19 Temmuz 2016 Salı

"Sokağa Çıkanlar"ın Sınıfsal ve Kültürel Öfkesi Üzerine

  17 Temmuz’da yayımladığım “Darbe Girişimi” Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair* başlıklı metnin sonunda bazı kavramların içeriğini tartışmanın önemini vurgulama amacıyla üç soru sormuştum. Sorulardan bir tanesi şu şekildeydi:

Sokağa çıkmak kavramı Gezi’deki gibi yaşamsal, yaratıcı ve eşitlikçi güdülerle mi, yoksa yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik güdülerle mi yapılan bir hareketi anlatır?
 Bunun üzerine Foti Benlisoy’un 15-16 Temmuz’da Sokağa Çıkanlar Kim?** başlıklı yazısını okudum. Yazının benim de katıldığım önemli bir politik vurgusu şurada bulunabilir:
Türkiye’de demokrasi cephesi güç kazanacaksa bu, AKP tabanını siyaseten yararak, en azından bu tabanın bir kısmının AKP liderliğine mesafe almasını sağlayarak olacak. Yani bu toplumsal tabanı külliyen ve siyaseten etkilenip değiştirilemeyecek bir öze sahip bir “düşman” addetmektense AKP’nin kendi “mahallesindeki” olası kaçış ve ihlal dinamiklerini dikkate alan, onları kışkırtmaya soyunan yöntemleri aramamız gerek.
 Ve Benlisoy sokağa çıkanların idealizasyon temelli ideolojik çekirdek grup dışında kalan kesimini şu şekilde tanımlıyor:
AKP’nin yoksulluğun yönetilmesi politikalarının yarattığı paylaşım mekanizmalarından şu ya da bu biçimde istifade eden, Erdoğan kaybederse kendisinin de kaybedeceğine inanan kesimler olduğu açık.
 Tepkilerini de şu cümledeki gibi temellendiriyor:
“Kazanımlarını” kaybettirecek her türlü girişime karşı sınıfsal ve kültürel bir öfke ile verilen bir tepki bu.
 Benlisoy’un metnini okuduğumda yazının başında buraya da aktardığım soruda var olan karşıtlaştırmalı tanımlamanın o şekilde bırakıldığı takdirde tutucu ve sabitleyici eğilimlere sahip olduğunu ve Benlisoy’un eleştirdiği noktaya yaklaştığımı fark ettim. Politik vurgusu açısından ve sınıfsallığa işaret ettiği noktada katıldığım bu metinden yola çıkarak “sokağa çıkanlara” dair biraz daha ilerletilmiş ama tartışılması gereken birçok yanı olan bir mantığı kısaca sunmak isterim. 
Sınıfsallığın ve Kültürelliğin “Ayrışması”
 “Darbeye karşı sokağa çıkanlara” dair dinamikleri anlamak açısından Benlisoy’un “sınıfsal ve kültürel bir öfke” olgusunu iki doğrultuda (sınıfsal ve kültürel) ayrıştırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. “Sınıfsal” ile “kültürel” arasında böyle bir ayrıştırmayı yapmamıza izin veren kültürün sınıftan bağımsız olması veya sınıfın salt ekonomik bir kategori olması değil ve ben de bu karşıtlığın her durum için geçerli olduğunu iddia etmiyorum. Bununla birlikte bu ayrıştırma ve karşıtlaştırmayı gerekli kılan gerçekliğin ele aldığımız konunun özgünlüğünde bulunduğunu; yazıya konu olan sınıfsal öznenin mevcut Muktedir’i desteklemesi olgusunun, verili özgün biçimi itibariyle sınıfsallık ve kültürellik arasında önemli bir gerilimin taşıyıcısı olduğunu düşünüyorum. 
 Daha önce bir yerde ifade etmeye çalıştığım gibi*** bu gerilimin ana kaynağı sınıfsal gerçeklikle, kültürel gerçeklik arasındaki yarılma ve bu yarığın gün geçtikçe daha çok açılması ve kapatılmak üzere daha dikkat çekici örtülere ihtiyaç duymasıdır. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçları, yaşamını sürdürme biçimleri ve deneyim üzerinden ortaklaştığı “kardeşleriyle” ilişkisi onun sınıfsal gerçekliğini ifade ediyor ve deneyiminin önemli bir parçasını oluşturuyor. Ama aynı zamanda Muktedir’i takip etmesi, yüceleştirmesi ve onunla (yaşamı ve arzularıyla) özdeşleşmesi, giderek bu gerçeklikten ayrışan ve sembolikleşen kültürel deneyiminin başka bir parçasını oluşturuyor. Bu kültürel dünya gerçeklikle ilişkisi sorgulanır bir şekilde ve idealizasyon temelinde oluşuyor. Elbette toplum ve kültürün hiyerarşik bir şekilde düzenlendiği her yerde bir ihtimal olarak beliren bu eğilim, içinde bulunduğumuz gibi bir Muktedir’in tüm iktidar aygıtlarıyla ve egemen çoğunluk kültürüyle bütünleşmesi ile biat ve güçlü idealizasyonu durumunda daha belirgin ve diğer durumlardan niteliksel olarak farklı bir şekilde yaşanıyor. İşçi sınıfının iktidarı destekleyen kesimi için, bu yolda sembolikleşen kültürel dünya güçlendiği ölçüde sınıfsal gerçekliği hâkimiyeti altına alıyor ve aralarında bir gerilimin yaratıcısı oluyor. Sınıfsal deneyim yeryüzüyle olan bağları hep hissettirirken, kültürel dünya sembolikleştikçe gerçek yaşam ve toplumsallıkla ilişkisinden uzaklaşıyor ve kültürellikle sınıfsallık arasındaki ipin gerilimi de yükseliyor. Benim bu olguda sınıfsal ile kültürel arasında bir karşıtlaşma tanımlamamın sebebi de bu.  İşçi sınıfının mevcut Muktedir’i destekleyen kesiminin deneyimi böyle bir yarılma ve içsel egemenlikle şekilleniyor.
 Benlisoy’un bahsettiği “kültürel kazanımların”, işçi sınıfının sahip olduğu kültürü yaşamasının, yaymasının ve geliştirmesinin önündeki engellerin azalması ve bu yüzden bir rahatlığa kavuşmasını ifade ettiğini varsayabiliriz. Böyle düşünüldüğünde “kültürel” kavramı yukarıda çizdiğim mantığa oturmaz çünkü böyle bir kültürelliğin sınıfsallıkla zorunlu bir karşıtlık içerisinde bulunduğunu söylememizin doğrudan bir ikna ediciliği yoktur. Hatta böyle bir kültürelliğin (kültürel kazanımların) sınıfsallıkla (sınıfsal kazanımlarla) uyumlu olduğu örnekler bile bulabiliriz. Bununla birlikte bana göre Benlisoy’un mantığında gözden kaçan işçi sınıfının kültürünün Muktedirle özdeşleşme temelinde ciddi ölçüde sembolikleşmesidir. Yani sokağa çıkanlar arasındaki işçilerin kültürel dünyasını ele alırken onların kültürel kazanımları ve bunların kaybına yönelik verdiği tepkileri birincil belirleyen olarak ele almak, kültürel dünyalarının (dünyamızın) nasıl bir sembolik işgal altında olduğu gerçeğini hesaba katmamak demektir. Bu sembolik işgal içerisinde elbette kültürel kazanımlar bir ölçüde güdüleyici rolünü koruyabilir ama bu rol büyük ölçüde sembolikleşmelerin ve idealizasyonların etkisi altındadır. Ve örneğin bunun neticesi olarak kültürel (ve sınıfsal) kazanımların –bu koşullar altında- Muktedir tarafından geri alınması, başkası tarafından ele alınmasına yakın bir etki bile yaratmaz. Çoğu zaman da bu idealizasyon, bu kayıpların meşrulaştırılmasına yarar.
 Bu bağlamda eğer doğru anlıyorsam yazıda yapılan şu ayrıma katılmıyorum: bir yanda “Erdoğan’ın kişilik kültü etrafında ideolojikleşmiş olanlar” diğer yanda da “sınıfsal ve kültürel öfke duyanlar” var. Eğer toplumda ciddi bir kolektif ruhsal gerileme (regresyon) ve Erdoğan’a yönelik eşi görülmemiş bir idealizasyon olmasaydı belki iki grubun da kültürelliği (bir yanda idealizasyon bir yanda kültürel kayıplara tepki) birbirinden ayrı olarak ele alınabilirdi. Bununla birlikte iki grubun da ortak ve çok güçlü bir kültürel/sembolik yatırım nesnesi bulunduğunu ve ikisinin de kültürel dünyasının temelde bunun üzerinden şekillendiğini söylemek bana daha doğru geliyor.
 Yani burada işçi sınıfının kültürelliğini ele alırken mevcut Muktedir’in idealizasyonunu etkili bir faktör olarak ele almamız gerektiğini iddia ediyorum. Tam da bu idealizasyon “sembolikleşen kültürellik” ile “kültürel kazanımlar” arasındaki ve dolayısıyla da “kültürellik” ile “sınıfsallık” arasındaki çelişki ve egemenlik ilişkisini yaratmaktadır. Bizim de sınıfsal öfke ile kültürel öfke arasında bir ayrıştırma yapmamıza ve karşıtlık kurmamıza imkân veren de bu gerçekliktir.
Sınıfsal Öfke ve Kültürel Öfke
  O halde mevcut olguda sınıfsal öfke ile kültürel öfke arasındaki ilişkiye dair ne söyleyebiliriz? Yazıda belirtilen (sembolikleşmiş) kültürel öfkeyi, sembolik kazanımı kaybetmeye yönelik bir tepki; sınıfsal öfkeyi de maddi kazanımı kaybetmeye yönelik bir tepki olarak ele alabiliriz. Yukarıdaki ayrımın mantığını takip edersek bu iki tepki/öfke arasında da bir gerilim olduğunu söylemiş oluruz. Bu gerilimli ilişki içerisinde de baskın olan ve temel yönlendirici güce sahip olan, sembolikleşmiş kültürel kazanımın kaybına verilen tepkidir.
 Peki, sınıfsal ve kültürel öfkeyi böyle bir mantık çerçevesinde birbirinden ayırdığımızda, bahsi geçen kesimin sınıfsal bir öfke ile değil de sadece sembollerini korumaya yönelik kültürel bir öfke ile mi oraya gittiğini söylemiş oluruz?
 Bu soruyu şöyle düşünebiliriz. Kültürel olanın sembolikleşmesinden bahsederken esas olarak sembolik kültürelleşmenin, gerçeklikle ilişkisi daha güçlü olan kültürel kazanımları hegemonyası altına aldığını ve onları bastırdığını varsaydık. Benzer olarak bu şekilde oluşmuş bir kültürelliğin de sınıfsallıkla karşıtlaştığını ve onu hegemonyası altına alarak bastırdığını söyleyebiliriz. Bu iki formülde de var olan bir vurgu bastırma ise, bir o kadar önemli başka bir vurgu da bastırılanın yok edilmesi değil egemenlik altına alınmasıdır. Bu iki şey ifade eder. Birincisi, bastırılan –ne şekilde olduğunun daha uzun tartışılması gerekse de- varlığını korur, içerilir ve sızar. İkincisi, bu bastırma/egemenlik ilişkisinin varlığı, ilişki yoluyla var olan bir bütünselliğin varlığını ifade eder. Nasıl ki birey ve toplum ruhsallığı, “parçaların ilişkisi” ile ifade edildiği zaman bile bir bütünsellik ifade ediyorsa, burada da nihayetinde bir bütünsellik vardır. Önce ayrıştırma daha sonra da bütünselleştirme yoluyla ortaya çıkardığımız dinamikler, bütünselliğe hareket dinaminiğini ve rengini veren dinamiklerdir. Yani kültürelliğin egemenliği altına girmiş bir sınıfsallık, “kültürelleştirilmiş/sembolikleştirilmiş bir sınıfsallık” bütünselliğini yaratır. Bu ise “sınıfsallaştırılmış bir kültürellik”ten farklı bir olgudur. Burada verilen tepkileri de, sınıfsallık içermelerine rağmen kültürel ve semboliktir.
 Benlisoy’un “sınıfsal ve kültürel öfke”si böyle bütünselliği ifade eder ama yukarıda mantık doğrultusunda açılmalıdır. Öfke tepkisi bir bütünsellik olarak sınıfsallık ve kültürelliği içinde taşır. Bu bağlamda darbeye karşı verilen öfke tepkisinin sınıfsal bir tepki olduğu doğrudur. Bununla birlikte bu tepkinin içindeki kültürellik sınıfsallığı baskılamış ve büyük ölçüde kendine tabi kılmıştır. Bu anlamda da tepki kültürelleşmiş bir sınıfsallığın öfkesidir. Tekrara düşmek pahasına şunu söylemek isterim. Burada sınıfsallıkla kültürellik arasındaki zorunlu ve genel geçer bir özerklik ve uyumsuzluktan bahsetmiyorum, aksine bu uyumun sağlanmasının ve ikisi arasındaki içsel ilişkinin anlaşılmasının önemine inanıyorum. Burada kültürelleşmeden kastım, “idealizasyon temelli bir sembolikleştirmeye dayalı bir kültürelleşme”dir. Elbette bunun örnekleri sadece otoriter muktedirlerin mevcudiyetinde bulunmaz. Burada, mevcut örnek ve gündem bu ilişkiyi tanımamıza olanak verdiği için bu şekilde bir açıklama üzerinde duruyoruz.
 Metnin başında yer alan sorudaki karşıtlığı (yaratıcılık-yıkıcılık) da buradaki karşıtlık ilişkisini ele aldığımız mantıksal çerçevede ele alabiliriz. (Sokağa çıkanların yaratıcı ve eşitlikçi bir kolektif eğilime sahip olduğu, ne söylem ve eylemleriyle ne de arzuladıkları sonuçlarla uyuşur. Bu nedenle şu an bu ihtimal üzerinde durmayacağım.) Yani sokağa çıkanların kolektif eğilimini yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik olarak tanımladığımızda, yıkıcı eğilimlerinin yaratıcı eğilimlere egemen olmasından, ikincisinin birincisi tarafından bastırılmasından bahsediyor oluruz. Ama burada bastırılanın varlığını reddedemez, “kaçış ve ihlal dinamiklerini” gözden kaçıramaz ve zorunlu yaratıcılık potansiyelleri yokmuş gibi yapamayız. Yukarıda söz ettiğimiz nedenlerle ve önünde duran aşılması gereken engellerle kişinin ve toplumun yaşayışında bunlar mevcuttur. Elbette her kişinin yaratıcılığı yıkıcılık tarafından farklı derecelerde, sınıfsal deneyimi de kültürel deneyimi tarafından farklı derecelerde bastırılmaktadır. Bu bastırmanın derecesi ve özellikle hangi tip durumlarda bunun geri dönüşsüz bile olabileceği tartışmaya değer bir konudur. Bunun kadar önemli başka bir şey de “kendi içimize kapanmamak için” işçi sınıfının bu tip idealizasyonlar içerisine girdiğinde ve sembolik deneyimi hâkimiyeti ele aldığında dahi, sınıfın nesnelliği tarafından yaratılan bir gerilimin zorunlu taşıyıcısı olduğunu unutmamaktır. Benzer bir “büyülenme” içerisinde biz de sosyalizmin teorisi ve olasılığını unutmaya, kendimizi bu şekilde savunmaya çalışıyor olabiliriz. Bu Benlisoy’un kullandığı ifadelerde olduğu gibi bir tür kayıtsızlık ve içe kapanma da olabilir.
 Kültürel gerçekliğin sınıfsal gerçeklikle uyumlu hale gelmesi ve öfkenin sınıfsal içeriği bastırılmış ve neticede kendine dönen hallerinden kurtulmanın yolu belirsizliklerle dolu olabilir. Bununla birlikte diğer seçenekler hem “sokağa çıkanlar” hem de “solcular” için sembolik bir kültürelleşme noktasında kalma ve kimlikleşmenin ötesine geçememe anlamına geliyor. İhtiyaç duyulan canlanmaların yaşanabilmesi için “karşımızdaki”ne ve dışarıya doğru yönelmemiz önemli gözüküyor.
* http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2016/07/darbe-girisimi-uzerine-dusunurken.html
** http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/147585741014/15-16-temmuzda-sokağa-çıkanlar-kim

*** http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2016/05/turkiyede-gerilim-deneyimi-gerileme-ve.html

Baran

17 Temmuz 2016 Pazar

"Darbe Girişimi" Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair

 15 Temmuz gecesi başlayan ve ertesi gün sona eren “darbe girişimi”nin nasıl bir mantığa oturtulabileceği konusunda cevap arayan birçok soru var. Bu olayın hangi aktörler tarafından nasıl bir amaçla gerçekleştirildiği ile bundan sonra (özellikle ciddi ölçüde devletin başı, devlet kurumları, parti(ler) ve işçi sınıfının bir kesimi dâhil olmak üzere halkın bir kısmının birbirine hiyerarşik-otoriter-askeri-milli-dini “kenetlenmesiyle” belirlenecek olan) nasıl bir yola girildiği konusu oldukça önemli gündemler.  Bununla birlikte ben bu kısa metinde, böyle bir olayı yorumlarken kullandığımızı gözlemlediğim yöntemlere dair önemli bulduğum bazı noktalara değineceğim.  

 Bu tip olaylar üzerine düşünürken soru işaretlerinin korunmasının ve yan yana konmasının meseleye kestirme yanıtlar vermekten daha faydalı olduğunu, çünkü bu şekilde üst üste gelen/gelecek göstergeleri yorumlama tutarlılığımız ve hareket kabiliyetimizin -hızlıca cevaplar bularak ve buna yönelik sinik hareketsizlikler geliştirerek olacağının aksine- artabileceğini düşünüyorum. Böyle bir olguyu yorumlarken bizim soru sorma ve onları yan yana koyma konumunda beklememizi zorlaştıran şeyin ise “çelişkiler” olduğunu düşünüyorum. Burada da çelişkilere karşı aldığımız tutumun, yorumlayışımızı ve hareket tarzımızı ciddi ölçüde belirlediği varsayımından yola çıkarak, onlara karşı nasıl yöntemsel ilkeler kullanabileceğimizden söz edeceğim.

 Böyle bir olay birbiriyle çelişki içerisinde olan birçok görüngüden oluşabilir ve bu çelişkili görüngülerin nasıl bir anlam çerçevesi içerisine oturtulacağı, yani nasıl bir politik analize çevrileceği zor bir konu olabilir. Genellikle sosyalist siyasete de güçlü tesirleri olan anaakım siyaset tarzının, doğrudan cevap verme, politik doğruya yönlendirme, “her koşulda …” türünden mutlak ideal söylemler üretme, tarih üstü kural ve kavramları vurgulama vb. gibi yöntemlerin –bilinçli ya da bilinçsiz kullanılsa da- bu çelişkilerin üzerinden hızlıca geçilmesi ve durumun şiddeti ve cevaplar konusundaki aşırı talepkârlığı karşısında katılaşılması üzerinden işlediği söylenebilir. Söylem ve eylemin böyle bir yöntemle üretilmesi ve soru işaretlerine yönelik bir tahammül eksikliği ya da bilinçli bir tercihle çelişkilerin gölgede bırakılması egemen sınıf ve devletin gücünü pekiştirme riski taşıyan bir eğilimdir. Egemen sınıf ve devlet ideolojisi yönetebilirlik yanılsamasını böyle çelişkilerin gölgede bırakılması üzerinden yaratır. Bana göre, sanıldığının aksine çelişkilerin üstünü hızlıca örtmemek ve gerektiğinde konum değiştirebilmek, sınıf siyasetinin değil, düzeni sürdüren siyasetin altını oyar.

 Bu tip bir olguda çelişkili görüngülerin yorumlanmasının doğrudan bir formülü olmayabilir ama eleştirel bir yorumlama çabasının bu bağlamda iki önemli unsuru içermesi gerektiğini düşünüyorum. 

 Birincisi, çelişkili görüngüleri bu çelişkileri kapsayabilecek bir anlam çerçevesinde buluşturma, bunların bir sürecin farklı ve aslında tutarlı görüngüleri olduğunu kavrama ve dolayısıyla olayların seyrine dair bir süreç okuması yapma çabasıdır. Bunun aksi ise çelişkili görüngülerin varlığında bir tarafı görmeyi seçmek, diğerini dışarıda bırakmak ve dolayısıyla aceleci, mantığını sadece kendi içinde kurmaya çalışan ve kesitsel bir tanımlamanın ötesine geçememek olabilir. Bu, görüngülerin açıklanması ve aşılması konusunda bize yardımcı olmayan bir yöntemdir çünkü bu yöntemle gerçeklik her zaman eksik ele alınır ve o eksiklik mutlak ideal tanımlamalar yoluyla bastırılır. Bu vasıtayla uzun vadeli ve etkili hareketler yaratma imkânları da gözden ırak olur. “Darbe girişmi”ne dair yapılan yorumlardaki genel çıkarımlarda bunu görmek mümkün olduğu gibi (“bu bir parodidir”den “halkın darbeyi yendiğine” kadar değişen çıkarımlar) yorumlarda kullanılan kavramlarda da görülebilir (“sokağa çıkmak”, “halkın gücü”, “demokrasi”, “darbe karşıtlığı”, “sivillik”, vb.). Gerek düzen yanlısı gerekse muhalif açıklama ve yorumlarda tarih üstü ideal kavram kullanımı ve kestirme cevaplara rastlayabilmek mümkün. Elbette bu, bazı açıklama ve yorumların gerçeklikle kesinlikle uyuşmadığı anlamına gelmez ama gerçeklikle uyuşma konusunda pek bazı gerekçelendirmelerden kaçındıkları ve bazı çelişkili görüngüleri içlerine almakta zorlandıkları anlamına gelir. Herhangi bir yorumu ise daha “gerçekçi” hale getirecek olan şey, onun ideal bir şekilde tüm görüngüleri kapsaması değil –zaten bu mümkün olmazdı- ama karşılıklı kolektif tartışmalar içerisinde yoğrulması ve olgunlaşmasıdır.

