20 Temmuz 2020 Pazartesi

Dayanışma Ekonomisi Temelinde Bütünleşik Bir Ekonomik Sistem Önerisi

Arda Arlı

(Bu yazı ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'nin web sitesinde yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomi%cc%87si%cc%87-temeli%cc%87nde-butunlesi%cc%87k-bi%cc%87r-ekonomi%cc%87k-si%cc%87stem-oneri%cc%87si%cc%87/)

“….Bir kağıt parçasına, tüm sistemin bileşenlerini diyagram üzerinde gösterecek şekilde yazdım. Diyagramın en üstünde yer alan ve tüm sistemi komuta eden kutucuğa geldiğimde söyleyeceklerim için derin bir nefes alarak ona ‘İşte yoldaş başkan, bu siz oluyorsunuz’ diyecektim ki buna fırsat vermeden aniden, çok geniş bir gülümsemeyle ‘Aaa en sonunda! İşte bu halk !’ dedi.” [1]

Bu yazının amacı yeni bir tüketim ve buna bağlı bir üretim rejimini inşa etmek üzere dayanışma ekonomisi temelinde bir sistem kurgulamak ve bu sistemin lojistik ve finansal planlama ayaklarını oluşturup işleyiş adımlarını tasarlamak. Deneyimleri derinleştirip faaliyet alanını her yerele olabildiğince genişletme gereksinimini bir tarafta tutarak dayanışma ekonomisi temelinde organize olan kooperatiflerin gerekliliği konusuna girmiyorum. Çünkü bu yolda irade ortaya koyan inisiyatiflerin biriktirdiği deneyimin, bunun üzerine yorulan değerli akılların ortaya koyduğu yazınsal üretimin ve bir araya gelen oluşumların türlü mecralarda üretip karşılığını da önemli ölçüde almaya başladığı söylem ve pratiğin artık bazı noktalara güçlü ve anlamlı yığılmalar oluşturduğunu düşünüyorum. Buna başka bir yazıda değinmiştim. [2]

Bu yazıda ifade ettiğim bir şeyi –gerçi birçokları artık vakıf olsa da- burada kısaca vurgulamam gerekir ki ‘kooperatifçilik’ kavramını, 1980’ler sonrası yapı kooperatifçiliğine indirgenmiş haliyle kullanmıyorum. Sadece insan sağlığına değil doğaya saygılı, emek sömürüsünden uzakta, kâr hırsı karşısına onurlu bir yaşamı koyan, aracısız bir işleyişe sahip bir araya geliş ve ittifaklarla piyasa kuralları dışında bir tüketim ve buna bağlı üretimi yeniden örgütlemek gerektiğinin öne çıktığını söyleyebilirim. Bunu aslında başka bir ifadeyle mübadele değeri yerine kullanım değeri üretimini koyan; rekabete karşı dayanışma ve işbirliğini öne çıkaran; bireysel riski kolektif fayda ile ikame eden bir dayanışma ekonomisi sistemi olarak görebiliriz.

Üç Neden

Peki, bunun için yeni bir kurguya neden ihtiyaç olsun ki? Hali hazırda var olan birçok üretim ve tüketim inisiyatifi zaten bu yolda uğraşmıyor mu? Buna üç temelde yanıtım var: Birincisi yerellik (ademi-merkeziyetçilik) ve merkezi güç diyalektiği üzerinden. Yoğun bir baskı rejimi altında özellikle son on yılda uğradığımız siyasi atomizasyon, toplumsal muhalefetin bilhassa örgütlü mücadelesini ciddi bir çözülmeye uğrattı. Tarihsel bir gerçeklik olarak, örgütlü mücadeleyi ekonomik hat üzerinden kurmakta zaten zorlanan –aslında buna yapısal olarak yatkınlığı olmayan- sosyalist muhalefet, siyasi hattaki uzuvlarından da oldu. Öte yandan siyasi iktidarın, baskıcı rejimine eşlik ederek özellikle büyük kentlerde yoğunlaştırdığı talan ve piyasalaştırma politikalarına karşı gelişen toplumsal muhalefet, beraberinde getirdiği Gezi İsyanının da edinimleriyle, siyasi hattan boşalan gerilimin önemli ölçüde yerel mücadele alanlarına kayması ile sonuçlandı. Bunu izleyen dönemde kent hakkı üzerinden gelişen direniş hareketlerinin kurumsallaşması, tüketim/üretim kooperatifleri ve gıda inisiyatiflerinin ardı ardına oluşması, öncesinde var olanların da daha görünür hale gelip dönemin ruhunu ilkelerine yansıtması sanırım tesadüfi değildi.

Bu noktada bir kesim, kooperatifçilik hattında oluşan dinamiğin, iktidarın görüş alanının dışındaki otonom yaşam alanlarında, kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması bağlamında antikapitalist mücadele ile arasına kesin bir ayrım çizgisi çektiğini ileri sürdü. Oysa girişte ortaya koyduğum gibi, sınırını kapitalizmin en temel çelişkilerine doğru ilerletmeye odaklı, baskıcı bir rejimde dahi halkın üretme ve yönetme potansiyelini ortaya çıkarma kabiliyetine sahip bir dinamiği böyle okumak hataydı. Kaldı ki egemen tüketim döngüsünden çıkmamız gerekirken, çıkamadıkça onu yeniden üretirken ve bunun için elimizde başka bir araç yokken… Buna karşılık başka bir kesim ise Marksist kurama dayalı geleneksel sosyalist hareketlerin, tüm kuramsal geçerliliklerine rağmen çare olmaktan uzaklaştığını ve yapılması gerekenin yerelde örgütlenmek olduğunu iddia etti. Aslına bakarsanız, benim de iki yılı aşkın bir süredir gönüllülük esasında içerisinde olduğum kooperatif çevrelerinde dahi çoktan tespit edilmiş bir gerçeklik olarak kapitalizm içi kooperatifçiliğin açmazları ve sistemi reforma tabi tutma eğilimleri sürekli tartışılan olgular. Zaten tam da bu yüzden sistemin değer zincirleri üzerindeki tahakkümüne, gıda güvenliğini hiçe sayan politikalarına, emek sömürüsüne, ekolojiye verdiği zarara ve adaletsiz bölüşümüne karşı geliştirdiği ilkeleri sıkıca kavrayabilmek için kendi örgütlülüğünü sürekli diri tutma çabasında. Burada siyasi iktidar perspektifini dışarıda bırakan bir yönelimden ziyade siyasi hat mücadelesindeki bu boşlukta orayı güçlendirecek bir potansiyel görüyorum.

Dolayısıyla, bu iki çıkışa da kesin bir şekilde katılmıyorum. Çünkü özünde çelişkili bir birlik olan yerellik-merkeziyetçilik karşıtlığının, birbirinden bağımsız ve adeta tercihte bulunulması gereken bir yönelim tablosu gibi gösterilmesinin, antikapitalist hareketler tarihinin en büyük yanılgılarından biri olduğunu düşünüyorum. Dahası, David Harvey’in ifade ettiği gibi olası hiçbir alternatif sosyal düzenin bu çelişkiyi ortadan kaldıramayacağını da düşünüyorum. [3] Oysa sermaye, bu çelişkiyi faaliyet ölçeği ayarlaması yoluyla kendi lehine en avantajlı olacak şekilde sürekli regüle etme konusunda oldukça başarılı. Merkezi araç setleriyle piyasalar üzerinde tekelleşme baskısı kurup kârları artırırken, kriz ya da geri çekilmelerde ademi-merkeziyetçi rekabet eğilimlerini dengelemeyi çok iyi biliyor. Bundan öğreneceğimiz çok şey olduğunu ve mikro seviyede mücadelede takılı kalmayıp makro seviyede kurucu bir iddia ortaya koymanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Tabii burada, tasfiyesi çoktan gerçekleşmiş olan kamucu ve sosyal devlet geleneğinin ardında bıraktığı boşluğu dolduracak bir ikame unsur bulunmadığı için bunu benzer geleneğe havale etmemizin nafile olacağını ifade etmeden geçmemeliyim.

Bu noktada reel sosyalist deneyimlerde eksik bırakılmış bazı tarih sayfaları akla geliyor. Mesela, Sovyetler Birliğinde, ABD’nin www’sinden çok önce (1960’ların başında) “Sovyet interneti girişimi” olarak bilinen ama aslında bunun ötesinde ekonomiyi belirli katmanlarda merkezi ve yerel birimlere ayırarak yönetme perspektifi barındıran OGAS projesi kabul görüp hayata geçebilseydi bugün çok daha değişik tarih sayfalarını çeviriyor olabilirdik. Birliği, son dönemlerinde kemiren en önemli unsur olan ve neo-liberal kesimlerce sosyalist ekonominin ‘kaçınılmaz sonucu’ olarak lanse edilegelen karaborsacılığı getiren tarihin önünü henüz 70’li yıllarda almak belki de mümkün olabilirdi. Tabii burada tekil olarak bu proje nezdinde onun neslinden olan ve o akımda yer alan tüm girişim ve önerileri kastediyorum. Ayrıca elbette SSCB’nin tarihsel ekonomik program yön kırılmaları ile dış saldırı unsurlarını dışarıda bırakmadan bunu ifade etmeye çalışıyorum.

Keza Allende Şili’sinde –gerçi her ne kadar SSCB’deki örnekten farklı olarak kanlı bir darbe ile sonlansa da- ülke ekonomisini planlamak için başlatılan, ancak kısmi olarak hayata geçirilebilen CyberSyn projesinin ömrü vefa etseydi, yerel birimlerin karar alma ve yürütme katmanlarını içeren ve aynı zamanda merkezi kademeleri de olan bir ekonomik planlama modelinin işlerliğinden bahsedebiliyor olacaktık. Ancak bunlar yine de ilham verici girişimler olarak tarihe geçti. Şu an bu örneklerden uzakta bir tarih ve politik zeminde olsak da bu deneyimlerin ışığında bir takım ödevlerimiz olduğunu görüyorum. Dolayısıyla, dayanışma ekonomisi temelinde bir yapılanmayı, bahsettiğim ilkelerle istikrarlı olarak sürdürüp geniş halk kitlelerini buna dâhil edebilmemiz için tabandan gelen bir irade ile geniş bir katılımcı mekanizma tesis ederek, belirli faaliyet ölçeklerinde merkezi güç birimleri kurmak gerektiğini düşünüyorum. Ve bunu, reel deneyimlerde politik iktidar ele geçirildikten sonra yaşanan sancıları da düşününce bugünden, bulunduğumuz düzlemden hayata geçirmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

İkinci olarak, dünya genelinde esen dönüşüm rüzgârı yelkenleri şişirirken dümenin ne yöne kırılacağı meselesi var. Ağırlıklı olarak gönüllü emeği ile işleyen ve varlığını sürdürebilmek için gerekli finansal kaynağın dışında bir kâr amacı gütmeyen gıda ve tüketim inisiyatifleri, tüketim ve üretim kültürünü dönüştürmeye çalışırken öte yandan adil bölüşüm talebi ile bir işletme modeli olarak gördükleri kooperatifleşmeye dönmüş yüzler söz konusu. Bu motivasyonla ‘sosyal kooperatifçilik’ ve benzeri tanımlar altında toplumsal fayda misyonunu öne koyan piyasa içi ve kâr amaçlı bazı yapılar kurulduğunu görüyoruz ve bunun devamı da geleceğe benziyor. Kapitalizm proleterleştirmenin sınırlarına dayanmışken, güvencesizliğin kendini mutlak dayattığı bu zamanlarda patronsuz ve yatay hiyerarşiye sahip bir kolektif olarak iş yürütme eğilimi tabii ki oldukça anlaşılabilir. Bu şekilde kapitalist bölüşüm sistemine karşı mücadele ederek –en iyimser ihtimalle ve kesintili zaman zarfları dâhilinde- kısmen daha adil bir dağıtım tarzı elde etmek mümkün olabilirmiş gibi görünüyor. Ancak bu mümkün olabilse bile piyasa kuşatması altında zor durumlarda kalacağını ve benimsenen ilkelerden taviz vererek sistem içerisinde öğütüleceğini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Kötü ihtimalle de ‘dayanışma’ misyonuna bürünmüş, en otoriter ve tekelci sermayeye aşık rejimlerin bile kriz dönemlerinde ihtiyaç duyup bilinçli olarak -aslında biraz da mecburen- yol verdiği yerel ve rekabetçi girişimler arasında sıkışıp kalacağımız gerçeği beliriyor. Bu yüzden amacımızın kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri ile mücadele ederek onu daha adil olacak biçimde rehabilite etmek değil tamamen ortadan kaldırmak olması gerektiğini düşünüyorum. Dönüşüm rüzgârını arkamıza alarak bu yönde yol alacaksak, yerel dayanışma ekonomisi inisiyatiflerinde benimsenen ilkeleri azami müşterek hedefi ile bir potada eritmek üzere çalışma yürüterek belirli merkezi ittifaklar kurmanın ve bu sayede rotayı belirleyen güç olmanın mutlaka gerektiğini düşünüyorum.

Üçüncü olarak da tedarik hacmini ve tüketim ölçeğini büyütme gereksiniminin kendini apaçık dayattığını düşünüyorum. Burada can sıkıcı olmayı göze alıp bazı rakamlar vereceğim. Aşağıdaki tabloda TÜİK’in yayınlamış olduğu 2018 yılı Türkiye toplam hane halkı tüketim harcaması değerlerini, belirli tüketim kategorileri kırılımı ile görebilirsiniz. (Tablo.1) Tabii bu değerlerin ve hesaplama yöntemlerinin güvenilirliği konusunda ben de pek emin değilim ama yine de bazı referans değerler vermesi bakımından elimizde başka bir veri seti olmadığı için bunlar kullanışlı olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca bunlar, henüz takip eden yılların istatistikleri yayınlanmadığı için reel değil, enflasyon etkisinden arınmış nominal değerler.

Tablo.1: 2018 yılı için yapılmış Türkiye toplam hane halkı tüketim harcaması istatistik değerleri [4]


Buradan görebileceğimiz gibi gıda, barınma ve ulaşım giderleri toplam tüketim içerisinde %60‘ın üzerinde bir paya sahip. Dolayısıyla stratejik olarak öncelikle bu tüketim alanlarına yönelmenin mantıklı olacağı sonucunu çıkarabiliriz.

Alttaki tabloda da İstanbul için bu değerleri verdim. İstanbul ili, toplam tüketimin %24,4’üne sahip durumda. (Tablo.2)

Bu istatistik değerlerini vermekteki amacım elbette rekabet edip ulaşmamız gereken tüketim hacmini işaret etmek değil. Nihayetinde bu rakamlar bizim alaşağı etmek istediğimiz tüketim döngüsünün istatistikleri. Ancak içerisinde yüzdüğümüz okyanusun hacmini ve dayanışma ekonomilerinin kapladığı alanı görmemiz açısından bir önem ifade ediyor.

Tablo.2: 2018 yılı için yapılmış İstanbul ili toplam hane halkı tüketim harcaması istatistik değerleri [4]



Örneğin İstanbul’un gıda tüketiminin içinde %5’lik bir paya sahip olabilmek için ortalama 30.000 tl/ay satış hacmine sahip 6655 ayrı kooperatif dükkânı ya da tüketim noktası oluşturmak gerektiği gibi bir gerçekle karşılaşıyoruz. Mücadele stratejilerini bir an için unutsak bile teknik olarak dayanışma ekonomilerini görünür ve güçlü kılacak bir hacme ulaştırabilmek için yerel dayanışma ayaklarını çoğaltma çabalarını bu yüzden etkisiz olarak görüyorum. Bu faaliyetler bir yandan devam eder ve kültürel etki çemberini genişletirken öte yandan bölgesel merkezi bir inisiyatif ile geometrik hacim sıçraması yaratacak ortak tüketim kanalları açılması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bunun için de merkezi bir bölgesel tedarik sisteminin tasarlanıp depo ve paketleme alanlarının da tesis edilmesi gerekiyor.

Bölge Dayanışma Ekonomisi

O halde gelelim önereceğimiz sistemin yapısına. Öncelikle sisteme dâhil ettiğim bir takım yapı, kurul ve işlevsel araçların tanımlarını vermem iyi olacak.

Hali hazırda biçimsel olarak var olan oluşum ve yapılar şunlar:

MESLEK ODALARI: TMMOB ve benzeri mesleki demokratik kitle örgütleri
YEREL DAYANIŞMA AĞLARI: Kadın hakları, lgbtiq, ekoloji, hayvan hakları ve kent hakkı hatları üzerinden çalışma yürüten ağlar ve oluşumlar
AKADEMİK SAHA: Dayanışma ekonomileri üzerine çalışma yürüten akademisyenlerin temas sahası
TÜKETİCİ BİLGİSİ/DENEYİMİ: Tekil veya örgütlü tüketicilerin geri bildirim mekanizması
BÖLGE TÜKETİM KOORDİNASYONU: Bölge tüketim planlamasını yaparak bunun operasyonel yönetimini sağlayacak yapı. (Kendini açıktan lanse etmese de İstanbul’da bu amaçla yapılanan gıda inisiyatifleri ortak grubu var olduğu için bu kategoriye dâhil ettim.)
BÖLGE ÜRETİM KOORDİNASYONU: Hali hazırda etkileşimde olunan üretici kolektifleri ve tekil üreticilerden oluşacak yapı.
ÜRETİCİ SENDİKAL ÖRGÜTLERİ: Tarımsal üretim için Çiftçi-Sen, diğer üretim alanları için iş kolları ile ilgili sendikalar.
YEREL YÖNETİMLER: Belediye ve bağlı idareleri
TÜRETİM: Çevrim içerisindeki paydaşların klasik kapitalist tüketim ekonomisinin piyasa oyun kuralları dışarısında belirledikleri ortak ilkeler ve ihtiyaçlar ile sermaye birikimi ve kâr maksimizasyonu amacı gütmeksizin teşkil etmesini öngördüğüm tedarik süreci.

Hali hazırda biçimsel ve sistematik olarak var olmayıp olması gerektiğini öngördüğüm oluşumlar:

MAHALLİ MECLİSLER: Türetim sürecine dâhil olarak bölgesel tüketim kararlarında en geniş katılım kanalı olarak bulunmasını öngördüğüm mahalle temelli meclisler.
NAKLİYE KOOPERATİFLERİ: Var olan nakliye kooperatiflerini işleyişe almak yerine bölge dayanışma ekonomisi ilkelerine uygun nakliye kooperatiflerinin kurulacağını öngörüyorum.
İŞ YERİ TÜKETİM MECLİSLERİ: İş yerlerinde teşkil edilmesini öngördüğüm meclisler. (Her ne kadar bazı tekil iş yeri kooperatifi deneyimlerinden bahsedecek olsak da henüz sayıları fazla olmaması ve kendi içlerinde kapalı bir çevrimde işleyişe sahip oldukları için bu kategoriye aldım.)
BÖLGE DANIŞMA KURULU: Burada sıraladığım bölgesel işleyişe paydaş olacak tüm yapı ve oluşumların temsilcilerinden oluşan, dönemsel stratejik yönelim tartışmaları yürütüp stratejik karar önerileri oluşturmasını öngördüğüm kurul.
MALİ KURUL: Bölge tüketim koordinasyonu içinde oluşturulup mali işlevleri yürütecek kurul.
BÖLGE KADIN KURULU: Bölge Danışma Kurulu içerisindeki kadın üyelerden teşkil edilecek ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ilgilendiren konularda tüm paydaşlara karar ve karar önerisi iletmekle görevli kurul.

Şema.1: Bölge Dayanışma Ekonomisi Bilgi Akış Şeması


Yukarıdaki şemada, bahsettiğim tüm paydaşların enformasyon ağını ve birbirlerine göre coğrafi değil ama iletişim yönlerine göre konumlanmalarını göstermeye çalıştım. (Şema.1) Üretilecek bilgi ve alınacak kararlarla oluşacak planlama bilgisinin akış şeklini ve buna karşılık gerçekleşecek üretim akış yönünü de şema içerisine yerleştirdim.

Bu şemada, var olan tüketim inisiyatiflerinin kendi özerk faaliyetini gerçekleştirdiğini ve buna böylece devam edeceğini varsaydığım için bu özerk faaliyetler akışını bu çevrim şemasına dâhil etmedim. Bunu yapmaktaki amacım, bölge tüketim koordinasyonu mekanizmasını merkeze alarak bu sistem içerisinde olacak tüm oluşumların birbiriyle etkileşim biçimleri ile yerleştirip bölgesel bir dayanışma ekonomisi işleyişini tasarlamak.

Burada yer alan mahalli meclislerin işlevini aslında hali hazırda ve bir anlamda tüketim inisiyatifleri üstleniyor. Çünkü bu inisiyatiflerin mahalli dokulara uzanan bir yapısı var. Ancak böylesi bir bütünleşik sistemde tabana en geniş şekilde, tüm kimlik ve sınıfsal katmanları kesecek nitelikle yayılacak bir unsura ihtiyaç var. Zira birazdan değineceğim gibi tabana en geniş biçimde talep katmanının yerleştirilmesi gerektiğini ve bu açıdan da mahalli meclis diye adlandırdığım oluşumların zaruri olduğunu düşünüyorum. Talep yapısını belirleyecek olan bu katmanın, bahsettiğim nicel ve nitel yayılımda olması bu sistem için en kritik şeylerden biri. Çünkü bu olmazsa piyasacı ve arz yönlü, yani ihtiyaçların değil üretim kapasitesinin toplumu ve tüketimi yönettiği ekonomi yerine planlı ve ihtiyaçların rasyonel karşılanması üzerine bir ekonomik sistemi kuramayız.

İlkeler

Bunu ortaya koyduktan sonra gerek burada yer alan gerekse ileride değineceğim paydaş unsurların bu sisteme dâhil olmalarının temel ilkeler çerçevesini oluşturmamız gerekiyor. Sisteme dâhil olacak yapıların sahip olması gerektiğini düşündüğüm nitelikler şöyle:
Kolektif bir inisiyatif olmalı. (Kooperatif mevzuatının getirdiği ağır yükümlülüklerden dolayı böyle bir zorunluluk koymaktan kaçınabiliriz diye düşünüyorum)
Dayanışma ekonomisi esaslarına dayalı olmalı. Değer zincirleri üzerindeki tahakküme karşı olarak aracısız bir işleyişi savunmalı.
Yürüttüğü faaliyetlerdeki emek maliyetlerini karşılamak dışında sermaye birikimi amacı gütmemeli.
Kendi üretim faaliyetlerinde ve/veya ürün ve hizmet temin faaliyetlerinde çocuk, kadın ve göçmen emeği sömürüsüne yer olmamalı.
Doğa ile dost ve ekolojik bir çerçeveyi desteklemeli.
Ortaklık yapısı bu ilkelerle uyumlu olmalı.

Sistem içerisinde olup işbirliği yapılacak yerel yönetimlerin de tabii bu ilkeler çerçevesinde uyumlu hareket edilebilecek nitelikte olması gerekiyor. Zira gerek politik angajman sorunsalı gerekse simbiyotik ilişkiyi sağlıklı sürdürebilmek açısından merkezinde bu saydıklarımın olduğu ortak bir takım ilkelerde kesin mutabakat sağlanmadan bu uyumu yakalamanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.

Karar Mekanizması Katmanları ve İşleyişi

Şimdi de bilgi akış ağını oluşturduğumuz bu sistemin karar mekanizması katmanlarını ve işleyişini ortaya koymamız gerekiyor. (Şema.2)

Burada dikey hiyerarşik bir karar alma mekanizmasını değil her katılım katmanındaki oluşumların kendi karar katmanı üzerinde tam hâkimiyet kuracağını ve aldığı kararları bir üst katmana aktaracağını öngörüyorum. Şema üzerindeki üst üste gösterim biçimi herhangi bir yönetsel kademelenmeye işaret etmemekte, hatta tam aksine çift yönlü bir karar alma-geri bildirim akışına dayanmaktadır.

Şema.2: Bölge Dayanışma Ekonomisi Karar Mekanizması Katmanları ve İşleyişi


Bu şekilde alınan kararlar aşağıdan yukarıya doğru takip eden katmana iletildikçe taleplerin oluşmasıyla başlayan süreç sırasıyla stratejik ilke süzgecinden geçirilmesi, tüketim planlaması kararlarının alınması ve üretim kararlarının alınması ile noktalanacak. Ancak herhangi bir katılım katmanında bir problemle karşılaşılırsa bu problemin çözümü için hemen bir alt katmana geri bildirim mekanizması ile iletilecek ve çözüm önerilmesi talep edilecek. Bunu kırmızı kesikli oklarla gösterdim. Geri bildirilen katmanda da çözüm getirilemiyorsa bir alt katmana tekrar geri bildirimle iletilecek.

Örneğin üretim karar katmanında kapasite yetmezliği dolayısıyla uygun bir üretim planına dönüştürülemeyen talepler, tüketim planlamasını yinelemek üzere tüketim karar katmanına iletilecek. Ya da belki de planda olmayan ürünlerin üretileceği hesap edilmişse bunun değerlendirilmesi talebi ile de bu geri bildirim yapılabilir. Bu talep hali hazırda en alttaki katmandan iletilmiş ise ve depo kısıtı, mali kurul kararları ve genel ilkeler ile çelişmiyor ise bu geri bildirim hemen olumlu olarak değerlendirilip üretim katmanına iletilebilir. Böyle bir talep iletilmemişse değerlendirilmek üzere bir alt katmana gönderilir. Bu şekilde problem, karar kademelerinde çözülene kadar döngü kendini yineler. Çözüm bulunamayan problemler doğal olarak en alttaki bölge çalıştayları ve sonrasında gerekiyorsa bölge kongrelerinde karara bağlanmak üzere ele alınır.

Bu arada her katmandaki oluşum birliklerinin, ilgili işlevlerine göre bazı komisyonlara bölünmesi işleyiş açısından kolaylık getirecektir diye düşünüyorum.

Bu karar mekanizması tabii bir yandan da bazılarına işletilmesi zor ve yorucu olarak görünebilir. Ancak tabandan gelen iradenin hayata geçirilmesinde canlı bir organizma gibi davranıp dinamik biçimde kendi döngüsü üzerinden kendini sürekli doğrulayan ve yineleyen bir işleyiş kurmazsak bütünleşik hareket edebilen bir sistem oluşturamayız. Sistem saldırılarına karşı ayakta kalmak ve oluşan yeni ortam koşullarına hızla adapte olabilmek için de bu gerekli. Ayrıca bu noktada birikmiş demokratik kitle pratikleri ve özellikle tüketim ve üretim inisiyatiflerinde oluşmuş deneyim ciddi bir dayanak ve kılavuz olacaktır. Ki zaten mekanizmanın her kademesinde yer almaktalar.

Bölge Dayanışma Ekonomileri Arası İlişki

Gelelim işin coğrafi ilişkiler tarafına. Bu yapılanma biçimini tek bir bölge için değil de aslında aynı anda tüm bölgeler için önermiş oluyoruz. Zira buradaki Bölge Üretim Koordinasyonunda yer alan üreticiler, örneğin İstanbul’dan bahsediyor isek zaten çok büyük oranda diğer bölgelerde olacağı için o bölgeye ait ekonomik çevrimin içerisinde yer alan üreticiler olmuş olacak. Yani bu şekilde kesişim kümeleri barındıran çoklu bölgesel ekonomik sistem bütünlüklerinden bahsediyor olacağız. Keza nakliye kooperatifleri için de benzer kesişim kümeleri olacaktır. Bu durum ilk etapta bir zorluk faktörü gibi görünse de aslında beraberinde önemli bir fırsatı getiriyor. Çünkü bölge üretim koordinasyonlarının hem kendi hem de diğer bölge ekonomilerine ürün sağlayabiliyor olmaları bize rasyonel üretim ve dağıtım planlaması yapabilme imkânı veriyor. Tabii bunu yapabilmemiz için her bir ayrı Bölge Dayanışma Ekonomisinin kendi arasında da bir iletişim mekanizmasını kurmamız gerekiyor.

Bunu 5 bölge için şematize etmeye çalıştığımızda ortaya şöyle bir örnek senaryo şeması çıkıyor:

Şema.3: Bölge Tüketim ve Üretim Koordinasyonları Arası İlişki Şeması

(T: Bölge Tüketim Koordinasyonları, Ü: Bölge Üretim Koordinasyonları)

Burada Şema.2’de tasarladığımız karar mekanizmasını işleten Bölge Tüketim Koordinasyonlarının oluşturduğu tüketim planlama verilerini, üretim talebinde bulunduğu ilgili Bölge Üretim Koordinasyonuna ileteceğini kırmızı oklarla gösterdim. Şemanın çok karışmaması için bazı okları ihmal ettim. Daire şeklinde gösterdiğim Bölge Dayanışma Ekonomilerinin, fiziki büyüklük ve coğrafi konum itibariyle bazılarının tekil il bazılarının da il kümeleri şeklinde olması tabiatına dair bir durum diye düşünüyorum. Ülke geneline uyarlandığında TÜİK verilerinde olduğu gibi 26 ayrı bölge olarak gösterilebilir ancak anlaşılabilir olabilmesi için bu 5 bölgede ifade etmeye çalıştım.

Her bir ekonomik bölgenin üretim koordinasyonunun, bu tüketim taleplerini topluca değerlendirip ürüne göre değişecek periyotlarda sezonluk üretim planlamasını yapacağını ve bu bilgiyi tüketim koordinasyonlarına geri bildireceğini tasarlıyoruz. Tabii bu noktada kaçınılmaz bir şekilde tüketim-üretim planlaması uyuşmazlığı bize bir problem olarak geri dönecektir. Çünkü üretim yoğun olan bölgelerdeki üreticiler hem kendi bölgelerinden hem de diğer birçok bölgeden talep aldığı için buna uygun bir üretim planlaması yapacak üretim kapasitesine sahip olmayabilir. Tersinden, tüketim yoğun olan bölgelerdeki tüketim koordinasyonları da taleplerinin karşılanmaması durumuyla karşılaşacaklar. Bu durumda Bölge Danışma Kurullarında belirlenen stratejik ilkeler gereği talep önceliklendirmesi yapılarak mevcut üretim kapasitesine uygun bir üretim planı haline getirilip ilgili tüketim koordinasyonuna iletilebilir. Bu sürecin devamı da Şema.2’de anlattığım gibi gerçekleşir.

Öte yandan bu aksama hali bize sistemi her çevrimde iyileştirme fırsatını da verecektir. Üretim koordinasyonlarının, üretici inisiyatifleri geliştirme işlevi bu noktada önem kazanıyor. Tabii üretim unsurlarını artıracak faaliyetlere başlamadan önce bölge oluşumlarının ülke geneline genişletilmiş sezonluk (6 aylık) toplantılar yapması gerektiğini düşünüyorum. Bunu da Danışma Kurulları ve Üretim Koordinasyonlarının genişletilmiş organları olarak tasarlayabiliriz. Her bir Bölge Danışma Kurulundan seçilen temsilciler, genişletilmiş ülke danışma kurulunu toplayarak dönem stratejik planlamasını yaparlar. Bir önceki dönemin talep ve üretim verileri ile birlikte karşılaşılan sorunlar masaya yatırılır. Bunun sonucunda bölgeler arası ürün akış yoğunluğu ile talep yapısını dengeleyecek dönemsel stratejik kararlar alınabilir.

Aynı şekilde ülke üretim koordinasyonu da toplanarak talep tahmini çalışması yapıp buna karşılık mevcut üretim kapasitelerini değerlendirir. Her bir bölge, hangi bölgeden ne kadar ürün talep etmeyi planladığını ortaya koyduktan sonra bir önceki stratejik kararlara uyumlu şekilde talep-üretim dengelemesi çalışması yaparlar. Buna göre ilgili bölgeler gerekiyorsa üretim kapasitesini artırmak için yeni yatırım, üretimi artırma ve üretici inisiyatifi geliştirme faaliyetleri yürütürler. Daha az karşılaşılacağını öngörsem de talep eksikliği durumunda da tüm tüketim koordinasyonlarına bu durum bildirilebilir. Bunun yanı sıra bir takım etkinlikler düzenleyerek üreticiler ve ürünleri tanıtılabilir.

Bu sezonluk toplantıların çıktıları ile yeni sezon çevrimi Şema.2’de tasarladığımız şekilde tekrarlanır ve daha iyileştirilmiş sonuçlar elde etme fırsatı yakalanabilir.

Tabii bu önerdiğimiz bilgi akış faaliyetlerinin hepsi bir bütünleşik kaynak planlaması yazılımıyla gerçekleştirilebilirdi. Ancak yazılımlar da en nihayetinde arkasında bir akış mantığı gerektirdiği için bunları bu şekilde anlatmayı tercih ediyorum.

Ortaklık, Üretim Kategorileri ve Tüketim Kanalları


Bölge ekonomisi yapılanmasının unsurlarını, karar mekanizmasını ve bölgeler arası planlama akışını tasarladığımıza göre şimdi kapsama alabileceğimiz ürün/hizmet kategorilerini ve bunların tüketim kanallarını konuşabiliriz.

Ama bundan önce bölge ekonomisindeki paydaşların sisteme ortaklık mekanizmasına değinmeliyiz. Çünkü sistemde üretilen ürün ve hizmetin hem sistem içi hem de bunun dışarısındaki topluluklara dağıtımını söz konusu olacağı için burada bu mekanizmanın işletilmesi gerekecek. Sisteme ortaklık aşağıdaki temellerde gerçekleşebilir:

1- Bölge tüketim ve üretim inisiyatifi ortağı olmak
2- Bölge tüketim ve üretim inisiyatifleri emekçisi olmak (kooperatif, depo, market çalışanları)
3- Meclis, kurul ve komisyonlarda gönüllü görev almak
4- Bölge inisiyatiflerinde ayda en az 3 gün gönüllü faaliyette bulunmak

Daha önce ifade ettiğimiz temel ilkelere uyum sağlamak üzere isteyen her bireye açık olacak bir formda sisteme dahil olma adımlarını bu şekilde kurgulayabiliriz. Bu dahil olma biçimini ‘ortaklık’ olarak adlandırdım ancak bunu yasal çerçevedeki kooperatif ortaklığı olarak değil sistem örgütlülüğü temelinde bir form olarak düşünmemiz daha işlevsel olacaktır.

Bu şekilde bölge ekonomisinde üretilen ürünlerin hem ortaklara hem de sistem dışındaki bireylere dağıtımı için de tüketim kanalları olmak durumunda. Bunu aşağıdaki şemada gösteriyorum.

Şema.4: Üretim ve Tüketim Kanalları


Dış çemberdeki daireleri üretim kategorileri olarak, içeridekileri ise tüketim kanalları olarak şematize ettim. Bu üretim gruplarındaki bakım emeği, ulaşım ve barınma/konut kategorisini sadece bölge ekonomisi içi çevrimde dolaşımının yapılması üzere değerlendiriyorum. Örneğin bakım emeğini ortaya koyan bir ortak, bunun karşılığında ihtiyaç duyduğu başka bir hizmeti ya da ürünü sistem kanallarından bedelsiz olarak alacak. Bu bir gıda ürünü olabilir ya da bir yerden bir yere ulaşımının karşılanması da olabilir. Barınma/konut ile kastettiğim faaliyetler önceki yazımda değindiğim konut kolektifleri deneyimine dayanıyor. [2] Tabii bunu kültürel kodlara göre uyarlamak mümkün. Platform kooperatifçiliği mantığıyla oluşturulacak alt birimlerle bu hizmetlere duyulan talep ve dağıtımı organize edecek faaliyetler yürütülebilir. Ulaşım faaliyetlerinde araç ortaklaştırma konusu da benzer bir yönteme göre yapılabilir.

Kendin-yap (do it your self) üretiminin, üretim araçlarına sahip olmadığımız alanlarda tüketim bağımlılığın azaltılması anlamında bir hayli önemi var. Özellikle temel ev aletlerinin yapım ve tamirat metotlarının yaygınlaştırılıp bunu hizmet olarak sisteme sunacak kategoride üreticilerin var olmasını bu yüzden öngörüyorum. Aslında yaygınlığı hiç de az olmayan kendin-yapçıların mahallelerde dükkanlar açması bu anlamda işlevsel olabilir diye düşünüyorum.

Mali/Finansal Yapı

Bakım emeği, ulaştırma ve barınma dışındaki diğer bütün kategori üreticilerinin her iki yönlü dağıtımı da gerçekleştirdiklerini varsayıyorum. Ortada özetlediğim tüketim kanallarında, ortaklar bu ürünleri maliyeti bedeli karşılığında temin edebilecekler. (Şema.4) Burada elbette ihtiyaca göre bazı dezavantajlı ortaklara bedelsiz ürün dağıtımı da yapılabilmeli. Sistem dışında olan tüketiciye de belirli dayanışma payları eklenmiş hali ile satışı gerçekleşecek. Bu paylar, bölge ekonomisini işletebilmek için gerekli tüm maliyetlerin (ürün maliyetlerine ilave olarak dükkan kiraları ve giderleri, yasal mevzuat maliyetleri, tüketim kanalları maliyetleri, ürün güvenliği maliyetleri, kargo-nakliye giderleri ve işgücü ücretlerinin) oluşmasından sonra kâr olarak değil bölge dayanışma payı olarak eklenen belirli (%1-3 arasında) bedeller olarak düşünebiliriz. Bu pay oranını ürünün niteliği ve tüketim kanalının konumu belirleyecektir. Örneğin lüks tüketim grubuna giren (ya da en azından çok temel ihtiyaç olmayan) bazı ürünlerde ve üst gelir grubuna yönelik tüketim kanallarında daha yüksek payla belirlenmiş ürün fiyatlarının mevzu bahis olması gerekir.

O halde finansal yapıyı oluşturacak gelir kademelerine gelelim. Gelir kaynaklarının aşağıdakiler olmasını öngörüyorum:

1- Ortak aidatları
2- Bölge ekonomisi ürünleri dayanışma payları
3- Kooperatif işletmelerin (yazılım, proje, tasarım) dış sisteme yüksek katma değerli hizmet satışı
4- Yerel destekler ve transferler

Bu gelirleri Bölge Mali Kurulunun yöneteceğini tasarlıyoruz. Yeni bir dükkan açılması, bir üretici ortağa yeni arsa yatırımı için transferi veya yeni bir depo yatırımı gibi stratejik konularda mali kurul bu olanakları kullanarak finansal yönetimi sağlayabilir. Tabii burada bir takım odakların sermaye birikimi avantajı sağlamasının da önüne geçecek bir mali disiplin sağlanmalı. Ancak sistemdeki paydaş unsurların demokratik kitle pratiği olgunluğu ve somut deneyimi bu konuda gerekli önlemlerin alınmasını sağlayacaktır diye düşünüyorum.

Kooperatif işletme olarak adlandırdığım yapılar, üretim kategorileri şemasında (Şema.4) gösterdiğim yazılım, proje, tasarım, matbaa alanlarında faaliyet gösteren kolektif üretici oluşumlar olacak. Bu oluşumları da bölge ekonomisi ilkelerine göre işleyişe dahil ettiğimizi tekrar vurgulayalım. Bu işletmelerin faaliyetlerinden elde ettiği yüksek kârların kendi emek maliyetlerini karşılayacak kısmından artık kalanını bölge ekonomisi sistemine bırakması, sisteme önemli bir sermaye girişini sağlaması bakımından çok gerekli bir süreç. Tabii bu üreticilerin de bu faaliyetleri yapabilmesi için bazı ürünleri bedelsiz, geriye kalanları maliyet fiyatına temin edebilmeleri gerekiyor.

Bu faaliyetler bütününde ortaya çıkıyor ki çevrime ne kadar unsur dahil edersek o kadar kullanım değerine doğru yaslanan bir finans yapısına erişiyoruz. Yani ne kadar yeni üretici, gönüllü, kooperatif emekçisi dışarıdan sisteme katılırsa çevrimin maliyetleri o kadar azalacak. Buna karşılık dış sisteme yüksek katma değerli hizmet satışına duyulan ihtiyaç da azalacaktır.

Sonuç

Kapitalizm, kendi krizinden her zaman olduğu gibi bir şekilde yine çıkacaktır. Ancak bunun nasıl bir dönüşümle olacağı, hangi alanlara nasıl tesir edeceği, antikapitalist muhalefetin ne gibi kazanımlar sahibi olup ne gibi geri çekilmelerle yaşayacağını öngöremiyoruz. Sadece biriktirdiklerimiz karşılığında birbirinden farklılaşan hayallerimiz var.

Belki bazılarınca henüz bu pratiklerde olgunlaşmamış olduğumuz düşünülse yahut politik şartların elverişsizliği ortaya konulsa da bu biriktirdiğimiz genç deneyim ve pratiği makro planda kurucu bir iddiaya dönüştürmeyi beklemek için bir sebep olmadığını düşünüyorum. Aksi halde davranmamız bu iddiadan vazgeçmiş olduğumuzun ilanı anlamına geliyor. Çünkü koşullar ve yapabileceklerimizin kısıtı ne olursa olsun, belki ölçeği ya da hacmi değişkenlik gösterse de, bu iddia yolunda adımlar atmazsak karşılaşacağımız şeyleri burada ifade etmeye çalıştım.

Elbette kurulacak sistem ve tasarımı burada ortaya konulandan çok daha farklı olacaktır. Çünkü bu, yaşayan bir organizmayı soluk alıp verdiği haliyle dondurup başka bir zamanda tekrar diriltmek gibi olurdu. Ancak yine de bunun çok ileri bir vakitte olmayacağına dair umudumu koruyorum.

Dipnotlar: 

[1] İngiliz sibernetikçi Stafford Beer’ın, 1971 yılı Şili’sinde sosyalist ekonomiyi programlamak için başlatılan Cybersyn projesi öncesi Salvador Allende’ye sibernetik hakkında bilgi verirken aralarında geçen konuşmadan aktarımından https://youtu.be/e_bXlEvygHg (04:20-04:32)

[2] Dayanışma Ekonomisi ve İş Yerleri http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomisi-ve-isyerleri/

[3] Harvey, David. (2015). On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, s. 151, İstanbul: Sel Yayınları

[4] Türkiye toplam hane halkı tüketim harcaması istatistik değerleri, TÜİK https://biruni.tuik.gov.tr/medas/?kn=132&locale=tr

16 Temmuz 2020 Perşembe

Dayanışma Ekonomilerinin Gereklilikleri ve Örgütlenme Pratiklerine Dair Öneriler (2)

Deniz Yürür

(Bu yazı ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'nin sitesinde yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomilerinin-gereklilikleri-ve-orgutlenme-pratiklerine-dair-oneriler-2/
Yazarın bu konudaki birinci yazısına şuradan ulaşabilirsiniz: http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomilerinin-gereklilikleri-ve-orgutlenme-pratiklerine-dair-oneriler-1/)

İlk bölümde dayanışmaya dayalı üretim/tüketim birimlerini neden oluşturmamız gerektiğine dair çeşitli argümanlar aktarıp, daha pratik önerileri bu bölümde sıralayacağımızı belirtmiştik. Gerek dünyada gerekse de ülkemizde kapitalizmin çözüm üretemediği sorunları gören ve bu sorunlardan olumsuz etkilenen pek çok insan yeni dayanışma birimleri yeşertmek ve mevcut birimleri güçlendirmekle uğraşıyorlar. Bu nüveleri çoğaltmak ve kendi aralarındaki ilişki ağlarını daha sıkı örebilmek adına aşağıdaki öneriler üzerine tartışılabileceğini düşünüyorum.

Temel İhtiyaçlar

Kendi üretim ve tüketim ağımızı kurmak için öncelikle elimizde neler olduğuna bakalım. Elimizde neoliberal politikalar nedeniyle sosyal ve ekonomik alanlardan çekilerek bu alanları piyasa unsurlarına bırakan, giderek daralan bir devlet ve piyasa mekanizmalarıyla talan edilen, tehdit altında bir kamusal alan var. Devletin kamusal görevlerini daha az yerine getirdiği bu durumun özellikle emekçi kesimler için zor çalışma koşulları ve kötü ekonomik sonuçlar doğurduğunu gözlemliyoruz. Bu akışın karşısında alternatif kamusallık denemeleri ekseninde belirli düzeylerde kurabildiğimiz “yeni nesil” diyebileceğimiz üretim ve tüketim kooperatifleri veya girişimleri var.[1] Bu kooperatif ağının genişletilmesi ve koordinasyonu alternatif kamusallık stratejisinin önemli bir kısmını oluşturuyor.

Nihai hedefimizi gıda, giysi ve barınma gibi yaşamamız için zorunlu olan temel tüketim nesnelerinin üretilmesi ve adaletli dağıtımı olarak belirleyebiliriz. Özellikle gıda toprağa, giysi üretimi teknolojiye ve barınma hem teknoloji hem de toprağa dayandığı ve bu girdilerin hepsinin kontrolü sermayenin elinde olduğu için aslında en temel ihtiyaçlarımız en zor üretilecek ürünler… Kapitalizmin tarihsel olarak halk kitlelerini hem ekonomik hem de sosyal bağlar itibariyle parçalayarak bu temel ihtiyaçları üretemeyecek şekilde konumlayarak proletaryalaşma sürecini bu şekilde yönlendirdiğini biliyoruz. Bizler de temelde bu üçünü elde etme mücadelesi kapsamında işçi sınıfı olarak emeğimizi satmak durumunda kalıyoruz.

Bir diğer tarihsel yol bu temel ihtiyaçları elde etmek için siyasal iktidarın alınması olarak formüle edilse de bu yolda kurulan aygıtların demokratik olgunluğa sahip olamadığı ve belirli düzeylerde otoriter sonuçlarla karşılaştığımız pek çok tarihsel deneyim yaşadık. İktidarın alınması mümkün olsa bile bu durum sosyalizmin ekonomik yapısının kurulması görevini ertelemek şöyle bir dursun, tam tersine en hızlı şekilde kurulmasını gerektiriyor olacağından dolayı aslında her türlü bu yazıdaki konuları tekrar tartışmak gerekecek.

Elimizde Kazova gibi belirli deneyimlerde gördüğümüz işyeri işgal ve işletme deneyimleri, bazen de kuruluş sermayesi işçiler tarafından toplanabilmiş bazı üretim kooperatifleri var. Ayrıca günden güne yaygınlaşan, birbirleriyle temas etmeye başlamış tüketim kooperatiflerimiz de bulunuyor.

Üretim kooperatiflerinin belirli bir sermaye toplanabildiği durumlarda temel ihtiyaçlar seviyesinde üretim gerçekleştirilebileceğini deneyimledik. Kapitalist sistem içinde bunları çoğaltmamızın önündeki engel sermaye girdimizin genel olarak yetersiz olması. Bazı temel ihtiyaç maddelerini üretebiliyor olmak oldukça ileri bir adım, fakat maalesef bu temel ürünleri birbirleriyle bağlayamazsak, yani zeytin ve sütün yanına biraz ekmek, biraz peynir koyamadıkça sistemin çarklarından kaçınmak mümkün olamıyor. Yani tekil ürünlerin yanında üretim girdisi ve çıktısı olarak ürün gamlarının da genişletilmesi, kapitalizme bağımlılığın azaltılabilmesi için önem taşıyor.

Ayrıca tarımsal alanda üretip, tüketim kooperatiflerinde dağıtmaya başladığımız ürünler kapitalist sistem çerçevesinde sermaye birikimini arttırmayı sağlayacak uç ürünler değil. Evet havuç iPhone’dan çok daha yaşamsal ve önemli; kullanım değerlerini tartışmak bile abes ama maalesef iPhone’un kar marjı çok daha yüksek. iPhone bu haliyle sermaye birikimi sağlamak için çok daha “değerli”. Aslında bu durum sermaye birikimi sorunumuza bir cevap veriyor:

Temel nitelikli ihtiyaç ürünlerini kollektif şekilde üretmek için gereken yüksek sermaye girdisini sağlayacak yüksek nitelikli metalar üretmemiz gerekiyor.

Yani sistemin çarklarından kaçmak için sistemin çarklarına daha fazla dahil olmak. Zor bir dilemma kuşkusuz ve kulağa gayet de çelişkili geliyor. Dilerseniz birlikte düşünüp, bir çıkış stratejisi oluşturmaya çalışalım…

Yüksek Katma Değer Sağlayan Metaların Üretimi

Öncelikle neden değişim değeri yüksek metalar üretmek gerektiğine değinelim. Bunu tercih etmemizin öncelikli sebebi tüm temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik üretimin ciddi bir sermaye birikimini gerektirmesi. Elimizde harcayabileceğimiz emek halihazırda bulunsa da emeğin şekillendireceği hammaddelerden, mekândan (yani topraktan) ve temel ihtiyaçlar için gerekli olan ve elde edilmesi hiç de kolay olmayan üretim araçlarından yoksunuz. Zaten oyun bilerek bu temel ihtiyaçları karşılayamamamız üzerine kurulmuş. Bunları basitçe karşılayabiliyor olsaydık, emeğimizi de satmamız gerekmeyecekti.

Bu durumda ancak daha kolay bulunabilir üretim araçları, daha fazla değer sağlayan hizmet faaliyetlerini araç olarak kullanarak nihai hedef olan temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik hem sermaye, hem teknoloji, hem de bilgi birikimine ulaşmaya çalışabiliriz.

Aşağıdaki şemada üç önemli temel ihtiyaç kalemini sermaye girdisi gerektirmeleri nedeniyle kırmız olarak işaretledim. Sermaye girdisi/çıktısını temsilen yeşil okları kullandım.



Peki yüksek katma değer sağlayan metaları üretmeyi nasıl başaracağız? Aslında bu soru zor gibi gözükse gelişmeler bizi destekler nitelikte. Bir araba veya örnek verdiğim gibi bir iPhone üretmek hem fiziki, hem de düşünsel yatırımın (ar-ge, teknoloji vs.) devasalığı nedeniyle tabii ki gerçekçi değil, ama bilginin ve hizmetin görünmez diyarlarına adım atıp yüksek nitelikli ürünler üretmeye başlamamız bugünden pekala mümkün. İşinden memnun kaç bilgisayar mühendisi veya yazılımcı biliyorsunuz? Veya çağrı merkezinde mutlu olabilen birisini gördünüz mü? Bilim yapmaya çalışıp, belirli objektif kriterleri savunmaya çalıştığı için işinden atılan akademisyenlerden haberiniz vardır herhalde… Çeviri yapan, basılı, görsel, işitsel içerik üreten insanların sayısı da hiç az değil. Gördüğünüz üzere beyaz yaka olarak adlandırabileceğimiz pek çok kişi, belirli bilinç seviyesinde olanlar veya sadece başka bir üretim için çıkar yol göremeyenler sistemde önemli bir gücü ve potansiyeli içinde barındırıyorlar. Üstelik bilgisayar, kamera, cep telefonu vs. gibi artık rahat ulaşılan araçlarla “soyut” kategoride mallar üreterek geçimlerini sağlıyorlar. Yani bu kategorilerdeki işleri gerçekleştirmek, iPhone’un kendisini değil ama içindeki bir mobil uygulamayı yapmak için çok gelişmiş fabrikalara, kolay sahip olunamayacak üretim araçlarına ihtiyacımız yok. En önemli girdi burada zaman, emek ve ilgili konudaki uzmanlık…[2] Ayrıca özellikle bilgisayar alanında açık kaynak ve dosya paylaşımı gibi kültürlerin zaten var olduğu ve sıkça kullanılageldiği düşünüldüğünde bu alan üretim araçlarına ulaşmanın en kolay yollarından birisini içinde barındırıyor. Ayrıca en üretken kapitalist firmaların da halihazırda bu alanda iş yaptıklarını düşününce uzun vadede de bu sektörlerin ekonomik canlılıklarını sürdüreceklerini düşünebilir ve bu alana yönelik üretim birimleri oluşturabiliriz.

Dolayısıyla tablomuzda bahsettiğim alanlarda üretim kooperatifleri kurduğumuzu varsayalım. Mesela bir yazılım ofisi, bir grafik tasarım ofisi, çeviri kooperatifi, hizmet sağlayan bir çağrı merkezi vs. kurduğumuzu ve bunları da mümkün olduğunca birbirine bağladığımızı düşünelim.

Sermaye girdisi sağlayan ve kar etmeleri beklenen bu üretim birimlerini ve para akışını simgeleyen okları yeşil olarak kullandım. Birimler arasındaki bedelsiz hizmet değiş tokuşlarını da mavi olarak gösterdim:





Bu ofisler birbirleriyle koordineli çalışarak bizzat kapitalizme iş yapmalılar, çünkü bu ofislerin görevi temel ürünlerin üretimi için gerekli olan sermaye girdisini bizzat kapitalizmden elde etmek. Kapitalist şirketlerin mevcut durumun farkına varıp bu işletmelere iş vermeyeceğini varsayabiliriz, ki bu göz önünde bulundurulması gereken bir durum.


Bu riske karşı önerim satış ve örgütlenme olarak iki ayrı “yüz” tasarlanması yönünde. Örgütlenme alanı olarak arka-yüzde üretim aygıtının demokratik yapısı ve iç işleyişi tüm üyelerin kararına ve müdahalesine açıkken, satışa ve pazarlamaya yönelik ön-yüzde ise kooperatif, birlik tarzı isimlerle değil de profesyonel şirket görünümünün oluşturulması düşünülebilir. Çalışma kültürü müsait olan ve hatta üretim birliği olmanın avantajlı olacağı sektörlerde bu ön-yüz, arka-yüz yapısını oluşturmaya gerek kalmayıp, direkt olarak şeffaf bir yapı oluşturulabilir. Hangi sektörlerde ne tarz bir yapı kurulması gerekliliği (kooperatif, şirket, dernek, vakıf vs.) müşteri tarafı ve işkolunun yasal yükümlülükleri de göz önünde bulundurularak bizzat işi üretenlerin demokratik mekanizmasıyla karar verilebilir.

Kapitalizmden sermaye çekmeyi amaçlayan üretim birimleriyle, karşılayamadığımız ama nihai amacımız olan üretim birimlerini şemaya aşağıdaki şekilde yerleştirdim: [3]





Tüketim Kooperatifleri

Halihazırda temel nitelikli ürünler üreten birimlerin yanına yüksek nitelikli ürünler/hizmetler üreten birimlerimizi kattığımız noktada sıra tüketim kooperatiflerini de tabloya yerleştirmeye geldi. Tüketim kooperatifleri temel nitelikli işlerle yüksek katma değer sağlayan işler arasında bir köprü olma amacıyla devreye giriyorlar. Temel nitelikli ürünleri üreten birimlerin mallarını ihtiyaç sahibi olan kitlelere daha uygun fiyata sağlama veya mümkünse dağıtma işlevine sahipler. Ayrıca temel ürünleri üreten birimler için devletin üstlenmesi gereken sübvansiyon görevini de güçleri yettiğince gerçekleştirebilirler. Bunun için nitelikli ürün/hizmet üretimiyle kapitalizmden aktarılan sermayeyi alt tarafa doğru taşımaları gerek.

Tüketim kooperatiflerini ihtiyacın analiz edilerek planlanmasının küçük bir versiyonu olarak görebiliriz. Yani tüketim kooperatifleri mevcut yapı içinden talep toplayıp, talebi olabildiğince öngörmeye çalışıp, bu talepleri temel nitelikli ürünleri üretenlere aktarmayı hedefliyor. Bu üretim birimleri de ürünlerini tüketim kooperatifleri aracılığıyla öncelikle yapının beyaz yakalı tarafına bilabedel veya ucuza veriyorlar. Sonrasında kalan ürünü de piyasa fiyatlarının altında ihtiyaç sahiplerine duruma göre bilabedel ve olabildiğince ucuza veriyorlar. Tüketim kooperatiflerini son tüketiciye hizmet veren Bim, A101 gibi market ağları gibi düşünebiliriz. Tabi burada kar sağlama odaklı değil de bölüşüm odaklı bir mekanizmanın esas temeli oluşturması yapımız için önemli.

Tüketim kooperatiflerinin diğer bir işlevi de sistem içindeki üyelerin ve üretim birimlerinin dışarıdan olan ihtiyaçları için de talep toplaması ve toplu alım yaparak fiyat avantajı sağlamak olmalıdır. Sadece üretim değil tüketim ilişkilerinin de dönüştürülmesi gerektiğinden mütevellit reklamlara ve algı yönetimine dayalı tüketim ideolojisinin yerine ekolojiyi, emeğin çalışma koşullarını, gıda güvenliğini merkeze alan bir tüketim anlayışı ortaya koymak için hem üretimde hem de satınalma süreçlerinde çabalamak gerekmektedir.[4]




Bu noktada tersi bir durum da gerçekleşebilir ve hatta gerçekleşmeli. Yani beyaz yaka tarafındaki yapımız da temel nitelikli ürünleri üretenlere destek olabilmeliler. Sözgelimi ürünlerin satılması, dağıtımı vs. için bir web sitesi, etiketler, kurumsal kimlik oluşturma gibi grafik hizmetler de diğer üreticilere sağlanabilir. Bu noktada üretim birimlerini çerçevelendirip ve kapitalist pazarla ilişkisini de çizmekte fayda var:




Dikkat ederseniz kapitalist pazara mal ve hizmet satarak içeri para ve kaynak girişini sağlamak ilk adımken, ikinci adım da emek pazarından bu tip kurguya girmek isteyen kişilerin de ortak olarak dahil edilmesi oldu. Burada ortaklıktan kastettiğimiz sermaye girişinden öte emek/zaman verebilecek olan kişilerin sisteme dahil edilmesi. Yani işçileri emeklerini kiralamak yoluyla sistem içine almaktan çok ortak haline getirerek sisteme katmaktan ve dolayısıyla sistemden geçinen ve katkı sunan insan sayısını arttırmaktan bahsediyoruz.

Proudhoncu Banka ve Kademelenme

Benzer bir öneriyi Proudhon’un yapması nedeniyle[5] Proudhoncu Banka olarak adlandıracağım finansal aygıt aslında mekanizmamızın sermaye birikiminin toplandığı kasayı temsil ediyor. Bu aygıt özellikle beyaz yaka tarafında üretilen mal ve hizmetlerin satışından elde edilen geliri -işi yapan paydaşların haklarını aldıklarının dışında kalan belirli bir yüzdeyi- kasada biriktirip, tüm üretim mekanizmasındaki paydaşların kararıyla alınan yeni bir alana veya mevcut bir işin gelişimine harcamalarını sağlıyor.







Bu noktada oyunun nasıl oynanacağına yapıdakiler karar verir. Bazen hatalar yaparlar, bazen de doğru olduğu anlaşılan kararlar ortaya çıkar. Benim şahsi önerim belirli işleri daha iyi kılmaya yönelik yatırımlara yüklenmenin mantıklı olabileceği kadar (sözgelimi artık “iç-kamusal” bir fonksiyon taşıyan, paylaşımlı üretim araçları olan bilgisayarlara yatırım yapmak gibi), kesişim kümelerinde destek sağlayacak, işi ağ şeklinde geliştirmeye yarayacak türde yatırımlar da düşünülebilir. Mesela hem çeviri ofisini hem grafik tasarım ofisini birbirine bağlayacak bir yayınevi ve belki de bunun maddi yatırımı olarak makineleriyle birlikte ozalitçi/matbaa açmak gibi… Esas önemli olan hem ağı derinleştirmek hem de geliştirmek. Yine mantıksal önerim başlangıçta sermaye girdisini arttıracak olan soyut emek nesnelerinin üretimini sağlayacak ürünlere yönelmek olabilir.

Dolayısıyla hem yüksek nitelikli ürünlerin üretim araçlarını biriktirmek ve bunu içerideki paydaşların kullanımına açmak, hem de temel nitelikli ürünlerin üretim ve dağıtımını demokratik aygıtlarla yapmaya çalışmak sistemin temelini oluşturuyor. Aşağıya bazı ilişki ağlarını ekledim. Bu çerçevede yavaş yavaş sermayenin birikmeye başladığını öngörebiliriz. Bilgisayar işlerinin fiziksel altyapısını sağlayan server/hosting şirketi/kooperatifi, matbaa ve yapılan tüm işlerin kapitalist pazar içindeki payını arttırmaya yönelik reklam tanıtım/pazarlama şirketi/kooperatifi kurmak ilk aklıma gelenler…




Üst taraftaki kurumları kapitalizmden para çeken kurumlar olarak kategorize ediyor ve sermaye gereksinimine göre emek, teknoloji ve üretim aracı ihtiyaçlarına göre yukarıya doğru kademelendiriyorum. Üst tarafın esas fonksiyonunu parayı kapitalizmden çekip, elde edilen artık değeri Proudhoncu Banka’ya aktarmak olarak tanımlayabiliriz. Topluluğun demokratik karar alma mekanizmasıyla merkezi olarak yönettiği Proudhoncu Banka, pazardan çekilen artık değeri alınan kararlara göre iş alanlarını yaymak/ derinleştirmek veya temel üretim alanına kaydırmak fonksiyonunu görüyor. Ayrıca bu yapıyı zor durumdaki üyelere faizsiz kredi/hibe sağlayan bir yapı olarak da işlevlendirmek mümkün, yani bu bankanın sistemin sosyal işlevlerinin de finansal karşılayıcısı olduğunu söyleyebiliriz.

Kademelendirme anlayışını hizmet işlerinde yukarı doğru sıralarken esas amacın altta yer alan temel ihtiyaçlar kısmını çözmek olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Yani aslında üst kısmın büyütülmesinin sebebi alt kısım için olan reel ihtiyaçları karşılamaktır. Bu çerçevede meclisin alacağı kararlarla günden güne arazi, tarım ekipmanı, yapı ekipmanı, temel ihtiyaç makinaları vs. gibi sermaye gerektiren araçları toplamak esas amaç olmalıdır.

Tek hücreli canlımız geliştikçe ve yeni hücreler edinip uzmanlaşma eğilimleri gösterdikçe belirli konfederatif yapılar ve fonksiyonal hiyerarşiler geliştirebilir. Yani sözgelimi domates, biber, patates üreticileri “Gıda konfederasyonu” çatısı oluşturulup buraya dahil edilebilir. Benzer şekilde sermaye girdisini arttırmak için domates üretimi> salça üretimi> domates suyu üretimi gibi birbiriyle ilişkili, daha derin üretim hatları kurulabilir. Bu anlamda sadece üst tarafta değil, temel ihtiyaçlar alanında da belirli bir sermaye girdisi kademelendirilip, buraların da kapitalist anlamda verimliliği arttırılabilir.

Bu noktaya gelinebilirse eğer sistemdeki mevcut işleyişleri birbirine bağlayacak raporlar yayınlayacak ve verimi arttıracak çalışmalar yapabilecek mühendis ağları kurulması işlevsel olacaktır. Türkiye’nin bu konuda TMOBB gibi birlikleri içinde barındıran görece güçlü bir örgütlülük ağı sunması açısından avantajlı bir konumda olduğunu söyleyebiliriz. Benzer şekilde yapıya geleneksel işçi örgütlenmeleri olarak sendikaları da dahil edebilecek çerçeveler oluşturulmalıdır.

Belirli Fonksiyonlarda Uzmanlaşmış Ara Kurumlar

Üretim ağının verimliliğini arttırmaya yönelik bir diğer yöntem de ortak üretim ve hizmet unsurlarının bu alanlarda uzmanlaşmış ara kurumlarda toplanmasıdır. Ayrı üretim birimlerine üretim araçları sağlayan, bu araçların zaman planını yöneten, Leasing şirketi tarzında üretim aracı sağlayıcı/planlayıcı bir kurum oluşturulması ağın maliyet kalemlerini rahatlatmasının yanı sıra ekolojik hassasiyeti açısından önem taşıyacaktır. Ayrıca lojistik, depolama hizmeti sağlayan bir üretim birimleri de belirli fonksiyonları geliştirme, ucuzlatma ve kapitalizme karşı rekabet avantajı sağlamaya başlayabilir. Bu uzmanlaşmış ara kurumlar kuruluş aşamasında Proudhon’cu banka tarafından finanse edilerek ve gerektiğinde finansal destekle yürütülerek tüm üretim birimlerine avantaj sağlamayı hedeflerler.

Benzer şekilde satış, marketing ve pazarlama fonksiyonları da bir üretim birimi olarak tanımlanabilir. Yapıda bulunan özellikle kademesi yüksek üretim birimlerinin ana fonksiyonu kapitalizme yönelik üretim yapmak ve buradan içeriye gelir getirmek olduğunu düşünürsek bu birimlerin satış ve pazarlama işlevlerine sahip olmaları gerektiğini de görürüz. Satış ve pazarlama faaliyetlerinin de ortak bir yapı içine yerleştirilmesi de düşünülebilir. Bu birimin kapitalist sistem içerisinde satış, pazarlama gibi alanlarda çalışan kişiler için bu üretim ağına örgütlenmek konusunda bir çekicilik unsuru oluşturacağı da düşünülebilir. Satış pazarlama alanı mevcut solun ve sendikal mücadelenin belki bir tercih, belki de yapısal olarak pek örgütlenmediği/örgütlenemediği bir alan. Belki bu şekilde bu alanlarda çalışan emekçi kesimlere bir alternatif ve somut bir politika önermemiz mümkün hale gelecektir.





Para Konusu

Kurgumuzda kapitalist pazarla kurulan zorunlu ilişki gereğince içeriye para aktarıldı. İçeri aktarılan paranın ekonomik ağımızın henüz üretemediği tüketici ihtiyaçlarının ve üretim araçlarının temin edilmesi için topluluk kararıyla kullanılması gerekiyor. İyimser senaryomuzda ağ genişleyip derinleştikçe dışarıdan gelen paraya ihtiyacın azalacağını umabiliriz. Yine de sistem içerisinde bizim “dış para” adını verdiğimiz kapitalist paranın, sorunlu ve eşitsiz yapısını sistemimizin içine sokmaya başlayacağını en iyimser senaryoda bile öngörebiliriz.

Öncelikle paranın bir değişim aracı olarak akıllıca bir icat olduğunu söyleyebiliriz. Yani gelecekte de kaynakların kıt olduğu herhangi bir ekonomik modelde, yani kişilerin/birimlerin her şeye sahip olmadıkları her durumda basit ve pratik bir değişim aracı olarak kullanılacağını varsayabiliriz. Esas sorun bizi her gün koyunlarla, buğdayları yanımızda taşımaktan kurtaran bu aracın kapitalizm içerisinde paradan para kazanılmasına vesile olacak şekilde evrilmiş olması. Mevcut finans sisteminin verdiği imkanla artıdeğeri içine hapsederek kendi kendini üretmeye meyilli ve adaletli dağıtıma imkan vermeyen bu “dış-parayla” sadece basit bir değişim aracı olan “iç-para” arasında ayrım koymak gerekiyor. Dış-paranın içeriye girmesi ve kullanımı üretim ağımızın içindeki dengeleri ulusal ve uluslararası kapitalist pazara enflasyon, deflasyon vs. gibi nedenlerle iyice bağımlı hale getireceği için önemli bir sorun oluşturacaktır.




Dolayısıyla dış-para/ iç-para ayrımına gidilmesi, kapitalist pazarla yapılan ticaretin -zorunlu olarak- bu parayla yönetilmesi, ama içerideki hizmet ve ürünlerin değişiminin, dağılımının iç-para diyebileceğimiz paradan para oluşmasını önleyen bir sistemle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfının kendi parasını yapıp yaygınlaştırması yönündeki çabaları 19. yüzyılda Owen’cı kooperatiflerde ve Emek Pazarları (Labour Exchanges) gibi işçi sınıfı pazarlarında görmüştük. O zaman kullanılan yöntem emek bonosu tarzındaki özel paralarla değiş tokuş işlemlerinin gerçekleştirilmesiydi.[6] Sonraki dönemlerde bono ve “bank-not “mantığı ortadan kalkıp para ulusal merkez bankaları aracılığıyla ulusal sınırlar içinde sunulan merkezi bir araca dönüştürüldü.

Neyse ki 21. yüzyılda para teknolojileri açısından daha şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Bitcoin’in bir Ponzi şeması olup olmadığı konusundaki spekülasyonları geçip altyapıya ve bu altyapının sunduğu olanaklara odaklanırsak, Blockchain altyapısının bu tarz adil bir para oluşturma yönünde bir fırsat sunduğu söylenebilir. ”Zamanla bozulan para”, “son kullanma tarihi olan para” gibi paranın belirli kişilerin elinde birikmesine engel olacak yapısal önerileri bu yeni para altyapısıyla gerçekleştirmek mümkün. Ayrıca paranın kuşaktan kuşağa aktarımı, belirli şahısların elinde birikmesi, faiz gibi belirli dezavantajları üzerinde önceden anlaşılabilecek ve öyle yürürlüğe koyulabilecek, kuralları olan bir para oluşturmak mümkün.

Yerel Yönetimler

Bahsettiğimiz sistemi hayata geçirebilmek için bu konuda istekli olan yerel yönetimlerle ilişkilenmek hem maddi girdiyi arttırmak, hem de sistemimizin etkinlik alanını genişletmek için önem taşıyor. “İzmir modeli” denilen, özellikle Tire Süt Kooperatifi gibi[7] deneyimler ve Dersim Belediyesi’nin yerel seçimlerde kazanılmasından sonra etki alanının daha da genişleyeceğini öngörebileceğimiz Ovacık Kooperatifi gibi deneyimler bahsettiğimiz üretim birimlerinin yerel yönetimlerle sıkı ilişkiler geliştirebildiklerinde ne kadar başarılı olabildiğini gösteriyor. Özellikle AKP iktidarının güç kaybetme eğrisine girdiği bu dönemde, muhalif yerel yönetimlerle sıkı ilişkiler geliştirilmesi alternatif kamusallık anlayışının önünü açacaktır.

Yapımızın kapitalist rekabetin yıkıcılığından olabildiğince korunabilmesi için yerel yönetimlerin sözleşmeli üretim, toplu alım, alım desteği, ekipman yardımı/temini gibi konularda verebileceği pek çok destek bulunuyor. Bu anlamda 70’lerin toplumcu belediyecilik anlayışının günümüzde başarılı olabilmesinin koşullarından birisinin bu yerel yönetim deneyimlerinin alternatif bir üretim ve tüketim biçimi/yapısı oluşturmak için yapılan bu deneylere eklemlenmesinden geçtiğini düşünüyorum. Tablomuzda kapitalizm başlığının içine sisteme sermaye ve hizmet olarak girdi sağlayan yerel yönetimleri de yerleştirdik:





Sonuç

Her geçen gün yeni bir krizle çalkalanan kapitalizmin olası alternatifinin kendisini salt bir karşıtlık, antagonizmanın negatif kısmı olarak oluşturmaması gerektiğini aktarmıştık. Zannımca sosyalizmin “kapitalizm-olmayan”dan öte gerçekten “ne” olabileceğinin, reel olarak nasıl işleyeceğine dair denemelerin, geniş katılımlı akıl yürütmelerin birikimli bir sonsuz döngü içerisinde gerçekleştirilmesi, olası fırsatların değerlendirilebilmesi için bir gerekliliktir. Soyut da olsa bir plana sahip olmak, plansızlıktan her daim daha değerlidir; yoksa şansımız yaver gitse bile her zamanki gibi özne/nesne tartışmasına toslayacak ve “demokrasi” sorunu çerçevesinde konuşmak zorunda kalacağız.

Kapitalizmin alternatifinin ana öğelerinin hem soyut hem de pratik düzeyde ortaya çıkması, bu politik hattın ve pratiğin geniş kitleler nezdinde inandırıcılık kazanmasına da vesile olabilir.

Son olarak bu yapıyla ilgili akla gelebilecek olan bazı eleştirilere dikkat çekmekte fayda var. Yapının üst kademelerindeki üretim birimlerinin kapitalizmle ilişkilenmesinin sistemi özellikle son yıllarda etki alanı genişleyen çokuluslu şirketleşme eğilimi gösteren kooperatifleşmeye doğru itebileceğine dair bir eleştiri yapılabilir. Kooperatif birliğinin kapitalizmle yakın ilişki kurması gereken, içeriye sermaye girdisi sağlayan kısımları için bu risk sonuna kadar gerçektir. Bu riski tanımlamak ve kabul etmek tıpkı sigorta şirketlerinin riski tanımlamaları gibi oyunu oynamanın koşullarından birisidir.

Çokuluslu şirketlerle küçük üreticiler arasında ara bir çözüm sunarak kapitalizme entegre olmak, karını maksimize etmek için taşeron firmalar oluşturmak ve buralarda sözleşmeli çalışanlar istihdam ederek emek sömürüsü gerçekleştirmek, Carl Schmitt’in de eleştirdiği türden gerçek yurttaş /yurttaş olmayan gibi bir ayrıma dayalı bir “üretim/tüketim demokrasisi” kurmak, karı bölüşmemek için üye girişini kısıtlamak veya yeni üyelerle eski üyeler arasında hiyerarşik kategoriler tanımlamak gibi mevcut kooperatiflerde gözlemlediğimiz olası riskler de bu yapıda her daim bulunmaktadır. Aslında bu riskler işin içinden siyasetin hiçbir zaman çıkarılamayacağını ve çıkarılmaması gerektiğini de hatırlatıyorlar.

Nasıl ki sadece siyasal iktidarın ele geçirilmesi stratejisinde üretime ve yönetime dair tepeden inmeci olmak durumunda kalan bir “parti” zorunluluğuyla karşılaşıyorsak, üretim ve tüketim aygıtları kurmaya odaklı yerelci bir ağ stratejisinde de kapitalizm tarafından içerilme riskiyle karşılaşıyoruz. Bu nedenle üretim/tüketim aygıtlarının tabana yayılımı ve sosyalist bir çerçevede tanımlanması meselesi, partinin işleyişinin demokrasisinden ayrışamaz, zaten bundan dolayı da hem siyasal mücadele, hem de üretim/tüketim ağı eşzamanlı örgütlenmeli ve birbirini desteklemelidir.

Dipnotlar:

[1] “Yeni nesil” dememizdeki amaç 60’lı ve 70’li yıllarda devlet eliyle geliştirilen ve desteklenen kooperatif deneyimleriyle, özörgütlülük biçiminde gelişmeye çalışan daha güncel kooperatif deneyimlerini ayırmamız. Yazı boyunca bahsettiğimiz kooperatifler devletin neoliberal politikalar çerçevesinde kendi kamusal görevlerini üzerinden attığı dönemde, bu alanlardaki ihtiyaçları karşılamak amacıyla ortaya çıkan, yerel alanlardan beslenen kooperatifler olarak düşünülmelidir.

[2] Zaten uzmanlığı da özünde sıkıştırılmış zaman ve emek olarak düşünebiliriz.

[3] Burada “alt” ve “üst” tanımını önem açısından değil de temel/temel olmayan şeklinde kullanıyorum. Biraz alt düzey yazılım dili, üst düzey yazılım dili mantığıyla düşünüyorum. Alt düzey yazılım dilleri bilgisayarın donanımına en yakın olan, en temel yazılımları yazmaya yararken (“şu devreye şu kadar volt elektrik gönder” gibi..), üst düzey yazılım dilleri direkt olarak makineyle değil, kendisi gibi ara yazılımlarla mesela işletim sistemiyle konuşur(“Bu dosyayı kaydet” gibi). Yani ikisi de farklı işler için önemli ve gereklidir.

[4] Şemanın daha doğru olması için kapitalizmle tüketim kooperatifleri arasında da sermaye giriş/çıkışına yönelik ok çekilmesi gerekli, fakat şemanın çok karmaşık olmaması ve kafa karıştırmaması için bu çizgiyi çekmedim.

[5]“Bize gerekli olan, benim işçiler adına istediğim karşılıklılık, mübadelede eşlik (equity), kredinin organizasyonudur. Sınırsız kredi, toplumsal sorunun çözüm yoludur. Sınırsız bir banka kredisi sistemi, devlet müdahalesine gerek kalmadan, ekonomik adaleti güvence altına alacaktır.” Kaynak: Tarih ve Toplum, http://toplumsaltarih.wordpress.com/2016/11/02/proudhon-elestirisi/

Not: Proudhon’un sınırsız kredi önerisinin gerçekçi olmadığını ve emekçilerin bankası fikrinin kendi başına uygulandığında oldukça yetersiz olduğunu düşünsem de bu fikri öneren kişi olarak Proudhon’un adını anmamak olmazdı.

[6] AYBAY Rona, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen: Yaşamı, Eylemi, Öğretisi, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2005, s.181-185

[7] Daha geniş bilgi için Krize Karşı Kooperatifler: “Belediyeler ve Kooperatifler Ekseninde Türkiye Tarımında Alternatif Kamusallık Deneyimleri; Olanaklar ve Sınırlar” – Uygar Dursun Yıldırım

10 Temmuz 2020 Cuma

Durarak düşünmek

Eylem Akçay

(Bu yazı Psikoloji ve Toplum Bülteni'nin 10. sayısında yayımlanmıştır: http://psikolojivetoplum.todap.org/2020/05/psikoloji-ve-toplum-say-10.html)

Salgının yarattığı belirsizlik ve kaygı ortamına herkes küfesindeki alet edavatla cevap vermeye çalışıyor, ama yeni araçlar üretmek de zorunlu görünüyor bir yandan. Kendi adıma, bireysel hayatımdaki ciddi belirsizlikler, yakınlarımın sağlığına ilişkin yoğun kaygılar ve hayatımdaki beklenmedik köklü değişikliklerin ardından yakalandım salgına ve “gönüllü” karantinaya. Karantinanın gönüllü olmamasını, yani böyle bir kararın yükünü kendi dışıma atabilmeyi dilerdim. Bu, evden çalışamayan ve çalışmak zorunda olan başkaları hakkındaki suçluluk duygularımı da azaltırdı, ama en azından kendimi biraz daha güvende hissettiğim için şanslı sayılmalıyım.

Karantina koşulları, evde kalmanın yanı sıra hijyen kurallarını ve sosyal mesafelendirmeyi de içeriyor. Yani kamu idaresi üzerimizden sokağa çıkma zorunluluğunu kaldırmış veya sokağa çıkma isteğimizi bastırma kararının yükünü almış olsaydı bile, dışsallaştıramayacağımız ve “gönüllü” olarak kaybedeceğimiz çok şey kalıyor geriye. Sokağa çıkma zorunluluğu üzerlerinden alınmayanlar kendilerinin ve yakınlarının hastalığa yakalanma riskinin baskısını benden daha yoğun hissediyor olmalı, Türkiye’de tespit edilen “iş cinayetleri” verilerinde Kovid-19’un şimdiden dördüncü sıraya yükseldiği söyleniyor. Evden çalışanlar, kaygıyla ücretsiz izni tercih eden veya ücretsiz izne zorlananlar için de bu endişeye ek olarak yoğun belirsizlikler, kayıp riskleri söz konusu: Masraflar nasıl ödenecek, işten atılacak mıyım, bu böyle daha ne kadar sürecek?

Belirsizlik

Yakın zaman içinde kendi hayatımda yaşadığım belirsizlikler ve şimdi tüm dünyayla paylaştıklarımı birbirinden ayıramıyorum. Hatta kayıpları da. Yazı boyunca da ayıramayacak gibiyim, çünkü (bunun için kendimi yetkin görmemenin yanı sıra) kaygılarımdan sıyrılarak dünyanın veya yaşadığım coğrafyanın toplumsal sorunlarına uzaktan bakma ve değerlendirmeler yapma gücü hissetmiyorum. Bundan çok da şikayetçi değilim. Dediğim gibi, yeni kayıplar karşısında yeni araçlarla donatılmış değiliz ve belki kendime bu belirsizliğe karşı biraz bağışıklık atfedebilirim. Mesela yaşadığım deneyimlerde şimdi belirsizlik ve kaygı arasındaki sürekliliği takip edebildiğimi düşünüyorum. Bir süre önce annemin bir türlü teşhis konamayan bir rahatsızlığı vardı. Sonunda teşhis konduğunda benim kaygım öncesine göre çok daha arttığı halde annemin rahatlamış olduğunu fark ettim. Hastalığının ciddiyetine rağmen belirsizliğin yarattığı kaygıdan kurtulmak ona iyi gelmişti. Salgın konusunda yetkililerin çeşitli açıklamaları ve ortalıkta dönen söylentiler, hastalığa yakalanmamak veya ondan kurtulmak için ne yapılacağının bilinmemesi ve bu konuda uzmanlardan gelen bilgilerin de sürekli değişmesi benzer bir belirsizlik yaratıyor bana göre. Buna salgın sonrası nasıl bir hayatla karşılaşacağımıza dair belirsizlik de ekleniyor. “Yeni normal” diye anılan gelecek, normal olmadığından (ama belki ona alışabileceğimizden) başka hiçbir şey söylemiyor bize. Bu belirsizlikle farklı kişiler farklı şekillerde başa çıkmaya çalışıyor. Tüm dünyada bu konuda yazılar yazılıyor, tartışmalar yapılıyor. Bana kalırsa bu yazıları yazanlar da meseleye dışarıdan bakamazlar ve bu yüzden esasında kendi başa çıkma yöntemlerini paylaşmakla yetiniyorlar.

Kendiminkiler, anneminkiler ve eli kaleme giden düşünürler dahil insanların bu belirsizliğin yarattığı kaygıyla başa çıkma yöntemlerinin bazılarını paylaştığını düşünüyorum. Örneğin, kimileri her şeyin kökten değişeceğini, kimileri de hiçbir şeyin değişmeyeceğini öngörüyor. Her şeyin kökten değişeceğini söyleyenlerin bazıları iyimser: Salgının bazı gerçekleri ve sahtelikleri, mesela toplumdaki eşitsizlikleri ve yanılgıları açığa çıkardığını, bunun da bizi iyiye yönelteceğini umuyorlar. Kötümser olanlarsa gücü elinde tutanların yeni durumu kendi çıkarlarına çevireceğinden, daha distopik bir gelecekten endişe ediyorlar. Ama hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyleyenler de var. Bu yaklaşım da kötümser, ama karantina sonrasındaki “felaketin” yeni bir şey olmayacağını, sadece öncenin devamı olacağını düşünüyorlar.

Bu yaklaşımlar içinde bulunduğumuz zor zamanı tarihin durduğu bir parantez olarak değerlendiriyorlar. Önceyle, yani normalle gelecek arasında, “yeni normal” arasında bir bekleme odası. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünenler için bekletme tuşuna tekrar basılmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Ama büyük değişim bekleyenler arasında bu zamanı nasıl geçirdiğimizin kaderimizi belirleyeceğine inananlar da var. Bu elbette tartışma götürmez bir gerçek, ama bu yaklaşımlar da bekleme odasının dışına dair kehanetvari bir çıkarıma sırtını yaslıyor: Eğer insanlar bu krizle açığa çıkan gerçeklere uygun bir tavır alırsa hayat bayram, almazsa felaket olacak. Bu insanlık için eskisi kadar zor bir görev, belki şimdi daha da zor.

Belirsizlikle başa çıkmaya çalışan başka yaklaşımlardan da bahsetmek istiyorum. Kimileri, virüsün ve insanların tümünün yaşadığı bu krizin daha büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyor. Virüsün insan yapısı olduğuna ve belli değişimleri amaçlayan bazı güçlerde üretilip yayıldığına dair komplo teorilerine inananlar bunlara bir örnek. Bu amaçlanan değişim, acımasızlığı teslim edilse de o kadar kötücül bile sayılmayabiliyor bazen: Örneğin nüfusun hızla azalması kötü bir şey olmayabilir. Ama “büyük planın” sahibinin insanlar değil doğa olduğunu düşünenler de var: Doğa insandan öcünü alıyor veya insan doğaya ve gezegene yaşattığı yıkımın ceremesini çekiyor. Son olarak da virüsün hiç var olmadığına, hiçbir önlem almamıza gerek olmadığına inananlardan ve salgının hâlihazırda trafik kazaları ve iş kazalarından ölenlerden daha fazla insanı öldürmediği gerçeğini ısrarla vurgulayanlardan bahsetmiş olayım.

Kehanette bulunan veya komplo teorileri kuran, iyimser veya kötümser olabilen tüm bu yaklaşımların şu iki cümleyi tekrar edebileceğini düşünüyorum: “Bu durum hâlihazırda bildiğim, tanıdığım bir şeye benziyor” ve “hepsi geçecek ve yerini tanıdığım, tanıyabileceğim bir şeye bırakacak”. Yaklaşımların taşıdığı aşırılık da belirsizliğin aşırılığına uygun bana kalırsa. Elbette bilime, tarihe, dünyanın bugüne kadarki birikimine başvurmak ve olup bitenleri anlamaya çalışmak zorundayız. Ama karantina uzadıkça bu kötü zamanı paranteze almak ve onu hızlıca bildiğimiz bir şeye benzetmek belirsizliğin kaygısını gidermeye yetmiyor. Ne kadar sabırsız ve aceleci olursak olalım öngörülerimizi doğrulama ve onlara uygun tavır alma imkanımız gittikçe daralıyor.

Belki de belirsizliği ve bizde yarattığı kaygıyı böyle hızla reddetmeyi bırakmalıyız. Belki de toplumsal bağlamda “bir şey değişecek mi” veya “değişince neye benzeyecek” sorularına hızla cevap aramamalıyız. Uzayıp giden karantinanın içinde, halihazırda değişimin yaşanıyor olduğunu görmek ve birikimimizi bu değişimin ipuçlarını yakalamaya hasretmek daha doğru olabilir. Zaman durmuyor ve dünya sonunda neye benzeyecek olursa olsun biz de bu zamanın içinden geçerken değişiyoruz.

Peki bizde değişen ve kriz başladığından bu yana değişmiş olan nedir? Bu sorunun cevaplarından biri, herkesin değişiminin kendine özgü olduğu olabilir. Herkesin kendine has sorunları, kaygıları vardır. Kimileri salgın sebebiyle hayatlarında köklü değişiklikler yaşamıştır, yeni kaygılar edinmiştir, hatta belki yeni ve iyi alışkanlıklar edinmiştir. Bir cevabı da, herkesle, belki de tüm insanlarla paylaştığımız, bizi birbirimize bağlayan değişiklikler içinde aranabilir. Benim için bu, kayıp yaşamak: Beni hareketsiz kılan, günlük hayatımı felce uğratan ve görevlerimi yerine getirmemi engelleyen bir kayıp hissiyle uğraşıyorum. Bu süreçteki kaybın bende ve toplumda birçok veçhesi var, ancak en genel şekliyle ifade etmem gerekirse bildiğimiz ve içinde yaşamaya alıştığımız dünyayı kaybettik.

Kayıp

Bir dinin çok ayrıntılı ibadet ritüellerini takip ediyor gibiyiz. Her türlü dokunmanın kuralları var. Önce ellerimizi sabunla yirmi saniye yıkamalıyız. Kendi ağzımıza, gözümüze, burnumuza dokunmamalıyız. Kalabalık yerlerdeki nesnelere dokunmamalıyız. Kalabalık yerlere girmemeliyiz. Birbirimize dokunmamalıyız. Ellerimizin yanı sıra diğer temas olasılıklarını da engellemeliyiz. Birbirimizden bir buçuk metre, belki daha fazla mesafede durmalıyız. Hatta evlerimizden çıkmamalıyız. Eve çağırdığımız market çalışanıyla temas etmemeliyiz. Getirdiği şeyleri içeri almadan önce temizlemeliyiz.

İbadet gibi, çünkü bizi daha yüce bir şeye de bağlıyor bütün bunlar. Kurallara sadece kendi sağlığımızı korumak için uyuyor değiliz, bunlar kamu sağlığının yeni kuralları. Birbirimize doğru öksürmek cinayete teşebbüs sayılır. Kendimizi virüsün yayılmasını engellemek için korumalıyız, çünkü dünyanın öbür ucundaki rastgele biriyle tükürüklerimizi paylaştığımızı öğrendik. Ama aynı zamanda ibadetteki gibi kimileri için istisnalar var ve farklar da söz konusu. 65 yaş üstü insanlar ve çocuklar için özel kurallar var. Farkı belirleyen şeyin bazı durumlarda çalışma olduğunu söyleyebiliriz: Gönüllü karantinaya girebilen evden çalışanlarla sokağa çıkma zorunluluğu kaldırılmayan çeşitli iş kollarında çalışanlar farklı kurallara tabi.

Her durumda bu ritüeller bir kaybı ifade ediyor aynı zamanda. Sosyal ve yakın ilişki kurma ihtiyacımızı karşılamaktan vazgeçiyoruz veya bunu sınırlıyoruz. Tanıdığımız ve tanımadığımız insanlara güven mesajları verme yöntemlerimiz değişti. Eskiden olsa güvensizlik verecek davranışları gösteriyor ve başkalarından da talep ediyoruz. Sosyal mesafe veya mesafelendirme kavramı üzerine çok konuşuldu, bunun yerine fiziksel mesafe denmesi gerektiği söylendi. Bu tartışma bile neyi kaybettiğimizi ve korumaya çalıştığımızı açığa vuruyor.

Elbette başkasına dokunabilmeyi, sarılabilmeyi, onun bedeniyle, yüzüyle arama mesafe koymamayı özlüyorum. Karantinadan sonra artık bunun mümkün olmasını da bekliyorum, bunu istemem de gayet meşru. Ama bugün bunu kaybetmiş olduğumu da reddedemem. Fiziksel mesafenin aynı zamanda sosyal olduğunu, sosyal ilişkinin ve iletişimin aynı zamanda bedenlerimizin ilişkisi olduğunu kabul etmeliyiz. Dünyanın öbür ucundaki birinin bedeninden çıkan bir tükürüğün bana ulaşmasını mümkün kılan sosyal ilişkiler ağının uluslararası ticaretle, tedarik zincirleriyle, internetle alakasını görmeliyiz. Özlemim ve düzeleceğine dair beklentim kadar bu kaybın yasını tutmak da hakkım olmalı. Bunu “fiziksel mesafe” olarak adlandırıp reddetmek öfkemi hafifletmediği gibi onu bilgisayar ekranlarında, emaillerde ve telefon ahizelerinde yeniden yeniden kurmaya çalıştığım sosyal ilişkilerime yönlendirmeme de sebep olabilir.

Mesafenin sosyal olduğunu kabul etmenin yanı sıra, bu kaybın bir sosyal düzenleme olduğunu düşünmek de rahatlatıcı geliyor bana. Bu yüzden “sosyal mesafelendirme” kavramını daha çok kullanıyorum. Bu benim bencilce veya fedakarca kendi kendime aldığım bir karar ve gönüllü bir kayıp değil sadece. Hep beraber veya gönüllü-gönülsüz irade devrettiğimiz kamusal, profesyonel otoritelerle birlikte sosyal ilişkilerimizi alışageldiğimizden farklı bir şekle zorluyoruz. Adımlarını sayan bir kırkayak gibiyiz, yürürken ayaklarımızın karışması, hareketsiz kalmamız şaşılacak bir şey değil. Düzenlemeye ihtiyaç duyuyoruz, en geniş ölçeklerde bile: Küresel tükürük alışverişinin, mesela uluslararası ticaretin ve korkunç sebepleriyle birlikte göçmenliğin de düzenlenmesi bir ihtiyaç. Ekonomik ilişkiler ayrı bir doğa değil, onlar da fazlasıyla sosyal ve bedensel ilişkiler. Krizden muaf olmaları veya bir zaman sonra “normale” dönmeleri beklenmemeli.

Kayıpla başa çıkabilmek için bir düzenlemeye başvurmak her zaman mümkün olmayabilir. Ev gezmelerini, akraba ziyaretlerini kaybettik. Parkta çocuklarımızın arkadaşlar bulmasını, yaşıtlarıyla birbirlerini sınamalarını huzurlu ve tedirgin bir şekilde izlemeyi kaybettik. Hafta sonu arkadaşlarla bir yerde oturmayı, konsere veya futbol maçına gitmeyi kaybettik. Belki hepsi tekrar geri gelecek ama şimdi yoklar, sosyal mesafelendirme düzenlemesi onların anlamını ve formunu şimdiden değiştirdi. Ama bu sosyal rutinlerimizin yanı sıra gelecek planlarımıza dair de kayıplarımız var. Tatil planlarımızı kaybettik, örneğin. Bir arkadaşım karantinayla birlikte çok ilgi duyduğu alanında yurtdışında alacağı eğitime dair onu heyecanlandıran planlarının bozulduğunu ve “plan yapmak gerektiğini” iyice anladığını yazmıştı. Ben de ona “planlamanın” ne kadar önemli olduğunu karantinayla birlikte benim de anladığımı söylemiştim. Elbette plan yapmak gerektiğini değil, yapmamak gerektiğini söylemek istiyordu, yanlış yazmıştı. Arkadaşımın düzeltmesine rağmen “planlama” ihtiyacına dair fikrim değişmemişti, bir süre daha planlamanın öneminden filan bahsedebileceğimi hissettim o an. Bunun üzerine düşündüm sonrasında, neden bu kadar açık bir çelişkiyi görememiştim ve gördükten sonra da kabul etmeye direnmiştim? Bu soruyu başka bir şekilde sorabiliriz şimdi: Plan yapamıyor oluşumuza dair nasıl bir “planlama” yapabiliriz? Soruyu biraz daha geliştirmeye çalışayım: Kişisel düzlemdeki planlarımızın sosyal düzlemde bir güvenceye kavuşmasını (yani plan kayıplarımızın sosyal telafisini) nasıl sağlayabiliriz? Mesafenin sosyal olduğunu ve kaybın sosyal bir kayıp olduğunu teslim etmek, onunla başa çıkabilmek için de sosyal araçlara ihtiyacımız olduğunu görmeyi gerektiriyor.

Araçlar

Salgınla başa çıkmak için sosyal araçlarımız yeterli mi? Hastalığın asıl korkutucu yanının dünyadaki sağlık sistemlerini hızla kilitleyecek bir yoğunluğa ulaşılması ve virüsle alakalı olmasa da sağlık hizmetlerinden yararlanmanın mümkün olmaması riski olduğunu öğrendik. “Gerektiğinde” bu gerekçelerin akılcı olup olmamasına bakmadan zor ve hatta acımasız şiddet kullanabilen kamu idareleri, bu gerçeğe rağmen iyice zora düşmedikçe radikal kararlar almadılar. Dünya toplumları olarak yaşlı ve hastaların gözden çıkarılmasına ve acil servislerin aciliyet sırasını düzenleyen triyaj bölümlerinin kimin öleceğine kimin yaşayacağına karar verilen araçlara dönüşüvermesine ne kadar hazır olduğumuzu sezdik. Dünyanın bilimsel bilgi birikimi açısından komplo teorilerine kaynaklık sağlayacak derecede öngörülü olduğu pandemi konusunda kamu idarelerinin hazırlıksız ve mevcut kurumların yetersiz olduğunu gördük. Sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere hizmet sunumundaki sorunlar ve kamusal sunumuna olan ihtiyaç da ortaya çıktı. Bu sorunların çoğu yeni değil ama salgınla görünür olan diğer meselelerle birlikte belirginleştiler. Elbette bütün bunlar karantinada, koltuklarında, ekranlarının başında veya çalışmak üzere sokakta tedirgin insanların boyunu aşan konular. Çoğunlukla bu kadar “büyük” meseleler, günlük kaygıların zeminini oluştursalar da, bu kaygılarla kaplanan yüzeyin altında görünmez olur. Dünya toplumları olarak paylaştığımız ortak medeniyetimiz, bu zeminin güvenilmezliğini de içeriyor veya ona alışkın. Bu zeminin sarsılarak yer yer görünür olması durumunda ise en yakınlarımızla tek başımıza hal çareleri arıyoruz genelde. 

Salgının pandemi olduğunun kabulü, insan “türünün” bütün dünyada benzer tepkiler vermesine yol açtı. Araştırma şirketinde çalışan bir arkadaşım, tuvalet kağıdının “medeniyet sembolü” olduğunu ve karantinada tuvalet kâğıdı stoklama çılgınlığının ona medeniyete tutunmayı çağrıştırdığını söylemişti. Hamit Bozarslan, medeniyeti bir çeşit değişime güvenle tarif ediyor:

Zamana güvenebilmek şu anlama gelmekte: Geçmişin anlamlı olduğunu ve bugünkü ânın geleceği kurmayı mümkün kılan bir an olarak değerlendirilmesi. Mekâna güvenebilmek ise mekânda barışçıl bir şekilde dolaşılabildiğine, mekânın barışçıl ve sürekli bir biçimde değiştirilebileceğine inanabilmek.

Bu tarifin isabetli olduğunu düşünüyorum. Salgının yarattığı belirsizlik, kayıp ve değişiklikler zamana ve mekâna güvenimizi sarsıyor. Tutunabileceğimiz, sabit bir şey arıyoruz bunun karşısında. Oysa “medeniyetin” sağladığı güven böyle bir sabitlikte değil, anlayabildiğimiz ve bize düşman gibi görünmeyen bir değişimde yatıyor.

Ben salgın başladığından beri çeşitli kişilerin, uzmanların, düşünürlerin neler söylediğini takip etmeye ve ipuçları bulmaya çalıştım. Şu an eksikliğini çektiğimiz, neden bu salgınla karşı karşıya geldiğimiz veya sonrasında neyle karşılaşacağımız hakkında tutarlı bilgiler medeniyete tekrar kavuşma konusunda belki işimizi görürdü. Sonunda tuvalet kâğıdı veya başka herhangi bir ürün kadar bize söylenen nedenler ve kehanetlerin de bizi başkalarına, zamana ve mekâna yeniden bağlamakta yeterli olmadığını fark ettim. Sonra, en yakınımdaki, birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımı ekran buluşmalarıyla “harekete geçirmeye”, hatta “fırsatı değerlendirmeye” çağırmaya filan gayret ettim. Sonra bir arkadaşım bana “durmayı” önerdi. İçinde bulunduğumuz durum hayret vericiydi, basitçe “yeni bir durum” karşısında yapıp ettiklerimizi yapmaya devam edemezdik. Şaşırmaya, korkmaya ve neye uğradığımızı hissetmeye hakkımız vardı.

Beyaz yakalı çalışanların oluşturduğu “emek mücadelesi” başlığı altına konabilecek bir platforma üyeyim. Emek örgütleri, kadın örgütleri ve benzerleri doğal olarak salgın öncesi yapmakta oldukları işleri yeni durumda güncelleyerek yollarına devam etme refleksi gösteriyorlar. 1 Mayıs kutlaması için yapılan planlar bile meydanlarda yapılacak şeyleri bu sefer ekranda tekrar etmeye çalışıyor. Sanki düşmemek için durmamaya çalışıyoruz. Bir yere dikkat kesilmiş gibiyiz ama salgının kaygısını uzaklaştırmak için dikkatimizi dağıtıyoruz belki de. Geçmişten beri taşıdığımız kaygıların zemindeki mevcut sarsıntıyla ilişkisini kurmaya çalışıyoruz, ama bu şimdi yaşadığımız kaygılarla uğraşmayı ertelememize yol açmamalı. Eski ama iş görür araçlarımızı hatırlamamız önemli ama belki yeni araçlar imal etmemiz gerekiyor hâlâ: Geri çevirmenin, sabit tutmanın veya reddetmenin değil, güvenle değiştirmenin ve değişikliği kabul etmenin araçlarını.

Dikkatimizi ne yaşadığımıza yoğunlaştırmak ve düşünmeye başlamak için “durmak” kulak vermemiz gereken bir öneri olabilir. Durmak için, tümüyle hareketsiz kalmak veya durdurulmaktan farklı olarak, aktif olmamız gerekir. Tıpkı sosyal mesafelendirmenin sosyal ilişkilerimizi sonlandırmaması ama bizi sosyal ilişkilerimizi yeniden ayarlamaya yöneltmesi gibi. Tıpkı sosyal mesafeyi yeniden ayarlamak gibi durmak da adımlarını sayan bir kırkayağın heyecanını duymamızı sağlayabilir: Özellikle de zemin böyle sarsılırken. Dururken düşünebiliriz: Sosyal ilişkilerimiz belirsizliği nasıl ve ne şartlarda kaldırıyor? Sosyal araçlarımız bu sarsıntıyı, belirsizlik ve kaygıyı karşılamak için yeterli mi? Yetersizse neresi yetersiz ve nasıl yeterli olur? Dururken hayal de kurabiliriz: Belirsizliği ve kaygıyı taşıyabilen, paylaşabilen ve kendini buna göre yeniden ayarlayabilen ilişkilerimiz daha neler üretebilir ve nasıl bir dünya/dünyalar kurabiliriz daha?

Üyesi olduğum örgütün hayallerinden biri, “duygu sandıkları” kurmaktı, bunlar tıpkı emekli sandığı gibi, ruhsal birikimlerimizi işten atılma, mobbing gibi sosyal sorunlar ve kriz anlarında birbirimizle paylaşmamızı sağlayacak, sosyoekonomik olduğu kadar psikososyal dayanışma kurumlarıydı. Salgın, böyle “sandıklara” dünya insanları olarak ne çok ihtiyacımız olduğunu ortaya çıkarıyor. Nasıl koruyucu sağlık hizmetleri ve halk sağlığı ile tedavinin birbirinden ayrılmaması gerektiğini, biri olmadıkça diğerinin de olmadığını öğrendiysek şunu da anladık: Ruhsal ve bedensel açıdan kendimizi korumak, toplumu da korumak anlamına geliyor ve toplumu korumadan kendimizi koruyamıyoruz.

Türkiye’de kamu idaresi durmayı veya durdurmayı göze alamadı, çalışanların büyük çoğunluğunun üzerinden sokağa çıkma zorunluluğunu kaldırmadı. Salgınsız bir yakın gelecek hayali satarak toplumu borçlanmaya teşvik etmekle yetindi, ama toplumsal birikimi ve kaynağı topluma yeniden dağıtmaya yanaşmadı. Bu kararların çoğu kişi için sosyal krizin kişisel krize, aile trajedilerine çevrilmesiyle ve yalnızlaşmakla sonuçlanması çok mümkün. Duygu sandıkları, sosyal krizi ruhsal boyutlarıyla birlikte ve bireyi/aileyi aşan sosyal bir ölçekte karşılamak açısından işlevli olabilir. Ancak pandemi boyutundaki bir krizle birlikte krizde düşmemizi engellemekten ve acil destek vermekten fazlasını içermeleri, içlerine kaygıyı koyduğumuzda taşıyabilmeleri gerektiğini de öğrendik.

Salgının bizi, toplumu ve insanlığı değiştirdiğini, değiştirmekte olduğunu unutmamalı ve bu değişimle yüzleşebilmeliyiz. Belirsizlik, kaygı ve kayıplarımız karşısında dikkatimizi dağıtmaya çalışmaktan fazlasını yapabiliriz. Durmak, düşünmek, hayal kurmak, yakınlıklarımızı artırmak, büyütmek ve daha güvenceli hale sokmak işiyle uğraşmak, eskiden beri faydalandığımız bize ait kaynaklarla yeni ilişkiler kurmamızı ve ortalığın biraz daha yatıştığı bir zamana daha iyi hazırlanmamızı sağlayabilir. Şimdi insana ait olanın berraklaştığı, kişisel olanla toplumsal olanın nasıl bir arada olduğunun görüldüğü ve birbirinden hakkını istediği bir zamanın içinden geçiyoruz. Bu zamanın hakkını vermekten imtina etmeyelim.

2 Temmuz 2020 Perşembe

Koronavirüs bir kedi olabilir mi: Ekososyalist özne üzerine birkaç fikir

Baran Gürsel

İtalya’dan bir bulaşıcı hastalıklar uzmanı koronavirüsün agresif bir kaplandan vahşi bir kediye dönüşmüş olabileceğini söylemiş.* Bu hipoteze ilişkin başka bilimsel arayışları bir kenara koyup çağrışımsal bir arayışa girsek acaba nasıl olur?

Tam olarak neyin kastedilerek söylendiğini askıya alarak bu hipoteze ortak bir hayalimizmiş gibi bakalım. Bu hayalin yüzeye yakın bir anlamı, virüsün tanıdıklaşması ve evcilleşmesine yöneliktir. Esas ifadede vahşi bir kediden, hatta bir tür olarak vahşi kediden bahsedilmesi bile, kaplanla yan yana duran bir kedinin gönderme yaptığı bu anlamı iptal edemez diye düşünüyorum. Buradaki kurguda virüsün etkisinin azalması ve insana daha az zarar veriyor olması, onun saldırganlığında, vahşiliğinde bir azalma olarak ifade ediliyor ve bir tanıdıklaşma ve evcilleşme olarak ele alınıyor. Sadece tüm tekinsizliğine karşı virüse bir beden biçme arzumuzla ilişkili olmayan bu kurgunun aynı zamanda doğanın kontrol yoluyla evcilleştirilmesine yönelik hem modern hem de kapitalist olan motivasyondan beslendiği öne sürülebilir. Ve belki buradaki, kontrolün “onda değil bizde” olması isteği, içinde bulunduğumuz "ilk normalleşme döneminde" oluşan havanın, "ilk olağanüstü dönemindekine" nazaran daha çok bilgi (parçası) barındırması ve bu bilgilerin yol açtığı –yerli ya da yersiz olduğunu henüz anlayamadığımız- yeterlilik hissinden güç alıyor olabilir. Ama yorumlamayı bu düzeyde bırakırsak hem yorumda, “doğanın nesneleştirilmesini” tekrarlamış hem de bir çelişkiyi gözden kaçırmış oluruz.

Bu hipotezin/hayalin hayvan oyuncuları vardır (kaplan ve kedi) ve belki ilk bakışta, herhangi birer insan olsalardı çekecekleri kadar dikkat çekmez, o ölçüde anlam arayışını teşvik etmezler. Bu durum, “doğanın nesneleştirilmesi” eğiliminin bize, yoruma/yorumcuya bulaşmasına işaret ediyor olabilir; buna karşı uyanık olmalıyız. Aynı zamanda bu hayvanlar, hipotezi öne süren tarafından gelişigüzel mi seçilmiştir bilinmez ama hiçbir seçimin o kadar da gelişigüzel ve “anlamsız” olmadığını ve her seçimin o ya da bu ölçüde toplumsal ortaklıklardan izler (örn. fanteziler, ideolojiler, vb.) barındırdığını biliriz. O halde dikkatimizi buradan esirgeyemeyiz. Hipotezde kaplan-kedi ikilisinin vahşi-evcil ikiliğini temsil ettiği bir düzeyde iddia edebiliyoruz ama bu hayvanlara daha yakından baktığımızda yeni bir çelişkiyle karşı karşıya kalıyoruz: Kediler evcil midir?

Kedilerin, insanlara duyduğu ihtiyaç, bağlılık ve ilgi onları zihnimizde ve toplumsal bellekte sadece evcil yapıyorsa eğer bu ancak onların yabancılıklarının, kestirilemezliklerinin, “deliliklerinin” göz ardı edilmesi pahasına mümkün olabilir. Kedi/doğa üzerinde egemenlik yanılsaması bu göz ardı etme işlemi sayesinde sürerken, “delilik” kabusumuz haline gelir, korku yüksek düzeyde bulaşıcılığını korur. O halde bu noktada şu soruyu sorabiliriz: salgın sürecinin bugüne kadarki olan kısmında kedileri/doğayı gerçekten tanıyabilmeye başladık mı, yani virüs, salgın ve doğanın yabancılığı ve kestirilemezliğiyle kurduğumuz ilişkide değişiklikler oldu mu yoksa hâlâ hayali kedilerin ve hayali bir egemenliğin mi peşindeyiz?

Bu soruyu canlı tutmayı, toplumsal ilişkilerimizin bağışıklığı açısından da anlamlı buluyorum.** Bununla birlikte bu gündemdeki “biz”i bu kadar belirsiz bırakırsak bir yandan da güncel gerçeklikle ilişki kurmaktan kaçınmanın yollarını döşemiş oluruz. Salgın sürecinde üretilen yaklaşımlardan tartışmalara sıkça konu olan bazılarının da bu dertten muzdarip olduğunu düşünüyorum. Bu süreçte; salgın yanılsaması, teknolojik mutlak otoriterlik, yeni bir dünya kardeşliği, insan gibi duygulanan ve davranan bir doğa, dünyalıların ortak savaşı, alt sınıfların ve ezilenlerin trajedisi vb. gibi temalar etrafında geliştirilen yaklaşımlar mitsel anlatılar içermelerine eşlik eder biçimde, dönüştürücü öznenin kim/ne olabileceğine ilişkin belirgin belirsizlikler barındırıyor. Elbette bazılarının gerçeklikle ne düzeyde temas halinde olduğunu anlamak için daha fazla zamana ihtiyaç vardır ama her halükarda dönüştürücü özneye ilişkin –kolaycı- belirsizlik, ya da yer yer aşırı soyut genellik, sorunun çözümünü iyice bulanıklaştırıyor. Ne kadar devrimci niyetlerimiz olursa olsun hayatta bizleri siyasi ve iktisadi iktidarların çözümlerine bağımlı kılıyor. O zaman burada şu soruları sormamız gerekiyor: Doğayla olan ilişkimizin yeniden düzenlenmesine kim/ne aracılık edecek ve bu ilişkinin kurucu yasalarını yeniden tanımlayacak? Doğanın yabancılığı ve kestirilemezliği ile yeni bir ilişkinin taşıyıcısı kim/ne olacak?

Bana kalırsa ekososyalist nitelikli özneyi bir ara alan gibi, aracı ve ortak bir özne/kurum/ekosistem gibi düşünebiliriz. Katılımcılarına (kişi, grup ve kurumlar) ne kendi mücadelelerini bırakma şartı koşan ne de onların toplamından ibaret olan bir alan. Yani onları ne inkâr eden ne de kendileri olarak bırakan ortak bir kurum. Burası öyle bir yer olmalı ki katılımcılar arasında, içe kapalı ve iyilik ahlakı odaklı gruplarda olduğundan farklı bir “oyun” dönebilsin; böyle olabilsin ki kedilerin/doğanın “deliliğinin” gerçekçi bir biçimde ancak oyunsu bir ilişkiyle karşılanabileceğini bize hatırlatsın ve yaşatsın. O ortaklıkta mücadeleciliği bile zaman zaman kenara bırakıp duygusal nefesler alabilelim. Ve nihayetinde bu ortak grubun “içeridekileri” yaratıcı bir eşitlikte bütünleştirme eğilimi “dışarıdakileri” yaratıcı bir eşitliğe büründürme arzusunu güdülesin.

Böylesi bir ortak kurum hakkında daha tartışılacak çok şey olabilir ama burada özellikle şuna değinmekte fayda var. Ekososyalist nitelikli ortak bir öznenin amaçlardan biri, insan doğa ilişkisinin temel yasa koyucularından olan kapitalizmi de bertaraf etmek olacağından, sınıf hareketi ve onun kurumları bu kurumun zorunlu katılımcısı olmalıdır. Ne kapitalizmden kurtulma yolundaki merkezi sorumluluğu yadsınan, ne de sadece kendinde, yani kendi “uygar” pozisyonunda (günümüzde sınıf hareketleri için, “ikircikli” bir aşamadan “uygar” aşamaya geçmenin bile ne kadar zor olabildiğini ayrı bir gündem olarak kenara yazalım) takılı kalabilen sınıf hareketleri ve kurumları. Sınıf oluşum süreçlerini, sınıf mücadelelerini, sınıf kurumlarımızı bu yöne doğru itmek için elimizden gelenler olabilir; bunları aramaya devam edelim.

*https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2020/06/23/italyan-doktor-bassetti-virus-asi-olmadan-kendi-kendine-yok-olabilir/
**İlk zamanlarda yazdığım bir denemede toplumsal-ruhsal bağışıklığın dayanışmacı kaynaklarından söz etmiştim: http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2020/03/virus-zamanlarnda-toplumsal-ruhsal.html