2 Ağustos 2018 Perşembe

Sınıf Oluşum/Bozuşum Sürecinin Özdeşimsel Aşamaları ve Protez Zaman

[1]
Baran Gürsel

Daha evvel, sınıf oluşum/bozuşum sürecine yönelik ruhsal bir yaklaşım modeli önermiştim.[2] Bu modele göre, "işçileştirilme anı" ile "sınıfın, kapitalizmle birlikte kendini de yıkacak kadar olgunlaşması" arasında gerçekleşen sınıf sürecinin dört özdeşimsel aşaması vardır. Aşağıda kısaca tanıtacağım bu aşamalardaki özdeşleşmeleri mümkün kılan, işçilik durumunun evrensel özelliği olan "birincil güvencesizliğin" öznelleşmesi ve bunun sonucunda ruhsal dünyanın -bazı öğelerinin- "birincil çaresizlik" durumuna gerilemesidir. Bu gerileme, işçilerin, “yeni” sınıfsal nesnelerle (işveren, işçiler, sınıfsal kurumlar, sermayenin farklı biçimleri, devlet, vb.) bireysel ve kolektif olarak çeşitli özdeşleşmeler kurmasına ve onları farklı şekillerde içselleştirmelerine zemin hazırlar. Sınıf oluşum/bozuşum sürecinde gerçekleşen özdeşleşmeler, hiyerarşik ve eşitlikçi olmak üzere iki düzeyde kurulur. Aynı zamanda bu özdeşleşmelerin, işçileşme ve işçileşmeye direnme olmak üzere iki hattı vardır. Dolayısıyla sınıf, iki hatta ve iki düzeyde, yani dört kümede sınıf deneyimi ifadelerinin (işçilerin bireysel ve kolektif söz ve eylemleri) üretildiği ve bu kümeler arasında gidiş gelişler içeren özdeşimsel bir süreç olarak düşünülebilir. Bu dört küme şöyledir: 

1. Hiyerarşik özdeşleşme düzeyinde işçileşme: Bu aşamada yer alan sınıf deneyimi ifadeleri, sınıfsal nesnelere (işveren, işçiler, sınıfsal kurumlar, sermayenin farklı biçimleri, devlet, vb.) bir ebeveyn konumuna doğru yapılan yatırımlar ve nesnelerin idealizasyonu üzerine kuruludur.

2. Hiyerarşik özdeşleşme düzeyinde işçileşmeye direnme: Bu aşamadaki ifadeler, sınıfsal nesnelere bir ebeveyn konumuna doğru yapılan yatırımlar ve nesnelerin idealizasyonunun yadsınması üzerine kuruludur.

3. Eşitlikçi özdeşleşme düzeyinde işçileşme: Bu aşamadaki ifadeler, sınıfsal nesnelere kardeşlik düzleminden yapılan yatırımlar ve kardeşliğin olumlanması üzerine kuruludur.  

4. Eşitlikçi özdeşleşme düzeyinde işçileşmeye direnme: Bu aşamadaki ifade, sınıfsal nesnelere kardeşlik düzleminden yapılan yatırımlar ve mevcut kardeşliğin yadsınarak topluma doğru genişletilmesi üzerine kuruludur. 

Sınıf oluşum/bozuşum sürecinin özdeşimsel aşamaları arasındaki gidiş gelişler, aracı unsurlar (meslek, emek süreci, bilinç, örgütlenme, sendika, biyografik öykü, cinsiyet, cinsel yönelim, kültür, ideoloji, vb.) tarafından şekillendirilir. Herhangi bir uzay-zamansal kesitte yer alan bir işçi veya işçi grubu, sadece bir kümeye giren sınıf deneyimi ifadeleri üretmez; aynı zamanda, bireysel ya da kolektif ifadeler tüm özdeşimsel katmanları içinde barındırabilir. Fakat iddiam odur ki, belli bir kesitte ortaya çıkan bireysel ya da kolektif sınıf deneyimi ifadeleri, belli bir kümede yoğunlaşma gösterirler.

Bu kısa özetten sonra, sınıf deneyiminin zamansal ifadelerini bu modele nasıl yerleştirebileceğimize geçebiliriz.

Protez zaman ve sınıf deneyiminin zamansal ifadeleri

Sınıf oluşum sürecinde işçiler tarafından çeşitli biçimlerde yorumalanarak, söz, eylem ve kurumlara dönüştürülen temel malzeme "ortak sömürü deneyimi" ise eğer, bu deneyimin kapitalist üretim ilişkilerinin yeni zamansal özellikleri ile bir bağlantısı olmalıdır. Çünkü, her ne iş yapıyor olursa olsun ya da çalışmayıp çalışmaya hazır durumda bulunsun her işçiyi kesen ortak gerçeklik, yaşamını idame ettirmek için belli bir zaman kesitinin kullanım iradesini başkasına devretme zorunluluğudur. Kapitalizmde iktisadi sömürü, bu zamanın çalınmasına, kullanılmasına ve üleştirilmesine dayanır. Bu zorunluluk sadece nesnel olarak kalmaz, kalamaz; sınıf deneyiminin çekirdeğini oluşturmak üzere öznelleşir, yani içselleştirilir. Bu, şu şekilde gerçekleşir: Kapitalist üretim ilişkilerinin tesiri altına girerek işçileşen kişiler, az önce de anılan birincil güvencesizlik deneyimi dolayısıyla yaşanan ruhsal gerileme sürecinde, ruhsal bir zaman kayması yaşarlar. Bu kaymada, egonun zaman işlevinde bir gerileme, eksilme, yarılma yaşanır. O ana kadar egonun bir parçası olarak gelişen, deneyimi zamansallaştırma işlevi –tamamiyle olmasa da belli parçaları açısından- dönüşüme uğrar. Ruhsal zaman kayması, kapitalizme özgü yeni bir zaman işlevinin, yani farklı bir zaman boyutunun içselleştirilmesine zemin hazırlar. Kapitalizmin, kullanım iradesi sistematik bir biçimde başkasına teslim edilmiş zamanı, yeni bir zamansallaştırma işlevi olarak işçiler tarafından içselleştirilir.

Bu yeni zamana, var olan zamansallaştırma “organında” gerçekleşen bir eksilme ve dönüşüme referansla "protez zaman" diyebiliriz. Protez zaman, hayatta kalmak için kullanımı başkasına devredilen yeni bir zamansallaştırma paradigmasına ve yeni bir zaman deneyimine tekabül eder. Bu, aynı zamanda, sömürü deneyiminin temelini oluşturan, bir işçinin başka bir işçiyi "burasından" tanıyabileceği bir unsur olarak düşünülebilir. Böyle yeni bir zamanı içselleştirmeyen bir işçi olamayacağı gibi, sınıf olma sürecinde işçilerin birbirlerini işçi olarak tanımaları da bu yeni zamanın tanınmasından bağımsız olamaz. İşçilerin, sınıf olma sürecinde içine girdikleri kolektif yorumlama süreçlerinin en temel malzemesi bu yeni zamandır. Tabii bu zaman, farklı durumlarda farklı türden deneyim ifadeleri üretilmesine sebep olabilir. Nasıl ki bir protezin kalitesi, teknik özellikleri, hangi organın yerini aldığı, toplumsal olarak nasıl algılandığı, vb. unsurlar protez kullanan kimsenin ruhsal deneyimini şekillendiriyorsa; protez zamanın kalitesi, teknik özellikleri, hangi organın yerini aldığı, toplumsal olarak nasıl algılandığı, vb. unsurlar da işçiliğe ilişkin deneyimin belirleyicilerindedir. Dolayısıyla ortaya, acıdan yabancılık hissine, kaybın yerinin doldurulamamasından fazlasıyla ikame edilmesine, utançtan yeni bir güç hissine kadar birçok deneyim çıkabilir.

Ben burada, bu deneyimleri üreten, protez zamanın örgütleniş biçimlerinin veya başka aracı unsurların ne olabileceği sorusunun ucunu açık bırakarak; sınıf deneyiminin zamansal ifadelerinin, işçilerin protez zamanla kurdukları ilişki üzerinden okunabileceği fikrine yaslanıp, bu türden ifadeleri sınıf oluşum/bozuşum sürecinin özdeşimsel kümelerine yerleştireceğim. Şu şekilde:

1. Hiyerarşik özdeşleşme düzeyinde işçileşme aşamasında üretilen zamansal ifadeleri Zamanın Genişlemesi başlığı altında toplayabiliriz. Buraya denk düşen ifadeler, protez zamanın idealize edilmesi, aşırı işlevsel kılınması ve öteki zaman biçimlerini kendine benzetmesi ve yutması üzerine kuruludur. Bu tip ifadelerin yansıtabileceği düşüncelerden bazıları şunlardır:
*Zamanın sınırsızlığı ("öğrenme hayat boyu sürer", "her zaman fazla zaman yaratılabilir") [3]
*Zamanın ve birikimin fetişleştirilmesi ("ne kadar çok deneyim kazanılırsa o kadar iyidir", "ne kadar erken başlanırsa o kadar iyidir")
*İş dışı zamanın iş zamanının uzantısı haline gelmesi (boş zamanı iş için enerji biriktirme ya da boşalma zamanı olarak değerlendirme)
*Zaman üzerinde aşırı kontrol sahibi olma (her şey için zaman yaratabilir olma)
*Zamanın tüketici özelliğinden mahrum olma (kuşakları aşan yüce değerlere yapılan göndermeler)

2. Hiyerarşik özdeşleşme düzeyinde işçileşmeye direnme aşamasında üretilen zamansal ifadeleri Zamanın Daralması başlığı altında toplayabiliriz. Buraya denk düşen ifadeler, protez zamanın temel düşman haline gelmesi, kişiyi kendine mahkum etmesi, sıkıştırması, daraltması üzerine kuruludur. Bu tip ifadelerin yansıtabileceği düşüncelerden bazıları şunlardır:
*Zamanın darlığı ve yetersizliği (“zaman hiçbir şeye yetmiyor”, “zaman sıkıştırıyor”)
*Zamanın sınırında olma (her an işi bırakacak gibi olma, her an işin sonu gelebilir diye bekleme)
*Zamanın hapsinde olma (aileyi bile görememe, kader mahkumu olma, çile çekme, molada “son bir sigara” içme)
*Zamana yetişememe (işe geç kalma, artık direnmek için geç olduğundan yakınma)
*Zamanı kontrol edememe (“zaman bize göre akmıyor”, “zamanı durdurmak isterdim”)

3. Eşitlikçi özdeşleşme düzeyinde işçileşme aşamasında üretilen zamansal ifadeleri Tanıma ve Hatıra Oluşumu başlığı etrafında toplayabiliriz. Buraya denk düşen ifadeler, protez zamanın ve işçiliğin tanınması, bunun üzerinden geçmişte ve şimdide ortak hatıralar oluşturulması üzerine kuruludur. Bu tip ifadelerin yansıtabileceği düşüncelerden bazıları şunlardır:
*Zamanı ve işçiliği tanıma (“kim dost kim düşman tanıdık”, “işçisiz kalkınma olmaz”, “vardiyalarımız ortaklaşmalı”)
*Geçmişi hatıraya dönüştürme (“öfke ve sorunlar birikti”, “sözler tutulmadı”, “işveren şöyle şöyle yollar denedi”)
*Güncelden hatıra oluşturma (“bundan sonra kimse aynı olmayacak”, “işçiler mücadeleyi unutmayacak”, “artık meslek hastalığında maaştan kesinti yapılmayacak”)
 Bu ifadeler işçilik durumunun etrafında dolaşırken bu durumu tekrarlayan ifadelerdir. 

4. Eşitlikçi özdeşleşme düzeyinde işçileşmeye direnme aşamasında üretilen zamansal ifadeleri Hafıza Oluşumu ve Zamanın Kırılması başlığı altında toplayabiliriz. Buraya denk düşen ifadeler, protez zamanın yeni bir işlev yaratması (sınıf hafızası); şimdinin, geçmişin hatırasını ve gelecek potansiyelini birlikte taşır hale gelmesi; hatırlamanın geride bırakmaya, geride bırakmanın da ileriye bakmaya işaret etmesi üzerine kuruludur. Bu tip ifadeler metafor olarak düşünebilir ve şu tür düşünceleri yansıtabilir:
*Alternatif tarih ve gelecek yazımı (“kahrolsun bağzı şeyler”, “ölmek var dönmek yok”, “bu daha başlangıç”)
*Hafızanın mekânsallaşması (park, meydan,“her yer taksim her yer direniş”)
*Hafızanın eylemselleşmesi (işgal, grev, kolektif üretim, forum)
*İş dışı zamanın iş zamanını bozması (iş bırakma, grev, parkta meydanda sabahlama)
Bu ifadeler işçilik durumunun bilgisini taşımakla birlikte bu durumun kendisinin aşılmasına yönelik eğilimler de barındırırlar ve katman katman yoruma açılabilecek sembol niteliği taşırlar. 

Sınıf Siyasetinin İşlevine Dair

Sınıf bozuşumu, hafıza işlevinin sakatlanmasıyla birlikte hatıralara takılmaya, hatıraların bozulmasıyla birlikte hatıraların boşluğunda sıkışmaya, sıkışmanın kaldırılamaması ile birlikte protez zamana yapışmaya doğru giden bir süreçtir. Bozuşum; hafızayı ketleyen, unutturan, sıkışmaya katlanma kapasitesini zayıflatan aracı unsurların (güvencesizlik, denetim, şiddet, ikame doyum araçları, hiyerarşik ideolojiler, vb.) etkisinin yoğunluğuna ve aksi yöndeki eğilimleri destekleyen unsurların (yaşam güvencesi, emekten yana adil kurumlar, seçilebilir doyum araçları, eşitlikçi ideolojiler, vb.) göreceli zayıflığına işaret eder. Sınıf oluşumu ise yapışmanın sıkıntıya, sıkıntının hatıralara, hatıraların da yeni bir hafıza organına çevrilmesi sürecidir. Oluşum; sıkıntı veren, sıkıntıdan anlam yaratan, anlamdan düş yaratan unsurların etkisinin yoğunluğuna ve aksi yöndeki eğilimleri destekleyen unsurların göreceli zayıflığına işaret eder. 

Sınıf siyaseti de, sınıfın, kapitalizmle birlikte kendini bile yıkacak kadar olgunlaşmasına katkıda bulunmayı amaçlayan bir unsursa eğer, kapitalizmin zamanından devrimci bir sınıf hafızasına doğru giden yolu inşa etmek onun temel gayelerindendir. O halde bu amaç çerçevesinde sınıf siyasetini (ve kendimizi) mahalli sınırları aşarak tüm işçileri evrensel olarak kesen zaman meselesine daha yakından ve sistematik biçimde bakmaya davet etmek anlamsız olmayacaktır. 

-----
[1] Bu metinde, Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Toplantıları Dizisi kapsamında 21 Temmuz'da yaptığım “Süreç Olarak Sınıf: Sınıfı Oluşturan/Bozuşturan Ortak Mekân Olarak Zaman” sunumunda yer alan temel fikirleri, içeriğe daha uygun bir başlık çerçevesinde sunmaya çalışıyorum. 

[2] Bu bölümde özetlenen tezlerin daha detaylı bir anlatımı ve her aşamaya denk düşen sınıf deneyimi ifadesi örnekleri için bkz. https://viraverita.org/yazilar/kapitalist-uretim-iliskilerinde-sinifin-ruhsalligi-kavramsal-ve-yontemsel-oneriler

[3] Parantez içindeki ifadeler ve temalar, farklı sektörlerde çalışan kişilerin güncel söz ve eylemlerinden, alt başlığın olası içeriğine dair bir fikir vermesi amacıyla sadeleştirilerek buraya alınmıştır.   

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Başkanlar, patronlar ve reklamlar: Ali Koç başkan mı değil mi?

Eylem Akçay

Fenerbahçe başkanı Ali Koç, FB TV’de katıldığı “Camiaya Sesleniş” programında sunucuyla şakalaştı. Kendisi Fenerbahçe başkanı sıfatıyla sınırlandırılamayacak bir “Ali Koç” olduğu için, bu şakası karmaşık duygular ve tepkiler yarattı. Olay şöyle gerçekleşti:

Ali Koç: Bir yenilikten daha bahsetmek istiyorum, stadyum turu.
Sunucu: Sayın başkanım, stadyum turuna geçmeden yine kısa bir reklam arası var...
Ali Koç: Buna geçmem gerekiyor, çünkü bu konuyu bitirmemiz lazım.
Sunucu: Peki
Ali Koç: (3 saniye bekliyor, hafif bir gülümsemeyle) Reklam kaçmıyor, bekler biraz. (5 saniye daha bekliyor) Ben başkan değil miyim? (Gülüyor)
Sunucu: Tabii ki. (Gülüyor)
Ali Koç: (2 saniye bekliyor) Şimdi şaka bir yana, kısaca onu da söyleyeyim... (35 saniye kadar stadyum turundan bahsediyor, Fenerium'un henüz lansmanı bile yapılmayan bir etkinliğinin reklamını yapıyor, taraftar ödül olarak yöneticilerle maç seyredecek vs.) Şimdi reklama girebiliriz.
Sunucu: Peki. Sayın başkanımızın izniyle reklam arası veriyoruz...


Ali Koç’un bu kısa, espirili gerginlik anında düşüne düşüne konuştuğunu, sunucununsa cevaplarının hızla ve biraz telaşla verildiğini de not edelim. Gazetelerde ve sosyal medyada çoğunlukla bu şakalaşma beğenildi. Bazıları Ali Koç’un sunucuya fırça attığını ve sonra ortamı şakayla yumuşattığını yazdı. Camiaya Sesleniş başlığı, Özal’ın icraatlarını anlattığı “Ulusa Sesleniş” programlarını andırıyor. Yeni ve sevilen başkan, takımın televizyonundan taraftarlara icraatlarını anlatıyor bir anlamda. Sonuçta başkan, değil mi?

Patronu tanıyor muyuz?
Hikayeye göre kral bir gün bahçesinin ne kadar güzel olduğunu fark eder ve tek başına dolaşmaya karar verir. Bahçede, beklendiği gibi bahçıvanla karşılaşır. Ama adamı tanımaz, kimsin sen, nasıl girdin bahçeme diye sorar korkuyla. Bahçıvan, “kralın bahçesinde” hangi çiçeğin nerede olduğundan kralın soyuna sopuna, neyi sevip neyden kaçındıklarına kadar kral hakkında her şeyi bildiğini söyler. Kral on yıllardır “bahçesinde” çalışan bahçıvanı tanımaz, ama bahçıvan kralı kraldan bile iyi tanır. Şimdi biz de Ali Koç’u kendisinden iyi tanıdığımızı iddia edeceğiz. Ali Koç’un o sıra ne hissettiğini, ne düşündüğünü, onu neyin kızdırıp neyin gülümsettiğini biliyoruz. Çünkü işçiler hem işçiyi hem patronu iyi bilmek zorundadır. Patronların böyle bir zorunluluğu ve becerisi yoktur. Dahası, işçileri ve işçilerin gözünde nasıl göründüklerini bilselerdi işçileri yönetemezlerdi. Bu yüzden tüm bir kişisel gelişim, liderlik, işçi yönetimi yazını derin analizler yerine görünen davranışların takibi ve olasılık hesapları üzerine kurulmuştur.  Bir patron bir işçiyi yönetip yönetmediğini ancak işçinin uyumlu davranışlarından anlayabilir. Onun “gerçekte” ne düşündüğünü, ne istediğini, arkasından iş çevirip çevirmediğini bilemez. Sistemin işleyebilmesi, yani işçinin yönetilebilmesi sadece işçinin patronun “gerçek” talep ve arzularının farkında olması ve onlara cevap vermesiyle mümkündür. Patronu ve kendini iyice bilemeyen bir işçi de, kendisine verilen her emri, “gerçekte” ne istendiğini anlamadan harfi harfine uygulamaya çalıştığı için sistemi krize sokan Aslan Asker Şvayk gibi olur. Sistem tıkır tıkır işliyor, biz Şvayk değiliz, demek ki Ali Koç’u gayet biliyoruz.

Ali Koç’u nasıl biliyoruz? Birlikte çalışan, bir yerde karşılaşan insanlar onun (diğerleri gibi?) kibirli, burnu büyük olmadığını, saygılı davrandığını söylerler. Fenerbahçe seçiminde gönüllere taht kurdu, iyi bir referans bu. Bir defasında da kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğini söylemişti, yani tartışan, okuyan, eşitsizliği dert edinen, bunun kaynaklarının toplumsal yapıda ve kapitalizmde olduğunu söyleyebilen sıradışı bir patron. Şöyle konuşmuştu G20 zirvesi öncesinde: “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir. ... Küreselleşmenin insan tarafı yok” Yani bahçıvanını tanımayan kralın aksine işçinin ne yaşadığının farkında olan bir patron görüntüsü çiziyor. Acaba aykırı patron Ali Koç, işçiyi, onun “gerçekte” ne istediğini biliyor ve önemsiyor mu? Peki, böyle bir patron, yönetebilir mi?

Ali Koç, Otomatik Patron
FB TV’deki resme geri dönelim. Ali Koç, sunucuya ilk anda “konuşacağım” dediğinde, kimilerine göre sözünü reklamla kesen sunucuyu fırçaladığında, patrondu. Karşısında bir çalışanı vardı sanki. Belki de “sesleniş”in ciddiyetini fark edememiş ve Ali Koç’un programa gelmesini reklamdan gelecek gelir için değerlendirmeye çalışan bir işçi. Patronun “gerçekte” ne istediğini anlayamayan, kulağına gelen reklam emrini harfiyen uygulayan bir Şvayk belki. Elbette reklam sunucunun değil, işletmenin ve o an işletme adına kulağına fısıldayan görevlilerin talebi, bu yüzden aslında “patronun”/işletmenin ne istediğini biliyor. Ama kendisi “başkan” (lider?) olmadığı ve karşısında bir başkan olduğunun farkında olmadığı için Ali Koç’un sözünün bitmesini bekleme inisiyatifini kullanamıyor. Patronları arasındaki ve patron ile işletmenin ekonomik ihtiyaçları arasındaki hiyerarşiyi doğru kuramıyor. Tabii karşısındaki “gerçek” patrondan fırçayı yiyor.

Okuyucuya ilk anda provokatif ve beylik gelecek şu ifade: Ali Koç’un bu fırçası, yapısal bir şiddet gösterisidir. Patronun işçiye uyguladığı şiddet. Ahmet Çakar ve Hıncal Uluç gibi spor programı adamlarının arasındaki yer yer küfürleşmeye yaklaşan saldırganlık gösterileri için aynı şey geçerli değil. Bir futbol programında horozlar gibi birbiriyle didişen yorumcular birbirlerinin eşitidirler. Kimin kimi yendiğinden bağımsız olarak sergiledikleri şiddet yapısal bir nitelik taşımaz -mesela biri diğerine küsebilir ama onu işten çıkarma yetkisine sahip değildir. Ama patron Ali Koç ve sunucu birbirinin eşiti değildir. O patronun sunucuyu işten çıkarabilecek olması değil burada mesele, muhtemelen Ali Koç bunu yapamaz veya yapmazdı. Patronun patron olması, işçinin işçi olması yeterli. Ali Koç kendi yaratmadığı toplumsal eşitsizliğin ona bahşettiği gücünü kullanıyor, şiddet uygulayarak sunucuya “peki” dedirtiyor, bunu refleks olarak yapıyor. Nitekim, Ali Koç otomatik olarak, sınıfsal konumundan dolayı ortaya çıkan bu şiddetin ve bunun dışarıdan kibir gibi göründüğünün farkına bir iki saniye içinde varıyor. Ali Koç kibir sergiledi, ama sınıfsal bir kibir bu. Eşitsizliğin kaynağı kapitalizm, insan yok burada. Ali Koç kendi şiddetinin faili bile olamıyor. Bu kibirli ama çaresiz görüntünün silinmesi gerekiyor. Bu Ali Koç için gerekli, kendisiyle kurduğu ilişki için gerekli. Bir iki saniye sonra bununla başa çıkmak için “reklam bekleyebilir biraz” diyor. Ama tam bir çözüm olmuyor.

Patron mu döver, başkan mı?
Daha ileri gitmeden burada biraz resmi donduralım. Ali Koç reklam bekleyebilir diyerek ilk önce meseleyi işçi-sunucuyla patron-alikoç arasında bir mesele olmaktan çıkarmayı deniyor. Reklam dışsal bir mesele, sunucu dışsal bir zorlamayla sohbeti bölmeye çalıştı. Ali Koç bunun farkında, sunucu kendi kendine karar vermiyor, işletmenin kararlarını ve ekonomik zorunluluklarını yansıtıyor sadece. Ama Ali Koç ikisi aynı yere çıkan iki çelişkiyle karşı karşıya kalıyor. İlkin, sunucuyla aralarındaki eşitsiz ilişkinin oyunun dışına çıkarılması için reklama başvuruyor, ama böylece sunucuyu Ali Koç’un yönetmediğini, Ali Koç’tan daha güçlü bir şeyin (bir büyü gibi) yönettiğini kabul etmiş oluyor. Yani hikayedeki kralın aksine işçiyi ve onun ne yaşadığını görmesi, işçiyi yönetebilmesinin önüne geçiyor. Ama eğer sunucuyu Ali Koç veya seslenişin ciddiyeti yönetmiyorsa kim yönetiyor? Ali Koç her ne kadar aksini söylese de aslında reklam bekleyemez. Ekonomi, kapitalizm, eşitsizliği gören ve işçisini yönetmekten bir süreliğine vazgeçebilen bir patronun boşalttığı yeri hemen dolduruyor. Ekonomi, reklam, reklama girme zorunluluğu, sadece işletmeyi ve  sunucuyu değil, Ali Koç’u da yönetiyor. Patron, patronluğunu yaşayamıyor. O kadar ki, reklam bekleyebilir diyen Ali Koç, aslında etkili bir Fenerium reklamı yapmak üzereyken sözü kesildi, “stadyum turu” reklamı, reklam kuşağından sonraya kalarak bağlamını kaybetme riskiyle karşı karşıya bırakıldı diye sinirlenmişti: Reklam bekleyemez.

Resmi oynattığımızda, ekonomik zorunlulukların işçisi kadar kendisini de rehin aldığı gerçeğiyle yüzleşen Ali Koç’un bu noktada biraz daha uzun beklediğini görüyoruz, düşünüyor. Ardından o cümle geliyor: “Ben başkan değil miyim”. Ali Koç, apaçık olan bir şeyi söylüyor: Elbette başkandır. Ama bunu söyleyerek reddediyor, o diğer başkanlar gibi kontrol delisi değil, ne yaptığının, nasıl göründüğünün farkında, bununla ve kendisiyle dalga geçebilir. Bu onu daha güçlü bir lider yapar hatta, kişisel gelişim söylemleri böyle şeylerle dolu. Ama belki de tam tersine bu cümleyi böyle bir ironi değil, bir arzunun dışavurumu olarak görebiliriz. Ali Koç, reklamın gücü karşısında “başkan” olmak istiyor. İşletmeyi ve sunucuyu -ve bizzat kendisini- yöneten reklamı yönetmek istiyor. Başkan böyle bir şeydir: Ekonominin onu yönetmesine izin vermez, o ekonomiyi yönetir. “Olması gereken” faizleri artırmaktır denir, ama o buna engel olur. Hatta ekonominin başına tümüyle bizzat yönetebileceği imajını garanti eden birini getirir. İhaleleri tanıdıklarına verir, serbest rekabeti falan önemsemez. Böylece ekonomiden üstün olduğunu gösterir aslında. Uluslararası ekonomik ilişkilere “olması gerekenin” aksine çelikten alınan gümrük vergisini artırarak yön verir, tepkilere aldırmaz. Modern kafesi karizmasıyla kıracakmış gibidir. Başkan böyledir, her ne kadar bir noktada bazı şeylere zorlanması mümkün olsa da zorunluluğu oyun dışına çıkarma, hatta olağanüstü hal ilan ederek keyfiyeti hükümdar kılma imkanı bu görüntünün korunmasına bağlıdır. Neyse ki Çin vardır, neyse ki dış güçler ve hainler vardır her zaman. Ali Koç’un reklam bekleyebilir’inin aksine, bir başkan meseleyi kişiselleştirir, bizzat yönetir.

Uygulamalı Psikoekonomi Bilimi
Kapitalist kurallar apaçık olsa da başkan olarak onlara direnebileceğini göstermek için sunucuya sen zorunluluklarını boşver, benim sözümü dinle, diyor aslında Ali Koç. Ekonominin altında ezilen biri için bu çekici bir çağrı olabilir: Ekonomiye tek başına kafa tutamayan ve onun yıkıcılığını tıpkı bir doğa olayı gibi yaşayan biri, fırtınaya tutulan birine göre daha fazla çaresizlik hissedecektir. Alışverişe yani insan ilişkilerine bağlı olan ekonominin doğa gibi kutlu görülmesi de pek mümkün değil. Uyum gösterdiğim takdirde şiddetini bana değil ekonomik ekolojiye yönlendireceği vaadinde bulunan bir başkana inanmayı tercih edebilirim. Ali Koç başkan bir yandan da kendisinin başkan değil patron olduğunu açığa vuran kibirli sınıfsal görüntüsüyle baş etmeye çalışıyor. Bu hamlenin başarılı olması için “şaka bir yana” diyerek ironik vurguyu artırıyor. Artık sunucuyu az çok tavlamışken “stadyum turu” reklamını gönül rahatlığıyla yapabilir. Ama uzatılan reklam konuşması bittiğinde yine bir pozisyon almak gerekecek.

Ali Koç, konuşmasının sonunda hiç tereddüt etmeden maruz kaldığı durumu tercihi haline getiriyor. İşçiyi gören, kapitalizme karşı insan olmayı seçen bir patron ya da takımımız kazansın diye sözünün reklamla kesilmesine ses çıkarmayan bir fenerbahçe gönüllüsü pozisyonunu koruması beklenemezdi. Bunun yerine reklama/ekonomiye kafa tutarak öncelikleri yönetebilecek bir başkan olmayı; ekonomiye yenilmeden patron olamayan ve patron olmadan da işçiyi yönetemeyecek çelişkili bir pozisyonu denedi. Apaçık zorunluluklardan sonra yine bir tercih yapmalıydı.

Nihayet yöneten-ekonomi ve yöneten-başkan seçeneklerinin ikisini birden uygulamaya karar veriyor. Kibirli patron olmaya yeniliyor çünkü işçinin yönetilebilir olmasını seçiyor. Onu yönetebilmek için ekonomik öncelikleri sıralama vaadinde bulunabilir veya faizin, enflasyonun, merkez bankasının nasıl olacağı konusunda emirler verebilir. Bu yüzden sunucu-işçisine reklam talimatını veriyor, zaten sunucu da patron-başkanın izniyle reklama gittiklerini söyleyerek vurguyu artırıyor. Artık iki eşit kişi değiller. Gülüştük, şakalaştık, ama artık patronun kim olduğunun belli olması gerekiyor. Reklam/ekonomi beklemez, evet. Ama reklamın gecikmeden gelmesi için patronun güvence olması, ipleri eline alması, reklamları ve sunucu/işçileri sıraya dizebilmesi gerekir.

Bütün bu hikaye bize ne gösteriyor derseniz, ekonomi ve psikoloji aynı yerdeler işte, üst üsteler, çakışıyorlar, onu görüyoruz, derim. Ali Koç, toplamda 35 saniyelik bir süre içinde aynı anda bir birey olmakla sınıfsal bir pozisyonu doldurmanın, insan olmakla patron olmanın nasıl çeliştiğini ve nasıl mümkün olduğunu anladı, pratiğini yaptı, bize de gösterdi. İzin verilseydi Ali Koç aşk acısı veya varoluş çelişkileriyle uğraşmayı tercih edebilirdi. Ama şimdi patron olarak ekonomi karşısındaki güçsüzlüğüyle, patronluktan kaynaklanan yönetme kibrinin yönetilme acizliği karşısındaki çelişkisiyle uğraşmak zorunda. Aşk ve kapitalizm karşıtlığı belki hâlâ onun bu zorunluluktan kaçarak sığınacağı adacıklar olabilir, ama Fenerbahçe bu adacıklardan değil. Fenerium sağolsun, Fenerbahçe ekonomik zorunlulukları yönetme zorunluluğuna tahvil edebilir. İnsanın sürekli içinde bulunduğu, bir an dinse de geri geleceğini hep bildiği ruhsal fırtınanın içinde Fenerium ve FB TV’nin temsil ettiği sıradan kapitalist tahakküm ilişkilerinin bir insan, bir patron ve bir başkandan müteşekkil oyuncularca icra edildiği bir temsile şahit olduk. Bu bir temsildir: Bir gösteridir, “show business” deyin isterseniz. Ama temsil de eder: Patronun/ekonominin karar yetkisinin ve belirleme gücünün temsilcisidir. Ruhumuzla piyasanın ortak sahnesinde sergilenen, sadece kulisinde değil içinde de birçok kararlar alınıp uygulamaya konan bir tiyatro gösterisi.

Gördüğünüz gibi patronu gayet iyi tanıyoruz. Peki sunucuyu tanıyanınız var mı? Daha doğrusu, aranızda sunucuyu biraz olsun tanımayan var mı?