4 Eylül 2016 Pazar

Korku Politikaları ve Bizim Korkularımız

Bu metinde korku ile iktidarın politikaları arasındaki ilişkiye dair iki tez sunacağım. Daha sonra bizim kendi korkumuzla ne yapabileceğimize dair bazı fikirlerimden bahsedeceğim.

1. Bir açıdan bakıldığında; en korktuğu durumlar sahneye konmuş bir iktidarın, kendisinin en korkutucu gözüktüğü sahneyi yaratma çabasını izlediğimizi ve yaşadığımızı düşünebiliriz. Bu tez üzerinden devam edersek muktedirin  -gerçekte tümgüçlü olmak gibi bir ihtimal olmasa da- mutlak kontrol sahibi olduğu en korkutucu sahneleri gerçek hayatta yaratmasına olanak tanıyan, iktidar ve şiddet araçlarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Daha doğrusu yaratılan sahnenin, mutlak kontrol sahneleri olduğuna, kendisini ve bizleri inandıracak araçlara sahip olduğunu. Burada sahip olmak derken, “yönetim” ile “devlet” arasındaki dolayımların büyük ölçüde kalkmış olduğundan, birinin diğeriyle özdeşleştiğinden, birinin bir diğerinin uzantısı haline geldiğinden söz ediyoruz. Kullanılan araçlar bir yandan acı vermeye, öte yandan verilen acının hem tanınmaması hem de onarılma ihtimallerinin ortadan kaldırılmasına yarıyor. Mevcut iktidarın çağrısına göre sıralanan yöneticiler, sermayedarlar, partiler, kurumlar, medya kuruluşları, muhalif kesimler, vatandaşlar vb. bu sahnedeki “araçsal” rollerde kendi pozisyonlarını alıyorlar. Kuşkusuz pasif bir şekilde ya da zorunlu olarak bir emretme ilişkisi içerisinde de değil; ekonomik ve ideolojik  güdülerle.

 Burada iktidarın işleyişinin yapısalcı bir açıklamasını tekrarladığım düşünülmesin. Burada bir birlik, nüfuz ve çağırma mekanizması var ama ne olursa olsun, sahne kurgusal. Ve bu sahneyle çelişki içinde olan da bir “gerçeklik” var. Birincisi; sahnedekinin aksine gerçeklikte, mutlak ve kesintisiz iktidar yoktur. Özneler (ve pozisyonları) çatışmalı iktidar ilişkileri içinde oluşur, çatışmaları içinde taşır ve çağrıya bunlar dolayımında katılır. İkincisi; gerçeklikte, sınıf çelişkisi vardır. Yaşadığı sınıf deneyimi kültürelleşerek iktidarın kurgusunda kapsanan işçi sınıfının, bununla çelişkili olarak deneyimlediği bir sınıf gerçekliği var. Üçüncüsü; insan, ötekilerle eşitlikçi bağlar ve özdeşleşmeler de kurar ve hiyerarşik ve düşmanlık içeren bir kurgunun egemenliği ancak bunun bastırılması ile sağlanır.

 Yani bu üç gerçekliğin bastırılmasıyla kurulan bir iktidar sahnesinin varlığından söz ediyoruz. Hepimizin bu sahnenin unsurları olduğumuza dair yaygın ve güçlü bir inanç, yukarıda sayılan gerçekliklerin güçlü bir şekilde bastırılmasının üzerine oturuyor. Bu yüzden de tekil bir tutunma noktası, hiyerarşik iç örgütlenme ve mit üretimi ihtiyacı her gün artıyor.  

 2. Öne sürdüğüm bu tezin korkuya, mutlak iktidarın imkânsızlığına ve –tüm zorluklara rağmen- sahnenin dışında kalma olanaklarına yaptığı vurguların önemli olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte bu tez, darbe girişimi sonrasındaki durumu içermek üzere geliştirilmediği müddetçe yetersiz kalacak ve yeni korkuyu gözden ırak kılarak iktidarın bugünkü kurgusunun bir bileşeni haline gelecek. 

 Elbette güçlü bir entegrasyona, planlı bir gidişe sahip rejimlerin içinde rakip güçler olduğu oluyor ve devlet örgütlenmesi içinde rekabet/düşmanlık ilişkileri gelişebiliyor ama ülkemizde “ortaya çıkan” durumun bir özgünlüğü söz konusu. Bir metinde* de belirtildiği gibi  mevcut durumunda, organizmanın içinde zararlı hücrelerin yayılmış olmasından farklı olarak, organizmanın savunma sistemini oluşturan bir bölümünün, bağışıklık sisteminin organizmaya karşı çalışmasından söz edebiliriz. Buradaki tehdidin özelliği hem dışsallaştırılmasındaki muazzam zorluk, hem de yok edilmesinin organizmanın da sonunu getirme ihtimalidir.

 Bu da ilk maddede bahsedilen “en korkutucu” sahnenin ötesinde (ve gerisinde) bir durum yaratır.  İktidarın kendi sağlığının, bütünlüğünün kendisi için de oldukça belirsiz olduğu ve öncekinden de daha derin bir korkuya sevk olduğu bir durum: Bu organ benim mi? Yap dediğimi yapar mı? (Saldırma arzusuyla da birlikte düşünürsek) Saldırmasını istesem, başkasına mı “bana” mı saldırır?

 İktidarın darbe olarak tanımladığı önceki durumların kendisi üzerideki etkisini birinci maddede bahsettiğim şekilde okuyorum. Darbe girişiminin etkisini ise bu maddede bahsettiğim şekilde. Cemaatin önceki hamleleriyle benzer korkuların canlanmadığını iddia edemem ama mevcut durumda hâkimiyet kurduğunu varsayabilirim. Yani iktidarın darbe girişimi öncesinde de var olan, korku/acı ve tümgüçlülük sahnelerinin yayılması ile telafi edilmeye çalışılan korkusunun, darbe girişimi ile başka bir katman kazandığı ve bu yönde derinleştiği söylenebilir: Bedenin kendisinin bir tehdit olması karşısında yaşanan dehşet.

 Yeni korku katmanının açılmasının önemli bir sonucunun “kararsızlaşma ve dağılma” olduğunu düşünüyorum. Başka bir açıdan, tehdidi dışsallaştırma çabası içerisinde bir tür “parçalılaşma”. Bu, korkunç sahnelerin ve mitlerin yaratılmayacağı ya da saldırganlığın azalacağı anlamına gelmiyor. Bir yandan bunlar olurken, bir yandan da daha çelişkili hale gelen, kararsızlaşan ve dağınıklaşan adımlara tanık olacağımız anlamında geliyor. Aynı zamanda da, sadece iktidarın kararlı bir şekilde mutlak bir güç olmaya doğru gittiği politik önermesinin yeterli olmadığı anlamına da. İktidarın emin ve kararlı adımlarla mutlak bir güç olmaya doğru ilerlediğini söylemek iktidarın dağınıklığını düzenleme çabasının ve telafi edici yeni sahnenin bir parçası olma riskini taşıyor. Nihayetinde mevcut durum diktatöryel bir güç birikimi ile son bulsa bile –ki aksi mümkün mü bilmesem de- mevcut durumu açıklamak için böyle bir planlılığı vurgulamak bence yeterli değil. İktidar açsından, gerçekliğin nasıl algılanabileceğine dair referans noktalarının kaybedildiği bir durumdayız.

 Ek olarak, burada vurguladığım yeni korku katmanı nedeniyle “demokrasi mitinglerinin” iktidarın “kendini toparlamak”, “yoğun bir dağılmayı telafi etmeye çalışmak” için canlı tutulduğu tezi, bana; bu şekilde faşizmin planlı ve adım adım örgütlendiği tezinden daha yakın geliyor.  Faşizm adım adım geliyorsa bile, iktidarın planlılığı ve kararlığı sayesinde değil, onun bedeninin parçaları ve iyileştiricileri olmanın tadını çıkaran, dağılmanın toparlayıcısı olurken kendini var etmeyi hedefleyen öznelerin yardımıyla geliyor.

3. “Bizim taraf”a gelirsek, bu korku politikaları karşısında dayanmak ve çözüm bulmak için -gerçekten korkmuyor olana sözüm yok ama- illa korkusuz olmamız gerektiğini düşünmüyorum. Yukarıda bahsettiklerimden yola çıkarak, korkumuzla ne yaptığımız ve gerçeklikle ilişkimizi ne ölçüde koruduğumuz, bizim geleceğimizi ve muktedire ne ölçüde benze(me)mekte olduğumuzu belirleyecek diye düşünüyorum. İlişkimizi korumamız gereken, gerçekliğin üç özelliğinin şöyle ifade edebilirim.

-Gerçeklik sınırlı olma, ayrı olma, geçici olma, eksik olmayı içerir. İktidarın aksi yönde kurulan bir hayali yaşatmaya çalıştığı bir yerde, bunlarla teması koparmamaya çalışmanın yapıcı ve kalıcı bir anlamı var. Bu aynı zamanda geçmişli ve gelecekli, doğumlu ve ölümlü olmayı kapsıyor. Yani yaşama ve yaratma arzusunu mümkün kılan ve duygulara ve tabii ki gülmemize olanak veren “nesnellikleri”. (Muktedirler ise bu yüzden gülmüyorlar.)

-Gerçeklik toplumsallığı ve bağ kurmayı içerir. Düşmanlaşmanın bu bağların bozulması, yadsınması, dönüştürülmesi üzerinden kurulduğu düşünüldüğünde, düşmanlık her zaman hayali bir kurguya ihtiyaç duyuyor. Bu kurgu da özdeşlik kurmanın, vicdan ve insan kardeşliğinin “zorunluluğu” ile çelişki halinde.

-Gerçeklik sınıf çelişkisini içerir. Sınıf deneyimini yaratan ve sınıf deneyiminin iktidar tarafından kültürelleştirilmesi ile çelişki içerisinde olan sınıfsal bir gerçeklik var. Ve iktidarın kurgusunda dövüşürken bazen unutulan zorunlu bir sınıf kardeşliği.

 Büyüyü bozmak için kötü büyünün karşısına iyi büyülerle çıkmaya değil, bu gerçekliklerle temasımızı koparmamanın yollarını bulmaya ihtiyacımız var. Direnmek de, bizleri iyileştirecek toplumsal gerçekliği olan bir örgütlenme de, bir “güçbirliği” de ancak bu şekilde mümkün.

Baran

* Bahsi geçen metine buradan ulaşabilirsiniz: https://canevren.wordpress.com/2016/08/16/reflections-on-post-coup-times/