Siyasetin
ve sınıf siyasetinin “ne” olduğunu, “nasıl” işlediğini düşünmenin yeni
yollarını aramak önemli gözüküyor. Aslında yeni olanı aramak derken illa
söylenmemiş bir şeyi söylemiş olmaktan bahsetmediğimi de vurgulamalıyım.
Kastettiğim, farklı şekillerde üzerine düşünülmüş olsa da mevcut düşünme
alışkanlıklarımıza tesir etmemiş ya da dışında kalarak etmiş ama kuramlar/disiplinler
arasındaki diyalog imkânlarını açık tuttukça bize yeni düşünme alanları
açabilecek fikirler. Bu bağlamda, üzerine farklı açılardan çalışılmaya muhtaç,
kendim de çalışmayı önüme koyduğum, belki de ileride vazgeçilmesi gerekecek
olan bazı hipotezleri –temkinli olarak ama metnin bir deneme metni olduğunu da
unutmamanızı rica ederek- paylaşmak istiyorum. Hem sosyoloji hem de psikanaliz
yazınını düşündüğümüzde içerik olarak hiç de yeni olmadığı iddia edilebilecek
bir kavramı kullanarak sunacağım bu hipotezleri. Bu kavram ise sınıfın bilinçdışı olacak.
Modern
siyasetin ve sınıf siyasetinin temel bir meselesinin bilinç meselesi olduğunu düşünelim. Temel modernist bir ikilik
içerisinde, bilinç kavramını bazen bilinçsizliğin, bazen de irrasyonelliğin
karşısında konumlandırarak kullanıyoruz. Siyasal aktörlerin eylemlerini, iki
konumdan birine koyarak rasyonel veya irrasyonel diye sınıflandırabiliyoruz. Bu
bağlamda birincisini daha çok planlı ve organize bir etkinliğe, ikincisini ise
plansız, mantıksız gözüken ve bireysel psikoloji ile belirlenen bir etkinliğe
işaret etmek için kullanıyoruz. Sınıf siyaseti açısından düşündüğümüzde de,
yazında, araştırmalarda ve mücadele pratiğinde sınıf bilincine, sınıf bilinçli
örgütlülüklere bir konum atfedip, sınıf çıkarları temelinde örgütlenmemiş bir siyaseti
bilinçten yoksun olarak değerlendiriyoruz.
Bu
ayrımlar üzerinde bir taraftan bir diğerine keskin geçişler yapar ve çoğu zaman
tanımlamalarımızı teorik tutarlılık arayışı ile de politik anlayışımız
doğrultusunda yaparken, diğer yandan şu soruyu sorabileceğimizi düşünüyorum: Bilinçdışı bu sınıflandırmalarda nerede
duruyor? Eğer yukarıdaki bahsettiğimiz ikilikleri ayrı biçimlerde tutmakta
kararlıysak, bilinçdışı meselesini daha bireysel psikolojik olanla, duygusal,
irrasyonel, kendiliğinden, vb. olan görüngülerle eşlememiz ve bilinçlilik
halinin karşısına koymamız gerekir. Ama başka bir açıdan modernist ikilikler
arasında taraf seçme yaklaşımının teorik ve pratik olarak yetersizliğine inanıp,
varsayılan ikilikler arasındaki (ve üçüncüleriyle olan) diyalektik ilişkiye
işaret ederek onları aşma çabasına girersek bilinç-bilinçdışı ilişkisini nasıl
düşünebiliriz?
Deneyim Kavramı
Bilinçdışı
meselesini siyasetin ve özelde de sınıf siyasetinin kavramsal düzlemine
sokabilmek için E.P. Thompson’un[1]
deneyim kavramından yola çıkabileceğimizi düşünüyorum. Thompson’un deneyim kavramının, sınıf tartışmaları
içerisinde temel bir ikilik olarak ele alınan yapı-özne ikiliğine bir müdahale
niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Deneyim, (ikisi de kültürden ve insan
eyleminden oluşan) iki kavram/olgu arasındaki geçişliliği ifade eder: toplumsal
varlık ve toplumsal bilinç. Bu bağlamda deneyim kavramı, Ellen Meiksins Wood’un[2] da
savunduğu gibi tipik ikilikten yöntemsel bir kopuşa işaret eder. Deneyim,
toplumsal varlık ile toplumsal bilinç arasında bir geçiş kavramıdır. Bu mantığa
göre toplumsal varlıkla şekillenen deneyim, toplumsal bilinç biçimlerinde
ortaya çıkar ve toplumsal varlığı oluşturmak üzere dolaşıma girer.
Buradan
yola çıkarak, deneyimin bir geçiş kavramı olmasına olanak veren ikili bir
niteliği olduğunu iddia edebiliriz. Deneyim, aynı anda hem bir edilginlik hem de bir etkinlik içerir. Hem belirlenir, hem
belirler. Bu bağlamda deneyim sahibi özne, bu iki özelliği aynı anda taşır. O
zaman özneye ait olan, bilinç ve bilinçdışı kavramlarını deneyimin bu ikili
niteliğini baz alarak nereye yerleştirebileceğimizi düşünebiliriz. Hipotezim o
ki, deneyimin edilgin işleyişi bilinçdışına, etkin işleyişi de bilince tekabül
eder.[3] Bu
öznenin içinde bilinçdışının etkin bir rolü olduğunu söylemek anlamına gelmez.
Öznenin içine dönüldüğünde bilinçdışı işleyişin, bilinç üzerinde, dolayısıyla
insan faaliyeti üzerindeki etkisi ciddiye alınacak derecededir. Buradaki iddia,
özneye nesnelliğin girdiği alan olarak bilinçdışını tanımlamak ve dış gerçekliğin iç gerçeklikte etkinleşen
bir işleyiş haline gelmek üzere içselleşmesi/öznelleşmesi üzerinedir. Bu hem
bir bireyin özel hem de insanın genel tarihleri üzerinden düşünülebilir.
Böyle
düşündüğümüz vakit işin özne tarafına sadece bilinci değil (deneyim kavramı
içerisinde) bilinç ve bilinçdışını yerleştirmiş oluruz. Peki, öznenin
karşısında yer alan, özneye göre nesneyi
ifade eden tarafa geçtiğimizde orada ne vardır?Kültür ve Doğa
Bana
göre nesne kısmını -ya da belki de buna pozitivizme sığmayan bir nesnellik
demeliyiz- da ikiye ayırabiliriz. O “taraf” içerisinde bir yanda toplumsallık/kültür dururken, diğer
yanda da doğa/beden/şeyler durur. Doğa/beden/şeyler
kategorisinin bir öznenin konumundan diğer insanları yani ötekileri içerdiğini
unutmamalıyız.
O zaman
özne ve nesneyi karşı karşıya konumlandırdığımız, başka bir manada öznellik ile
nesnelliği karşı karşıya konumlandırdığımız modeldeki formül şu şekildedir: Örneğin
toplumsallık/kültürü başlangıç noktası olarak alalım. Toplumsallık/kültür,
ancak doğa/beden/şeylerden geçerek özneye ulaşabilir (ikinci, doğrudan bir yol
olmamalıdır) ve öznenin deneyimine bilinçdışı noktasından giriş yapar. Bilinçdışı noktasından giren gerçeklik, özneden bilinç
noktasından (yine ikinci bir yol olmamalıdır) insan eylemi olarak dışarı
çıkar ve yine toplumsallık/kültürü oluşturur. Ve döngü yine
doğa/beden/şeylerden (özellikle başka insanlardan) geçerek öznenin bilinçdışına
dönecek şekilde işler.
Böyle
bir model sunmaya çalıştığımızda, bu modelin işleyişinin birçok özelliğini
ayrıntılı bir şekilde, birçok örnek üzerinden düşünmek, tartmak gerektiği
açıktır. Bunu başka mecralara bırakıyorum. Bununla birlikte şunu burada
vurgulamak iyi olabilir. Burada hiçbir ölçekte tarih üstü bir işleyişten söz
etmiyorum. Bu modeldeki dört nokta da (özne tarafındaki bilinç ve bilinçdışı ve
nesne tarafındaki toplumsallık ve doğa) kendi içinde ayrı ayrı çatışmalı
noktalardır. Aynı zamanda özne kendi içinde, nesne de kendi içinde çatışmalar
içerir. Özne ile nesne de kendi aralarında çatışmalıdır. Her bir çatışma
ilişkisi bir hareket kaynağıdır, modele hareket verir. Tabii modelin kendisinin
oluşumu da bir şekilde tarihselleştirilmelidir.
Ben
bilinçdışı meselesinin bu tip bir kavramsallaştırma içerisinde düşündüğümüzde ve
gerçeklikler arasındaki geçişliliğe dair böyle bir modele vardığımızda birçok
başka sonucun yanı sıra iki önemli sonuç elde edeceğimizi düşünüyorum.
Bilinç ile Bilinçdışının Etkileşimi
Birincisi
bu mantık, bireysel veya kolektif öznenin salt bilincine yapılan vurguyu
yenilememiz için bize bir alan açar. Siyasal aktörleri ve işçi sınıfını sadece
bilinç özellikleriyle değerlendirmemizi, rasyonellik ile irrasyonellik
arasında, mutlak bilinçlilik ile mutlak bilinçsizlik arasındaki keskin seçimler
yapmamızı engeller ve en genel anlamda söylersek baktığımız yerde bilinç ile
bilinçdışı etkileşimini görmemize imkân verir. Aynı zamanda bireysel psikolojik
gözüken bilinç ve bilinçdışı kavramları, bireysel ile toplumsalın, öznel ile
nesnelin birbiriyle nasıl bir etkileşimde olduğunu anlamak açısından bize bir
alan açar. Bireysel psikolojik gözüken bu kavramlar toplumsalın oluşumuna ve insana
etkisine dair düşünebilmemiz için faydalı olabilecek bir modele oturur.
Bana
göre böyle düşünmenin başka bir etkisi de siyasal aktörleri nasıl
konumlandırdığımız ve siyaseti ne olarak düşündüğümüz üzerinde olur. Eğer ikna
olursak, sınıf bilincinin diyalektik karşıtı olan sınıfın bilinçdışı kavramını elde etmiş oluruz. Elbette bunun
önemli bir sonucu da örgütsel teori ve pratiğimizde bilinçdışının varlığının
tanınması olur. Bu önemli ve ciddiye alınması gereken bir analiz nesnesi
olabilir (arzu, özdeşleşme, engellenme, çatışma, duygulanım, savunma
vb. gibi olgular eşliğinde). Bunun da ötesinde, sınıf deneyimine ve eylemine
dair hâlihazırda kullandığımız kavramları, modeldeki dört nokta arasında
nerelere oturtarak düşünebileceğimiz sorusu üzerinden yeni düşünme biçimlerine
açılabiliriz.
Bu
modelde, siyasal aktörlerin eylemi/hedefi bilinçli farkındalığın arttırılması,
sınıf bilincinin arttırılması ile tanımlanamaz. Bundan öte –ve bence daha
gerçekçi bir biçimde- sınıfın bilinçdışı ile bilinci arasındaki ilişkiyi
düzenlemek, yeniden örgütlemek olarak tanımlanabilir. Siyasi özne, sınıfın
bilinci ve bilinçdışı arasındaki diyalektiğin üçüncüsü olarak işlev görürken,
bu ikisine farklı biçimlerde, farklı ölçülerde yakınlaşır veya bunlardan
uzaklaşır. Aynı zamanda onlara etki eder. Siyaset ise, bir bilinç aşılama
yönteminin ötesinde, bilinç-bilinçdışı etkileşiminin düzenlenmesi, yeniden
örgütlenmesi olarak ele alınabilir. Bu hem bir tanıma içerir hem de siyasi
hedeflerin bu tanımadan yola çıkarak belirlenmesini.
Elbette
bu kavramsallaştırma bir öncekindeki belirlenmiş yönü içermemektedir. (Belli
açılardan içerdiği düşünülebilir mi henüz bilemiyorum.) Ama önceden tayin
edilmiş bu yön fikri ortadan kalktığında bana göre, sosyalist politika da olması
gereken pozisyona oturur ve evet mesele daha zor kavranır hale gelebilir ama
bir yandan da sınıfın antikapitalist eylemi kümesinin kapsamı ciddi ölçüde
genişler.
[1] Thompson,
E. P. (2004). İngiliz İşçi Sınıfının
Oluşumu. İstanbul: Birikim.
[2] Wood, E.
M. (2008). Bir Oluşum ve İlişki Olarak Sınıf, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden
Yorumlanması (İstanbul: Yordam) içinde, s.95-130.
[3] Thompson
yorumlamasına benzer şekilde, bu konuda sunacağım kaynağın okuyucuyu doğrudan
bu fikirlere ulaştırdığını iddia edemem ve konu birçok farklı tartışma içerir.
Bununla birlikte Freud’un “Bilinçdışı” ve “Ego ve İd” metinlerine bakılabilir.
İkisi de burada: Freud, S. (2013). Metapsikoloji:
Haz İlkesinin Ötesinde, Ego ve İd ve Diğer Çalışmaları. İstanbul: Payel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder