14 Kasım 2016 Pazartesi

İnsana Özgü "Kötülük"

 Baskı ve şiddetin sarsıcı, hayret verici, şok edici birçok türüne tanıklık ettiğimiz bir dönemdeyiz. Bana kalırsa bu karşılaşmanın önemli bir etkisi bizi, düşünmenin/çözümlemenin gerektirdiği zamandan hızlı bir şekilde cevaplar ve açıklamalar bulmaya itmesi. Düşünmenin/çözümlemenin gerektirdiği zaman derken nicel bir süredense niteliksel bir zamanı kastediyorum. Dolaysıyla hızlı derken de doğrudan kısa bir süreye işaret etmekten ziyade, düşünceyi kestirme yollardan tamamlama eğiliminden bahsediyorum. Tanık olunan baskı ve şiddeti anlamlandırmaya çalışırken bu anlamda hızlı davranabiliyor ve bu nedenle tutarlılık iddiasını kaybeden söylemlere meyledebiliyoruz.

 Bana göre baskı ve şiddetin bize uç gelen türlerini adlandırırken kullanılan “insanlık dışı” tanımlaması ve buna karşı geliştirilen “insanlık” savunusunun, tutarlılık açısından gözden geçirilmesi gerekiyor. Burada iddiam o ki; “insanlık” kavramını kötülüğün, saldırganlığın karşısında konumlandırırken “hedeflenen insanlık”tan bahsediliyor olsa bile, bu niyet şu varsayımın egemenliğinden kaçamıyor: insanın kötülüğü, insanlıktan çıkma durumu ile ilişkilidir; yani insanlık alanının dışındadır -çoğunlukla hayvanlık alanındadır. Bana göre, insanın gerçekleştirdiği “iyilik” gibi, “kötülüğün” de insana özgü olduğu gerçeğine dokunmamak, “kötülük” sorununu düşünme alanımızın dışına itmekte ve soyutlaşırmakta. Bunu insanın özsel olarak nasıl bir varlık olduğu tartışması ile bağlantı kurmadan söylüyorum. Aynı zamanda bence, konu edilen saldırganlıklar insanlık dışında tutulduğunda belli bir teorik tutarlılıktan, dolayısıyla gerçekliğe uygunluk iddiasından vazgeçerek, sorunun esas öğelerini tanımama riski alınıyor ve bu soruna karşı geliştirilen mücadele önerileri de soyut ilkesel duruşlarda asılı kalıyor.

 Kuşkusuz “kötülük”, kültür, tarih ve mekandan bağımsız bir kategori değil. Bunu bir kategori olarak kullanmamayı savunmak da mümkün. Bunları gözardı ediyor ya da özellikle bu kategorinin kullanımını meşrulaştırmayı amaçlıyor değilim. Burada bu kavramı günümüzde sıklıkla karşılaştığımız, anlam dünyamızı sarsıntıya uğratan saldırgan eylemlere karşılık gelecek şekilde kullanıyorum. Kavram, okuyucunun çağırışımı ile dolmaya açık.

 Aşağıda, tanık olduğumuz bu saldırganlık biçimlerinin politik söylemlerde hızlı bir şekilde “insan dışı” olarak adlandırılmasının altında yer alan doğallaştırıcı ve dışsallaştırıcı varsayımları (“içimizdeki hayvani taraf”) sorgulamak için, insan saldırganlığının hangi belirleyici özellikler sebebiyle insana özgü olduğunu düşündüğümü anlatacağım.

İnsan Saldırganlığının İki Özgün Özelliği*

1. Saldırganlığın Kendini Koruma ve İhtiyaçlara Ulaşma ile İlişkisi

Yaygın bir kabule göre insanın saldırganlığı kendini koruma amacı ile doğrudan ilişkilidir ve doğuştan gelir. Bu noktada insan ile hayvan saldırganlığı eşleştirilir ve saldırganlığın uygarlaştırılması, hayvaniliğin evcilleştirilmesi olarak düşünülür. Saldırma eylemi hayvaniliğin bir tezahürüdür.

 Buna karşın, insan saldırganlığının korkuyla ve kendini koruma arzusu ile bir ilişkisi vardır ama saldırganlık insanın kendini koruması amacı doğrultusunda birincil değildir. Eğer, insanın kendini koruması için insana özgü gerçeklikle örtüşen, dolayısıyla insanın hayatta kalmasına doğrudan yarayan ve birincil olan bir dürtücü kuvvet aranacaksa, bakılması gereken ilk yer “sevgi”dir (metnin amacı dolayısıyla burada kavramı en genel adıyla kullanıyorum).

 İnsanın en erken kendini koruma biçimi bir ötekini sevmesi ve ona bağlanmasıdır. Saldırganlık ise sevgiye göre ikincildir ve birincil olanın, sevginin dahil olduğu ilişkiden türer. Saldırganlık bu ilişkinin içinden -burada açıklamaya yer ayıramayacağımız bir biçimde- çıkarken koruma işlevi üstlenebilir ve koruma biçimlerine dahil olur. Bununla birlikte saldırgan eğilimlerin kendini koruma biçimlerine malzeme olması, kendini koruma durumlarının saldırganlıktan azade olup olmadığına dair bir tartışma yürütmediğimiz için, buradaki iddiamızı etkilemez. Saldırganlık ile kendini koruma ilişkisi arasına bir dolayım girmiştir, saldırganlık ikincil olarak varlığını sürdürür. Bu; insanın, özdeşleşme, dil ve kültür özellikleri dolayısıyla mümkün olan bir süreçtir. Bizzat bu özellikler aynı zamanda “birincil” ve “ikincil” ifadelerini mümkün kılan bir zamansal ardışıklık ilişkisini de mümkün kılan özelliklerdir.

 Buradan hayvanların sevmediğini ya da saldırganlığın onlar için birincil olduğunu çıkarmamıza da gerek yoktur –ki bu çoğu örnek için anlamsız da olacaktır. Çıkaracağımız şey şudur: insanın kendini koruma arzusunun saldırganlıkla ilişkisi, hayvanın kendini koruma güdüsünün saldırganlıkla ilişkisinden farklıdır. İnsan için, onun hayatını belirleyen bir ardışıklık kurulmuştur ve bu ardışıklık saldırganlığın ikincil olduğu bir biçimdedir. (Saldırganlığın üzerine inşa olduğu evrimsel zihinsel bir temel olup olmadığı ise ayrıca tartışılmalıdır.)

  Bu fikirlere karşı sunulabilecek bir tez, belli yaşamsal kaynaklara ulaşmak ve kendi varlıklarını korumak için insanların birbirleriyle savaşmaya eğilimli olduğu ve bu özelliği evrimsel olarak taşıdıklarıdır. Sınıflı toplum gerçeğini bir kenara bırakıp, tezin sınıflı toplum üzerine kurulmadığını varsaysak bile burada gözden kaçan bir şey, insanların maddi yaşamın sürekliliğini sağlamak, yani kendini korumak için öncelikle ötekilerle bağ kurdukları, birbirlerini “sevdikleri”, topluluk olduklarıdır. Maddi yaşamın yeniden üretilmesi için topluluk olmak, savaşmayı öncelemek durumundadır. Topluluk olmayı salt sevgi temelinde açıklayamayız ve topluluk olmanın sevgiye ciddi sınırlamalar getirdiğini de kabul ederiz ama zorunlu ve birincil koşul (bir tür) sevgidir. Ondan sonra gelen savaşma durumunun/olasılığının ise zorunluluk taşıdığını söylemek ikna edici değildir. Bunu ise aşağıda temellendirmeye çalışacağım.

 İnsanların ihtiyaç duyulan bir şeye ulaşmak ya da onu korumak için mücadele etmeye, savaşmaya ve ötekileri alt etmeye güdülendiği varsayılır. Bu düşünce; savaşmanın, ihtiyaçların giderilmesi için her durumda başvurulan bir yol olduğu varsayımı veya insanın başka bir çare kalmadığında –insansı davranışın alt limiti olarak- kullandığı bir yol olduğu varsayımı üzerine kurulu olabilir. Bana kalırsa bu iki durumda da saldırmak ve savaşmak doğal zorunluluk içeren bir yol olarak ele alınamaz. (Direnç ve direnişin varlığını tanımak için de bunları doğal güdülerle temellendirmek zorunda değiliz.)

 Bunun en önemli sebebi,  yukarıda da insana özgü olarak saydığımız, özdeşleşme, dil ve kültür özelliklerinin ihtiyaçlar konusunda da dolaylamalar yaratmasıdır. Hayvanlar ile insanlar arasındaki bedensel/dürtüsel ihtiyaçlardaki temel benzeşmelere rağmen, insan ihtiyaçları sembolik değerler alarak zihinsel temsillere dönüşmüşlerdir. Bu, ihtiyaçların kurgusal olduğu, bedensel/dürtüsel temellerinin bulunmadığı veya dış gerçeklikle ilişkiden muaf oldukları anlamına gelmez. Kendini koruma konusunda olduğuna benzer olarak şu anlama gelir: insanın kendi ihtiyaçları ile kurduğu ilişki, hayvanın kendi ihtiyaçlarıyla kurduğu ilişkiden niteliksel olarak farklıdır. İnsanın ihtiyaçları çeşitli düşüncelerin, sahnelerin, ilişkilerin, kurguların parçası olarak var olurlar ve çeşitli davranışsal tepkilerle –ki her ne kadar bir “güdü”den bahsedilse de referans verilen çoğunlukla savaşma davranışıdır- aralarındaki bağ dolaylı hale gelir. Yani insan ihtiyacı her koşulda bir dolayıma tabi oluyorsa, onun doğrudan gerektirdiği bir davranış olduğu düşüncesi sorgulanmalıdır. Bu dolayım alanı ideolojilerin de işlediği alandır. İhtiyaç ve arzular bu alanda “biçim”lenirler. Aynı zaman saldırma durumunun sistematik ve organize biçimlerine imkan veren de bu dolayımdır.

 Peki, bu, biyolojik yaşamın devamlılığını sağlamak için karşılanması gereken ihtiyaçlar söz konusu olduğunda da geçerli midir?

 Aslında temel ihtiyaçlardan mahrum olmak burada bahsettiğimiz dolaylanma durumunu ortadan kaldırmaz. İnsan için zaman geriye doğru işleyemez ve zihnin bir kısmı “geriye doğru” gidebilse, bazı işlevlerini yitirebilse de ve davranış böyle bir özgün durumda oluşsa da, insanın kültürelleşmiş olma sürecinin geri çevrildiği düşünülemez (beyin hasarı durumları bunun dışında tutulmalı). Doğrudan yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasından mahrum olma durumu, dürtüsel baskının (ve acının) dayanılmaz boyutlara çıkması anlamına gelebilir. Ama bu dayanılmaz durum, saldırgan davranışlar ortaya çıkardığı durumlarda bile soyutlama, özdeşleşme, zihinsel temsiller ve sahneler üzerine kuruludur. İnsanın bu durumunun doğrudan sonuçları olarak tanımlayabileceğimiz davranışsal tepkiler olduğunu savunmak güçtür. Bu iddiayı desteklemek için mahrumiyet durumlarının giderilmesi amacı doğrultusunda saldırmak ve savaşmak dışında pek çok potansiyel seçeneğin de bulunduğunu ve bunların da “seçilebilir” olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Temel ihtiyaçlardan mahrum kalma ve rekabet durumunun, tarihte ortaya çıkmış ve geçerli olmuş tek çözümünün saldırmak olduğu iddiası bana, bütünlüklü olmaktansa ideolojik bir argüman gibi geliyor.

2. Saldırganlık için Gereken Bastırma

 İnsan saldırganlığı karşıdaki kişiyle kurulan özdeşleşmenin, bunun içsel temsillerinin, yani kendiliğin “parçalarının” belirli bir ölçüde yok sayılmasını içerir. İnsanların öteki insanları “sevme” eğilimi, onlarla kurduğu özdeşleşmenin ve onların acısını kendi acısı olarak bilmesinin, hissetmesinin -ve tersinin de yaratıcısıdır. Tabii yaşam boyu bu eğilim çeşitli çatışmalara girer,  bariyerlere takılır, çeşitli formlar alır, çeşitli yerlerde tıkanır. Gerçeklik içerisinde saf ve özgür sevgi imkanlı değildir. Ne olursa olsun insanın insanla kurduğu özdeşleşmenin –ve belki insan olmayanla kurduğunun da- tohumları atılmıştır ve insan ötekini kendine, kendini ötekine benzetir. İnsanın başka bir insana saldırganlığı onun çeşitli ölçülerde yabancılaştırılmasını, dolayısıyla benzetme durumunun belli bir kısmının karanlıkta bırakılmasını içerir.

 Savaşçı ideolojiler bu nedenle insanlardan bu benzetme ilişkisini koparmaya çalışırlar. Tabii ki var olan şey tam anlamıyla koparılamaz, çeşitli seviyelerde bastırmaya tabi olabilir. İnsan böyle bir sürecin sonucu olarak ötekini bir yabancı nesne olarak algılayabilir, onun canını acıtabilir ve onun canını acıttığında kendi canında acıyan kısmı görmezden gelir. Bunun savaş ya da benzeri şekilde algılanan durumlarda ortaya çıktığını, insanların acımayı tanımamaya başladıkça acımasızlaştığını, bu durumun sürmesi için egemenlerin ciddi çalışmalar sergilediğini, belli etkiler ortadan kalkınca bu durumdan sarsıcı geriye dönüşler de olabildiğini biliyoruz. Bu işleyişin sadece bu metinde bizi ilgilendiren kısmını ele aldığımız gerçeğini bir kenarda tutarak söylersek; sunduğum mantığa göre saldırganlık, karşıdaki ötekinin yabancı “sanılması” ve benzerlik ilişkisine dair düşünce ve (olası) duyguların yok sayılması ile işler. Saldırganlık öncesi bir sevgi ve özdeşimin mümkün kıldığı bu tip bir işleyiş, insanın saldırganlığını belirlerken onu hayvanın saldırganlığından da ayırır. İlk maddede ifade ettiğimiz gibi insan varlığının tarihinin ardışıklık içeren doğası burada da devrededir ve saldırganlığın saf saldırganlık olmasına izin vermez.

 Özellikle bu noktada ya da yeniden bu noktada okuyucu tarafından “aşırı-psikolojikleştirme” yapmakla eleştirilebilirim. Bu nedenle neden böyle bir “psikolojikleştirmeye” başvurduğumu açıklamalıyım.

 Metnin yola çıktığı gözlem “insan dışılık” tanımlamasının uç baskı ve şiddet yöntemlerini tanımaya çalışırken, tutarlılık arayışını bir noktada bir kenara bırakılıp politik söylemi öne çıkarma uğruna sıklıkla kullanılması idi. İddiam ise, teorik tutarlılıktan feragat etmenin politik tutarlılık ve politik önerilerden de feragat edilmesi anlamına geldiğidir. Tanık olunan “kötülükler” insanlık dışılık söyleminin taşıdığı doğallaştırıcı ve özselleştirici bakış açısı ile tanımlandığında, önerilen politik söylem “onurlu insan olmak” gibi –önemsiz demiyorum- soyut bir noktada askıda kalabiliyor. Bu hali aşmak için hâlihazırda zaten psikolojik olan birçok varsayımın bozulması ve bireysel ile toplumsal arasındaki geçişliliği kavramak üzere yeniden yapılandırılmasını anlamlı buluyorum. Elbette bunun davranışçı, izole edici, anaakım bir psikoloji anlayışıyla değil, psikanalizin yardımıyla yapılabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle sunduğum birçok argüman ilk bakışta psikolojik özellikleri de göze çarpıyor olabilir. Ama “sosyolojik-politik” dil kullanan argümanların sosyolojikleşmesi ve politikleşebilmesi için taşıdığı psikolojik (aslında psikanalitik demeliyiz) varsayımların da geçerli temellerine kavuşturulabilmesi gerekiyor. Burada bu netleştirme bireyselleştirme ile değil, bireysel ile toplumsal arasındaki geçiş ve sıçrama durumlarını anlama çabasıyla yapılıyor.

 Konumuza dönersek, insanın saldırmak için karşısındakinin varlığına dair içinde taşıdığı bir temsili, bir ilişkiyi bastırması gerektiğini söylemek, insan saldırganlığının tekil, saf, zorlama gerektirmeyen, “doğal” bir saldırganlık olmadığını söylemek anlamına geliyor. Doğal gerekliliğin değil de, zorlamanın için işine karıştığı noktada ise politik stratejiler ve ideolojiler önemli bir hale geliyor. Bireysel düzlemde anlatıldığını düşünülebilecek hikayenin toplumsal boyutu açığa çıkıyor. Aynı zamanda kendi politik söylem ve stratejimizi de ne üzerine kurabileceğimiz/kuramayacağımız sorusu yeniden tartışmaya açılmış oluyor. Savaşçıl söylem ve stratejilerin bireysel ve toplumsal olarak bizlerin işine yaramayacağını düşünmemin bir sebebi de budur. Sosyalist bir mantığın olabildiğince, insanla özdeşleşmenin bastırılmamasına uğraşması, baskılayıcı sistemlerin yerinden edilmesi için uğraşması ve bunlara yönelik yasalar/ortaklıklar üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çabanın ise, soyut ilke ve ideallere tutunmuş bir biçimde kalmaktan ziyade, nesnel bir gerçekliğin bastırılmasının çözülmesi olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Özgünlüğün Açtığı Alan

Bu yazıda insanın yarattığı kötülüğün insanın dışına doğru yapılan göndermelerle açıklanamayacağını savunmak için, insanın saldırganlığının kendine özgü olduğunu açıklamaya çalıştım. İnsanın saldırganlığının, hayvani ve doğal olmadığını, kendini koruma ve ihtiyaçlara ulaşmada birincil olmadığını ve öteki insanlara olan sevginin (en genel adıyla kullandığımı bir kez daha vurgulamalıyım) bastırılması ile işleme konduğunu iddia ettim. Böyle düşündüğümüzde, tanık olduğumuz ve/veya içinde olduğumuz şiddet dolu sahneleri yaratanların insanlık düzleminden bir yere çıkmadığını ve hayvanlaşmadığını düşünebiliriz ve bu duruma dair açıklamalarımızı insanın dışına referans vererek yapmaktan kaçınmış oluruz. Bunun, insanın doğuştan “kötü” olduğu iddiasıyla karıştırılmaması gerektiği, insanın saldırganlıkla ilişkisine dair sunduğum fikirlere bakıldığında anlaşılacaktır. Görülecektir ki, insanın kendine özgü durumundan bahsederken yararlandığımız temel özellikler, insanı özdeşleşme, dil ve kültür yoluyla ayrıştıran özelliklerdir. Yani insanın kendi kötülüğünün, başka canlılara atfedilemeyecek olması ile insanın varoluşsal olarak kötü olması apayrı önermelerdir.

  Aslında var olan baskı ve şiddetin özgünlüğünü kavramsallaştırırken hem dışsallaştırmadan hem de doğallaştırmadan uzak durmuş oluyoruz. Mücadele için de bir alan açıyoruz.

  “Kötülüğü” doğallaştırmamayı kuramsallaştırarak, saldırganlığın dolayımlı oluşuna dikkat çekerek, dolayımı sağlayan alanı bir mücadele alanı haline de getirmiş oluruz. Daha doğrusu hâlihazırda egemen ideolojilerin mücadele alanı haline getirmiş olduğu alanı tespit etmiş ve buraya yönelmiş oluruz. Aynı zamanda bu dolayım alanındaki mücadelenin sadece karşılıklı fikirlerin çarpışması olmadığını, aynı zamanda bunun bir paradigma mücadelesi olduğunu da görmemiz gerekir. Bundan kastım şudur: Egemen ideolojiler, bu dolaylanma alanı içerisinde sadece fikirlerle değil aynı zamanda gerileme, yabancılaştırma, arzu, korku, nefret gibi ruhsal durumları ortaya çıkaracak biçimleri devreye sokarak işlerler. İdeolojiler fikirlerden ibaret değildir; ruhsal işleyişe de sızarlar. Bu bize sosyalist bir paradigmanın da sadece fikirlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda insanların işleyişine dahil olacak, ona müdahale edecek bir düşünme ve ilişkisel eyleme biçimi olduğunu anlatır. Bu düşünme biçiminin ne olacağına karar verirken, özdüşünümsellik bu nedenle bu kadar önemlidir.

 Kötülüğün dışsallaştırıl(a)maması, bunun üretimine insanlığın kendine özel katkılarının görülmesi, çözümün bize uzak olduğu hissini uyandırabilir. Neticede bu şekilde insan olmaktan kaynaklı doğal ve özsel çözümlerin olmadığını kabul etmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir dışsallaştırma eğilimini tersine çevirdiğimizde, konuyu gerçekten düşünme alanımızın içine almış ve üzerine çalışabileceğimiz çelişkileri de görebilmiş oluruz. Doğal eğilimlere ve insan olmayan modellere atfettiğimizde gözümüzden kaçan çelişkili bir işleyiş insanın gerçek durumuna baktığımızda daha görünür hale gelir. İnsan saldırganlığını özgün yapan durumlar, aynı zamanda onu çelişkili/çatışmalı bir zemine de oturtmaktadır. Bu çelişkili zemin ve bu zemin üzerinde yapacağımız seçimler de politik söylem ve stratejilerimizin önemli gündemleridir. İlgili gündemler üzerine yapılacak tartışmaları ise başka metin ve mecralara bırakarak, bu yazıyı noktalıyorum.


* Bu iki maddede temel alınan düşünceler için İlker Özyıldırım’ın “Gezi Bağlamında Vicdan-Üstbenlik Gerilimi: Başka Tür Bir 'Bastırma'ya Dair Bir Deneme” (2016, Gezi’yi Psikanalizle Düşünmek, s. 65-76. İstanbul: Bağlam Yayınları) metnine bakabilirsiniz.  

Baran

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder