7 Mayıs 2022 Cumartesi

Kemal Can'la Söyleşi: Formel Siyaseti Takip Etmenin Yolları ve Sol Siyasetin Güncel İki Gündemi Üzerine

Önümüzdeki seçimlerin, formel siyaset tarzlarının ve sol siyasetin ufkunun önemli tartışma konularından olduğu bugünlerde Kemal Can'la bu gündemler üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Katkısı için kendisine tekrar teşekkürler. 

ESD:
Sol perspektife sahip olmanın bizi, formel siyaset üzerine düşünmekten, onun gelişimini ve farklı yönlerini analiz etmekten, toplumsal siyasetin önünü açan veya kapayan özelliklerini tespit etmekten alıkoymayacağı düşüncesine katılacağınızı tahmin ediyorum. Dolayısıyla siyasi olarak taraf olmak ve solda durmakla, formel siyaseti takip edip yorumlamak arasındaki ilişkiye dair görüşlerinizi merak ediyorum. Sadece gazetecilik, akademisyenlik, araştırmacılık gibi özel bir meslek/uzmanlık için değil de, aynı zamanda daha genel olarak sol perspektife sahip insanlar ve belki de topluluklar için düşündüğümüzde bu perspektif, sizce, bu alana dair yorumlarımızı nasıl şekillendirebilir? Ona nasıl çerçeveler, sınırlar çizebilir? Tersinden, bu takip ve yorum faaliyeti sol perspektifimizi nasıl besleyebilir veya hangi koşullarda fakirleştirebilir? Bağımsız eleştirel düşünceye izin veren bir yorum faaliyetiyle, düşünsel mesafenin belirsizleştiği bir yorum faaliyeti arasındaki ayrımı siz neye göre yaparsınız?


KC: Sizin tanımladığınız gibi formel siyaset veya daha sık kullanıldığı biçimde reel (ana akım) siyaset, özellikle Türkiye’de çok yüksek bir ilgiyle karşılaşılan ana gündem başlığı olması yanında, toplumsal ve iktisadi dinamikleri takip açısından da önemli bir alan. Hangi siyasi perspektiften bakılırsa bakılsın, bu alanın analitik biçimde izlenmesi, ülkenin içinde bulunduğu duruma ve bunlarla ilgili üretilebilecek siyasete ilişkin dikkate alınması gereken verimli bilgiler sağlıyor. Elbette dünyayı, hayatı bütün ilişkileriyle anlamak ve bu ilişki örgüsüne bağlı olarak toplumu dönüştürmek iddiasındaki solun, böyle bir kaynağa ilgisiz kalması beklenemez. Ülkenin iktisadi, toplumsal hatta kültürel dinamiklerinin ip uçlarını formel siyasi alanda yakalamak, değişim ve değişim potansiyelinin izini sürmek mümkün.

Özellikle Türkiye’de seçimlere çok yüksek katılım oranlarıyla da çok açık biçimde gördüğümüz gibi, formel siyaset hemen her kesimin kendisini dolaylı ifade etmesinin neredeyse tek zemini olarak algılanıyor. Bunun siyasetin örgütlenme biçimi ve toplum-devlet ilişkisinin geleneğinden kaynaklanan çeşitli tarafları var. Yalnız Türkiye’de siyaset, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen ve taban dinamiklerinin kolayca formel alana yön verebildiği veya doğrudan etkilediği biçimde işlemiyor. Bu yüzden, gündelik siyasette olup bitenleri, açıklamaları, taktik ve stratejik hamleleri veri alarak ve anlık dalgalanmaları değerlendirerek varılacak sonuçlar çok isabetli olmayabilir. Hatta bu alanın çoğu zaman sahte hareketliliği yanıltıcı olabilir. Burada kastettiğim yanılma riski, çok sık kullanıma giren perde arkası kulisler ve siyasi mühendislik çabalarıyla sınırlı değil. Elbette onlara da dikkat etmek fena olmaz ama daha çok sürecin ve sürekliliğin takibi önemli. Siyasetin kendiliğinden kurmadığı veya henüz kurulamamış ilişkileri süreçleri takip ederek fark edebiliriz.

Dolayısıyla, güncel siyasi alanın takibi, onun sınırlarıyla kısıtlı olmama iddiasındaki bakış açıları için önemli kaynak. Ancak buradaki kritik nokta, reel siyaset alanını bir veri kaynağı olarak okumaya çalışmakla, onun kolay sonuçları çağıran çekiciliğinin akıntılarına kapılmak arasındaki dengeyi doğru yönetmek. Çünkü formel (reel) siyaset çok renkli ve hareketli ama bir o kadar da yanıltıcı bir gösteri sahnesi aslında. Orada olup bitenleri bağlamları içinde ve genel ekonomik, toplumsal, siyasal dinamiklerle ilişkisini kurmadan, her şeyi belirleyen bağımsız değişken gibi ele almak, eğlenceli veya heyecanlı bir sapmaya sebep olabilir. Bu yüzden, siyasi alandaki gelişmeleri aşırı güncel okumalarla sınırlı olarak değerlendirmemek ya da anlık gelişmelere fazla anlam yüklememek gerekir. Uzun erimli süreçlere bakmayı ve farklı parametreler açısından sürekli eleştirel taramaya tabi tutulması gereken bilgiler bunlar.

ESD: Sol siyasetin güncel iki gündemine dair birer soru sormak istiyorum. İlk sorum "bağımsızlık" meselesi üzerine olacak. Birinci soruyla da bağlantılı olarak, sol perspektifin ve siyasetin düşünsel bağımsızlığını siz hangi kriterler üzerinden düşünürsünüz ve bu niteliğe nasıl bir önem atfedersiniz? Bağımsız sol eleştirel düşüncenin korunmasının koşulları nelerdir ve dolasıyla içine yerleşeceğimiz çerçeve nelerden oluşur sizce? Bu çerçevedeki aksamalar için gözlemleyici ve onarıcı mekanizma önerileriniz olur mu?

KC: Sol siyasetin dünyayı algılayışında, ekonomik, toplumsal ve siyasal alanın ana çatışma noktalarına dair yaklaşım belirleyicidir. Bu açıdan, çok eski ve köklü siyasi tutum olmanın yanında, yarattığı birikimle hemen bütün bilim alanlarını etkilemiş çok önemli bir kavrama yöntemi olduğunu unutmamak gerekir. Çok kabalaştırırsak vicdanla veya ahlakla ilgili tarafı dünyayı dönüştürme arzusunu, akılla ve bilimle ilgili tarafı ise dünyayı anlama çabasını özetler. Uğradığı ağır saldırılara rağmen, hem siyasette hem bilimsel alanda tedavüldeki kavramların çok büyük bir kısmı, sol düşünce dünyasının ürünüdür. Sol siyaseti, solda durmayı veya soldan bakmayı tereddütlere yer bırakmayacak kadar net biçimde çizen hatlar var. Son elli yıldır sistemli biçimde artık geçerliliği kalmadığı propaganda edilen sağ ve solun hala son derece tanımlayıcı ayrımlar olması da bu yüzden. Ancak bu net çizginin sol tarafına geçildiğinde, öncelik, yöntem ve araçları konusunda hiç de küçük olmayan farklar ortaya çıkıyor. Karşıtları tarafından solun zaafı olarak işaret edilen ama aslında sol içinde bile yeterince fark edilmeyen, yeterince değerlendirilemeyen bir zenginlik bu.

İnsanların eşit, özgür ve adil bir dünyada yaşamaları, mevcut olan koşullarda daha iyi bir konum kazanma mücadelesi yerine dünyanın daha iyi bir yer haline getirilmesi, yani değiştirme ve dönüştürme iradesi en temel sol motivasyon. Çok kabalaştırırsak; kendiliğinden sahip olunan ırk, din veya gelenek gibi hazır sosyal sermaye üzerinden siyaset tarifi sağı; kazanılması, üretilmesi, kurulması gereken eşitlik, adalet gibi kurulacak sosyal sermayeye dayalı siyaset tarifi ise solu anlatır. Sol bunu başarmak için, bu geleceğin önünde yer alan engelleri, bu engellerin aralarındaki ilişkileri ve sorunu yaratan temel çatışmaları, sürekli yeniden tarif ederek, değişimleriyle birlikte anlamaya çalışmak zorunda. Dolayısıyla, sol siyaseti kurarken temel çatışmaları, oradaki ilişki örgüsünü ve değişim dinamiklerini anlama biçimi ve yöntemleri, bunu dönüştürmek için kurulacak siyasetin yönünü de belirliyor, belirlemeli. Sol, olanı anlama çabasında kendisinden hatta kısa ve uzun vadeli hedeflerinden bile zaman zaman bağımsızlaşmak zorunda. Bu yüzden eleştirellik, solun sadece baktığı alana ilişkin bir mesele değil, kendisine dönük olarak da sürekli yenilenmesi gereken bir durum. Formel siyasetle ilişkide eleştirellik yanında bir de mesafe sorunu var. Gündelik siyaseti fırsatlar penceresinden ve sadece kısa vadeli taktik imkanları taramak için takip etmek sorunlu pozisyonlara neden olan sığ bir tutum. Yani gündelik siyasetin akışına kapılıp sürüklenmek kadar, selden gelecek kütükleri kapmak için kıyısında durmak da yanlış.

ESD: Diğer sorum ise solda "kuşaklar arası geçişsizlik" meselesi üzerine. Solcu arzu ve fikirlerin toplumsallaşmasının önündeki bir engelin de, solda -tıkanıklık, iletimsizlik, ret, deneyimin aşırı iletimi, aynılaşma beklentisi gibi eğilimler şeklinde ortaya çıkan- kuşaklar arasında yaşanan bir geçiş "krizi" olduğuna katılır mısınız? Böyle bir zorluğun ve geçişsizliğin aşılması sizce hangi yollardan geçerek, tarihte daha çok nereye ve hangi deneyimlere bakarak, ne türden yeni ilişkilerin peşinde olarak mümkündür?

KC: Sol siyasal düşünce geleneğinin uzun yıllar boyunca pek çok alanda etkili olmasını sağlayan özelliklerinden biri, genç kuşaklarla ve toplumun en dinamik kesimleriyle ilişki becerisiydi. Hatta kimi zaman bir sınıf hareketi olmaktan çok gençlik hareketi gibi görünmesine neden olacak kadar belirgin bir özellikti bu. Çeşitli nedenlerle kalıcılaştırılamamış, araçları ve örgütlenmesi tamamlanamamış bu yetenek zaman içinde hayli zayıfladı. Bunun sol düşüncenin iç sorunlarından, dil problemlerinden, intibak kabiliyetinden ve dünya dengelerindeki değişimden kaynaklanan oldukça karmaşık nedenleri var. Özellikle neoliberal politikaların ürettiği siyaset mimarisi ve post modern fikri iklim, bu sonuçta önemli pay sahibi. Son elli yıldır, solun başarısızlıkları kadar, solun itibarsızlaştırılması için gayet sistemli biçimde yürütülen çabanın başarısından da bahsetmek gerekir. Bunun temiz bir başarı olmaması, sonuç almış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Aynı şekilde geçerli bahaneleri olması da solun hatalarını kapatmıyor.

Oluşan bu temas zafiyetinin kuşaklar arası aktarıma yansımaması, dil ve heyecan kaybı yaratmaması beklenemezdi elbette. Küreselleşme ve bilginin dolaşım hızı, beklenenin aksine ilişki zeminlerini, örgütlü toplumu desteklemedi. Tam tersine ayarı kaçmış bir bireyselleşme taarruzu eşliğinde, yüksek bir atomizasyon yaşandı. Emek örgütlenmesinden sivil topluma kadar geniş bir alanda örgütlenme gelenekleri zayıfladı. Bilgi ve deneyim aktarım kanallarındaki değişim sanal ilişki zeminlerini genişletirken, dönüştürücü temas alanları daralttı. Daha çok şeyden haberi olan ama daha az şeyle ilgilenen, ilgilendiği şeylerde de derinleşmeyen bir bilgi ve iletişim atmosferi ortaya çıktı. Kaçınılmaz olarak, örgütlenme ve ilişki yeteneğini bu yeni duruma uyarlayamayan sol, sadece geleneğe yaslanarak kendisini koruyamadı. Sol ilişki ve nüfuz etme kabiliyeti yüksek bir fikri dalga olmaktan çıkıp kapalı bir kimlik aidiyeti gibi savunmacı bir alana sıkıştı. Bu savunmacı karakter en güçlü tarafı olan ütopyayı cılızlaştırdı. Soruda bahsettiğiniz pek çok komplikasyon, bu kapanma halinin yarattığı iletişim sorunları.

