım. Günümüzün neoliberalizm, borçluluk, baskı ve örgütsüzlük koşullarında, toplumdaki yapısal eşitsizliklerin bizde açtığı yaraları, yarattığı kayıpları ve öfkeyi düşünmek daha zor ve daha kaygı verici oluyor. Bu yüzden böyle durumlarda "eşitler" arasındaki farklara özel önem atfedilebiliyor ve bu farklılıklar/yabancılıklar mevcut acıların kaynağı olarak görülebiliyor. Kadıköy'e gelen farklı genç işçi kesimlerinin birbirlerine karşı tutumlarını da bu eksende yorumlamaya çalışmalıyız. Bazen işçileri ayrıştıran bu mekanizmayı tanımlamak ve yorumlamak yerine işçiler arasındaki ayrışmaları/savunmaları kuramsal düzeyde -örneğin onları farklı sınıfsal kategorilere koyarak- yeniden üretebiliyoruz. Bu, yorumları yapanların da (bizlerin de) aynı koşulları paylaşıyor olmalarından veya başka sebeplerden kaynaklanıyor olabilir. Ama her halükarda böyle olunca, yorumlarımızın tarihsellikle ve toplumsal dönüşüm arzusuyla ilişkisi iyice silikleşiyor.

Genç işçiler arasındaki bahsi geçen türden çatışmaları, Kadıköy'ü ve daha geniş bağlamlardaki toplumsal ilişkileri dönüştürmek üzere çözümlere götürmenin yolu bence yine, az evvel değindiğimiz şeydir. Yani “orta” ve “alt-orta” kesimden genç işçilerin Gezi gibi, karşılıklılığın ve insanlar arasındaki belli mesafelerin korunduğu -dolayısıyla sınır aşımı, yok sayma, baskılama vb.nin ortaya çıkmasına karşı uyanık olan ve farklı hislerin dillendirilmesine müsait- sınıf temelli örgütlenmiş gruplarda buluşmaları, karşılaşmalarıdır. Belki Gazete Duvar gibi mecralarda yazılarımız yoluyla karşılaşmak da önemlidir ama bunun bir adım ötesine geçerek, ortaklaşmacı karşılaşma alanlarımızı çoğaltmak ve süreklileştirmekte fayda var gibi gözüküyor. Geçmişteki ve olası tüm yenilgilerimize rağmen, farklı bağlamlardaki toplumsal ilişkileri dönüştürmenin, ülkede ve dünyada değişim umudunu canlandırmanın temel bir yöntemi de bu gibi gözüküyor.


[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/14/alkol-kafein-ve-glikoz-kiskacinda-kadikoy/

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/19/kadikoye-gelmeyin/

[3] Bu konuda bir deneme için bkz. http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2018/04/esitlik-kahve-ve-kediler_16.html

22 Şubat 2019 Cuma

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - İkinci Oturum




2017 senesinde başladığımız tartışma toplantılarına bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" başlığı çerçevesinde devam ediyoruz. Bu başlık altında yapacağımız oturumların üç ana konusu olacak: Nasıl Amaçlarla?; Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?; Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklarla?. Geçen ay bir "amaç" oturumunu yaptığımız programımıza "kurumsallık ve işlev" oturumu ile devam ediyoruz:

***

KONU: Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?

Bu oturumda toplumsal mücadelelerin ortaklaşma ortamlarının olası işlevleri, insanlar ve ilişkiler üzerindeki etkileri, buralarda kullanılabilecek yöntemler ve dönüştürücü etki yapacak kurumsallık biçimleri üzerine tartışmalar yürütülecektir.

KONUŞMACILAR/TARTIŞMACILAR:

Onur Bütün
 Marx’ın İşçi Anketinin Güncelliği ve Yöntem Sorusu Üzerine

Baran Gürsel
 Olası, Ortak ve ‘Ara’cı bir Sosyalist Öznenin İşlevleri Neler Olabilir?

Eylem Akçay
 Eşitlikçi Gruplar Üyelerinin Çıkarlarını Nasıl Örgütler?

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr , facebook.com/elestirelsosyalistdusunce

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel

5 Şubat 2019 Salı

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - Birinci Oturum

 
2017 senesinde başladığımız tartışma toplantılarına bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" başlığı çerçevesinde devam ediyoruz. Bu başlık altında yapacağımız oturumların üç ana konusu olacak: Nasıl Amaçlarla?; Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?; Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklarla?. Programımıza bir "amaç" oturumu ile başlıyoruz:

Konu: Nasıl Amaçlarla? (I)

Bu oturumda toplumsal mücadelelerin ortaklaşmasının olası amaçları, ortaklaşmanın koşulları, ortaklaşabilecek özneler, “özel” ve “genel” amaçlar arasındaki ilişkiler, amaçların “gündelik” ilişkilere etkileri ve ortak amaçları oluşturma/yenileme yöntemleri üzerine tartışmalar yürütülecektir.

Konuşmacı/Tartışmacılar ve Başlıklar:

T. Gül Köksal:
Gündelik Yaşamın Dönüşümünden Süregiden Devrime Toplumsal Mücadele Ortaklaşabilir mi?

Ali Yalçın Göymen:
Gerçek Tahakküm Koşulları Altında Yabancılaşmayı Aşacak bir Müşterekleşme Hareketi Mümkün müdür?

Umut Kocagöz :
Ortaklaşma: Zorunluluk mu, Keyfiyet mi?
***

Duyurular ve yazıları takip etmek için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr , facebook.com/elestirelsosyalistdusunce
İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel