21 Aralık 2020 Pazartesi

Ayşe Düzkan'la Söyleşi: Feminizmden neler öğrenebiliriz?

Sosyalist hayallerin ve mücadelelerin beslenmesi gereken ana kanallardan birinin feminizm olduğu düşüncesinden yola çıkarak, Ayşe Düzkan'la, Eleştirel Sosyalist Düşünce blogu için, kısa bir söyleşi yaptık. Katkısı için kendisine tekrar teşekkürler. 

*

ESD: Bir şiddet deneyiminin paylaşılması ve failinin ifşa edilmesiyle, bu şiddete izin vermeyen toplumsal ilişkilerin inşa edilmesi arasındaki bağlantıya dair ne düşünüyorsunuz? İfşayla inşa arasındaki geçişler ne şekilde gerçekleşiyor? Bu konuya dair feminist bir yaklaşım, işçi sınıfının kapitalizmden kaynaklanan şiddet deneyiminin paylaşılmasıyla, bunun faillerinin ifşasıyla ve kapitalizmin bertaraf edilmesiyle ilgili -yaklaşım, yöntem, zamanlama, dil, süreklilik vb. açısından- neler önerebilir?

AD: Öncelikle şunu söyleyeyim, eşitliğin inşa edilecek bir şey olmadığını, eşitsizliğe sebep olan şeylerin toplumsal ilişkilerden sökülüp atılmasıyla ve eşitsizliğe sebep olan hiyerarşilerin bazen tasfiye edilip bazen de dönüştürülmesiyle ortaya çıkacağını düşünüyorum. Çünkü eşitliğin, bugünkü ilişkilerin şekillendirdiği aklımızla tahayyül edilemeyeceğini, kurgulanamayacağını, zaman içinde şekilleneceğini düşünüyorum. Özgürlük için de aynı şeyleri söyleyebilirim ama bir fazlası var; kesintisiz bir süreç, mutlak özgürlük yok, özgür olamayız, daha özgür oluruz ve özgürlük mücadelesiyle zaman içinde git gide daha özgür oluruz. İfşa, erkeklerin şiddet tekelini dağıtıyor, bu zaten eşitliğe doğru atılan bir adım. İşçi sınıfına yönelik şiddetle erkek şiddeti arasında önemli bir fark var. Sık sık şiddet tekelinin devlette olduğu söyleniyor, bu büyük ölçüde doğru ama tam olarak doğru değil. Devlet bu tekeli erkeklerle paylaşıyor. Burjuvazi şiddeti bizzat uygulamıyor, elinde devlet gibi bir araç var, bu şiddet erkek şiddeti gibi gizli değil, hatta genellikle ibret olması için gösteriliyor da. 

Bu konuda geçen yüzyıldan bu yana ortaya çıkan iki değişimden söz edilebilir. Bunlar biri, devletin, geçen yüzyılda sosyalistlerin mücadelesi ve reel sosyalist sistemin varlığıyla sağlanan "sosyal" yanının git gide küçülmesi; ikincisi özel güvenlik şirketleri, özel hapishaneler gibi kurumlaşmalarla şiddetin de "özelleştirilmesi". Bütün bunlar erkek şiddetiyle mücadeleyle işçi sınıfına yönelik şiddetle mücadele arasında benzerlik olmadığını düşündürüyor bana. Diğer yandan, işçi sınıfı devrimi için, iktidar değişikliğiyle, var olan iktidar mekanizmasının parçalanmasıyla sonuçlanacak bir siyasal devrim gerekiyor. Ancak o devrim üretim araçları üzerindeki mülkiyeti ortadan kaldırır ve sınıfları ortadan kaldıracak süreci başlatır. Ama kadın devrimi farklı alanlarda sıçramalarla, altüst oluşlarla gerçekleşiyor, bu anlamda sürekliliği var. İkisi birbirinden farklı.       

ESD: Bir şiddete maruz bırakılan kişinin "maruz bırakılan" olmasıyla, tarihsel ve toplumsal bir "özne" olmasını bir arada düşünebilmek için nasıl bir kavrayışa ihtiyacımız var? Sizce sosyalist mücadele verenlerin bu konuda feminist bir kavrayıştan etkilenmeleri, onları, toplumsal iktidar ilişkileri, kapitalizm, öznelik/öznellik ve toplumsal dönüşüm gündemlerinde neleri yeniden düşünmeye ve/veya nasıl yaklaşımlar/yöntemler geliştirmeye doğru itebilir?

AD: Şiddet baskıdan, baskı da sömürü ilişkilerinden bağımsız değil. Mağdurun özneleşmesi, bu ilişkilerin teşhiriyle ve bu bağlantının kurulmasıyla mümkün. Yoksa tarihin sonuna kadar şiddetle mücadele ederiz. Ben sosyalist terimini kullanmayı tercih etmiyorum çünkü bu terimin sosyal demokrasi başta olmak üzere yakın tarihteki çeşitli siyasal akımlar tarafından kirletildiğini düşünüyorum. Sınıf mücadelesi ve komünizm ile anarşizmden söz etmeyi tercih ederim. Bu mücadele içinde olanların feminizmden öğreneceklerinin bir kısmı anarko-komünist düşüncenin de parçası; öznenin -sınıfın- doğrudan eylemi, öznenin öz-örgütlerinin belirleyiciliği ve öz-bilincinin oluşması gibi.

Bugün feminizmden öğrenilecek birkaç şey var bence; bunların başında somut taleplerle ilerleme, sistemin sonuçlarını "ufalayarak" aktarma, bunların üzerine gündem ve mücadele oluşturma geliyor. Her toplumsal hareketin bir büyük anlatıya ihtiyacı var. O anlatı bir çıkış noktası, olup biteni anlamak için çok önemli bir araç. Ama toplumsal dönüşümler için yeterli değil. Sistemin teşhiri, çözümler üretilmesi, bu çözümlerin gerekçi olması, hayatın içinde sağlamasının yapılması da gerekiyor. Yoksa 11. tezin hakkını vermek mümkün değil. Değişim isteyen her hareket kopuşu, kopuş noktalarını görecek ve gösterecek radikallikte ama aynı zamanda ikna edici de olmalı. Feminizm bunu başardı, erkek düşmanlığı gibi kolay yenilir yutulur olmayan bir şeyi üstlenip talepleriyle geniş kitleleri ikna edebildi. Diğer yandan, her hareketin hem ilerlemek hem ikna edici olmak için küçük de olsa zaferlere ihtiyacı var. O zaferler ancak doğru kararlarla, gerçekçi hedeflerle mümkün. Bu konuda feminist hareketin öğretici olduğuna inanıyorum.   

ESD: Sosyalist mücadele verenler, kadın hareketinden ve feminizmden neler öğrenebilir? Acıyla sıkıntıyla, neşeyle coşkuyla ilişkileri açısından, yasla ve onarımla ilişkileri açısından, hayaller ve gerçeklikle ilişkileri açısından, yıkıcılık ve yaratıcılık açısından, geçmişe ve geleceğe bakışları açısından, duygusal/düşünsel, illişkisel, eylemsel, kurumsal, aklınıza gelen herhangi bir açıdan...

AD: Ben sol harekette duyguların feminist hareketten daha belirleyici olduğunu gözlemliyorum. Geçmişe bağlılık, cesaret, öfke, mağduriyetin kutsanması (her gün daha berbat bir adam olsa da İsmet Özel'in "Acı duymak ruhun fiyakasıdır"ını unutmak mümkün değil), intikam vaadi ve bunların üzerinden bir politik anlatı inşa etme çabası bana çok duygusal geliyor. Yas ve sebeplerinin onarılması üzerine Kürt hareketinden ve -daha az olmakla birlikte- Filistin'den daha fazla şey öğrendim. Ama daha somut bir şeyden söz etmek istersek, bölünmüşlükle baş etme konusunda kadın hareketinden öğrenilecek çok şey var bence. Türkiye'de solun bölünmüşlüğü olağan ölçülerin ötesinde ve bunun sonuçlarının ilk bakışta görülenden daha vahim olduğunu düşünüyorum. Burada duygular da epeyce etkili ama erkeklere mahsus sayılan duyguların duygu sayılmadığını, akıl, kararlılık gibi olumlu adlarla tanımlandığını düşünüyorum. 

Ayrıca, politik simgeler yaratma, derdini metinlerle değil, eylemle ve simgelerle anlatma konusunda öğrenecek çok şey var; örneğin Mor İğne, bir simge olarak ilk kez 1989 yılında kullanıldı ve bugün de anlamı hatırlanıyor. Kurumların, örgütlerin işlevi bittiğinde dağıtılabileceği fikri ve bunun dönüştürücü yıkıcılığı da ilham verebilir. Ayrıca davanın, sonuçların, dönüşümün, örgütün ihtiyaçlarına öncelenmesi,  örgütün sadece bir araç olduğunun anlaşılması açısından da feminizm öğretici bence. 

Ama diğer bir nokta, gündelik kadın deneyimininin, insanlığın ortak deneyiminin bir parçası olduğunu fark etmek, teoriyi ve önerileri bunun üzerinden revize etmek olabilir. Örneğin temizlikle, yemek pişirmeyle haşır neşir olan bir felsefecinin, sosyal bilimcinin düşünce biçiminin farklı olacağı açık. Ayrıca çocuk bakımını sistematiğinin parçası kılmayan bir iktisat bugünkü gerçekliğimizi anlayamaz. 

28 Kasım 2020 Cumartesi

"Devlet krizi" üzerine bir not

Baran Gürsel

Burada Foti Benlisoy'un "Devlet krizi: Sahnenin önü ve ardı" başlıklı yazısı(1) üzerine aklıma gelen birkaç düşünceyi paylaşmak istiyorum. Kısa bir not gibi olacak bu yazı. Ama yürütmenin aşırı özerkleşmesi olarak görünen durumun ve "devlet krizi" meselesinin, gerek kötü uygulanan bir kapitalizm (anti demokratik/liberal kapitalizm, ahbap çavuş kapitalizmi, vb.), gerekse sınıflar üstü bir ittifakla çözülebilecek bir sorun olarak yorumlanmasına karşı Marksist bir çerçeveden okunmasını önemsediğim için hem referans metinlerin yayılmasına katkı sunmak hem de bu notu düşmek istedim. Yazacaklarım, Eren Düzgün'ün Türkiye'nin kapitalistleşme süreci üzerine Politik Marksizm bakış açısından geliştirdiği fikirlerden(2) yola çıkıyor. 

*Sermaye kesimleri arasındaki rekabet ve çatışmaların, yürütmenin aşırı özerkleşmesi görünümüne alan açtığına katılıyorum. Belki bu rekabeti, son yirmi yılda, her sermaye kesiminin (büyük ve küçük) yeniden üretiminin, kapitalist piyasa ilişkileri üzerinden gerçekleşmeye mecbur hale gelmiş olması üzerinden de düşünmeliyiz. Bu kapitalistleşme süreci, her sermaye kesimi açısından o kadar da gönüllü bir şekilde karşılanmadı, gerilimlerle, çatışmalarla yaşandı. Süreç, kapitalist "güdülerin", isterse en büyüğünden olsun, sermaye gruplarına içkin ve "üst-belirleyen" motifler değil, kapitalist piyasaya bağımlılıkla oluşan zorunluluklar olduğunu gösterircesine ilerledi. Eski "ayrıcalıklar" dağıldı. Bu bağlamda belki devletle bu dönemde kurulan yeni ayrıcalıklı ilişkilerinin eski ayrıcalık ilişkilerinden farkı üzerine de düşünülmeli. Özellikle kapitalist piyasa ilişkileri ve rekabete karşıt mı yoksa onlarla uyumlu ve onları destekler şekilde mi ilerlediği üzerinden. 

*Öte yandan bu süreçte küçük ürün(/hizmet/bilgi/eser) üreticileri kapitalist piyasaya daha bağımlı hale geldi, bu türden üreticiler (tarım, eğitim, sağlık, sosyal hizmet, sanat, eğlence, vb.) arasında yaygın bir mülksüzleşme ve proleterleşme süreci yaşandı. 

*Kapitalizmin Türkiye'de bu şekilde yerleşme ve bütünleşme süreci -ki bu biraz özgün bir döneme benziyor- "ekonomi" ve "siyasetin" birbirinden özerk görünümünü had safhaya çıkardı. Kapitalizmin "ekonomiyi" ve "siyaseti" kendi kendine işleyen sistemler olarak sunabilmesi, yani onun en temel ideolojik kodu, belki sadece yönetilen bizleri değil, yönetenleri de etkisi altına alıyordur. Ya da tersinden sorarsak: Egemenlerin kendi yaşam koşullarının sürekliliğini sağlamaya çalışırken verdikleri bilinçli veya bilinçsiz ideolojik hegemonya mücadelesinin onların "zihninden" kaynak almaması mümkün müdür? Tabii hem onlar hem de yönetilenler için bu ayrılık görünümüne (ekonomi-siyaset) karşı işleyen toplumsal gerçeklikler ve bunlara denk düşen bireysel/kolektif deneyimler var. Ama bu görünüm, bir fetiş gibi neticede. Hem imkansız hem de aktüel. Hem gerçek dışı hem de var. 

*Güncel durum ve "devlet krizi" tartışması bağlamında, yönetenler, kendilerini bu görünüme ve bunun uç biçimlerine (şef) kendilerini sonuna kadar kaptırıyorlar mı tam bilemiyorum. Bu mümkün. Ama öyleyse de unutmanın/bastırmanın mümkün olmadığı -ve bizim de yoruma her zaman geri çağırmamız gereken- bir gerçeklik var; o da temelde, yandaş ve benzeri sermayenin çıkarını temsil etmek değil -ki daha önceki dönemlerde bu daha mümkündü sanki- tüm sermaye kesimlerinin kapitalist piyasada yeniden üretiminin koşullarını sağlama zorunluluğu. Bu zorunluluğun gerektirdikleri elbette her zaman, kolay, anlaşılır veya mümkün olacak diye bir şey yok. Ama belli ki bu zorunluluk hem "siyasi" hem de "iktisadi" otoritelerin aklını ciddi şekilde meşgul ediyor. 

*Sanırım bu koşulların devamı için herhangi bir demokratik katılıma (sermaye dışı kesimlerin) ne kadar ihtiyaç olduğu da yine bu otoritelerce ciddi şekilde sorgulanmakta. Dolayısıyla sermaye de kendi siyasi temsil yollarının azalmasına bir de "iyi yanından" bakmaya çalışıyor olabilir. 

(1) https://fotibenlisoy.tumblr.com/post/635416044179243008/devlet-krizi-sahnenin-%C3%B6n%C3%BC-ve-ard%C4%B1

(2) https://www.academia.edu/2147677/Class_State_and_Property_Modernity_and_Capitalism_in_Turkey_European_Journal_of_Sociology_ 

10 Kasım 2020 Salı

Torba yasa ve süt banyosu: Sınıfın kaybı, eğlencesi, mücadelesi

Baran Gürsel

Genellikle siyasi ve iktisadi otoritelerin, gayrimeşru olarak adlandırdığımız hamlelerinin karşısına, meşru bulduğumuz, bireysel veya kolektif, hukuki, sosyal, kurumsal, vb. mücadeleleri koyar, bunların hayata geçmesini ister, öyle oldukça da sınıf mücadelesi adına memnuniyet duyarız. Bu tepkilerin birikerek, doğrudan ve dolaylı dönüşümlere yol açacağını, hiç değilse zamanı geldiğinde özdeşim kurulacak örnekler oluşturacağını düşünürüz. Bu “uygar” çaba, yıkıcı bir saldırganlığı etkisizleştireceğine inandığımız panzehir gibidir. Ne var ki bize meşru ve uygar gelen tepkilere/mücadelelere gereğinden fazla bağlanmamız da olasıdır ve bu türden bir fazla ilgi, sınıfın "gayrimeşru" niyetlerinin doğrudan dışarıda bırakılmasıyla sonuçlanabilir. Bu, hem sınıfla temastan kaçınmak, hem de, sınıfın olası en “gayrimeşru” niyetinin kapitalizmin reddi olduğunu düşündüğümüzde, kapitalizmin bertaraf edilmesi ihtimalinden uzak durmak anlamına gelebilir. 

İşçilerin, kıdem tazminatı, iş güvencesi ve emeklilik haklarında ciddi kayıplar yaratacak yasa tasarısına karşı sınıf mücadelesinin meşru yollarıyla direnmenin gerekli ve anlamlı olduğunu inkâr etmek abes olur.* Ama bunun yanı sıra, yasa tasarısının ve ona karşı mücadele çağrılarının sınıfın gündemine ne kadar girebildiğini değerlendirmek ve buradaki eksikliği yorumlamak gibi bir hedefimiz de olmalıdır. Aksi takdirde ufkumuz bir tür kaçınmayla belirlenir, baktığımız yerde görebildiğimiz ise sadece kendi idealimiz olur. Bu türden değerlendirmeleri yapmanın bir yolu, ilk bakışta göze meşru gelmeyen tepkiler üzerine düşünmek olabilir. “Süt banyosu” tam da böyle bir örnektir.**

"Süt banyosu" bir rüya gibidir. Yoksunluğa karşı bolluğun, kaybetmeye karşı temellükün, acıya karşı sefanın, kirlenmeye karşı saflığın, sert gerçekliğe karşı yumuşak dokunuşun rüyası. "Süt banyosu" bir iletişim/ilişki gibidir. Rüyayı gerçekleştiren eylem, sağlık kaygısını yok saymasıyla -hem de pandemi günlerinde- başkalarının kaygılarına dokunarak onları dürtmenin, onları çeşitli duygu-düşüncelere sevk etmenin peşindedir. Bir bireyin ruhsallığına dair çıkarımlarda bulunduğumuz sanısına kapılmadan –ve bunun da altını çizerek- söylersek “süt banyosu”, güncel sınıf ilişkilerinin, tersine çevrilmiş, “meşru” düzen dışına çıkarılmış, çatışmasızlaştırılmış, bireyselleştirilmiş, yoğun duygulara sahne olan, görülme talebi içeren bir görünümüdür. Sınıfın kayıplarının katmerlendiği bir dönemde bu görünüm, bize öncelikle sınıfın “mücadele etmeyen” kesimlerinin de kayıpları deneyimlediğini ve ona karşı bilinçdışı ve bilinçli yanıtlar ürettiğini söylüyor olabilir. Bu türden sınıf deneyimi ifadeleri, hem devlet, işveren, iş, meta, para vb. gibi unsurlarla hem de diğer işçilerle kurulan bilinçdışı ve bilinçli ilişkilere dair ipuçları taşır. “Süt banyosu”, işverenle sefada birliktelik, işçilerle sefada ayrışma, (gizlenen/uyandırılan) hasette/öfkede ortaklıktır.

Bu türden ipuçlarıyla meşgul olmaya dair sınıf örgütlerini ve bizleri sınıftan kopartan meraksızlık bana kalırsa sadece, bu tabloda arzu etmediğimiz bir şeyi görmüyor olmamızla açıklanamaz. Aksine bu sahnede gördüğümüz şey belki bizim de arzu ettiğimiz şeydir: Yani, aynı toplumsal koşullar (örn. sınıfın parçalanmışlığı) belki bizlere de duyulmasından pek hoşnut olmayacağımız rüyalar gördürüyor, kardeşçe ilişkiler hayal etmemizi zorlaştırıyor, çareyi sefa sürme ve kaçıverme hülyalarına dalmakta bulduruyor olabilir. Dolayısıyla bizzat ortak olan noktamız (ortak deneyimlerimiz ve koşullarımız) ortaklıktan kaçınma ve birbirimizi merak etmeme sebebimiz haline geliyor olabilir. Bu türden sınıf deneyimi ifadelerinin, ahlaki uyarılar aracılığıyla görüş alanımızın dışına düşürülmesine izin vermemek, bu türden ortaklıkların bulunmasına imkân sağlayabilir. Neticede mücadele, ortak deneyimlerin üzerine değilse nereye inşa edilecektir?

Bana kalırsa, ortak deneyimlere ilişkin merakımızın iyice köreldiği koşullarda sınıfın uygar formlarına (kampanya, eylem, kurum, vb.) fazla ilgi gösteriyor olmak, mücadeleden önce, güvenli ortam arayışına karşılık gelebiliyor. Özellikle de tabandan mücadelenin bu formları hareketlendirmediği durumlarda.  Güncel koşullarda bu iki arayış/ihtiyaç (mücadele ve güvenli ortam) iç içe girebildiği için, daha doğrusu güvenli ortam arayışı bize bazen, mücadele arayışı olarak göründüğü için, iki ihtiyaç da belli ölçüde yanıtsız kalabiliyor. Güvenli ortam arayışıyla geliştirilen formlar da (kampanya, eylem, kurum, vb.) çoğunlukla, ortaklık ve uzlaşmanın değil, “iyi ahlakın” ve parçalı var oluşun mekânı oluyor. Ama yine de güvende olmanın tek olasılığı sayılıyor. Böylece, bu tarz uygar mücadelelerden ve kurumları aşma veya çeşitlendirme ihtimalleri, ciddi bir korku ve dirençle karşılanabiliyor. Bazı sınıf örgütlerimizin, parçalı, kısmi yanıtlar üreten, ahlaka (ilke adı altında) fazla yaslanan ve geçirgen olmayan yapılar olmasının sebebi de bu dinamiklerde aranabilir. Bu dinamikleri aşmanın ve sınıf mücadelesinin hayalî ve gerçek kapsamını genişletmenin yolunu ararken yine aynı örneğe dönebiliriz. 

“Süt banyosu”, bir açıdan, oyun, eğlence, yaratıcılık ve sembolleştirmenin geri dönüşüne işaret ediyor. Böyleyse önümüze, oyunun, dar bir alana, bireyselliğe ve imge odaklı olmaya nasıl sıkıştığını sorgulamak için de bir fırsat çıkarıyor. Ben, sıkışmaya yol açan bağlama, yer yer kapitalizmle ortaklaşarak bizim de katkı sunduğumuzdan şüphelenmekteyim. Düşüncemizin ve örgütlerimizin, sınıfın acısıyla olduğu kadar –ki onunla ilişkisi de zayıf bulunabilir- onun oyunuyla ve yaratıcılığıyla ilişki kurduğunu düşünmüyorum. Ama bizzat güncel koşullardan ve kapitalizmden kurtulabilmemiz için bu ilişkiye ihtiyacımız olduğundan emin gibiyim. 

* https://www.gazeteduvar.com.tr/sendikalar-karsi-cikti-esnek-calisma-teklifi-geri-cekiliyor-haber-1504116

** https://www.birgun.net/haber/sut-fabrikasinda-sut-banyosu-videosu-ceken-calisanlar-tutuklandi-321912 








25 Eylül 2020 Cuma

Sınıf yarası ve kurum yoksunluğumuz üzerine birkaç not

Baran Gürsel

Genç bir kargo işçisinin intihar mektubunun yaygın şekilde paylaşılmasının düşündürdüğü birkaç şeyi tartışmaya açmak istedim. 

* Güncel toplumsal koşulların, sermaye ve devlet otoriterliğinin sınırsızlığının, ne kadar incitici, bağ zedeleyici ve içe döndürücü olabileceğine, ötekileri/ötesini içeren hayallerin önünü tıkayabileceğine katılmamak mümkün değil. Ama bu potansiyel ve güncel gerçeklikler bana kalırsa, perdeler arkasına saklanan, bastırılan gerçekler olmaktan daha çok, aynı anda hem sahnede olan hem inkâr edilen, aynı anda hem bilinen hem de bilinmeyen gerçeklikler. Bu ikircikli hal ve sıkışıklık korunabildikçe sürdürülen, sürdükçe sıkışan ve sıkıştıran bir bağlam içindeyiz. Bu bize, bir şeylerin tam görülemediğini, bazı bağlantıların kurulamadığını düşündürüyor ama çözümün, kapitalizmin ve otoriter devlet düzeninin sırlarını teşhir etmeye odaklanmaktan ve düzenin yıkıcılığının tüm çıplaklığıyla sunulmasından geçtiğinden şüpheliyim.

 * Böyle bir bağlamda ve bağsızlık ortamında, gerçekliği sunma şeklimiz ne kadar çıplak ve filtrelenmemiş olursa, ortaklık duygusundan ve mücadele arzusundan çok, korku ve içe dönmeye vesile veya en azından ortak olmamız daha muhtemel geliyor bana. Zihinlerde, trajik olanla mücadeleci hayal/eylem arasındaki mesafenin katedilebilmesi için daha başka şeylere ihtiyaç var. Bu mesafeyi almaya yarayacak özdeşleşmeleri (kurumlar ve kurumsal karakterler, trajik olanı aşan söylemler, tekrarı aşan eylemler, vb.) hâlâ bulmuş, yaratmış değiliz veya unutmuşuz gibi düşünüyorum. Dolayısıyla o mesafenin yerinde, içine kolayca düşülebilecek bir boşluk durmakta.

* Bir sınıf yarasını, çalışma acısını, sınıfsal bir eylemi, toplumsal koşulların bir görünümü olarak yorumlamak ve bu yolla toplumsallaştırmakla, bireysel/biyografik olanı "olduğu gibi" alenileştirmek arasına da bir fark koyulmalı belki. Bir yandan toplumsal yorumun/eylemin yorumlayıcı/dönüştürücü niteliğini hatırlamak ve korumak için bu gerekli görünüyor. Öte yandan da, öznellikle toplumsal gerçeklik arasındaki farkı gündemde tutmak, her şeye rağmen öznelliğin toplumsal gerçeklik tarafından yutulması, yok edilmesi dışında bir seçeneğin var olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak için bunu yapmak gerekiyor. Bireysel ya da kolektif olsun, dünyaya yönelen bir canlılığın dayanağı ancak bu olabilir gibi geliyor bana.

* Sunuşumuzun; yaranın ve eylemin işaret ettiği, taşıdığı, kişinin çevresine ve topluma yayılması muhtemel tahribata nasıl bir etkisi olacağını düşünmekten de vazgeçmemeliyiz bana kalırsa. Dayanağımız toplumsal sorumluluksa, bunu da bir toplumsal sorumluluk kabul ederek hareket edebiliriz. Gidene ve kalana karşı sorumluluğumuzun ne olduğuna bu kadar hızlı karar vermemeliyiz belki de –evet tam da bu ortamda. Alımlayış ile sunuş arasına bir duraksama zamanı koymamızın önünde çok fazla engel olduğunu hissediyor olabiliriz ama bu biraz da kurumsuzluktan kaynaklanıyor sanırım.   

* Bireysel deneyim ile toplumsal yorum/eylem, duymak ile duyurmak ve -en başa dönersek- yara ile arzu arasındaki mesafeyi koruyacak, ikincilerin birinciler üzerine çökmesine engel olacak ve birincilerin ikincilere bağlanmasına zemin sunacak sınıf kurumlarına ihtiyacımız var. Sınıf kurumlarını onarmak ve yeniden kurmak için önemli bir neden de bu bence.


6 Ağustos 2020 Perşembe

Sınıf mücadelesi için güncel bir tarz önerisi: "Yeni bir emek konfederasyonu gibi" tartışmak ve çalışmak



(Bu yazı ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'nin web sitesinde yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/sinif-mucadelesi-icin-guncel-bir-tarz-onerisi-yeni-bir-emek-konfederasyonu-gibi-tartismak-ve-calismak/)

Baran Gürsel

Bir yandan yeni yasal düzenlemelerle sınıfsal haklarımızın çalındığı, bir yandan yaşama ve sağlık haklarımızın yok sayıldığı, bir yandan “ekonomik” krizin bizzat hayatlarımızın içine sızdığı, bir yandan devletin ve işverenlerin otoriter yönetimlerine maruz bırakıldığımız, bir yandan da toplumsal hayatın eril şiddet ve ayrımcılığa daha fazla teslim edildiği bir ortamda hem hayatta kalmak hem de bu düzeni değiştirmek için yapabileceğimiz bir şeyler var mı? Bu soruya farklı perspektiflerden farklı cevaplar üretilebilir, üretiliyor da ama ben bu soruya sınıfsal bir perspektiften verilebileceğini düşündüğüm bir cevabı paylaşmak istiyorum. Fakat ister sınıfsal ister başka bir perspektiften olsun, herhangi bir cevabın en temelde; acilen bir şey yapılmazsa yok olacağımız mesajı veya ideal durum anlatılarıyla kaygıyı bulaştırmak ve çaresizliği derinleştirmek yerine, tüm etkisizliğimize rağmen çıkış kapıları olabileceği hissini çoğaltmaya ve ancak bu hissin toplumsallaşmasıyla devrimci ve yaratıcı çözümlerin ortaya çıkabileceğine odaklanması gerektiğini düşünüyorum.

Bu çerçevede benim aklıma gelen öneri, olabildiğince geniş sınıf kesimleri ve örgütleriyle yeni bir emek konfederasyonu gibi tartışma ve çalışmalar yürütmektir. “Doğrudan ve acilen ortak taleplerde birleşmeliyiz” veya “yeni bir sendikal örgüt/konfederasyon kurmalıyız” demediğimi önden belirtmek istiyorum. Çünkü bana kalırsa, herhangi bir ortak talep ve örgütlenme formu üretimine zemin teşkil etmesi gereken –işçiler ve işçi grupları arasındaki- bağlar ve ilişkiler zayıf, bastırılmış veya inkar edilmiş vaziyette. Dolayısıyla böyle somut gözüken öneriler oldukça soyut tartışmalar doğurabiliyor. Aynı zamanda, olası bağ kurma, tartışma ve çalışma süreçlerinin nasıl talep ve formlar yaratacağının önden tümüyle bilinebilir olduğundan da emin değilim. Ben buradaki önerimde, sınıf mücadelesiyle ilgilenen işçi ve işçi grupları olarak girişilebilecek tartışma ve çalışmaların rotasını tayin edecek bir perspektife, tarza işaret etmek istiyorum. Bu perspektif çerçevesinde yürütülecek tartışma ve çalışmaların zorunlu olarak bir birlikteliğe/konfederatif yapıya ne evrileceğini ne de evrilmeyeceğini söyleyebiliriz; bu tartışma ve çalışma tarzını bir ara form gibi düşünebiliriz. Güdüleyicisinin, “alternatif” ve “kendi kendine yeten” bir grup/cemaat değil; sınıf ve toplum için gerçekçi yanıtlar üreterek, “iyi düşünce/ahlak” birliği olmaktan feragat edebilir olarak sınıfı ortaklaştıran ve toplumu yeni düzenlerde bütünleştiren bir grup/kurum olma fikri olduğu bir ara form.

Böyle bir tartışma ve çalışma sürecinin başlaması için ne gerektiğini tam bilemiyorum ama aklıma gelen bir yöntem, DİSK’in çağrıcısı ve moderatörü olduğu bir çalıştay yapılmasıdır. Bu sürecin başında DİSK’in sorumluluk almasının, ne, DİSK’in sınıfı bozuşuma uğratan eğilimlerini görmezden gelmek, ne de, onu sınıfın tek umut kaynağı olarak görmek anlamına geleceğini düşünüyorum. Yanı sıra, ona böyle bir sorumluluk atfetmekle, DİSK’i içeriden dönüştürmek veya ona alternatif kurum oluşturmak stratejilerinden birini seçmiş olacağız diye de düşünmüyorum. Böylesi yeni bir tartışma ve çalışma tarzını ararken DİSK’e bir sorumluluk atfedilmesinin sebebi, DİSK’in geleneğinin, içindeki mücadeleci eğilimlerin ve iddiasının onu böyle bir sorumlu pozisyona koyduğu düşüncesi olabilir. Kendisi bunun gereğini ne kadar yerine getirir bilemeyiz ama ben bu düşünceyi paylaşıyorum. Yeni bir tarza kapı aralamanın, tarihsel sorumluluğun yeniden bölüşülmesinin –hem DİSK hem de bizim tarafımızdan- göze alınması demek olduğunu da unutmamak lazım. DİSK’in ve “bizlerin” sınıf mücadelesini daha geniş bir ölçekte yenileme sorumluluğuna yanaşmamamız elbette mümkün ve böyle olursa da buradaki öneri doğrudan boşa düşmez; neticede perspektif korunarak öneri yenilenebilir. Ama yine de bu, üzerine düşünülmesi ve çalışılması gereken bir kayıptır bence.

Böyle bir çalıştaya (çağrıcılığı ve moderasyonu DİSK üstleniyor gibi düşünelim şimdilik), sınıfın hangi kesimiyle örgütlenirse örgütlensin (maden işçisi, plaza çalışanı, freelance çalışan, kamu emekçisi, ev işçisi, inşaat işçisi, psikolog, kadın işçi, trans işçi, göçmen işçi, işsiz vb.), yürüttüğü çalışmanın niteliği ne olursa olsun (hak arama, dayanışma, akademik çalışma, politik faaliyet, vb.), kapasitesi ve ölçeği ne olursa olsun, DİSK’e bakışı ne olursa olsun (rakip olmak, içinde olmak, dışında olmak, eleştirmek, beğenmek, vb.), emek alanında çalışma yürüten gruplar, kurumlar ve kişiler davet edilebilir. Ve bu toplantının temel çalışma konusu, salgın ve krize karşı işçilerin, yaşam, örgütlenme ve mücadele kapasitelerini geliştirmek için neler yapılabileceği ve nasıl mekanizmalar kurulacağı olabilir. Orada, salgın ve krize karşı sınıf dayanışma ve mücadelesinin hem “gündelik” hem de “uzun erimli” stratejileri tartışılabilir ve önerileri mümkün olduğunca somutlaştırmak bir hedef olarak belirlenebilir. Böyle bir tartışma ve çalışma ortamında; işsiz olan, ücretsiz izne çıkartılan ve yoksul işçilerin kendi aralarında kuracağı ve onlarla kurulacak ekonomik, sosyal ve ruhsal dayanışma mekanizmaları; bazı işçi gruplarının kooperatifler şeklinde örgütlenmesi; sınıf örgütleriyle üretim ve tüketim kooperatifleri arasında kurulabilecek karşılıklı ilişkiler; kriz bağlamında beyaz yakalı örgütleriyle sendikaların deneyim paylaşımları; sınıf örgütlerinin şiddet ve ayrımcılık karşıtı ortamlar olarak düzenlenmesinin yolları, vb. gibi konular konuşulabilir. Üretilecek proje ve ilişkilerin ne yolla takip edileceği ve toplantıya çağrı yapan ve çağrılanların bu takipteki rolü de çalıştayın bir gündemi olabilir.

Burada bence önemli olan, devletin ve sermayenin yarattığı güncel şiddet ve baskı ortamına karşı etkisizliğimizi inkâr edip de salt soyut ve güvenli söylemler üretme noktasında kalmadan, gerçek etkiler doğurabilecek projeleri konuşabilmek, ilişkileri geliştirebilmek, tasarlayabilmek ve uygulayabilmek. Sistemden yalıtık, kaçış alanları yaratabileceğimiz hayaliyle değil de, sınıfın kapasitesini -düzeni değiştirmek üzere- gerçekten besleme arzusuyla gerçekleştirilen, irili ufaklı fikirler ve mekanizmalar, burada sözünü ettiğim.

Yeni bir emek konfederasyonu gibi tartışma ve çalışmanın birçok yolu vardır herhalde ve ölçeği daha küçük olsa da bu tarzın halihazırda işlediği yerler olabilir. Ben kendi baktığım yerden aklıma gelen bir yöntemi, yola böyle bir çalıştayla devam etme ve bu çalıştayın ortaya çıkardığı proje ve ilişkileri –yani mücadeleleri- takip etme önerisini tartışmaya açmak istedim.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Dayanışma Ekonomisi Temelinde Bütünleşik Bir Ekonomik Sistem Önerisi

Arda Arlı

(Bu yazı ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'nin web sitesinde yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomi%cc%87si%cc%87-temeli%cc%87nde-butunlesi%cc%87k-bi%cc%87r-ekonomi%cc%87k-si%cc%87stem-oneri%cc%87si%cc%87/)

“….Bir kağıt parçasına, tüm sistemin bileşenlerini diyagram üzerinde gösterecek şekilde yazdım. Diyagramın en üstünde yer alan ve tüm sistemi komuta eden kutucuğa geldiğimde söyleyeceklerim için derin bir nefes alarak ona ‘İşte yoldaş başkan, bu siz oluyorsunuz’ diyecektim ki buna fırsat vermeden aniden, çok geniş bir gülümsemeyle ‘Aaa en sonunda! İşte bu halk !’ dedi.” [1]

Bu yazının amacı yeni bir tüketim ve buna bağlı bir üretim rejimini inşa etmek üzere dayanışma ekonomisi temelinde bir sistem kurgulamak ve bu sistemin lojistik ve finansal planlama ayaklarını oluşturup işleyiş adımlarını tasarlamak. Deneyimleri derinleştirip faaliyet alanını her yerele olabildiğince genişletme gereksinimini bir tarafta tutarak dayanışma ekonomisi temelinde organize olan kooperatiflerin gerekliliği konusuna girmiyorum. Çünkü bu yolda irade ortaya koyan inisiyatiflerin biriktirdiği deneyimin, bunun üzerine yorulan değerli akılların ortaya koyduğu yazınsal üretimin ve bir araya gelen oluşumların türlü mecralarda üretip karşılığını da önemli ölçüde almaya başladığı söylem ve pratiğin artık bazı noktalara güçlü ve anlamlı yığılmalar oluşturduğunu düşünüyorum. Buna başka bir yazıda değinmiştim. [2]

Bu yazıda ifade ettiğim bir şeyi –gerçi birçokları artık vakıf olsa da- burada kısaca vurgulamam gerekir ki ‘kooperatifçilik’ kavramını, 1980’ler sonrası yapı kooperatifçiliğine indirgenmiş haliyle kullanmıyorum. Sadece insan sağlığına değil doğaya saygılı, emek sömürüsünden uzakta, kâr hırsı karşısına onurlu bir yaşamı koyan, aracısız bir işleyişe sahip bir araya geliş ve ittifaklarla piyasa kuralları dışında bir tüketim ve buna bağlı üretimi yeniden örgütlemek gerektiğinin öne çıktığını söyleyebilirim. Bunu aslında başka bir ifadeyle mübadele değeri yerine kullanım değeri üretimini koyan; rekabete karşı dayanışma ve işbirliğini öne çıkaran; bireysel riski kolektif fayda ile ikame eden bir dayanışma ekonomisi sistemi olarak görebiliriz.

Üç Neden

Peki, bunun için yeni bir kurguya neden ihtiyaç olsun ki? Hali hazırda var olan birçok üretim ve tüketim inisiyatifi zaten bu yolda uğraşmıyor mu? Buna üç temelde yanıtım var: Birincisi yerellik (ademi-merkeziyetçilik) ve merkezi güç diyalektiği üzerinden. Yoğun bir baskı rejimi altında özellikle son on yılda uğradığımız siyasi atomizasyon, toplumsal muhalefetin bilhassa örgütlü mücadelesini ciddi bir çözülmeye uğrattı. Tarihsel bir gerçeklik olarak, örgütlü mücadeleyi ekonomik hat üzerinden kurmakta zaten zorlanan –aslında buna yapısal olarak yatkınlığı olmayan- sosyalist muhalefet, siyasi hattaki uzuvlarından da oldu. Öte yandan siyasi iktidarın, baskıcı rejimine eşlik ederek özellikle büyük kentlerde yoğunlaştırdığı talan ve piyasalaştırma politikalarına karşı gelişen toplumsal muhalefet, beraberinde getirdiği Gezi İsyanının da edinimleriyle, siyasi hattan boşalan gerilimin önemli ölçüde yerel mücadele alanlarına kayması ile sonuçlandı. Bunu izleyen dönemde kent hakkı üzerinden gelişen direniş hareketlerinin kurumsallaşması, tüketim/üretim kooperatifleri ve gıda inisiyatiflerinin ardı ardına oluşması, öncesinde var olanların da daha görünür hale gelip dönemin ruhunu ilkelerine yansıtması sanırım tesadüfi değildi.

Bu noktada bir kesim, kooperatifçilik hattında oluşan dinamiğin, iktidarın görüş alanının dışındaki otonom yaşam alanlarında, kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması bağlamında antikapitalist mücadele ile arasına kesin bir ayrım çizgisi çektiğini ileri sürdü. Oysa girişte ortaya koyduğum gibi, sınırını kapitalizmin en temel çelişkilerine doğru ilerletmeye odaklı, baskıcı bir rejimde dahi halkın üretme ve yönetme potansiyelini ortaya çıkarma kabiliyetine sahip bir dinamiği böyle okumak hataydı. Kaldı ki egemen tüketim döngüsünden çıkmamız gerekirken, çıkamadıkça onu yeniden üretirken ve bunun için elimizde başka bir araç yokken… Buna karşılık başka bir kesim ise Marksist kurama dayalı geleneksel sosyalist hareketlerin, tüm kuramsal geçerliliklerine rağmen çare olmaktan uzaklaştığını ve yapılması gerekenin yerelde örgütlenmek olduğunu iddia etti. Aslına bakarsanız, benim de iki yılı aşkın bir süredir gönüllülük esasında içerisinde olduğum kooperatif çevrelerinde dahi çoktan tespit edilmiş bir gerçeklik olarak kapitalizm içi kooperatifçiliğin açmazları ve sistemi reforma tabi tutma eğilimleri sürekli tartışılan olgular. Zaten tam da bu yüzden sistemin değer zincirleri üzerindeki tahakkümüne, gıda güvenliğini hiçe sayan politikalarına, emek sömürüsüne, ekolojiye verdiği zarara ve adaletsiz bölüşümüne karşı geliştirdiği ilkeleri sıkıca kavrayabilmek için kendi örgütlülüğünü sürekli diri tutma çabasında. Burada siyasi iktidar perspektifini dışarıda bırakan bir yönelimden ziyade siyasi hat mücadelesindeki bu boşlukta orayı güçlendirecek bir potansiyel görüyorum.

Dolayısıyla, bu iki çıkışa da kesin bir şekilde katılmıyorum. Çünkü özünde çelişkili bir birlik olan yerellik-merkeziyetçilik karşıtlığının, birbirinden bağımsız ve adeta tercihte bulunulması gereken bir yönelim tablosu gibi gösterilmesinin, antikapitalist hareketler tarihinin en büyük yanılgılarından biri olduğunu düşünüyorum. Dahası, David Harvey’in ifade ettiği gibi olası hiçbir alternatif sosyal düzenin bu çelişkiyi ortadan kaldıramayacağını da düşünüyorum. [3] Oysa sermaye, bu çelişkiyi faaliyet ölçeği ayarlaması yoluyla kendi lehine en avantajlı olacak şekilde sürekli regüle etme konusunda oldukça başarılı. Merkezi araç setleriyle piyasalar üzerinde tekelleşme baskısı kurup kârları artırırken, kriz ya da geri çekilmelerde ademi-merkeziyetçi rekabet eğilimlerini dengelemeyi çok iyi biliyor. Bundan öğreneceğimiz çok şey olduğunu ve mikro seviyede mücadelede takılı kalmayıp makro seviyede kurucu bir iddia ortaya koymanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Tabii burada, tasfiyesi çoktan gerçekleşmiş olan kamucu ve sosyal devlet geleneğinin ardında bıraktığı boşluğu dolduracak bir ikame unsur bulunmadığı için bunu benzer geleneğe havale etmemizin nafile olacağını ifade etmeden geçmemeliyim.

Bu noktada reel sosyalist deneyimlerde eksik bırakılmış bazı tarih sayfaları akla geliyor. Mesela, Sovyetler Birliğinde, ABD’nin www’sinden çok önce (1960’ların başında) “Sovyet interneti girişimi” olarak bilinen ama aslında bunun ötesinde ekonomiyi belirli katmanlarda merkezi ve yerel birimlere ayırarak yönetme perspektifi barındıran OGAS projesi kabul görüp hayata geçebilseydi bugün çok daha değişik tarih sayfalarını çeviriyor olabilirdik. Birliği, son dönemlerinde kemiren en önemli unsur olan ve neo-liberal kesimlerce sosyalist ekonominin ‘kaçınılmaz sonucu’ olarak lanse edilegelen karaborsacılığı getiren tarihin önünü henüz 70’li yıllarda almak belki de mümkün olabilirdi. Tabii burada tekil olarak bu proje nezdinde onun neslinden olan ve o akımda yer alan tüm girişim ve önerileri kastediyorum. Ayrıca elbette SSCB’nin tarihsel ekonomik program yön kırılmaları ile dış saldırı unsurlarını dışarıda bırakmadan bunu ifade etmeye çalışıyorum.

Keza Allende Şili’sinde –gerçi her ne kadar SSCB’deki örnekten farklı olarak kanlı bir darbe ile sonlansa da- ülke ekonomisini planlamak için başlatılan, ancak kısmi olarak hayata geçirilebilen CyberSyn projesinin ömrü vefa etseydi, yerel birimlerin karar alma ve yürütme katmanlarını içeren ve aynı zamanda merkezi kademeleri de olan bir ekonomik planlama modelinin işlerliğinden bahsedebiliyor olacaktık. Ancak bunlar yine de ilham verici girişimler olarak tarihe geçti. Şu an bu örneklerden uzakta bir tarih ve politik zeminde olsak da bu deneyimlerin ışığında bir takım ödevlerimiz olduğunu görüyorum. Dolayısıyla, dayanışma ekonomisi temelinde bir yapılanmayı, bahsettiğim ilkelerle istikrarlı olarak sürdürüp geniş halk kitlelerini buna dâhil edebilmemiz için tabandan gelen bir irade ile geniş bir katılımcı mekanizma tesis ederek, belirli faaliyet ölçeklerinde merkezi güç birimleri kurmak gerektiğini düşünüyorum. Ve bunu, reel deneyimlerde politik iktidar ele geçirildikten sonra yaşanan sancıları da düşününce bugünden, bulunduğumuz düzlemden hayata geçirmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

İkinci olarak, dünya genelinde esen dönüşüm rüzgârı yelkenleri şişirirken dümenin ne yöne kırılacağı meselesi var. Ağırlıklı olarak gönüllü emeği ile işleyen ve varlığını sürdürebilmek için gerekli finansal kaynağın dışında bir kâr amacı gütmeyen gıda ve tüketim inisiyatifleri, tüketim ve üretim kültürünü dönüştürmeye çalışırken öte yandan adil bölüşüm talebi ile bir işletme modeli olarak gördükleri kooperatifleşmeye dönmüş yüzler söz konusu. Bu motivasyonla ‘sosyal kooperatifçilik’ ve benzeri tanımlar altında toplumsal fayda misyonunu öne koyan piyasa içi ve kâr amaçlı bazı yapılar kurulduğunu görüyoruz ve bunun devamı da geleceğe benziyor. Kapitalizm proleterleştirmenin sınırlarına dayanmışken, güvencesizliğin kendini mutlak dayattığı bu zamanlarda patronsuz ve yatay hiyerarşiye sahip bir kolektif olarak iş yürütme eğilimi tabii ki oldukça anlaşılabilir. Bu şekilde kapitalist bölüşüm sistemine karşı mücadele ederek –en iyimser ihtimalle ve kesintili zaman zarfları dâhilinde- kısmen daha adil bir dağıtım tarzı elde etmek mümkün olabilirmiş gibi görünüyor. Ancak bu mümkün olabilse bile piyasa kuşatması altında zor durumlarda kalacağını ve benimsenen ilkelerden taviz vererek sistem içerisinde öğütüleceğini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Kötü ihtimalle de ‘dayanışma’ misyonuna bürünmüş, en otoriter ve tekelci sermayeye aşık rejimlerin bile kriz dönemlerinde ihtiyaç duyup bilinçli olarak -aslında biraz da mecburen- yol verdiği yerel ve rekabetçi girişimler arasında sıkışıp kalacağımız gerçeği beliriyor. Bu yüzden amacımızın kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri ile mücadele ederek onu daha adil olacak biçimde rehabilite etmek değil tamamen ortadan kaldırmak olması gerektiğini düşünüyorum. Dönüşüm rüzgârını arkamıza alarak bu yönde yol alacaksak, yerel dayanışma ekonomisi inisiyatiflerinde benimsenen ilkeleri azami müşterek hedefi ile bir potada eritmek üzere çalışma yürüterek belirli merkezi ittifaklar kurmanın ve bu sayede rotayı belirleyen güç olmanın mutlaka gerektiğini düşünüyorum.

Üçüncü olarak da tedarik hacmini ve tüketim ölçeğini büyütme gereksiniminin kendini apaçık dayattığını düşünüyorum. Burada can sıkıcı olmayı göze alıp bazı rakamlar vereceğim. Aşağıdaki tabloda TÜİK’in yayınlamış olduğu 2018 yılı Türkiye toplam hane halkı tüketim harcaması değerlerini, belirli tüketim kategorileri kırılımı ile görebilirsiniz. (Tablo.1) Tabii bu değerlerin ve hesaplama yöntemlerinin güvenilirliği konusunda ben de pek emin değilim ama yine de bazı referans değerler vermesi bakımından elimizde başka bir veri seti olmadığı için bunlar kullanışlı olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca bunlar, henüz takip eden yılların istatistikleri yayınlanmadığı için reel değil, enflasyon etkisinden arınmış nominal değerler.

Tablo.1: 2018 yılı için yapılmış Türkiye toplam hane halkı tüketim harcaması istatistik değerleri [4]


Buradan görebileceğimiz gibi gıda, barınma ve ulaşım giderleri toplam tüketim içerisinde %60‘ın üzerinde bir paya sahip. Dolayısıyla stratejik olarak öncelikle bu tüketim alanlarına yönelmenin mantıklı olacağı sonucunu çıkarabiliriz.

Alttaki tabloda da İstanbul için bu değerleri verdim. İstanbul ili, toplam tüketimin %24,4’üne sahip durumda. (Tablo.2)

Bu istatistik değerlerini vermekteki amacım elbette rekabet edip ulaşmamız gereken tüketim hacmini işaret etmek değil. Nihayetinde bu rakamlar bizim alaşağı etmek istediğimiz tüketim döngüsünün istatistikleri. Ancak içerisinde yüzdüğümüz okyanusun hacmini ve dayanışma ekonomilerinin kapladığı alanı görmemiz açısından bir önem ifade ediyor.

Tablo.2: 2018 yılı için yapılmış İstanbul ili toplam hane halkı tüketim harcaması istatistik değerleri [4]



Örneğin İstanbul’un gıda tüketiminin içinde %5’lik bir paya sahip olabilmek için ortalama 30.000 tl/ay satış hacmine sahip 6655 ayrı kooperatif dükkânı ya da tüketim noktası oluşturmak gerektiği gibi bir gerçekle karşılaşıyoruz. Mücadele stratejilerini bir an için unutsak bile teknik olarak dayanışma ekonomilerini görünür ve güçlü kılacak bir hacme ulaştırabilmek için yerel dayanışma ayaklarını çoğaltma çabalarını bu yüzden etkisiz olarak görüyorum. Bu faaliyetler bir yandan devam eder ve kültürel etki çemberini genişletirken öte yandan bölgesel merkezi bir inisiyatif ile geometrik hacim sıçraması yaratacak ortak tüketim kanalları açılması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bunun için de merkezi bir bölgesel tedarik sisteminin tasarlanıp depo ve paketleme alanlarının da tesis edilmesi gerekiyor.

Bölge Dayanışma Ekonomisi

O halde gelelim önereceğimiz sistemin yapısına. Öncelikle sisteme dâhil ettiğim bir takım yapı, kurul ve işlevsel araçların tanımlarını vermem iyi olacak.

Hali hazırda biçimsel olarak var olan oluşum ve yapılar şunlar:

MESLEK ODALARI: TMMOB ve benzeri mesleki demokratik kitle örgütleri
YEREL DAYANIŞMA AĞLARI: Kadın hakları, lgbtiq, ekoloji, hayvan hakları ve kent hakkı hatları üzerinden çalışma yürüten ağlar ve oluşumlar
AKADEMİK SAHA: Dayanışma ekonomileri üzerine çalışma yürüten akademisyenlerin temas sahası
TÜKETİCİ BİLGİSİ/DENEYİMİ: Tekil veya örgütlü tüketicilerin geri bildirim mekanizması
BÖLGE TÜKETİM KOORDİNASYONU: Bölge tüketim planlamasını yaparak bunun operasyonel yönetimini sağlayacak yapı. (Kendini açıktan lanse etmese de İstanbul’da bu amaçla yapılanan gıda inisiyatifleri ortak grubu var olduğu için bu kategoriye dâhil ettim.)
BÖLGE ÜRETİM KOORDİNASYONU: Hali hazırda etkileşimde olunan üretici kolektifleri ve tekil üreticilerden oluşacak yapı.
ÜRETİCİ SENDİKAL ÖRGÜTLERİ: Tarımsal üretim için Çiftçi-Sen, diğer üretim alanları için iş kolları ile ilgili sendikalar.
YEREL YÖNETİMLER: Belediye ve bağlı idareleri
TÜRETİM: Çevrim içerisindeki paydaşların klasik kapitalist tüketim ekonomisinin piyasa oyun kuralları dışarısında belirledikleri ortak ilkeler ve ihtiyaçlar ile sermaye birikimi ve kâr maksimizasyonu amacı gütmeksizin teşkil etmesini öngördüğüm tedarik süreci.

Hali hazırda biçimsel ve sistematik olarak var olmayıp olması gerektiğini öngördüğüm oluşumlar:

MAHALLİ MECLİSLER: Türetim sürecine dâhil olarak bölgesel tüketim kararlarında en geniş katılım kanalı olarak bulunmasını öngördüğüm mahalle temelli meclisler.
NAKLİYE KOOPERATİFLERİ: Var olan nakliye kooperatiflerini işleyişe almak yerine bölge dayanışma ekonomisi ilkelerine uygun nakliye kooperatiflerinin kurulacağını öngörüyorum.
İŞ YERİ TÜKETİM MECLİSLERİ: İş yerlerinde teşkil edilmesini öngördüğüm meclisler. (Her ne kadar bazı tekil iş yeri kooperatifi deneyimlerinden bahsedecek olsak da henüz sayıları fazla olmaması ve kendi içlerinde kapalı bir çevrimde işleyişe sahip oldukları için bu kategoriye aldım.)
BÖLGE DANIŞMA KURULU: Burada sıraladığım bölgesel işleyişe paydaş olacak tüm yapı ve oluşumların temsilcilerinden oluşan, dönemsel stratejik yönelim tartışmaları yürütüp stratejik karar önerileri oluşturmasını öngördüğüm kurul.
MALİ KURUL: Bölge tüketim koordinasyonu içinde oluşturulup mali işlevleri yürütecek kurul.
BÖLGE KADIN KURULU: Bölge Danışma Kurulu içerisindeki kadın üyelerden teşkil edilecek ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ilgilendiren konularda tüm paydaşlara karar ve karar önerisi iletmekle görevli kurul.

Şema.1: Bölge Dayanışma Ekonomisi Bilgi Akış Şeması


Yukarıdaki şemada, bahsettiğim tüm paydaşların enformasyon ağını ve birbirlerine göre coğrafi değil ama iletişim yönlerine göre konumlanmalarını göstermeye çalıştım. (Şema.1) Üretilecek bilgi ve alınacak kararlarla oluşacak planlama bilgisinin akış şeklini ve buna karşılık gerçekleşecek üretim akış yönünü de şema içerisine yerleştirdim.

Bu şemada, var olan tüketim inisiyatiflerinin kendi özerk faaliyetini gerçekleştirdiğini ve buna böylece devam edeceğini varsaydığım için bu özerk faaliyetler akışını bu çevrim şemasına dâhil etmedim. Bunu yapmaktaki amacım, bölge tüketim koordinasyonu mekanizmasını merkeze alarak bu sistem içerisinde olacak tüm oluşumların birbiriyle etkileşim biçimleri ile yerleştirip bölgesel bir dayanışma ekonomisi işleyişini tasarlamak.

Burada yer alan mahalli meclislerin işlevini aslında hali hazırda ve bir anlamda tüketim inisiyatifleri üstleniyor. Çünkü bu inisiyatiflerin mahalli dokulara uzanan bir yapısı var. Ancak böylesi bir bütünleşik sistemde tabana en geniş şekilde, tüm kimlik ve sınıfsal katmanları kesecek nitelikle yayılacak bir unsura ihtiyaç var. Zira birazdan değineceğim gibi tabana en geniş biçimde talep katmanının yerleştirilmesi gerektiğini ve bu açıdan da mahalli meclis diye adlandırdığım oluşumların zaruri olduğunu düşünüyorum. Talep yapısını belirleyecek olan bu katmanın, bahsettiğim nicel ve nitel yayılımda olması bu sistem için en kritik şeylerden biri. Çünkü bu olmazsa piyasacı ve arz yönlü, yani ihtiyaçların değil üretim kapasitesinin toplumu ve tüketimi yönettiği ekonomi yerine planlı ve ihtiyaçların rasyonel karşılanması üzerine bir ekonomik sistemi kuramayız.

İlkeler

Bunu ortaya koyduktan sonra gerek burada yer alan gerekse ileride değineceğim paydaş unsurların bu sisteme dâhil olmalarının temel ilkeler çerçevesini oluşturmamız gerekiyor. Sisteme dâhil olacak yapıların sahip olması gerektiğini düşündüğüm nitelikler şöyle:
Kolektif bir inisiyatif olmalı. (Kooperatif mevzuatının getirdiği ağır yükümlülüklerden dolayı böyle bir zorunluluk koymaktan kaçınabiliriz diye düşünüyorum)
Dayanışma ekonomisi esaslarına dayalı olmalı. Değer zincirleri üzerindeki tahakküme karşı olarak aracısız bir işleyişi savunmalı.
Yürüttüğü faaliyetlerdeki emek maliyetlerini karşılamak dışında sermaye birikimi amacı gütmemeli.
Kendi üretim faaliyetlerinde ve/veya ürün ve hizmet temin faaliyetlerinde çocuk, kadın ve göçmen emeği sömürüsüne yer olmamalı.
Doğa ile dost ve ekolojik bir çerçeveyi desteklemeli.
Ortaklık yapısı bu ilkelerle uyumlu olmalı.

Sistem içerisinde olup işbirliği yapılacak yerel yönetimlerin de tabii bu ilkeler çerçevesinde uyumlu hareket edilebilecek nitelikte olması gerekiyor. Zira gerek politik angajman sorunsalı gerekse simbiyotik ilişkiyi sağlıklı sürdürebilmek açısından merkezinde bu saydıklarımın olduğu ortak bir takım ilkelerde kesin mutabakat sağlanmadan bu uyumu yakalamanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.

Karar Mekanizması Katmanları ve İşleyişi

Şimdi de bilgi akış ağını oluşturduğumuz bu sistemin karar mekanizması katmanlarını ve işleyişini ortaya koymamız gerekiyor. (Şema.2)

Burada dikey hiyerarşik bir karar alma mekanizmasını değil her katılım katmanındaki oluşumların kendi karar katmanı üzerinde tam hâkimiyet kuracağını ve aldığı kararları bir üst katmana aktaracağını öngörüyorum. Şema üzerindeki üst üste gösterim biçimi herhangi bir yönetsel kademelenmeye işaret etmemekte, hatta tam aksine çift yönlü bir karar alma-geri bildirim akışına dayanmaktadır.

Şema.2: Bölge Dayanışma Ekonomisi Karar Mekanizması Katmanları ve İşleyişi


Bu şekilde alınan kararlar aşağıdan yukarıya doğru takip eden katmana iletildikçe taleplerin oluşmasıyla başlayan süreç sırasıyla stratejik ilke süzgecinden geçirilmesi, tüketim planlaması kararlarının alınması ve üretim kararlarının alınması ile noktalanacak. Ancak herhangi bir katılım katmanında bir problemle karşılaşılırsa bu problemin çözümü için hemen bir alt katmana geri bildirim mekanizması ile iletilecek ve çözüm önerilmesi talep edilecek. Bunu kırmızı kesikli oklarla gösterdim. Geri bildirilen katmanda da çözüm getirilemiyorsa bir alt katmana tekrar geri bildirimle iletilecek.

Örneğin üretim karar katmanında kapasite yetmezliği dolayısıyla uygun bir üretim planına dönüştürülemeyen talepler, tüketim planlamasını yinelemek üzere tüketim karar katmanına iletilecek. Ya da belki de planda olmayan ürünlerin üretileceği hesap edilmişse bunun değerlendirilmesi talebi ile de bu geri bildirim yapılabilir. Bu talep hali hazırda en alttaki katmandan iletilmiş ise ve depo kısıtı, mali kurul kararları ve genel ilkeler ile çelişmiyor ise bu geri bildirim hemen olumlu olarak değerlendirilip üretim katmanına iletilebilir. Böyle bir talep iletilmemişse değerlendirilmek üzere bir alt katmana gönderilir. Bu şekilde problem, karar kademelerinde çözülene kadar döngü kendini yineler. Çözüm bulunamayan problemler doğal olarak en alttaki bölge çalıştayları ve sonrasında gerekiyorsa bölge kongrelerinde karara bağlanmak üzere ele alınır.

Bu arada her katmandaki oluşum birliklerinin, ilgili işlevlerine göre bazı komisyonlara bölünmesi işleyiş açısından kolaylık getirecektir diye düşünüyorum.

Bu karar mekanizması tabii bir yandan da bazılarına işletilmesi zor ve yorucu olarak görünebilir. Ancak tabandan gelen iradenin hayata geçirilmesinde canlı bir organizma gibi davranıp dinamik biçimde kendi döngüsü üzerinden kendini sürekli doğrulayan ve yineleyen bir işleyiş kurmazsak bütünleşik hareket edebilen bir sistem oluşturamayız. Sistem saldırılarına karşı ayakta kalmak ve oluşan yeni ortam koşullarına hızla adapte olabilmek için de bu gerekli. Ayrıca bu noktada birikmiş demokratik kitle pratikleri ve özellikle tüketim ve üretim inisiyatiflerinde oluşmuş deneyim ciddi bir dayanak ve kılavuz olacaktır. Ki zaten mekanizmanın her kademesinde yer almaktalar.

Bölge Dayanışma Ekonomileri Arası İlişki

Gelelim işin coğrafi ilişkiler tarafına. Bu yapılanma biçimini tek bir bölge için değil de aslında aynı anda tüm bölgeler için önermiş oluyoruz. Zira buradaki Bölge Üretim Koordinasyonunda yer alan üreticiler, örneğin İstanbul’dan bahsediyor isek zaten çok büyük oranda diğer bölgelerde olacağı için o bölgeye ait ekonomik çevrimin içerisinde yer alan üreticiler olmuş olacak. Yani bu şekilde kesişim kümeleri barındıran çoklu bölgesel ekonomik sistem bütünlüklerinden bahsediyor olacağız. Keza nakliye kooperatifleri için de benzer kesişim kümeleri olacaktır. Bu durum ilk etapta bir zorluk faktörü gibi görünse de aslında beraberinde önemli bir fırsatı getiriyor. Çünkü bölge üretim koordinasyonlarının hem kendi hem de diğer bölge ekonomilerine ürün sağlayabiliyor olmaları bize rasyonel üretim ve dağıtım planlaması yapabilme imkânı veriyor. Tabii bunu yapabilmemiz için her bir ayrı Bölge Dayanışma Ekonomisinin kendi arasında da bir iletişim mekanizmasını kurmamız gerekiyor.

Bunu 5 bölge için şematize etmeye çalıştığımızda ortaya şöyle bir örnek senaryo şeması çıkıyor:

Şema.3: Bölge Tüketim ve Üretim Koordinasyonları Arası İlişki Şeması

(T: Bölge Tüketim Koordinasyonları, Ü: Bölge Üretim Koordinasyonları)

Burada Şema.2’de tasarladığımız karar mekanizmasını işleten Bölge Tüketim Koordinasyonlarının oluşturduğu tüketim planlama verilerini, üretim talebinde bulunduğu ilgili Bölge Üretim Koordinasyonuna ileteceğini kırmızı oklarla gösterdim. Şemanın çok karışmaması için bazı okları ihmal ettim. Daire şeklinde gösterdiğim Bölge Dayanışma Ekonomilerinin, fiziki büyüklük ve coğrafi konum itibariyle bazılarının tekil il bazılarının da il kümeleri şeklinde olması tabiatına dair bir durum diye düşünüyorum. Ülke geneline uyarlandığında TÜİK verilerinde olduğu gibi 26 ayrı bölge olarak gösterilebilir ancak anlaşılabilir olabilmesi için bu 5 bölgede ifade etmeye çalıştım.

Her bir ekonomik bölgenin üretim koordinasyonunun, bu tüketim taleplerini topluca değerlendirip ürüne göre değişecek periyotlarda sezonluk üretim planlamasını yapacağını ve bu bilgiyi tüketim koordinasyonlarına geri bildireceğini tasarlıyoruz. Tabii bu noktada kaçınılmaz bir şekilde tüketim-üretim planlaması uyuşmazlığı bize bir problem olarak geri dönecektir. Çünkü üretim yoğun olan bölgelerdeki üreticiler hem kendi bölgelerinden hem de diğer birçok bölgeden talep aldığı için buna uygun bir üretim planlaması yapacak üretim kapasitesine sahip olmayabilir. Tersinden, tüketim yoğun olan bölgelerdeki tüketim koordinasyonları da taleplerinin karşılanmaması durumuyla karşılaşacaklar. Bu durumda Bölge Danışma Kurullarında belirlenen stratejik ilkeler gereği talep önceliklendirmesi yapılarak mevcut üretim kapasitesine uygun bir üretim planı haline getirilip ilgili tüketim koordinasyonuna iletilebilir. Bu sürecin devamı da Şema.2’de anlattığım gibi gerçekleşir.

Öte yandan bu aksama hali bize sistemi her çevrimde iyileştirme fırsatını da verecektir. Üretim koordinasyonlarının, üretici inisiyatifleri geliştirme işlevi bu noktada önem kazanıyor. Tabii üretim unsurlarını artıracak faaliyetlere başlamadan önce bölge oluşumlarının ülke geneline genişletilmiş sezonluk (6 aylık) toplantılar yapması gerektiğini düşünüyorum. Bunu da Danışma Kurulları ve Üretim Koordinasyonlarının genişletilmiş organları olarak tasarlayabiliriz. Her bir Bölge Danışma Kurulundan seçilen temsilciler, genişletilmiş ülke danışma kurulunu toplayarak dönem stratejik planlamasını yaparlar. Bir önceki dönemin talep ve üretim verileri ile birlikte karşılaşılan sorunlar masaya yatırılır. Bunun sonucunda bölgeler arası ürün akış yoğunluğu ile talep yapısını dengeleyecek dönemsel stratejik kararlar alınabilir.

Aynı şekilde ülke üretim koordinasyonu da toplanarak talep tahmini çalışması yapıp buna karşılık mevcut üretim kapasitelerini değerlendirir. Her bir bölge, hangi bölgeden ne kadar ürün talep etmeyi planladığını ortaya koyduktan sonra bir önceki stratejik kararlara uyumlu şekilde talep-üretim dengelemesi çalışması yaparlar. Buna göre ilgili bölgeler gerekiyorsa üretim kapasitesini artırmak için yeni yatırım, üretimi artırma ve üretici inisiyatifi geliştirme faaliyetleri yürütürler. Daha az karşılaşılacağını öngörsem de talep eksikliği durumunda da tüm tüketim koordinasyonlarına bu durum bildirilebilir. Bunun yanı sıra bir takım etkinlikler düzenleyerek üreticiler ve ürünleri tanıtılabilir.

Bu sezonluk toplantıların çıktıları ile yeni sezon çevrimi Şema.2’de tasarladığımız şekilde tekrarlanır ve daha iyileştirilmiş sonuçlar elde etme fırsatı yakalanabilir.

Tabii bu önerdiğimiz bilgi akış faaliyetlerinin hepsi bir bütünleşik kaynak planlaması yazılımıyla gerçekleştirilebilirdi. Ancak yazılımlar da en nihayetinde arkasında bir akış mantığı gerektirdiği için bunları bu şekilde anlatmayı tercih ediyorum.

Ortaklık, Üretim Kategorileri ve Tüketim Kanalları


Bölge ekonomisi yapılanmasının unsurlarını, karar mekanizmasını ve bölgeler arası planlama akışını tasarladığımıza göre şimdi kapsama alabileceğimiz ürün/hizmet kategorilerini ve bunların tüketim kanallarını konuşabiliriz.

Ama bundan önce bölge ekonomisindeki paydaşların sisteme ortaklık mekanizmasına değinmeliyiz. Çünkü sistemde üretilen ürün ve hizmetin hem sistem içi hem de bunun dışarısındaki topluluklara dağıtımını söz konusu olacağı için burada bu mekanizmanın işletilmesi gerekecek. Sisteme ortaklık aşağıdaki temellerde gerçekleşebilir:

1- Bölge tüketim ve üretim inisiyatifi ortağı olmak
2- Bölge tüketim ve üretim inisiyatifleri emekçisi olmak (kooperatif, depo, market çalışanları)
3- Meclis, kurul ve komisyonlarda gönüllü görev almak
4- Bölge inisiyatiflerinde ayda en az 3 gün gönüllü faaliyette bulunmak

Daha önce ifade ettiğimiz temel ilkelere uyum sağlamak üzere isteyen her bireye açık olacak bir formda sisteme dahil olma adımlarını bu şekilde kurgulayabiliriz. Bu dahil olma biçimini ‘ortaklık’ olarak adlandırdım ancak bunu yasal çerçevedeki kooperatif ortaklığı olarak değil sistem örgütlülüğü temelinde bir form olarak düşünmemiz daha işlevsel olacaktır.

Bu şekilde bölge ekonomisinde üretilen ürünlerin hem ortaklara hem de sistem dışındaki bireylere dağıtımı için de tüketim kanalları olmak durumunda. Bunu aşağıdaki şemada gösteriyorum.

Şema.4: Üretim ve Tüketim Kanalları


Dış çemberdeki daireleri üretim kategorileri olarak, içeridekileri ise tüketim kanalları olarak şematize ettim. Bu üretim gruplarındaki bakım emeği, ulaşım ve barınma/konut kategorisini sadece bölge ekonomisi içi çevrimde dolaşımının yapılması üzere değerlendiriyorum. Örneğin bakım emeğini ortaya koyan bir ortak, bunun karşılığında ihtiyaç duyduğu başka bir hizmeti ya da ürünü sistem kanallarından bedelsiz olarak alacak. Bu bir gıda ürünü olabilir ya da bir yerden bir yere ulaşımının karşılanması da olabilir. Barınma/konut ile kastettiğim faaliyetler önceki yazımda değindiğim konut kolektifleri deneyimine dayanıyor. [2] Tabii bunu kültürel kodlara göre uyarlamak mümkün. Platform kooperatifçiliği mantığıyla oluşturulacak alt birimlerle bu hizmetlere duyulan talep ve dağıtımı organize edecek faaliyetler yürütülebilir. Ulaşım faaliyetlerinde araç ortaklaştırma konusu da benzer bir yönteme göre yapılabilir.

Kendin-yap (do it your self) üretiminin, üretim araçlarına sahip olmadığımız alanlarda tüketim bağımlılığın azaltılması anlamında bir hayli önemi var. Özellikle temel ev aletlerinin yapım ve tamirat metotlarının yaygınlaştırılıp bunu hizmet olarak sisteme sunacak kategoride üreticilerin var olmasını bu yüzden öngörüyorum. Aslında yaygınlığı hiç de az olmayan kendin-yapçıların mahallelerde dükkanlar açması bu anlamda işlevsel olabilir diye düşünüyorum.

Mali/Finansal Yapı

Bakım emeği, ulaştırma ve barınma dışındaki diğer bütün kategori üreticilerinin her iki yönlü dağıtımı da gerçekleştirdiklerini varsayıyorum. Ortada özetlediğim tüketim kanallarında, ortaklar bu ürünleri maliyeti bedeli karşılığında temin edebilecekler. (Şema.4) Burada elbette ihtiyaca göre bazı dezavantajlı ortaklara bedelsiz ürün dağıtımı da yapılabilmeli. Sistem dışında olan tüketiciye de belirli dayanışma payları eklenmiş hali ile satışı gerçekleşecek. Bu paylar, bölge ekonomisini işletebilmek için gerekli tüm maliyetlerin (ürün maliyetlerine ilave olarak dükkan kiraları ve giderleri, yasal mevzuat maliyetleri, tüketim kanalları maliyetleri, ürün güvenliği maliyetleri, kargo-nakliye giderleri ve işgücü ücretlerinin) oluşmasından sonra kâr olarak değil bölge dayanışma payı olarak eklenen belirli (%1-3 arasında) bedeller olarak düşünebiliriz. Bu pay oranını ürünün niteliği ve tüketim kanalının konumu belirleyecektir. Örneğin lüks tüketim grubuna giren (ya da en azından çok temel ihtiyaç olmayan) bazı ürünlerde ve üst gelir grubuna yönelik tüketim kanallarında daha yüksek payla belirlenmiş ürün fiyatlarının mevzu bahis olması gerekir.

O halde finansal yapıyı oluşturacak gelir kademelerine gelelim. Gelir kaynaklarının aşağıdakiler olmasını öngörüyorum:

1- Ortak aidatları
2- Bölge ekonomisi ürünleri dayanışma payları
3- Kooperatif işletmelerin (yazılım, proje, tasarım) dış sisteme yüksek katma değerli hizmet satışı
4- Yerel destekler ve transferler

Bu gelirleri Bölge Mali Kurulunun yöneteceğini tasarlıyoruz. Yeni bir dükkan açılması, bir üretici ortağa yeni arsa yatırımı için transferi veya yeni bir depo yatırımı gibi stratejik konularda mali kurul bu olanakları kullanarak finansal yönetimi sağlayabilir. Tabii burada bir takım odakların sermaye birikimi avantajı sağlamasının da önüne geçecek bir mali disiplin sağlanmalı. Ancak sistemdeki paydaş unsurların demokratik kitle pratiği olgunluğu ve somut deneyimi bu konuda gerekli önlemlerin alınmasını sağlayacaktır diye düşünüyorum.

Kooperatif işletme olarak adlandırdığım yapılar, üretim kategorileri şemasında (Şema.4) gösterdiğim yazılım, proje, tasarım, matbaa alanlarında faaliyet gösteren kolektif üretici oluşumlar olacak. Bu oluşumları da bölge ekonomisi ilkelerine göre işleyişe dahil ettiğimizi tekrar vurgulayalım. Bu işletmelerin faaliyetlerinden elde ettiği yüksek kârların kendi emek maliyetlerini karşılayacak kısmından artık kalanını bölge ekonomisi sistemine bırakması, sisteme önemli bir sermaye girişini sağlaması bakımından çok gerekli bir süreç. Tabii bu üreticilerin de bu faaliyetleri yapabilmesi için bazı ürünleri bedelsiz, geriye kalanları maliyet fiyatına temin edebilmeleri gerekiyor.

Bu faaliyetler bütününde ortaya çıkıyor ki çevrime ne kadar unsur dahil edersek o kadar kullanım değerine doğru yaslanan bir finans yapısına erişiyoruz. Yani ne kadar yeni üretici, gönüllü, kooperatif emekçisi dışarıdan sisteme katılırsa çevrimin maliyetleri o kadar azalacak. Buna karşılık dış sisteme yüksek katma değerli hizmet satışına duyulan ihtiyaç da azalacaktır.

Sonuç

Kapitalizm, kendi krizinden her zaman olduğu gibi bir şekilde yine çıkacaktır. Ancak bunun nasıl bir dönüşümle olacağı, hangi alanlara nasıl tesir edeceği, antikapitalist muhalefetin ne gibi kazanımlar sahibi olup ne gibi geri çekilmelerle yaşayacağını öngöremiyoruz. Sadece biriktirdiklerimiz karşılığında birbirinden farklılaşan hayallerimiz var.

Belki bazılarınca henüz bu pratiklerde olgunlaşmamış olduğumuz düşünülse yahut politik şartların elverişsizliği ortaya konulsa da bu biriktirdiğimiz genç deneyim ve pratiği makro planda kurucu bir iddiaya dönüştürmeyi beklemek için bir sebep olmadığını düşünüyorum. Aksi halde davranmamız bu iddiadan vazgeçmiş olduğumuzun ilanı anlamına geliyor. Çünkü koşullar ve yapabileceklerimizin kısıtı ne olursa olsun, belki ölçeği ya da hacmi değişkenlik gösterse de, bu iddia yolunda adımlar atmazsak karşılaşacağımız şeyleri burada ifade etmeye çalıştım.

Elbette kurulacak sistem ve tasarımı burada ortaya konulandan çok daha farklı olacaktır. Çünkü bu, yaşayan bir organizmayı soluk alıp verdiği haliyle dondurup başka bir zamanda tekrar diriltmek gibi olurdu. Ancak yine de bunun çok ileri bir vakitte olmayacağına dair umudumu koruyorum.

Dipnotlar: 

[1] İngiliz sibernetikçi Stafford Beer’ın, 1971 yılı Şili’sinde sosyalist ekonomiyi programlamak için başlatılan Cybersyn projesi öncesi Salvador Allende’ye sibernetik hakkında bilgi verirken aralarında geçen konuşmadan aktarımından https://youtu.be/e_bXlEvygHg (04:20-04:32)

[2] Dayanışma Ekonomisi ve İş Yerleri http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomisi-ve-isyerleri/

[3] Harvey, David. (2015). On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, s. 151, İstanbul: Sel Yayınları

[4] Türkiye toplam hane halkı tüketim harcaması istatistik değerleri, TÜİK https://biruni.tuik.gov.tr/medas/?kn=132&locale=tr

16 Temmuz 2020 Perşembe

Dayanışma Ekonomilerinin Gereklilikleri ve Örgütlenme Pratiklerine Dair Öneriler (2)

Deniz Yürür

(Bu yazı ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'nin sitesinde yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomilerinin-gereklilikleri-ve-orgutlenme-pratiklerine-dair-oneriler-2/
Yazarın bu konudaki birinci yazısına şuradan ulaşabilirsiniz: http://yeniemek.org/dayanisma-ekonomilerinin-gereklilikleri-ve-orgutlenme-pratiklerine-dair-oneriler-1/)

İlk bölümde dayanışmaya dayalı üretim/tüketim birimlerini neden oluşturmamız gerektiğine dair çeşitli argümanlar aktarıp, daha pratik önerileri bu bölümde sıralayacağımızı belirtmiştik. Gerek dünyada gerekse de ülkemizde kapitalizmin çözüm üretemediği sorunları gören ve bu sorunlardan olumsuz etkilenen pek çok insan yeni dayanışma birimleri yeşertmek ve mevcut birimleri güçlendirmekle uğraşıyorlar. Bu nüveleri çoğaltmak ve kendi aralarındaki ilişki ağlarını daha sıkı örebilmek adına aşağıdaki öneriler üzerine tartışılabileceğini düşünüyorum.

Temel İhtiyaçlar

Kendi üretim ve tüketim ağımızı kurmak için öncelikle elimizde neler olduğuna bakalım. Elimizde neoliberal politikalar nedeniyle sosyal ve ekonomik alanlardan çekilerek bu alanları piyasa unsurlarına bırakan, giderek daralan bir devlet ve piyasa mekanizmalarıyla talan edilen, tehdit altında bir kamusal alan var. Devletin kamusal görevlerini daha az yerine getirdiği bu durumun özellikle emekçi kesimler için zor çalışma koşulları ve kötü ekonomik sonuçlar doğurduğunu gözlemliyoruz. Bu akışın karşısında alternatif kamusallık denemeleri ekseninde belirli düzeylerde kurabildiğimiz “yeni nesil” diyebileceğimiz üretim ve tüketim kooperatifleri veya girişimleri var.[1] Bu kooperatif ağının genişletilmesi ve koordinasyonu alternatif kamusallık stratejisinin önemli bir kısmını oluşturuyor.

Nihai hedefimizi gıda, giysi ve barınma gibi yaşamamız için zorunlu olan temel tüketim nesnelerinin üretilmesi ve adaletli dağıtımı olarak belirleyebiliriz. Özellikle gıda toprağa, giysi üretimi teknolojiye ve barınma hem teknoloji hem de toprağa dayandığı ve bu girdilerin hepsinin kontrolü sermayenin elinde olduğu için aslında en temel ihtiyaçlarımız en zor üretilecek ürünler… Kapitalizmin tarihsel olarak halk kitlelerini hem ekonomik hem de sosyal bağlar itibariyle parçalayarak bu temel ihtiyaçları üretemeyecek şekilde konumlayarak proletaryalaşma sürecini bu şekilde yönlendirdiğini biliyoruz. Bizler de temelde bu üçünü elde etme mücadelesi kapsamında işçi sınıfı olarak emeğimizi satmak durumunda kalıyoruz.

Bir diğer tarihsel yol bu temel ihtiyaçları elde etmek için siyasal iktidarın alınması olarak formüle edilse de bu yolda kurulan aygıtların demokratik olgunluğa sahip olamadığı ve belirli düzeylerde otoriter sonuçlarla karşılaştığımız pek çok tarihsel deneyim yaşadık. İktidarın alınması mümkün olsa bile bu durum sosyalizmin ekonomik yapısının kurulması görevini ertelemek şöyle bir dursun, tam tersine en hızlı şekilde kurulmasını gerektiriyor olacağından dolayı aslında her türlü bu yazıdaki konuları tekrar tartışmak gerekecek.

Elimizde Kazova gibi belirli deneyimlerde gördüğümüz işyeri işgal ve işletme deneyimleri, bazen de kuruluş sermayesi işçiler tarafından toplanabilmiş bazı üretim kooperatifleri var. Ayrıca günden güne yaygınlaşan, birbirleriyle temas etmeye başlamış tüketim kooperatiflerimiz de bulunuyor.

Üretim kooperatiflerinin belirli bir sermaye toplanabildiği durumlarda temel ihtiyaçlar seviyesinde üretim gerçekleştirilebileceğini deneyimledik. Kapitalist sistem içinde bunları çoğaltmamızın önündeki engel sermaye girdimizin genel olarak yetersiz olması. Bazı temel ihtiyaç maddelerini üretebiliyor olmak oldukça ileri bir adım, fakat maalesef bu temel ürünleri birbirleriyle bağlayamazsak, yani zeytin ve sütün yanına biraz ekmek, biraz peynir koyamadıkça sistemin çarklarından kaçınmak mümkün olamıyor. Yani tekil ürünlerin yanında üretim girdisi ve çıktısı olarak ürün gamlarının da genişletilmesi, kapitalizme bağımlılığın azaltılabilmesi için önem taşıyor.

Ayrıca tarımsal alanda üretip, tüketim kooperatiflerinde dağıtmaya başladığımız ürünler kapitalist sistem çerçevesinde sermaye birikimini arttırmayı sağlayacak uç ürünler değil. Evet havuç iPhone’dan çok daha yaşamsal ve önemli; kullanım değerlerini tartışmak bile abes ama maalesef iPhone’un kar marjı çok daha yüksek. iPhone bu haliyle sermaye birikimi sağlamak için çok daha “değerli”. Aslında bu durum sermaye birikimi sorunumuza bir cevap veriyor:

Temel nitelikli ihtiyaç ürünlerini kollektif şekilde üretmek için gereken yüksek sermaye girdisini sağlayacak yüksek nitelikli metalar üretmemiz gerekiyor.

Yani sistemin çarklarından kaçmak için sistemin çarklarına daha fazla dahil olmak. Zor bir dilemma kuşkusuz ve kulağa gayet de çelişkili geliyor. Dilerseniz birlikte düşünüp, bir çıkış stratejisi oluşturmaya çalışalım…

Yüksek Katma Değer Sağlayan Metaların Üretimi

Öncelikle neden değişim değeri yüksek metalar üretmek gerektiğine değinelim. Bunu tercih etmemizin öncelikli sebebi tüm temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik üretimin ciddi bir sermaye birikimini gerektirmesi. Elimizde harcayabileceğimiz emek halihazırda bulunsa da emeğin şekillendireceği hammaddelerden, mekândan (yani topraktan) ve temel ihtiyaçlar için gerekli olan ve elde edilmesi hiç de kolay olmayan üretim araçlarından yoksunuz. Zaten oyun bilerek bu temel ihtiyaçları karşılayamamamız üzerine kurulmuş. Bunları basitçe karşılayabiliyor olsaydık, emeğimizi de satmamız gerekmeyecekti.

Bu durumda ancak daha kolay bulunabilir üretim araçları, daha fazla değer sağlayan hizmet faaliyetlerini araç olarak kullanarak nihai hedef olan temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik hem sermaye, hem teknoloji, hem de bilgi birikimine ulaşmaya çalışabiliriz.

Aşağıdaki şemada üç önemli temel ihtiyaç kalemini sermaye girdisi gerektirmeleri nedeniyle kırmız olarak işaretledim. Sermaye girdisi/çıktısını temsilen yeşil okları kullandım.



Peki yüksek katma değer sağlayan metaları üretmeyi nasıl başaracağız? Aslında bu soru zor gibi gözükse gelişmeler bizi destekler nitelikte. Bir araba veya örnek verdiğim gibi bir iPhone üretmek hem fiziki, hem de düşünsel yatırımın (ar-ge, teknoloji vs.) devasalığı nedeniyle tabii ki gerçekçi değil, ama bilginin ve hizmetin görünmez diyarlarına adım atıp yüksek nitelikli ürünler üretmeye başlamamız bugünden pekala mümkün. İşinden memnun kaç bilgisayar mühendisi veya yazılımcı biliyorsunuz? Veya çağrı merkezinde mutlu olabilen birisini gördünüz mü? Bilim yapmaya çalışıp, belirli objektif kriterleri savunmaya çalıştığı için işinden atılan akademisyenlerden haberiniz vardır herhalde… Çeviri yapan, basılı, görsel, işitsel içerik üreten insanların sayısı da hiç az değil. Gördüğünüz üzere beyaz yaka olarak adlandırabileceğimiz pek çok kişi, belirli bilinç seviyesinde olanlar veya sadece başka bir üretim için çıkar yol göremeyenler sistemde önemli bir gücü ve potansiyeli içinde barındırıyorlar. Üstelik bilgisayar, kamera, cep telefonu vs. gibi artık rahat ulaşılan araçlarla “soyut” kategoride mallar üreterek geçimlerini sağlıyorlar. Yani bu kategorilerdeki işleri gerçekleştirmek, iPhone’un kendisini değil ama içindeki bir mobil uygulamayı yapmak için çok gelişmiş fabrikalara, kolay sahip olunamayacak üretim araçlarına ihtiyacımız yok. En önemli girdi burada zaman, emek ve ilgili konudaki uzmanlık…[2] Ayrıca özellikle bilgisayar alanında açık kaynak ve dosya paylaşımı gibi kültürlerin zaten var olduğu ve sıkça kullanılageldiği düşünüldüğünde bu alan üretim araçlarına ulaşmanın en kolay yollarından birisini içinde barındırıyor. Ayrıca en üretken kapitalist firmaların da halihazırda bu alanda iş yaptıklarını düşününce uzun vadede de bu sektörlerin ekonomik canlılıklarını sürdüreceklerini düşünebilir ve bu alana yönelik üretim birimleri oluşturabiliriz.

Dolayısıyla tablomuzda bahsettiğim alanlarda üretim kooperatifleri kurduğumuzu varsayalım. Mesela bir yazılım ofisi, bir grafik tasarım ofisi, çeviri kooperatifi, hizmet sağlayan bir çağrı merkezi vs. kurduğumuzu ve bunları da mümkün olduğunca birbirine bağladığımızı düşünelim.

Sermaye girdisi sağlayan ve kar etmeleri beklenen bu üretim birimlerini ve para akışını simgeleyen okları yeşil olarak kullandım. Birimler arasındaki bedelsiz hizmet değiş tokuşlarını da mavi olarak gösterdim:





Bu ofisler birbirleriyle koordineli çalışarak bizzat kapitalizme iş yapmalılar, çünkü bu ofislerin görevi temel ürünlerin üretimi için gerekli olan sermaye girdisini bizzat kapitalizmden elde etmek. Kapitalist şirketlerin mevcut durumun farkına varıp bu işletmelere iş vermeyeceğini varsayabiliriz, ki bu göz önünde bulundurulması gereken bir durum.


Bu riske karşı önerim satış ve örgütlenme olarak iki ayrı “yüz” tasarlanması yönünde. Örgütlenme alanı olarak arka-yüzde üretim aygıtının demokratik yapısı ve iç işleyişi tüm üyelerin kararına ve müdahalesine açıkken, satışa ve pazarlamaya yönelik ön-yüzde ise kooperatif, birlik tarzı isimlerle değil de profesyonel şirket görünümünün oluşturulması düşünülebilir. Çalışma kültürü müsait olan ve hatta üretim birliği olmanın avantajlı olacağı sektörlerde bu ön-yüz, arka-yüz yapısını oluşturmaya gerek kalmayıp, direkt olarak şeffaf bir yapı oluşturulabilir. Hangi sektörlerde ne tarz bir yapı kurulması gerekliliği (kooperatif, şirket, dernek, vakıf vs.) müşteri tarafı ve işkolunun yasal yükümlülükleri de göz önünde bulundurularak bizzat işi üretenlerin demokratik mekanizmasıyla karar verilebilir.

Kapitalizmden sermaye çekmeyi amaçlayan üretim birimleriyle, karşılayamadığımız ama nihai amacımız olan üretim birimlerini şemaya aşağıdaki şekilde yerleştirdim: [3]





Tüketim Kooperatifleri

Halihazırda temel nitelikli ürünler üreten birimlerin yanına yüksek nitelikli ürünler/hizmetler üreten birimlerimizi kattığımız noktada sıra tüketim kooperatiflerini de tabloya yerleştirmeye geldi. Tüketim kooperatifleri temel nitelikli işlerle yüksek katma değer sağlayan işler arasında bir köprü olma amacıyla devreye giriyorlar. Temel nitelikli ürünleri üreten birimlerin mallarını ihtiyaç sahibi olan kitlelere daha uygun fiyata sağlama veya mümkünse dağıtma işlevine sahipler. Ayrıca temel ürünleri üreten birimler için devletin üstlenmesi gereken sübvansiyon görevini de güçleri yettiğince gerçekleştirebilirler. Bunun için nitelikli ürün/hizmet üretimiyle kapitalizmden aktarılan sermayeyi alt tarafa doğru taşımaları gerek.

Tüketim kooperatiflerini ihtiyacın analiz edilerek planlanmasının küçük bir versiyonu olarak görebiliriz. Yani tüketim kooperatifleri mevcut yapı içinden talep toplayıp, talebi olabildiğince öngörmeye çalışıp, bu talepleri temel nitelikli ürünleri üretenlere aktarmayı hedefliyor. Bu üretim birimleri de ürünlerini tüketim kooperatifleri aracılığıyla öncelikle yapının beyaz yakalı tarafına bilabedel veya ucuza veriyorlar. Sonrasında kalan ürünü de piyasa fiyatlarının altında ihtiyaç sahiplerine duruma göre bilabedel ve olabildiğince ucuza veriyorlar. Tüketim kooperatiflerini son tüketiciye hizmet veren Bim, A101 gibi market ağları gibi düşünebiliriz. Tabi burada kar sağlama odaklı değil de bölüşüm odaklı bir mekanizmanın esas temeli oluşturması yapımız için önemli.

Tüketim kooperatiflerinin diğer bir işlevi de sistem içindeki üyelerin ve üretim birimlerinin dışarıdan olan ihtiyaçları için de talep toplaması ve toplu alım yaparak fiyat avantajı sağlamak olmalıdır. Sadece üretim değil tüketim ilişkilerinin de dönüştürülmesi gerektiğinden mütevellit reklamlara ve algı yönetimine dayalı tüketim ideolojisinin yerine ekolojiyi, emeğin çalışma koşullarını, gıda güvenliğini merkeze alan bir tüketim anlayışı ortaya koymak için hem üretimde hem de satınalma süreçlerinde çabalamak gerekmektedir.[4]




Bu noktada tersi bir durum da gerçekleşebilir ve hatta gerçekleşmeli. Yani beyaz yaka tarafındaki yapımız da temel nitelikli ürünleri üretenlere destek olabilmeliler. Sözgelimi ürünlerin satılması, dağıtımı vs. için bir web sitesi, etiketler, kurumsal kimlik oluşturma gibi grafik hizmetler de diğer üreticilere sağlanabilir. Bu noktada üretim birimlerini çerçevelendirip ve kapitalist pazarla ilişkisini de çizmekte fayda var:




Dikkat ederseniz kapitalist pazara mal ve hizmet satarak içeri para ve kaynak girişini sağlamak ilk adımken, ikinci adım da emek pazarından bu tip kurguya girmek isteyen kişilerin de ortak olarak dahil edilmesi oldu. Burada ortaklıktan kastettiğimiz sermaye girişinden öte emek/zaman verebilecek olan kişilerin sisteme dahil edilmesi. Yani işçileri emeklerini kiralamak yoluyla sistem içine almaktan çok ortak haline getirerek sisteme katmaktan ve dolayısıyla sistemden geçinen ve katkı sunan insan sayısını arttırmaktan bahsediyoruz.

Proudhoncu Banka ve Kademelenme

Benzer bir öneriyi Proudhon’un yapması nedeniyle[5] Proudhoncu Banka olarak adlandıracağım finansal aygıt aslında mekanizmamızın sermaye birikiminin toplandığı kasayı temsil ediyor. Bu aygıt özellikle beyaz yaka tarafında üretilen mal ve hizmetlerin satışından elde edilen geliri -işi yapan paydaşların haklarını aldıklarının dışında kalan belirli bir yüzdeyi- kasada biriktirip, tüm üretim mekanizmasındaki paydaşların kararıyla alınan yeni bir alana veya mevcut bir işin gelişimine harcamalarını sağlıyor.







Bu noktada oyunun nasıl oynanacağına yapıdakiler karar verir. Bazen hatalar yaparlar, bazen de doğru olduğu anlaşılan kararlar ortaya çıkar. Benim şahsi önerim belirli işleri daha iyi kılmaya yönelik yatırımlara yüklenmenin mantıklı olabileceği kadar (sözgelimi artık “iç-kamusal” bir fonksiyon taşıyan, paylaşımlı üretim araçları olan bilgisayarlara yatırım yapmak gibi), kesişim kümelerinde destek sağlayacak, işi ağ şeklinde geliştirmeye yarayacak türde yatırımlar da düşünülebilir. Mesela hem çeviri ofisini hem grafik tasarım ofisini birbirine bağlayacak bir yayınevi ve belki de bunun maddi yatırımı olarak makineleriyle birlikte ozalitçi/matbaa açmak gibi… Esas önemli olan hem ağı derinleştirmek hem de geliştirmek. Yine mantıksal önerim başlangıçta sermaye girdisini arttıracak olan soyut emek nesnelerinin üretimini sağlayacak ürünlere yönelmek olabilir.

Dolayısıyla hem yüksek nitelikli ürünlerin üretim araçlarını biriktirmek ve bunu içerideki paydaşların kullanımına açmak, hem de temel nitelikli ürünlerin üretim ve dağıtımını demokratik aygıtlarla yapmaya çalışmak sistemin temelini oluşturuyor. Aşağıya bazı ilişki ağlarını ekledim. Bu çerçevede yavaş yavaş sermayenin birikmeye başladığını öngörebiliriz. Bilgisayar işlerinin fiziksel altyapısını sağlayan server/hosting şirketi/kooperatifi, matbaa ve yapılan tüm işlerin kapitalist pazar içindeki payını arttırmaya yönelik reklam tanıtım/pazarlama şirketi/kooperatifi kurmak ilk aklıma gelenler…




Üst taraftaki kurumları kapitalizmden para çeken kurumlar olarak kategorize ediyor ve sermaye gereksinimine göre emek, teknoloji ve üretim aracı ihtiyaçlarına göre yukarıya doğru kademelendiriyorum. Üst tarafın esas fonksiyonunu parayı kapitalizmden çekip, elde edilen artık değeri Proudhoncu Banka’ya aktarmak olarak tanımlayabiliriz. Topluluğun demokratik karar alma mekanizmasıyla merkezi olarak yönettiği Proudhoncu Banka, pazardan çekilen artık değeri alınan kararlara göre iş alanlarını yaymak/ derinleştirmek veya temel üretim alanına kaydırmak fonksiyonunu görüyor. Ayrıca bu yapıyı zor durumdaki üyelere faizsiz kredi/hibe sağlayan bir yapı olarak da işlevlendirmek mümkün, yani bu bankanın sistemin sosyal işlevlerinin de finansal karşılayıcısı olduğunu söyleyebiliriz.

Kademelendirme anlayışını hizmet işlerinde yukarı doğru sıralarken esas amacın altta yer alan temel ihtiyaçlar kısmını çözmek olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Yani aslında üst kısmın büyütülmesinin sebebi alt kısım için olan reel ihtiyaçları karşılamaktır. Bu çerçevede meclisin alacağı kararlarla günden güne arazi, tarım ekipmanı, yapı ekipmanı, temel ihtiyaç makinaları vs. gibi sermaye gerektiren araçları toplamak esas amaç olmalıdır.

Tek hücreli canlımız geliştikçe ve yeni hücreler edinip uzmanlaşma eğilimleri gösterdikçe belirli konfederatif yapılar ve fonksiyonal hiyerarşiler geliştirebilir. Yani sözgelimi domates, biber, patates üreticileri “Gıda konfederasyonu” çatısı oluşturulup buraya dahil edilebilir. Benzer şekilde sermaye girdisini arttırmak için domates üretimi> salça üretimi> domates suyu üretimi gibi birbiriyle ilişkili, daha derin üretim hatları kurulabilir. Bu anlamda sadece üst tarafta değil, temel ihtiyaçlar alanında da belirli bir sermaye girdisi kademelendirilip, buraların da kapitalist anlamda verimliliği arttırılabilir.

Bu noktaya gelinebilirse eğer sistemdeki mevcut işleyişleri birbirine bağlayacak raporlar yayınlayacak ve verimi arttıracak çalışmalar yapabilecek mühendis ağları kurulması işlevsel olacaktır. Türkiye’nin bu konuda TMOBB gibi birlikleri içinde barındıran görece güçlü bir örgütlülük ağı sunması açısından avantajlı bir konumda olduğunu söyleyebiliriz. Benzer şekilde yapıya geleneksel işçi örgütlenmeleri olarak sendikaları da dahil edebilecek çerçeveler oluşturulmalıdır.

Belirli Fonksiyonlarda Uzmanlaşmış Ara Kurumlar

Üretim ağının verimliliğini arttırmaya yönelik bir diğer yöntem de ortak üretim ve hizmet unsurlarının bu alanlarda uzmanlaşmış ara kurumlarda toplanmasıdır. Ayrı üretim birimlerine üretim araçları sağlayan, bu araçların zaman planını yöneten, Leasing şirketi tarzında üretim aracı sağlayıcı/planlayıcı bir kurum oluşturulması ağın maliyet kalemlerini rahatlatmasının yanı sıra ekolojik hassasiyeti açısından önem taşıyacaktır. Ayrıca lojistik, depolama hizmeti sağlayan bir üretim birimleri de belirli fonksiyonları geliştirme, ucuzlatma ve kapitalizme karşı rekabet avantajı sağlamaya başlayabilir. Bu uzmanlaşmış ara kurumlar kuruluş aşamasında Proudhon’cu banka tarafından finanse edilerek ve gerektiğinde finansal destekle yürütülerek tüm üretim birimlerine avantaj sağlamayı hedeflerler.

Benzer şekilde satış, marketing ve pazarlama fonksiyonları da bir üretim birimi olarak tanımlanabilir. Yapıda bulunan özellikle kademesi yüksek üretim birimlerinin ana fonksiyonu kapitalizme yönelik üretim yapmak ve buradan içeriye gelir getirmek olduğunu düşünürsek bu birimlerin satış ve pazarlama işlevlerine sahip olmaları gerektiğini de görürüz. Satış ve pazarlama faaliyetlerinin de ortak bir yapı içine yerleştirilmesi de düşünülebilir. Bu birimin kapitalist sistem içerisinde satış, pazarlama gibi alanlarda çalışan kişiler için bu üretim ağına örgütlenmek konusunda bir çekicilik unsuru oluşturacağı da düşünülebilir. Satış pazarlama alanı mevcut solun ve sendikal mücadelenin belki bir tercih, belki de yapısal olarak pek örgütlenmediği/örgütlenemediği bir alan. Belki bu şekilde bu alanlarda çalışan emekçi kesimlere bir alternatif ve somut bir politika önermemiz mümkün hale gelecektir.





Para Konusu

Kurgumuzda kapitalist pazarla kurulan zorunlu ilişki gereğince içeriye para aktarıldı. İçeri aktarılan paranın ekonomik ağımızın henüz üretemediği tüketici ihtiyaçlarının ve üretim araçlarının temin edilmesi için topluluk kararıyla kullanılması gerekiyor. İyimser senaryomuzda ağ genişleyip derinleştikçe dışarıdan gelen paraya ihtiyacın azalacağını umabiliriz. Yine de sistem içerisinde bizim “dış para” adını verdiğimiz kapitalist paranın, sorunlu ve eşitsiz yapısını sistemimizin içine sokmaya başlayacağını en iyimser senaryoda bile öngörebiliriz.

Öncelikle paranın bir değişim aracı olarak akıllıca bir icat olduğunu söyleyebiliriz. Yani gelecekte de kaynakların kıt olduğu herhangi bir ekonomik modelde, yani kişilerin/birimlerin her şeye sahip olmadıkları her durumda basit ve pratik bir değişim aracı olarak kullanılacağını varsayabiliriz. Esas sorun bizi her gün koyunlarla, buğdayları yanımızda taşımaktan kurtaran bu aracın kapitalizm içerisinde paradan para kazanılmasına vesile olacak şekilde evrilmiş olması. Mevcut finans sisteminin verdiği imkanla artıdeğeri içine hapsederek kendi kendini üretmeye meyilli ve adaletli dağıtıma imkan vermeyen bu “dış-parayla” sadece basit bir değişim aracı olan “iç-para” arasında ayrım koymak gerekiyor. Dış-paranın içeriye girmesi ve kullanımı üretim ağımızın içindeki dengeleri ulusal ve uluslararası kapitalist pazara enflasyon, deflasyon vs. gibi nedenlerle iyice bağımlı hale getireceği için önemli bir sorun oluşturacaktır.




Dolayısıyla dış-para/ iç-para ayrımına gidilmesi, kapitalist pazarla yapılan ticaretin -zorunlu olarak- bu parayla yönetilmesi, ama içerideki hizmet ve ürünlerin değişiminin, dağılımının iç-para diyebileceğimiz paradan para oluşmasını önleyen bir sistemle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfının kendi parasını yapıp yaygınlaştırması yönündeki çabaları 19. yüzyılda Owen’cı kooperatiflerde ve Emek Pazarları (Labour Exchanges) gibi işçi sınıfı pazarlarında görmüştük. O zaman kullanılan yöntem emek bonosu tarzındaki özel paralarla değiş tokuş işlemlerinin gerçekleştirilmesiydi.[6] Sonraki dönemlerde bono ve “bank-not “mantığı ortadan kalkıp para ulusal merkez bankaları aracılığıyla ulusal sınırlar içinde sunulan merkezi bir araca dönüştürüldü.

Neyse ki 21. yüzyılda para teknolojileri açısından daha şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Bitcoin’in bir Ponzi şeması olup olmadığı konusundaki spekülasyonları geçip altyapıya ve bu altyapının sunduğu olanaklara odaklanırsak, Blockchain altyapısının bu tarz adil bir para oluşturma yönünde bir fırsat sunduğu söylenebilir. ”Zamanla bozulan para”, “son kullanma tarihi olan para” gibi paranın belirli kişilerin elinde birikmesine engel olacak yapısal önerileri bu yeni para altyapısıyla gerçekleştirmek mümkün. Ayrıca paranın kuşaktan kuşağa aktarımı, belirli şahısların elinde birikmesi, faiz gibi belirli dezavantajları üzerinde önceden anlaşılabilecek ve öyle yürürlüğe koyulabilecek, kuralları olan bir para oluşturmak mümkün.

Yerel Yönetimler

Bahsettiğimiz sistemi hayata geçirebilmek için bu konuda istekli olan yerel yönetimlerle ilişkilenmek hem maddi girdiyi arttırmak, hem de sistemimizin etkinlik alanını genişletmek için önem taşıyor. “İzmir modeli” denilen, özellikle Tire Süt Kooperatifi gibi[7] deneyimler ve Dersim Belediyesi’nin yerel seçimlerde kazanılmasından sonra etki alanının daha da genişleyeceğini öngörebileceğimiz Ovacık Kooperatifi gibi deneyimler bahsettiğimiz üretim birimlerinin yerel yönetimlerle sıkı ilişkiler geliştirebildiklerinde ne kadar başarılı olabildiğini gösteriyor. Özellikle AKP iktidarının güç kaybetme eğrisine girdiği bu dönemde, muhalif yerel yönetimlerle sıkı ilişkiler geliştirilmesi alternatif kamusallık anlayışının önünü açacaktır.

Yapımızın kapitalist rekabetin yıkıcılığından olabildiğince korunabilmesi için yerel yönetimlerin sözleşmeli üretim, toplu alım, alım desteği, ekipman yardımı/temini gibi konularda verebileceği pek çok destek bulunuyor. Bu anlamda 70’lerin toplumcu belediyecilik anlayışının günümüzde başarılı olabilmesinin koşullarından birisinin bu yerel yönetim deneyimlerinin alternatif bir üretim ve tüketim biçimi/yapısı oluşturmak için yapılan bu deneylere eklemlenmesinden geçtiğini düşünüyorum. Tablomuzda kapitalizm başlığının içine sisteme sermaye ve hizmet olarak girdi sağlayan yerel yönetimleri de yerleştirdik:





Sonuç

Her geçen gün yeni bir krizle çalkalanan kapitalizmin olası alternatifinin kendisini salt bir karşıtlık, antagonizmanın negatif kısmı olarak oluşturmaması gerektiğini aktarmıştık. Zannımca sosyalizmin “kapitalizm-olmayan”dan öte gerçekten “ne” olabileceğinin, reel olarak nasıl işleyeceğine dair denemelerin, geniş katılımlı akıl yürütmelerin birikimli bir sonsuz döngü içerisinde gerçekleştirilmesi, olası fırsatların değerlendirilebilmesi için bir gerekliliktir. Soyut da olsa bir plana sahip olmak, plansızlıktan her daim daha değerlidir; yoksa şansımız yaver gitse bile her zamanki gibi özne/nesne tartışmasına toslayacak ve “demokrasi” sorunu çerçevesinde konuşmak zorunda kalacağız.

Kapitalizmin alternatifinin ana öğelerinin hem soyut hem de pratik düzeyde ortaya çıkması, bu politik hattın ve pratiğin geniş kitleler nezdinde inandırıcılık kazanmasına da vesile olabilir.

Son olarak bu yapıyla ilgili akla gelebilecek olan bazı eleştirilere dikkat çekmekte fayda var. Yapının üst kademelerindeki üretim birimlerinin kapitalizmle ilişkilenmesinin sistemi özellikle son yıllarda etki alanı genişleyen çokuluslu şirketleşme eğilimi gösteren kooperatifleşmeye doğru itebileceğine dair bir eleştiri yapılabilir. Kooperatif birliğinin kapitalizmle yakın ilişki kurması gereken, içeriye sermaye girdisi sağlayan kısımları için bu risk sonuna kadar gerçektir. Bu riski tanımlamak ve kabul etmek tıpkı sigorta şirketlerinin riski tanımlamaları gibi oyunu oynamanın koşullarından birisidir.

Çokuluslu şirketlerle küçük üreticiler arasında ara bir çözüm sunarak kapitalizme entegre olmak, karını maksimize etmek için taşeron firmalar oluşturmak ve buralarda sözleşmeli çalışanlar istihdam ederek emek sömürüsü gerçekleştirmek, Carl Schmitt’in de eleştirdiği türden gerçek yurttaş /yurttaş olmayan gibi bir ayrıma dayalı bir “üretim/tüketim demokrasisi” kurmak, karı bölüşmemek için üye girişini kısıtlamak veya yeni üyelerle eski üyeler arasında hiyerarşik kategoriler tanımlamak gibi mevcut kooperatiflerde gözlemlediğimiz olası riskler de bu yapıda her daim bulunmaktadır. Aslında bu riskler işin içinden siyasetin hiçbir zaman çıkarılamayacağını ve çıkarılmaması gerektiğini de hatırlatıyorlar.

Nasıl ki sadece siyasal iktidarın ele geçirilmesi stratejisinde üretime ve yönetime dair tepeden inmeci olmak durumunda kalan bir “parti” zorunluluğuyla karşılaşıyorsak, üretim ve tüketim aygıtları kurmaya odaklı yerelci bir ağ stratejisinde de kapitalizm tarafından içerilme riskiyle karşılaşıyoruz. Bu nedenle üretim/tüketim aygıtlarının tabana yayılımı ve sosyalist bir çerçevede tanımlanması meselesi, partinin işleyişinin demokrasisinden ayrışamaz, zaten bundan dolayı da hem siyasal mücadele, hem de üretim/tüketim ağı eşzamanlı örgütlenmeli ve birbirini desteklemelidir.

Dipnotlar:

[1] “Yeni nesil” dememizdeki amaç 60’lı ve 70’li yıllarda devlet eliyle geliştirilen ve desteklenen kooperatif deneyimleriyle, özörgütlülük biçiminde gelişmeye çalışan daha güncel kooperatif deneyimlerini ayırmamız. Yazı boyunca bahsettiğimiz kooperatifler devletin neoliberal politikalar çerçevesinde kendi kamusal görevlerini üzerinden attığı dönemde, bu alanlardaki ihtiyaçları karşılamak amacıyla ortaya çıkan, yerel alanlardan beslenen kooperatifler olarak düşünülmelidir.

[2] Zaten uzmanlığı da özünde sıkıştırılmış zaman ve emek olarak düşünebiliriz.

[3] Burada “alt” ve “üst” tanımını önem açısından değil de temel/temel olmayan şeklinde kullanıyorum. Biraz alt düzey yazılım dili, üst düzey yazılım dili mantığıyla düşünüyorum. Alt düzey yazılım dilleri bilgisayarın donanımına en yakın olan, en temel yazılımları yazmaya yararken (“şu devreye şu kadar volt elektrik gönder” gibi..), üst düzey yazılım dilleri direkt olarak makineyle değil, kendisi gibi ara yazılımlarla mesela işletim sistemiyle konuşur(“Bu dosyayı kaydet” gibi). Yani ikisi de farklı işler için önemli ve gereklidir.

[4] Şemanın daha doğru olması için kapitalizmle tüketim kooperatifleri arasında da sermaye giriş/çıkışına yönelik ok çekilmesi gerekli, fakat şemanın çok karmaşık olmaması ve kafa karıştırmaması için bu çizgiyi çekmedim.

[5]“Bize gerekli olan, benim işçiler adına istediğim karşılıklılık, mübadelede eşlik (equity), kredinin organizasyonudur. Sınırsız kredi, toplumsal sorunun çözüm yoludur. Sınırsız bir banka kredisi sistemi, devlet müdahalesine gerek kalmadan, ekonomik adaleti güvence altına alacaktır.” Kaynak: Tarih ve Toplum, http://toplumsaltarih.wordpress.com/2016/11/02/proudhon-elestirisi/

Not: Proudhon’un sınırsız kredi önerisinin gerçekçi olmadığını ve emekçilerin bankası fikrinin kendi başına uygulandığında oldukça yetersiz olduğunu düşünsem de bu fikri öneren kişi olarak Proudhon’un adını anmamak olmazdı.

[6] AYBAY Rona, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen: Yaşamı, Eylemi, Öğretisi, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2005, s.181-185

[7] Daha geniş bilgi için Krize Karşı Kooperatifler: “Belediyeler ve Kooperatifler Ekseninde Türkiye Tarımında Alternatif Kamusallık Deneyimleri; Olanaklar ve Sınırlar” – Uygar Dursun Yıldırım