Bu sorunları aşmak için öncelikle ütopyayı geri çağırmak, ütopyayı yeniden herkesi çağıracak bir heyecanın aracı haline getirmek için de anlama çabasını zenginleştirmek gerekiyor. İmkansız olanı istemenin gerçekçi olduğunu birilerine anlatabilmek için, önce buna yeniden inanmaya başlamak gerekiyor. Bilindiğine inanılan cevapları savunmak yerine hiç bitmemesi gereken anlama ve anladığından cevap bulma çabasına yeniden ivme kazandırmak lazım. Bugün küreselleşme ile ortaya çıkan popülist sağ otoriterlik dalgası, ırkçılıkla beslenen sağ faşizan moment, solun kolayca ilişki kurabileceği cevapsızlık atmosferini kullanıyor. Biriken itiraz potansiyeli ise hem Türkiye’de hem de dünyada aslında kuvvetli bir sol dalganın hamle edebileceği boşluğun devam ettiğini gösteriyor. Ancak son olarak, sorunlu ve biraz da maksatlı bulduğum tersine kuşak çatışması ya da ageism kışkırtmalarının da, sorunu algılamaktan çok çarpıtmaya hizmet ettiği örnekleri sık görmeye başladığımı söylemeliyim.

13 Nisan 2022 Çarşamba

Başka bir tebliğ mümkün

Eylem Akçay

Son zamanlarda içki ile ilişkilendirilen mekânlarda ve ramazanın girmesiyle de toplu taşıma araçlarında tebliğ adı verilen, uygulayıcılarının bir ibadet gibi gördüğü söylenen bir pratik yaygınlaşmış görünüyor ve iktidara muhalif kişilerin tepkisini çekiyor. Tebliğlerin bu mekânlarda bulunması beklenen “yoldan çıkmış” insanları dine çağırma konusunda etkili olmasını herhalde tebliğcilerin kendileri pek de beklemiyor olmalı. Nitekim yaygınlaşan görüntülerde sükunetle rabbin emrini yerine getirdiklerini, tebliğ ederek ruhlarını kurtardıklarını ifade ediyor ve mekânı terk ediyorlar.

Bu faaliyetin münferit arzularla, sadece allah rızası için bireysel bir kararla yapıldığına inanmak çok kolay değil. Eğitim ve kadro gerektiren bir faaliyet bu. Ders vermek için ders almış olmak gerekir. Öyleyse tebliğden beklenen “siyasi” veya “örgütsel” çıkar ne olabilir? Tebliğciler esasen kime sesleniyor, kimi “doğru yola” sevk etmeye çalışıyor? Bu soruya kestirme bir yanıt vermeyi deneyelim: Tebliğciler tebliğciliği örgütlüyor olabilir.

Muhaliflerin onlara verdiği öfkeli tepkinin hedefinde tebliğcilerin kendisinden daha fazlasının olduğunu düşünmek için de nedenlerimiz var. İktidarın toplumsal sorunlarla başa çıkmada zorlanmaya ve gündem yaratmada eski gücünden kaybetmeye başladığına dair işaretleri dikkate alırsak, tebliğ faaliyetinin iktidara muhalif insanların gözünde nihayetinde iktidarın pervasızlığını temsil ettiğini düşünebiliriz. Tebliğ faaliyeti yoldan çıkma tehlikesi içindeki iktidar yandaşlarına düşmanı hatırlatabilir: Tebliğcilere verilen tepkilerin iktidara yönelik tahammülsüzlüğü “halka”, dini bütün vatandaşa yönelmiş bir tahammülsüzlüğe tercüme edilir. Ama esas etkisini “halkta”, dini bütün vatandaşta değil, kadrolar arasında göstereceğini de düşünebiliriz. İktidardaki örgütün gücünü oluşturan ve destekçilerini muhaliflerin gözüne bir örnek gösteren şey biraz da budur: İktidardaki parti yıllardır destekçilerini kadro olarak örgütlemekte gayet başarılı oldu. Çıkar ağlarını, yeniden-dağıtım eksenlerini ve umut vaatlerini siyasi bir taşıyıcı hattın üzerinde hareket ettirdi. Üstelik bu hattı her türlü kurumsal yapının -onları çürütecek derecede- üzerinden geçirerek başardı bunu.

Tebliğ ve ajitasyon-propaganda 

Tebliğ örgütlü bir faaliyettir, örgütün ajitasyon-propaganda aracıdır. Bu açıdan “tebliğ” muadili faaliyetlerin sol örgütlerin en önemli siyaset kalemlerinden biri olduğunu teslim edebiliriz. Afişler, bildiriler, pullamalar, sloganlar kadar kalabalıklar içinde sosyal cesaret örneği olan ve tebliğe benzeyen yüksek sesli konuşmalar da hep yaygın kullanılan, etkili araçlar oldu. Ülkenin değişime, yenilgiye veya toplumsal çalkantıya eşit uzaklıkta olduğumuzu düşündüren, bitmek veya gelmek bilmeyen bir seçim öncesinde fazlasıyla siyasileşmiş atmosferinde sol partilerin bu araçlara daha sık başvuracağını tahmin edebiliriz.

Üstelik, mevcut iktidar yanlısı örgütlü tebliğ pratiğinin bu atmosferde muhalif ajitasyon- propagandanın da geçebileceği bir kapıyı açmış olması mümkün. Tebliğcilerle ağız dalaşına girmek (hatta allah saklasın fiziksel çatışmalara kalkışmak) yerine bir karşı-tebliğ faaliyeti örmeye aday olan siyasi oluşumlar rahatlıkla çıkabilir. Böyle bir karşı-tebliğ faaliyetinin hedefine tebliğcileri alması elbette anlamlı olmaz: Ülkede insanların birbirine yüksek sesle söylemek isteyebileceği çok fazla şey vardır herhalde, tebliğcilerin verdiği rahatsızlık bunların yanında devede kulak kalır. Fakat ne söyleneceği, nasıl söyleneceği, kime söyleneceği ve bu faaliyetin nihayet neyi hedefleyeceği üzerine tartışmaya, sadece bu müstakbel örgütlerin değil hepimizin ihtiyacı olacak.

Kısacası, tebliği ve ajitasyon-propagandayı çeşitli veçheleriyle tartışmak muhaliflerin “kurtuluş” umudu açısından fayda sağlayabilir diye düşünüyorum. Bu yazının amacı bu. Üslubu okuyucuya bir tebliğ gibi görünecek olsa bile, bu yazının niyetinin hakikati ifade etmek değil, olan bitenin bir gözün gördüğü haliyle -ve sadece bir miktar değerli bulunursa yeni tartışmalara imkân vermek niyetiyle- aktarılması olduğuna inanılmasını arzu ediyorum.

Ajit-prop bir eğitim faaliyeti midir?

Tebliğin içeriği, örgütün inandığı değişmez ve evrensel hakikati teker teker her bir insanın en küçük gündelik hayat pratiklerinin mürşidi kılmaya yönelik bir çağrıdır: Bunun ödülü hayattayken ulaşılamayacak, tarih üstü ve bireysel bir refah olacaktır ve aynı düzlemde cezası da vardır. Ajitasyon-propagandanın içeriği de bir miktar benzer: örgütün hakikatini aktarmak. Ama bu sefer -tarih üstü değilse de- zamanda yolculuk yapabilen (bilim gibi, geleceği hesaplayabilen) bir öznenin uyarıları aktarılır: Bugünün hayatında bireysel değil kolektif olarak alınacak tavırla geleceği istendiği gibi belirlemek mümkündür. Bu yapılmazsa cezamız, bugün olanın olmaya devam etmesi veya daha da kötüye gitmesi olacaktır. İki durumda da hedefteki alıcıya bir ders verilir, hakikat öğretilir.

Bu biraz basitleştirilmiş anlatıdaki tebliğcilerin ve ajit-propçuların kaba materyalistlere benzediğini iddia edebiliriz. Feuerbach üzerine tezlerin üçüncüsünde Marx eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini hatırlatır:

"İnsanların koşulların ve eğitimin ürünü oldukları, dolayısıyla değişik insanların başka koşulların ve farklı eğitimin ürünü oldukları biçimindeki materyalist öğreti, koşulların insanların kendileri tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur."

Bu tez eğitimin iflah olmaz başarısızlığını ortaya koyar. Eğitim, sorunlarıyla birlikte gelir. Koşullar veya ortam, insanlar arası ve insanlarla nesneler arası ilişkilerden ve bu ilişkiler üzerine düşünme aracı olarak dilden fazlası değildir. Eğitim “eğitmez”, insan ilişkilerine dahil olur sadece, her insani etkileşim gibi. Eğitim, yapılandırılmış bir etkileşimdir: Örgütlüdür, toplumu hedefleyen bir örgütün kendi hakikatini topluma aktarmasıdır. Eğiticiler de eğitilir ama hakikati bilecek maddi bir “ilk eğitici” yoktur. Şu anlamda: Uhrevi eğitici ve zaman yolcusu gerçek insanlar değildir ama eğitim insanlar arasındaki bir ilişkidir. Tezin sonraki cümleleri bu durumun istenmeyen sonucunu açıklıkla ortaya koyar: 

"O nedenle, toplumu, biri diğerinin üstünde yer alacak biçimde, iki kısma ayırmak zorunluluğuyla karşı karşıya gelir. (Örneğin Robert Owen’da.)"

