24 Nisan 2017 Pazartesi

Duyuru: Tartışma Toplantıları Dizisi Nisan Oturumu


Tartışma dizisi kapsamında her ay bir ya da birkaç sunumcu/tartışmacı, belli bir konuya dair önemli bulduğu ve ötekilerle paylaşmayı arzuladığı düşüncelerini katılımcılarla paylaşıyor ve konu üzerine yürütülecek bir tartışma için açıcı rol üstleniyor. Herkesin katılımına açık olan bu oturumlar, insanları (fikirleri, heyecanları, deneyimleri, disiplinleri…) sosyalist bir çerçevede, konuşma ve düşünme eylemlerinde karşılaştırmayı hedefliyor.

Aşağıda 29 Nisan Cumartesi saat 14.30’da gerçekleşecek olan 4.  oturumun ayrıntılarını ve öteki oturumlara dair bilgileri bulabilirsiniz. 

*****

NİSAN TOPLANTISI

1 Mayıs yaklaşırken…

Sunumcu/Tartışmacı:  Eser Sandıkçı (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği üyesi) 
               Başlık:  Emeğin Ruhsallığı
Sunumcu/Tartışmacı: Eylem Akçay (Plaza Eylem Platformu üyesi)
                Başlık: Ruhsal Hayat Sınıf Mücadelesinin Bir Alanı mıdır?
Zaman:  29 Nisan Cumartesi, 14.30-18.00
Yer:  Carmela Cafe
 Adres: Caferağa Mahallesi, Tellalzade Sokak, No: 17, Kadiköy, İstanbul. 

*****

OCAK  - Can Evren (Duke Üniversitesi Kültürel Antropoloji Doktor Adayı) “Tabandan Yukarı mı, Soldan Sağa mı? Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.*   

ŞUBAT  - Enes Aksu (YTÜ İktisat Yükseklisans Öğrencisi) “AKP Döneminde Türkiye Ekonomisi: Hangi Adımlar Atıldı, Etkileri Ne Oldu?” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.

MART  - Begüm Özden Fırat (Öğretim Üyesi, MSGSÜ Sosyoloji Bölümü) “Müşterekler Siyaseti”, Zafer Ülger “Başkanlık Referandumu, İlkel Birikim, Müşterekler” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdiler.**

MAYIS  - Sınıf deneyimi, öznellik-nesnellik diyalektiği ve sınıfın bilinçdışı üzerine Baran Gürsel (Klinik Psikolog, Sosyal Politika Doktora Öğrencisi)

HAZİRAN - Sol harekette normallik ve heteronormativite üzerine Umut Şah (Öğretim Görevlisi,  İstanbul Arel Üniversitesi Psikoloji Bölümü)

TEMMUZ  - Erk, beden ve şiddet üzerine Bilgesu Şişman (Depaul Üniversitesi Felsefe 
Doktor Adayı), Kesişen aidiyetler; toplumsal cinsiyet, etnik kimlik ve sınıf kimliklerinin deneyime etkileri üzerine Mukadder Okuyan (Clark Üniversitesi Sosyal Psikoloji Doktora Öğrencisi)

EKİM - Sınıf ve etnisite deneyimleri eşliğinde işçileşme süreçleri üzerine Uygar Yıldırım

KASIM - Freud metninin “bilinçöncesi” devrimci potansiyeli üzerine İlker Özyıldırım, Öteki ve ötekisizlik meselesi üzerine İshak Sayğılı

* Sunum metnini blogda bulabilirsiniz.

Etkinlik Sorumlusu: Baran Gürsel
Facebook:  facebook.com/elestirelsosyalistdusunce           
İletişim: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com


18 Nisan 2017 Salı

Referandum Sonrasında Mücadele: Yeniden 'Başlamak', Yeniden 'Gezi İşlevi'

Baran Gürsel

Referandum sonuçları hem yarattığı güvensizlik hem de iki kanattaki oy oranlarının her koşulda uç uca oluşu ile birçok gerilim, yeniden düzenlenme ve mücadeleye gebe. Bu sürecin neler getireceğini hep beraber hem yaşıyor hem de hararetle tartışıyor olacağız. Ben burada, referandum öncesinde de 'eşit ve özgürleştirici bir birliktelik için referandumun ötesine bakma’ iddiası ile benim de katıldığım[1], referandum sonrasında mücadelenin nasıl sürebileceğine dair tartışmaya bir katkı sunmak istiyorum. Artık bu konuları daha ciddi, daha samimi ve daha beraberce konuşmalıyız. Bu metinde kendi fikirlerimi referandum öncesi yazılan bir metnin[2] eleştirisinden yola çıkarak bizleri, önümüzdeki dönemdeki uzun erimli ve geniş perspektif sahibi kurumsallıklarda ‘Gezi’nin izlerini’ni takip etmeye ve ‘Gezi işlevi’ni canlandırmanın yollarını aramaya davet edeceğim. 

Birlikte mücadele ve tartışma arzularını paylaştığım Fırat Seymen’in yazdığı “Bu nasıl başlangıç! Hani nerede devamı?” başlıklı metin bir ruh çağırma anekdotu ile başlıyor ve ‘Gezi’nin ruhu’lakırdısının gereksiz tekrarlanışını batıl olarak tanımladığı bir ruh çağırma eylemine benzetiyor. Yazar daha sonra Gezi’yi bir demokratik devrim girişimi olarak değerlendirip, onun artçısı olan hareketleri sıralıyor. Bunun üzerine de bu artçıların eleştirisini yapıp veya neden işlerliklerini korumadıklarını söyleyip, bizim demokratik devrim perspektifine sahip birlikteliklerde bir araya gelmeyi tartışmamızın esas ihtiyaç olduğunu vurgulayarak tamamlanıyor. Yazıya dair, benim kendi çıkarımlarım için de temel teşkil edecek iki eleştirim var: Yazının, biçimlere aşırı bağlı kalan analiz yöntemi ve kendi aradığını bulmaya odaklı döngüsel mantığı. 

Burada yapacağım eleştirilerde amacım, ele alacağım metni ve teorik arka planını basit bir mantığa indirgeyerek anlamlı önerileri/düşünceleri yok saymak değil. Sadece, bu alttan alta aktığını düşündüğüm mantığın güncel mücadelede önümüzde tıkanıklıklar yaratabileceğini düşündüğüm için aksine, bu görüşleri ciddi bir biçimde ve yoldaşça dikkate alıyorum

'Gezi’nin Ruhu’ Meselesi

Yazının biçimselci analiz yönteminin belirgin bir örneğini, bir metafor olarak kullanılan ruh çağırma eylemini ele alışında bulabiliriz. Ruh çağırmanın 'ilk bakışta’ batıl bir eylem olduğunu reddetmek zorunda değiliz ama analizi bu noktada bırakırsak kendi bakışımız da bir tür batıllıkla malul olur. Bu şekilde, kullandığımız metaforun kendisinin de başka bir şeyin metaforu, dolaylaması, türevi olduğu gerçeğini es geçmiş olur ve metafor oyununu daha baştan bozmuş oluruz. Demek istediğim şu: Ruh çağırma eyleminin kendisi de toplumsal ilişkilerin bir biçimi yani toplumsal ilişkilerdeki sürekliliğin metaforlarından biridir[3]. 

Yazarın da amacına paralel olarak 'materyalist’ bir perspektiften bakarsak ruh çağırmak, insanlar arasında, bilinçli faaliyetin/temsillerin askıya alınmaya çalışıldığı (“Başka bir güç bizi kontrol ediyor.”), öznelerin 'sezgisel’, doğru adıyla bilinçdışı[4] süreçlerinin birbirleriyle çatıştığı/uzlaştığı dinamik bir eylemdir. Bu eylemin sonucunda toptancı ‘Evet-Hayır’ gibi toptancı cevaplara ulaşılıyor olabilir ama ulaşılan bu sonuç, kendisini yaratan dinamizmin sadece ‘anlık’ bir örtüsüdür. Bir adım daha öteye gidersek öznelere ait bilinçdışıların, insanın –yaşamın başından sonuna kadar- ‘kültürelleşme/toplumsallaşma’ süreçlerinin izleri olduğunu hatırlarız. Yani, özneler arasındaki arasında cereyan eden mevcut ruh çağırma eylemi bir açıdan da, bilinçdışılar aracılığıyla bu toplumsallıkların somutlaşması ve çarpışmasıdır. Ki bu çarpışmada toplumsallık öznelerce yeniden yaratılır ve yaratılan şey sadece batıllığa indirgenemeyecek bir ilişkiler düzenidir. 

Yazar, ‘Gezi ruhu’nu çağırmak ile ruh çağırma eylemini birbirine benzetirken, eylemin biz seküler bireylerle ‘görünüşü’ üzerinden tek yönlü biçimsel bir benzetme yapıyor.  Bu benzetmenin açabileceği düşünsel oyun alanında gezinmektense, onu önceden varsaydığı şeye (Gezi ruhunu anmanın gereksizliğine) temel olarak kullanıyor. Yazarın bu bakış açısının, Gezi’ye bakışını da belirlediğini görebiliriz. Ve belki daha ileri giderek metnin 'ruh’ kelimesinin sadece ölüme ilişkin çağrışımlarında kalıp, yaşamsallığa ve ilişkin çağrışımlarına doğru geçmemesinden de bu yaklaşımı sorumlu tutabiliriz. 

Bana göre metinde Gezi, öncesi, kendisi ve devamı belli bir süreklilik içinde –ki bu süreklilik başkalaşımlar da içerebilir- ve süreçlerle ifade edilebilecek bir toplumsal olgu olarak ele alınmıyor. Gezi de birey ya da grup olarak öznelerin bilinçdışı veya bilinçli temas ve çarpışmalarıyla oluşan bir toplumsal ilişkiler düzeni olarak ve bu düzenin metaforu olarak değil, tam sınırları ve özü tespit edilebilecek, başladı dediysek başlayacak, bitti dediysek bitecek bir olay olarak tasarlanıyor. Dolayısıyla ancak bu metafor oyununu ve toplumsal ilişkilerin sürekliliğini donduran bakış açısı, Gezi'nin çöktüğünü verili kabul edip, onu anmayı total olarak bir ölüyü anmayla eş tutuyor. Hâlbuki insanlar birey ya da grup olarak, fark ettikleri ve etmedikleri şekillerde, bu güçlü toplumsal eylemin ve kopuş gibi hissettiren bu toplumsal ilişki biçiminin izlerini taşıyorlar. Bizler bu izleri taşıyoruz. Bu izler de kuşkusuz, başka ilişki ve eylemler tarafından önceden yaratılmış bireysel ve toplumsal izlerin devamcısı, alternatifi, keseni, vb. olarak var oluyor.

Bana göre Seymen’in yazısındaki sorun, Gezi’nin adını anma biçimlerini eleştirmesi değil -ki bunlardan katıldıklarım da olacaktır- yeni bir örgütlenme ve mücadele tartışmasına yönelik ihtiyaca vurgu yaptığı yerde tarihsellikten uzaklaşması ve kendi önerisini de donuklaştırma riski taşıyan bir şekilde, Gezi’yi donuklaştırmış olması. Tam da yazarın yakındığı batıllaştırma durumu ile birlikte düşünürsek, böyle bir bakış açısının, Gezi Direnişi’nin 'yası’nın tutulmasını ve onunla (ve varsayılan özleriyle) gerçek bir özdeşleşmeyi engelleyeceğini söyleyebiliriz.

Gezi’nin Özü?

Metnin kendi aradığını bulmaya odaklı mantığı aslında yukarıda söz ettiğim yaklaşımıyla paralel. Buna dair örneği ise yine Gezi’nin 'özünün’ tespit edilişinde bulabileceğimizi düşünüyorum. Yazar, Gezi'nin dinamik süreçsel işleyişini bir öze indirgiyor: “Gezi bir demokratik devrim girişimiydi”.  Bu tespiti bende, bu indirgeme işlemini de kendi demokratik devrimci yöneliminden dolayı bu yönde yaptığı izlenimini yaratıyor. Dahası böyle bir tespit yaptığı için de, döngüsel olarak, Gezi’nin ‘çöktüğüne’ yönelik kendi varsayımına temel oluşturmuş oluyor. Yani bu mantıkla, Gezi başarısız olmuş bir demokratik devrim girişiminden ibaret; yani gerçekleşmesi yarım kalmış bir özün hikayesinden. Böyle olunca da Gezi’nin devam ettiğini, hatta bir öncesi olduğunu varsaymak için gerekli mantıksal araçlar elimizden alınmış oluyor.

Gezi’yi tarihsel bir perspektiften tanımlamak, onu doğuran ve orada doğan fikirleri, duyguları, amaçları, eylemleri, yani tarihsel süreçleri adlandırma girişimlerinden vazgeçmek anlamına gelemez; kastettiğim bu değil. Esas olarak eleştirilebilir bulduğum şey, Gezi'nin öncesindeki ve içindeki (sınıfsal/kültürel) süreçlerin beslediği, öznelerdeki yaratıcı potansiyelin ürünü olan çeşitli arzu ve çatışmaların zenginliğini, Gezi’ye öz atfetme pahasına yok saymaktır. Bana kalırsa, Gezi’nin ‘demokratik devrim girişimi’ olduğunu söylemek için veri bulmanın kendisi bile epey zor bir iş. Orada üretilen slogan, söylem, talep, ilişki ve eylem biçimlerinin demokratik özlemler içerdiği, orada ve daha geniş alanlarda (şehir, ülke, vb.) demokratik ilişkiler yaratmak için çaba sarf edildiği söylenebilir- ki bunu derken bile bunu böyle çatışmasız bir noktada bırakamayız. Fakat bu demokratik özlemleri ve çabaları (bilinçli veya bilinçsiz olsunlar), bir devrim girişiminin çağrıştırdığı amaçlı ve görece bütünlüklü bir etkinlikle bir tutmak bana zor gözüküyor. Eğer böyle bütünlük anları yakalanabileceği iddia ediliyorsa da, bunun başka tür bir devrim girişiminden ve özellikle de amaçlı girişim içermeyen birçok hareket biçiminden nasıl ayrıştırıldığı özellikle anlatılmalı. Bunlar, yazarın açabileceği –belki de açtığı ve benim bilmediğim- üzerine tartışılabilecek konular. Bununla birlikte bu yazıdaki yöntem eleştirisi açısından önemli olan, bu tip bir indirgeyici kavramsallaştırmanın, Gezi’yi kuşatıcı bir tanımlama olarak ortaya konmuş olması ve bunun Gezi’ye dair düşünmemizi de bir noktada tutması.

Yazarın Gezi’nin ‘çökmüş’ olduğunu ve projesiz olduğu için başarısız olduğunu söylemesini ve bizim de şu an demokratik devrimci bir özne yaratmamızı önermesini birlikte düşününce şöyle bir şey anlıyorum:  ‘Çöken’ girişim, ‘sağlam temellere’ oturmuyordu; bu sefer ‘sağlam temellere’ oturan bir tanesini yapmalı ve bunun için tartışmalar yürütmeliyiz. Ben bu tartışma ve birliktelik arzusunu kesinlikle sahipleniyor ve biraz da bu nedenle böyle bir açıklıkta yazıyorum. Bununla birlikte yazarın önerisi, yazının başındaki tekrar ritüelinin eleştirisine karşın, bir tekrar önerisinin ötesine geçiyor gibi durmuyor. Gezi’den aldığımız demokratik devrim mesajını, bu sefer ‘doğru’ bir yola doğru götürmek ve bu yolda bizi yürütecek doğru aygıtı kurmak olmalı bizim amacımız, yazara göre. Tabii, bu hem döngüsel bir tekrar önerisi (O zaman Gezi sadece demokratik devrimci olmanın ne kadar doğru olduğunun kanıtı mı oldu?); hem de başka şeyler değil, adı ‘demokratik devrim’ olan bir öneri. Yani başka tür ‘devrimleri’ hem yola çıktığı yerde (Gezi’de) hem de vardığı yerde (aygıt projesi) bulmayan, kendini aşmayı vaat etmeyen bir öneri. Peki bu çıkarımların yapılabilmesi için gerçekten Gezi’ye gerek var mıydı? Bu tahlil ve önerilerin içinde takip edebileceğimiz Gezi izleri nerede?

Ele aldığım yazıda kısıtlı olarak görebildiğimiz Gezi izleri meselesine, güncel ‘aygıt’ ve ‘program’ sorunları çerçevesinde Gezi'ye dönerek kendi adıma katkı yapmaya çalışmak isterim. 

Gezi’nin Sürekliliği ve ‘Gezi İşlevi’

Gezi, katılaştırıldıkça ölümü andırıyor olabilir ama onun hem toplumsal pratiğimizdeki hem de zihnimizdeki canlandırıcı etkisini hatırlamak, onu hafızamıza çağırmak, bir ruh çağırma eyleminin batıllığına karşı bir ‘ruh kazanma’, yani canlılık çağrısı olarak da düşünülebilir. Gezi sürecinin ayırıcı bir özelliği, canlı ve yaratıcı eğilimlerin taşındığı ve çoğaltıldığı bir kolektif ilişkiler düzenini temsil edebilmiş olmasıdır. Bu eğilimler sürekli olarak -bazen toplumsal düzenin egemen eğilimlerinin de devamı olan- 'ölü/yıkıcı' eğilimlerle çatışma içinde var olmuş; Gezi bu çatışmaları da kapsayarak, kendi içinde yaratıcılığı çoğaltabilen ve onu baskın hale getirebilen bir çerçeve olarak var olmuştur. Bu bağlamda Gezi'nin kolektif ilişkiler düzeni donmaya, biçimselleşmeye, şeyleşmeye karşı dinamik karşı çıkışların alanı olmuştur. Bu karşı çıkışlar, bir ağacı savunmaktan paylaşıma, sloganlardan alternatif karar alma biçimlerine kadar çeşitli kılıklara girmiştir. Gezi’nin kolektif ilişkilerinde ortaya çıkabilen bu tür eğilimler bir yandan, kapitalizmin, güncel neoliberal politikaların ve toplumsal tahakküm ilişkilerinin bastırma gayreti gösterdiği yaratıcı eğilimlerden oluşur (ve onları aşar), diğer yandan da bunların aldığı çeşitli tarihsel biçimlerle (semboller, kurumlar, örgütler, görünüşler, tavırlar, eylemler,.vb) ortak alana taşınır. Ve burada oluşan ‘Gezi ruhu’, hiç de ‘antimateryalist’ bir yolla değil, insanların (bilinçli ve bilinçdışı süreçleri içeren) etkileşimleri sayesinde, toplumsallaşarak yeni sınırlara, yerlere, ‘ruhlara’ doğru yayılır. Kuşkusuz pürüzsüz yayılma yoktur; aynı ilişkiler, başka tür eğilimlerin de taşıyıcısıdır.

Devlet şiddeti, egemen toplumsal ilişkilerin kuvveti, öznelerin eylemleri gibi birçok etmen Gezi’nin kolektif ilişkilerinin çözülmesine yol açmış olabilir, bu tartışılır, tartışılıyor. Bununla birlikte bu çözülme bana göre salt bir program ve hedef eksikliği ile açıklanamaz. Sorun, bir devrim projesinin eksik olması değildir. Bana göre,  Gezi’nin dağılmasının önüne geçilememesi, ortak mekânın şiddetle dağıtılması sonrasında bir araya geldiğimiz alanlarda, kolektif ilişkileri, Gezi’nin yaratıcılığını onaracak bir düzende yeniden örgütleyememiş olmamızdandır. Yani gerek Gezi’deki fiziksel ortamın, gerekse orada kurulan hayatın kurucu özelliklerini ve bunların harekete geçirici işlevini, insanların yaratıcı eğilimlerinin yeşermesine izin verecek şekillerde yeniden kuramadık. ‘Gezi’nin çerçevesinin’ yarattığı ‘işlevi’ yeniden yaratamadık. Bu bir program ve hedef sorunu olarak tanımlanacaksa da ancak ‘devrimci’ programların gelişeceği bir ortamın yaratılamamasını içeren bir program sorunu olarak tanımlanabilir. Ve tam bu noktada Gezi’nin çerçevesinin ne olduğunu ve neden o kesitte geçerli olduğunu; yeni mekânlar ve ilişkilere geçildiğinde, ‘Gezi işlevinin’ kazanılması için o çerçevenin nasıl yenilenmesi gerektiğini yeterince yeniden ‘programlaştırmış’ olamadığımızı söyleyebiliriz.

Bunun önemli bir sebebinin şu olduğunu düşünüyorum. Gezi, insanların etkileşim ve paylaşımının önünü açacak, görünür mekanizmalara ek olarak aslında ‘görünmez olan’ mekanizmalara da sahipti ve iletişim ve paylaşımın kendisi böyle ilişkisel mekanizmalar üzerinden akıyordu. Deneyimler bu şekilde ifade bulduğu gibi, bu şekilde yeniden de düzenleniyordu. İnsanlar daha rahat konuşabiliyor, hareket edebiliyor, daha rahat düşünebiliyor ve tahakküm ilişkilerinin dışına çıkmanın olanaklarını bulabiliyordu. Baskıcı eğilimler ortaya çıktığında buna karşı söz söyleme, örgütlenme ve bunları kısıtlama hakları ‘verili’ kabul ediliyor, genellikle bunlar parçalanma ve dağılma ile sonuçlanmıyordu. Bununla birlikte bunları çoğunlukla sağlayan, üzerinde bilinçli bir şekilde uzlaşılmış hukuk, kural ve çerçeveler değil, oradaki çerçevede gelişen –kesinlikle tarihsel ama nadiren bilinçli- ilişkiler düzeniydi. 

 Özellikle şu an içinde bulunduğumuz, şiddetin türlü biçimleriyle dolup taşan bir toplumsal ortamda, kendini rahatça ifade etmenin, yaratıcı ve özgürleştirici ilişkilerin, kendi alanlarımızda bilinçli düzenlemeler yapmadan gelişmesini bekleyemeyiz. Bu düzenlemeler aynı zamanda, çatışmaları da bir arada tutabilecek ve yeniden örgütleyebilecek şekilde, dağılmalara değil, bir arada kalabilmeye imkân yaratacak şekilde işlev görmeli. Bana göre Gezi böyle bir işlev görmüştür.  Hayatlarımızda ve alanlarımızda bu işlevi canlandırmak, uzun erimli program ve hedefler oluşturabilme yolunda, birbirimize yaslanarak ayakta kalabilmek için önümüzdeki en önemli görevlerdendir. Devam etmek üzere yeniden ‘başlayacağımız’ önemli bir yer burasıdır.

--------------------------------------------------------------------------------


[1]  http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2017/03/kolektif-yaz-hayr-zamanlarndan-oteye.html
Bu konuda başka bir yazı: http://baslangicdergi.org/kazanimlar-ve-olasiliklar/

[2] http://zorgecilennehirler.blogspot.com.tr/2017/04/bu-nasl-baslangc-hani-nerede-devam.html

[3] Hem 'nesnel' varoluşu hem de 'öznel' temsili açısından.

[4] Tabii ki bilinçli-önbilinçli temsilleri olmadan değil.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Şu Başkanlık Meselesini Neresinden Tutacağız?

Baran Gürsel

(Not: Bu metin referandum kampanyaları henüz yeni ortaya çıkarken yazılmış, 12.01.2017 tarihinde Başlangıç'ın sitesinde yayımlanmıştır: http://baslangicdergi.org/su-baskanlik-meselesini-neresinden-tutacagiz-baran-gursel/

Bu blogda yine, referanduma bir günden az vakit kalmış olmasına rağmen paylaşılmasının ardındaki düşünce şudur: Referandum sonucu ne olursa olsun, bizi dayanışma ve mücadele içinde tutacak zihinsel canlılığımızı ve dönüşüm arzumuzu ancak kendi fikir ve eylemlerimizi de tarihselleştirerek koruyabileceğiz. Bu anlamda bu süreçte ürettiğimiz pratik, değerlendirme ve öngörülerin 'gerçekliğe' nerelerde temas ettiğini/etmediğini, hangi yönlerde değiştiğini izlemek; bir yandan bunların yaratıcı yönlerini korurken, bir yandan da onları eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutabilmek önemli. Bu metin de başkalarıyla birlikte hem bu sürecin bir parçası ve eleştirel değerlendirmenin nesnesi, hem de bu değerlendirmeye katkıda bulunabilecek bazı varsayımların taşıyıcısı olarak düşünülebilir.)

Başkanlık sistemine geçişin engellenmesi için nasıl bir mücadele verilebileceğine dair çeşitli fikirler dile getiriliyor. Ben de bunlar üzerinden aklımda şekillenen bir düşünce hattını paylaşmak isterim.  

Bana kalırsa, rejim değişikliğine karşı verilecek mücadelenin önemli bir özelliği (başarısının sırrı demiyorum) onun, mücadelenin sonrasıyla, dahası kendi yenilme ihtimali ile şimdiden kurduğu ilişki olacak. Siyasal iktidarın baskısı ve hegemonyası (muhalifi üzerinde sahip olduğu tersten belirleyici kuvvetini de buna katıyorum) ile sınıf hareketinin ve toplumsal muhalefetin dağılmışlığı düşünüldüğünde; verilecek mücadelenin kendi olası yenilgisine dair ne tasarladığı, bu konuyu düşünsel/kurumsal organizasyonunda nereye koyduğu en az, kazanma ihtimalini nasıl ele aldığı kadar önemli.

Bu mücadelenin, referandum sonrasını ve kendi olası yenilgisini tasarla(ma)ma biçimi; sadece “acil ve esas” konuya odaklanmak, ötesini düşünmemek, enerjiyi düşürmemek gibi vurgularla, yenilme ihtimalini aklından geçirmiyor gibi yapmak olursa eğer, bana göre bu, eleştiriyi hak eden bir yöntem olur. Seçilebilecek daha iyi bir yol, kolektif düşünme alanlarımızı mücadelenin “ötesine” ve özellikle “yenilgi” fikrine açmaktır. En azından bu aşamada bunu politik metinlerin bu olasılığı ne kadar içereceği ya da kampanyaların vurgularının neler olacağından -en azından bu aşamada- ayrı olarak tartışıyorum. Benim burada söz edeceğim, kolektif düşünme/konuşma alanlarımızın başkanlığa karşı mücadelenin ötesine dair düşüncelere açılması ihtiyacı ve böyle bir açılmayla bağlantılı olabilecek birkaç pratik öneri.

Aciliyet Hissi ile “Hareket Etmek”

Yenilgiyi düşünmüyor gibi yapan (ve bazen de tamamlayıcı olarak belirsiz bir zamandaki mutlak zaferin kaçınılmazlığına işaret eden) yöntemin, belli bir aciliyet hissine yaslandığını varsayabiliriz. Ortada acilen müdahale edilmesi gereken, değişmediği durumda bizi yok olmanın sınırına getirecek bir durum vardır. Bu tespit birçok açıdan doğru olabilir, duruma acilen müdahale edilmesi gerektiği de savunulabilir -bunları burada tartışmayacağım- ama toplumsal bir acil durumun, aciliyet hissine odaklanmış, aceleci bir zihinsel ve kurumsal organizasyonla çözülebileceği iddiası tutarlı bir iddia değildir. Mevcuttakinden oldukça farklı düzeyde bir organize olma kapasitesine sahip olsaydık da tutarlı olmazdı, ama o zaman bu (gizli) iddiayı koruduğumuzda bile tarihsel birikimimiz ve kolektif örgütlenme halimiz, biz farkında olmadan onu “düzeltiyor” olurdu. Ve belki de o durumda  “acil müdahale lazım” sözünü, zararını çok da düşünmeden odakta tutabilirdik. Bununla birlikte; öyle yaratıcı, kapsayıcı ve daha önemlisi düzeltici bir örgütlülükten uzak olduğumuz şu durumda, bu aceleciliğimize mesafe almak için daha çok çaba sarf etmeliyiz.

Burada özellikle hızlı hareket etme ile hızlı düşünme arasındaki sınırları korumak ve bunları birbirinden ayırmak önemli geliyor bana. Acelecilik düşünme alanında işler. Düşünmeyi hızlı yaptığımız ve bunun için bazı konuşmaları gereksiz, alakasız ve pratik dışı bulduğumuz durumlar aslında, düşüncemizin hızlandığı değil, donduğu, ketlendiği ve kısa devreler yaptığı durumlardır. Ketlenmiş düşüncenin de yaratıcı, dönüştürücü ve ihtiyacımız olan hızda hareketler üretmesini bekleyemeyiz. Daha çok, tekrara düşmeyi bekleyebiliriz. Tekrara düşmek aynı eylemleri ya da aynı kurumsal yapıları tekrarlamak biçiminde ortaya çıkabilir. Bu bağlamda, en acil ve esas düşünülecek şeyin başkanlığa geçiş olduğunu söyleyip, devamına ve olası yenilgi ve kayıplara dönük düşünmemek esasında, bizzat acil ve esas konuyu hakkını vererek ele almamak ve ona müdahale imkanlarını baştan sınırlamak olur.

Bunun yanı sıra, “acilen bir şey yapmazsak yok olacağız” hissini aktardığımız politik çalışmaların hedefle uyumlu sonuçlar yaratacağı fikri de bana tartışmalı geliyor. Korku ve güvensizliğe yaslanmanın yaratıcı kolektif bir eylemle sonuçlanması ve bu duyguların dönüşmesi için gerekli olan fikirsel/kurumsal örgütlülük var olsaydı bunun bir anlamı olabilirdi. Bununla birlikte fikirsel/kurumsal dağılmanın bağlamımızı oluşturduğu durumda, bu hislerin insanı (bizleri) kolayca işgal ederek düşünmenin ve güçlenmenin tersi yönüne çektiğini düşünebilir ve görebiliriz. Ve tabii ki bu zemin üzerinde iktidarın -kırılgan da olsa- ikna ediciliğinin bizlerden çok daha fazla olduğunu da. Hatta belki, bu yolla fikrini “hayır”a çevireceğimiz kişilerden daha azını mı yoksa fazlasını mı “evet”e iteceğiz, bu bile sorulabilir. 

Bu nedenle böyle bir durumda politik çalışma; doğrudan ajite ederek ve ajitasyonla ortada bırakarak değil, deneyimi duyup onu güçlendirici bir bakış açısıyla çerçeveleyerek/örgütleyerek; uyarıcı bir eylem (hayır’a çağıranın eylemi) ile eyleme geçme (hayır’a çağrılanın eylemi) arasında kendiliğinden geçişlerin yaşanmasını beklemek yerine ara aşamaları örmeye emek harcayarak yapılabilir.

Aynı zamanda, sadece acil ve esas olanı düşünmek, gerçek kaybın yaşandığı durumda yaşanacak yenilgi hissi ve çökkünlüğü yoğunlaştırabilir, daha fazla suçluluk/suçlama durumuna hapsolunmasına yol açabilir. Hem mücadele eden öznenin, hem de çağrı yaptığı kesimlerin bu süreçten, çaresizlik ve suçlamalarla boğuşarak çıkması ihtimalini güçlendirmek yerine, yenilgi üzerine düşünebilecek ve yeni yollar tasarlayabilecek şekilde çıkması ihtimalini güçlendirmek, kolektif düşünmeyi mümkün olduğunca açık tutmakla mümkün olabilir.

Pratik Yansımalar

Mücadelenin ötesini ve olası yenilgisini kolektif düşüncemize katmanın politik pratiğimizde de yansımaları olacağını düşünebiliriz.

-Birincisi, “ötesi” düşüncesi şu anı, gerçekle daha fazla temas içinde ele alabilmemizin de koşuludur. Başkanlık sisteminin varsayılan bir ileri zamanda bizim de içinde bulunduğumuz toplumun farklı kesimlerinin bizzat yaşamında nasıl bir etkisi olacağını düşündüğümüzde, karşımızdaki ile konuşma biçimimizi ideal soyutlamalardan daha fazla sıyırabiliriz. Böylece gerçekliğe dokunan, gerçek etki yapacak bir iletişimin, etkileşimin olanağı açılmış olur. Bana göre bir kampanyanın odağını tek bir soyutlamada/sloganda tutmaktansa, işçi sınıfının farklı kesimleri, kadınlar, lgbtiler, vb. kesimlerin doğrudan deneyimine odaklanan, bu deneyimler üzerinden o grupla tartışan özelleşmiş metin biçimleri oluşturulabilir. Bu metinler, iletişim kurulan grubun mevcut baskı ve/veya sömürü deneyiminin ne olduğunu ifade etmeye çalışırken diğer yandan da bizzat bu çatışmalı deneyimin bir sistem değişikliğinden ne yönde etkileneceği, nasıl daha yakıcı ve söz geçirilemez hale gelebileceği dillendirilebilir. Bunların sadece metinler aracılığıyla yapılması gerekmez tabii; bu mantıkla kurulmuş tartışma ve iletişim alanları da yaratabiliriz.

-İkincisi, bu sayede bu mücadele sürecinin kendisini de bir fikirsel/kurumsal örgütlenme süreci olarak tasarlayabiliriz. Uzun, belki de kısa bir vadede -süresini bilemeyebiliriz- dayanışma ve savunmaya yarayacak ilişkilerin  üzerine kurulduğu hukuklar ve çerçeveler yaratabiliriz. Halihazırda birçok yerde yeşeren ağlardan öğrenen, belki de onları birleştiren dayanışmacı bir ilişki çerçevesini kurabilmek için aciliyet hissinin, acil sonuç bekleyip kendimizi ve ötekileri susturma ve suçlamalara düşmenin, konuşmaktan kaçınma eğiliminin, örgüt olgusunu tek bir şekilde algılıyor olmamızın, örgüt-kampanya ikiliğinin, arzu uyandırmaktan uzak sloganların ötesine geçebilmeli, ötesini tasarlayabilmeliyiz. Bu bağlamda başkanlık sistemine geçme ve buna direnme sürecini kendimiz açısından bir kuruluş süreci olarak yaşayabiliriz. Kurulacak kampanya ağlarını, ilişki ağları olarak düşünmek ve bu çerçevede; maddi kaynak kullanımından, konuşma, karar alma ve yataylığı koruma biçimlerine; aidiyet hissini yaratma ve taşıma yöntemlerinden, sorunları ve çözümsüzlüğü kapsama ve düşünselleştirme biçimine; bu ilişki ağını zihnimizin neresinde taşıyacağımızdan, bunların bizi nasıl dönüştürdüğüne kadar birçok gündemi, tam da bu acil ve esas gündem dolayısıyla (daha çok kişiyle) konuşabiliriz. Bunu da başkanlık sistemine geçişi engellemeye çalışmaktan bağımsız olarak düşünmemiz gerekmez.

-Üçüncüsü ve en heyecanlısını ise mantıksal olarak somut halini önceden bilmemiz mümkün olmayacağı için soyut ve cansız gözükecek bir şekilde söyleyebilirim: bu yolla pratiği yeni yöntem ve stratejilere, yeni bakışlara/görüşlere açmış olur, tekrarlamaların kırılması ve “buluşların” ortaya çıkma olanağını yaratabiliriz.

İnsanların birbirine duyduğu ihtiyacın günden güne arttığı bir dönemde, bu tip bir düşünme biçimiyle, hemen bir “başarı” elde eder miyiz bilmiyorum, ama daha çok umut büyütebileceğimize inanıyorum.