 Eleştirel bir yorumlama çabasının bana göre ikinci önemli unsuru ise çelişkili görüngüler aynı anlam çerçevesince kapsanamadığında, çerçevede düzeltmeler, eksiltmeler, değişiklikler yapabilmek, “geri adımlar” atabilmektir. Bir çelişkinin anlamsal çerçeveyi değiştirecek güce sahip olup olmadığının tespit edilmesi kolay değildir. Yani, iki çelişkili görüngü bizim anlamsal çerçevemiz tarafından “gerçekten” kapsanıyor mu yoksa çelişki bizi yeni bir çerçeve geliştirmeye mi zorluyor; bu, cevapları, tarihin nasıl okunduğu ve mantıksal/felsefi/politik/ideolojik varsayımlarla belirlenen bir sorudur. Ne var ki bu belirleme bizi- nasıl ki mutlak bir kuşkusuz pozitivizme takılmıyorsak- mutlak bir belirsiz göreceliliğe sürüklemez. Eğer bunlardan birine sürükleniyorsak bu, bizi bekleyen zorluktan ve belirlilik-belirsizlik arasındaki salınmayı kaldırmaktan çok hoşnut olmadığımız için olabilir. Burada bizi bekleyen, tarih okumamızın ve mantıksal/felsefi/politik/ideolojik varsayımlarımızın tartışılması, gerekçelendirilmesi, temellendirilmesi, gözden geçirilmesi, başkalarıyla buluşturulması süreçleridir. Elbette her politik analiz süreci bunların gerekliliğini aynı oranda yaratmaz veya buna yeterince zaman tanımaz. Yine de bu gerekçelendirme ihtiyacı hem, her güncel politik okumayı yapma tarzımızın bunlarla ilişkili olduğunu hem de, birbirimizle sadece gündelik (önemsiz demiyorum) yorumlarımızı “çarpıştırmanın” ötesinde buluşma ve “çarpışmalara” da ihtiyacımız olduğunu bize hatırlatır.

 Bu iki unsuru vurgulamamın sebebi, bir yorumlama yaparken çelişkilerle nasıl başa çıktığımızın üreteceğimiz söylem ile eylemin tutarlılığı ve politik etkisi açısından önemli ve belirleyici olduğu düşüncesidir. 

 O halde eleştirel açıklama/yorumlama sürecinin her iki unsurunun da gerektirdiği şöyle iki çaba var: zaman tanıma ve esnek olma. Bu iki kavramın ne kadar “liberal”, “postmodern” ya da “gelişigüzel” gözükebileceğinin farkında olmakla birlikte bu iki kavramı yukarıda önem atfettiğim iki şeyle birlikte düşünürsek, bunların neden eleştirel sosyalist bir politik okumanın unsurları olabileceği ortaya çıkar. “Zaman tanıma”, göstergelerin belli bir olgunlukta ortaya çıkması, çelişkilerin berraklaşması ve bir vade içeren doğrulamaların (ileriye ya da geriye yönelik) yapılabilmesi için önemli gözüküyor. Bununla birlikte buradaki “zaman”ın sayısal-doğrusal bir zaman olmadığı söylemeliyim. Bunu dakika, saat, gün, ay, yıllarla ölçülebilen bir süre yerine bir ilke, beklemenin bir niteliği olarak tanımlamak daha doğru olur. Olguların ve okuyucularının “yeterli zamanını” belirleyen “süre” değil, “aciliyet hissine kapılmama, kestirmelere kaçmama” ilkesidir.

 Benzer bir şekilde “esneklik” de “o da olur bu da” şeklinde ifade edilen bir teoriden kaçma yöntemi değil, “yanlışlanmaya ve doğrulanmaya izin verme” ve “vazgeçebilme” ilkelerini ifade eder. Bu iki ilkeyi, “liberal” , “postmodern” ya da “gelişigüzel” yapan örtük ama bir o kadar ciddi bir mutlaklık içeren, “mutlaklık karşıtı” neoliberal düşünme biçimleridir.

  Gerçekleşen “darbe girişimi” üzerine düşünürken, aklıma gelen iki yöntemsel ilke ve bunları sağlayabilecek iki çabayı ifade ettim. Mevcut olay üzerinde düşünürken, bunu yapan birçok kişi gibi, ben de başka olayları da düşünürken kullanabileceğimiz fikirler çıkarmaya çalıştım. Bu gibi olay/süreçleri yorumlarken, aslında birçok kişinin zihninde beliren ama etkisi kaybedilen ilkesel ve yöntemsel konuları da gündeme almanın (buradakiler doğru bulunsun ya da bulunmasın)  görüngülerin“esas anlamı” ve “esası anlama çabasıyla” bizi ilişkilendireceğini, alınacak “darbelerden” bizleri koruyacak ve “darbeleri” bertaraf edecek zihinsel ve politik örgütlenmeye imkân açacağını düşünüyorum. 

  Bana göre, “darbe girişimini” okurken kendimizi tartışmalar çerçevesinde daha gerekçelendirilmiş yorumlar yapmaya doğru açarsak, hem çelişkili görüngülerin ardındakini anlamaya izin veren hem de buluşmalarla olgunlaşan okumaların oluşmasına imkân tanımış oluruz. Böyle bir çabanın var olmadığını söylemek gibi bir niyetim yok ama “darbelerin” etkisi bizi bir tür hızlı davranmaya ittikçe bu çabadan uzaklaşma riskimizin arttığını söyleyebiliriz. Biraz nitel bir “yavaşlama” yakaladığımızda ise anaakım siyaset tarzına benzeşen ve düzeni var olan haliyle dondurmayı arzulayan mutlak ideal tanımlardan (demokrasi, sokağa çıkmak, halk, halkın tepkisi, sivil vb.) uzaklaşabilir, eleştirel ve sosyalist bir gerçekçilikte farklı konumlardan da olsa buluşabiliriz. Anlamayı, tanımlamanın önüne koyan böyle bir çaba mutlak gözüken tanımları da gerçek içeriğine ayrıştırabilir. Yani böylece hızlıca kullanılan bazı kavramlar da üzerine düşünülecek alanlar haline gelebilir. Kavram kullanımına dair aklıma gelen üç soruyu belirterek metni tamamlıyorum:

-Kullanılan demokrasi kavramı herkesin yaşamı hakkında birebir söz hakkına sahip olduğu demos’un egemenliği mi, yoksa sömürü ilişkilerine dokunmaktan uzak “siyaset”le sınırlı ve aynı zamanda temsili yüceleştiren bir olguyu mu ifade eder?

-Sivil kavramı “bir seçim sonucu yönetime gelmiş kimse” dışında bir anlam ifade etmez mi ve tüm yönetimsel, askeri, bürokratik ve yargısal gücün bir kişide toplandığı, bir kişinin her türlü silah ve zor üzerinde birebir söz hakkına sahip olma durumunda bile durumu tanımlayacak olgu sivillik midir?

-Sokağa çıkmak kavramı Gezi’deki gibi yaşamsal, yaratıcı ve eşitlikçi güdülerle mi, yoksa yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik güdülerle mi yapılan bir hareketi anlatır? (Ki bu tartışma sokağa çıkanların darbe karşıtlığını sorgulanır hale getirdiği gibi, bir gün evvel muhalif birçok kesimce “biat ediyor” olarak tanımlanan halkın bir sonraki gün bu güdülerinin nasıl canlandığını ve bir gün sonra da tekrar bunların yok mu olacağının açıklanmasını da zorunlu kılar).

Baran