Tebliğci de, ajit-propçu da nihayetinde toplumu iki kısma ayırmayı hedefler. Örneğin tebliğ, toplumu kâfirler ve müminler olarak ikiye ayırmak ister. Ancak elinde olmayarak sebep olduğu başka bir ayrımla bu nihai ayırma niyetini baltalar. Tebliğ faaliyeti hedefindeki toplumu eğiticiler ve eğitilenler olarak, asla tamamlanmayacak bir ayrımla böler. Eğitilenler kısmı daima bir eksiklikle işaretlenecek, eşitlenme gerçekleşmeyecektir. Tebliğ faaliyeti sonsuzdur, daima önünde kalan yolun yarısını almakla uğraştığından hedefe bir türlü varamayan bir ok gibi, amacına asla ulaşamayacaktır. Vaat ettiği tarih üstü gelecek, saadet zincirinin asla gelmeyen son halkası gibi daima uzaklaşır, ilk tebliğcide toplanan kazanç bir iki halka sonra hiçe indirgenir.

Bugün gündemde olan tebliğ faaliyeti hedefindeki insanlara seslenemez. Burada kastettiğim “hedef” içki içenler veya kâfirler değil, müslümanlara da ulaşamaz. Tebliğ yine tebliğcilere hitap eder. Bir nevi örgüt içi eğitim vazifesi görür: Tebliğde bulunanı geliştirir, onun itibarını artırır, yeni yetmelere cesaret aşılar, veya tebliğciliğin görünürlüğünü artırarak onu arzu edilir, muteber bir rütbeye taşımaya çalışır, yani mevcut ve müstakbel tebliğcilere seslenir. İktidarın tebliğciye göz yumması tebliğin içeriğine bağlı değildir, söz konusu yapılandırmayı hazırlayan örgütle ittifakının olup olmamasına bağlıdır. Tümüyle aynı içerikle tebliğde bulunan bir muhalif radikal örgüte izin verilmeyeceği açıktır. Tebliğ inancı artırmayı değil eğiticiler örgütünü büyütmeyi amaçlar çünkü.

Siyasi faaliyetinin hatırı sayılır kısmında ajitasyon-propaganda faaliyetlerinin yer aldığını düşündüğüm bir sol örgütün eski bir afişi aklımda. Afiş, üniversiteye yeni gelen öğrencileri hedefliyordu, bu öğrencileri “Ali” adı verilen çöpten çizilmiş bir öğrenci temsil ediyordu. Ali okula geldiğinde bilgili biri değildi, ailesinin ve toplumun kötü eğitimine maruz kalmıştı ve kendisinden hakikat gizlenmişti. Ancak partili bir arkadaşı Ali’nin elinden tutmuş, ona hakikati, hak ettiklerini ve gücünü öğretmişti. Bu sayede Ali de partili olmuştu. Ali şimdi başka arkadaşlarına hakikati öğretiyordu. Bu afiş ajitasyon-propagandanın etkili olduğu düzlemi iyi işaret ediyor: Bu afiş -eğer Ali’nin partili arkadaşının yerini alacak kadar etkili olduğunu düşünmeyeceksek- esasında Ali’nin yerine mevcut ve müstakbel partililer için bir eğitim veya çağrı olmaya varacaktır. Eğitim öyle veya böyle eğiticiler örgütünü büyütmeye -ve toplumu biri diğerinin üzerinde yer alan iki kısma ayırmaya- yazgılı gibidir.

Ajit-prop gerçekten nedir?

Elbette burada söylediklerimizden ajitasyon-propagandanın örgüt faaliyeti repertuarından çıkarılması gerektiği sonucuna varmamalıyız. Ancak, ajitasyon-propagandanın baştan sona hiçbir yerinde hakikatleri bilmeyenlere aktarmakla ilişkili olduğuna inanmamıza gerek olmadığını düşünebiliriz. Bu faaliyet bir iletişim ve etkileşim faaliyetidir: İnsanlarla insanlar, insanlarla nesneler arası ve dille yapılandırılmış bir insani faaliyet. Bu haliyle etkili bir araç olmama ihtimali yoktur. Zaten üçüncü tez de bizi bu belirsiz ve nihilist noktada terk etmez, şöyle devam eder:

"Koşulların değişmesi ile insanın faaliyetinin değişmesinin örtüşmesi, ancak altüst edici pratik biçiminde kavranıp ussal olarak anlaşılabilir."

Marx’ın bu çözümde “ussal olarak anlaşılma” ifadesini kullanmasının referansı diğer tezlerde ve özellikle de anlamak-değiştirmek üzerine olan son tezde bulunur. Ancak yine de koşullar ve insan faaliyetinin “örtüşmesinin” akılla (dille) tartıya vurulması ihtiyacını ortaya koyması ilgi çekicidir. Açıktır ki Marx, çevresel koşullarla insani faaliyet arasında verili bir fark öngörmüyordu, bunlar “pratikte” bir ve aynı şeydi, örtüşüyorlardı. Bu ayrım, cümleden çıkan sonuca göre, ancak ussal, dilde, akılla çizilecek bir ayrım. Şu halde mevcut haliyle bir ihtiyaca cevap veriyor olmalı. Marx eğiticiler ve eğitilenler -veya koşullar ve insani faaliyet- arasındaki ayrımın, başka bir ayrımın, dünyada altüst edilmesi ve düzeltilmesi gereken bir ayrımın üzerini örttüğünü ima ediyor belki de. Ajit-prop bu çerçeveden bakıldığında eğiticiler örgütünü eğitilecekler aleyhine büyütmekten daha fazla bir potansiyele, altüst edici bir toplumsal etkileşim olma potansiyeline sahip olabilir. Ajit-prop etkinliğini gerçekleştiren bir kadro, bir başka insanı eğiten biri değildir, esasen o insanın çevresidir, koşullarıdır -elbette başka insanlar da o kadronun çevresi ve koşullarıdır. Aralarında sadece bir etkileşim hayal edilebilir: kurucu, var edici bir etkileşim.

Peki eğitim, ajit-prop veya artık onun yerine koyabileceğimiz ifadeyle “yapılandırılmış seslenme / söyleme / toplumsal etkileşime girme” faaliyetinden beklentilerimiz, bu gerçeğe göre nasıl şekil alabilir?

Söylerken dinlemek mümkün müdür?

Ülkenin siyasi atmosferinde geleceğe yolculuk yapmak için, görece yeni bir seslenme ve (kendini) söyleme alanı olan sosyal medyaya baktığımızda (özellikle Twitter’da) pek çok yakınmayla karşılaşıyoruz. En çok duyulan herhalde keskin bir kamplaşmanın (iktidar-muhalefet) tarafı olanların davudi sesi oluyor. Bir yanda tek bir ses(lenme) gibi duyulan, abartıyla iktidarı öven ve muhalefeti itibarsızlaştırmaya çalışan “troller”, diğer yanda çok parçalı bir cevap yetiştirenler ordusu. Ancak kimileri tarafından “muhalefete muhalefet etmekle” suçlanan dikkat çekici bir grup gözden kaçmıyor. Bazıları muhaliflerin yönelttiği eleştirilerin muhalefet cephesini zayıflatacağını düşünüyor. Bazıları muhalefet cephesinin gündemi (Erdoğan’dan) çalamayan, sesi yüksek çıkmayan, temkinli seslenme ve eylemlerini yetersiz buluyor. Muhalifler muhalefet partilerine ve liderlerine kuvvetli bir öfke yansıtabiliyor ve bu yüzden muhalifler arasında atışmalar ve gerginlikler olabiliyor.

Yine bir kestirme yol kullanacağım ve muhaliflerin muhalefet parti ve liderlerine yönelttiği tepkinin kaynağının, iktidara yönelttiği tepki olduğunu söyleyeceğim. 

Bugünkü iktidar (Erdoğan) toplumun bir kesimini siyasetten dışlıyor, onları duymuyor veya onların sözlerini kastettiklerinden farklı şekilde duyuyor, çarpıtıyor, önemsizleştiriyor. İktidarın bu kesime yönelik tavrı toplumsal işbölümünü işçi-işveren arasında olanın üzerini karalayacak çeşitli çatışmalar temelinde yeniden hizalamasıyla baş başa gidiyor. Hizmet alanla hizmet verenin, hastayla doktorun, öğretmenle öğrencinin, öğretmenle velinin arasını açmak, işçiyle memurun, işçiyle işçinin birbirine duyduğu haseti beslemek adeta bir yönetim stratejisi oluyor. Doktorla hasta arasındaki ölümcül olabilen çatışmada doktoru boğazda viski yudumlayan bir burjuva olarak hayal edebilirsiniz belki, ama hasta mutlaka öfkeli bir erkek oluyor. Birbiriyle çatışan birçok parçaya bölünmüş toplumda iktidar her zaman sayıca çok olanla ve güçlü olanla ittifak kuruyor ve geri kalan “azınlığı” siyasetten bu sayede dışlayabiliyor: Suç ortaklığıyla.

Muhalefet partileri ve liderlerinin bugün sesi duyulmayan bu kesime verebildiği (ve birçok engel yüzünden yerine getirme imkânına sahip olmadıkları) tek vaat, onların sesini taşımak olabiliyor. Bu imkânsız vaadi yerine getirmeye yönelen tüm eksik adımlar iktidarı tekrar eder gibi hissediliyor. İktidarın hiçbir vaadinin olmadığı bir düzlemde (yerine getirilmesi imkânsız olan) bir vaatle ortaya çıkan muhalefet elbette öfkenin hedefi oluyor.

Muhalefetin stratejilerinden biri, gerçekten de iktidarı tekrar ederek seçmeni kadro haline getirmek. Bu konuda az çok başarılı denilebilecek bir çizgide ilerlediğini söylemek mümkün. Ancak sonuç kimsenin dinlemediği muhalif artık-seçmenle kadro-seçmenin arasının açılması oluyor.

Bu çerçevede ajit-prop bu artık-seçmenle etkileşim içine girmenin bir aracı olarak önemli bir yer tutuyor. Ama etkisi aşırı sınırlı oluyor. Bunun nedeni çoğu zaman ajit-prop içeriğinin pragmatik ve seçmeci bir tavırla seçmenin arzusunun ne olduğuna dair bir tahmine dayalı olarak üretilmesi olabilir: Eğitimden ve tebliğcilikten sıyrılmak mümkün olmuyor. Öğretmen öğrencilerinin derste sorulmadıkça ve izin verilmedikçe konuşmasını istemez. Öğrencilerin yerine halihazırda konuşulmuştur: Neleri öğrenebilecekleri ve öğrenmeleri gerektiği belki anketlerle belki tahminle belki de doktrinin diktesiyle belirlenmiştir. Anketle, yani yapılandırılmış dinlemeyle, kimin dinlediğini bilmediğiniz bir konuşmanın tekinsizliği aşikar. Yerine-konuşması beklenen muhalefet partileri ve liderleri, gerçekten de (tıpkı Erdoğan gibi) yerine-konuşur görünüyor.

Muhalefet cephesinin bir kadro-seçmeni olamayacak (ve bu haliyle muhalefetin kendine kapanma tehlikesinin önüne set kuran) bu kesime yönelik olarak üçüncü tezin yönlendirdiği bir ajit-prop faaliyetinin bir çözüm önerisi olabilir. Dinlenmeyeni dinleyen bir seslenme mümkün. 

İnsanlara pahalılığın arttığını “bildirdiğinizde” bilmedikleri bir şey söylemiş olmuyorsunuz, umudunuz onların halihazırda var olduğuna inandığınız tepkisini “örgütlemek” oluyor. Ya da diyelim pahalılığın apaçık çözümü gibi görünen ama yerine getirilmesi imkânsız talepleri dillendirdiğinizde insanların arzularını ifade etmiş olmuyorsunuz. Ajit-prop içerikten çok biçimle, temasın -niceliğiyle değil- niteliğiyle işlevli oluyor. Bu ifadeler de dahil herhangi bir içerikteki bir bildirme / söyleme faaliyetinin ancak insanların söyleme ve duyulma / dikkate alınma açığını kapattığı oranda faydalı olacağını düşünmek mümkün. Sadece söylerken bile dinlemeyi, dinleme sözü vermeyi becermeliyiz. Birine sadece “hayat pahalı” dediğimizde bile bunun anlamı “seni duyuyorum, dinliyorum” olmalı. Dinleme ve duyulma ihtiyacımızı karşılıklı değiştokuş etmeliyiz.