20 Nisan 2018 Cuma

Özgürlüğün bilinçdışı var mı?

( Bu yazı 19 Nisan 2018 tarihinde Gazete Duvar'da yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/04/19/ozgurlugun-bilincdisi-var-mi/ )

Barış Özgen Şensoy

Özgürlük zor bir kavram, tanımlanmasının zor olmasının da ötesinde herkes bu kavramın kendisine ait olduğunu, kendisinde özsel bir şekilde barındırdığını ya da kendisi aracılığıyla başladığını iddia ederek yola çıkıyor. Liberalleri zaten geçtim, ki onlar da özgürlük anlayışları yüzünden eleştiriliyorlar sürekli, Kemalistler, sosyalistler, muhafazakarlar, hepsi özgürlüğün gerçek sahibi ve savunucuları.

İMKANSIZ KAVRAM

Bir yanda da özgürlük kadar lanetli bir kavram yok. Kadınlara ve ulusa özgürlük getirdiğini iddia eden Kemalistlere sorarsanız gericilik özgürlüğü yok, sosyalistler için özgür emek bir yandan da lanetin ta kendisi. Yaşam tarzına özgürlük iddiasını dillendirmekten çekinmeyen muhafazakarlar bir yandan da belirli özgürlük formlarını (cinsel özgürlük) en normatif anlamıyla sapkınca bulduklarını ifade etmekten beis duymuyorlar.

ÖZGÜRLÜĞÜN BİLİNÇDIŞI?

Psikanalizin özgürlük kavramıyla olan zorlu imtihanı, Marksizminkine benzer: Zira psikanaliz bütün zihinsel olguların bir şekilde bedensel olana dayanmak zorunda olduğunu iddia ederken, Marksizmin bütün toplumsal görüngülerin üretim ilişkilerinin bir tezahürü olduğu yaklaşımına yakınlaşır. Özgürlüğü hangi maddi temellere dayandırmalı meselesi iki yaklaşımın da ortak belasıdır. Marksizm belki daha şanslıdır; ancak bir zihinsel olgu olarak özgürlük neye benzer tanımlamak zorken, bir de onun bedensel/somatik olanla ilişkilendirmek daha da zordur.

Gene de birtakım cevap arayışları yok değil. Örneğin Winnicott’a göre özgür olabilmenin yolu bir yerlere bağlı olduğumuza dair kuvvetli bir hisse sahip olmaktan geçer. Şüphesiz bu hissi tesis eden (ya da noksanlığına neden olan) anne bebek arasındaki ilişkidir. Winnicott burada özgürlüğün psikosomatik kökenleri için bir öneri geliştirmekle kalmaz, toplumsal değerlendirmelerimiz için kullanışlı olabilecek, ideoloji tartışmalarında yankılanabilecek bir ayrıma da zımnen dikkat çeker: Özgürlük söyleminin ya da eyleminin inkara yönelik manik olası kullanımları. Böylesi bir yaklaşım, Marksistin özgürlük söylemine karşı olası ikazlarını akla getirmiyor mu?

Winnicott’un özgürlük üzerine bu noktalarının “memleket biziz” temasında yankılanması çarpıcı değil midir? Ancak bir anayurdu olan, ancak kendine bir anayurt inşa eden, özgür olabilir. Konuyu 90’lardan gelen bir problemle süreklilik içinde düşünürsek şunu da diyebiliriz: Başka bir dili özgürce, yani mesela işgalci bir dayatma ya da emperyal arzuların kurbanı olmadan konuşabilmek için anadilde konuşabilme özgürlüğüne sahip olabilmek gerekir. Yakın zamanların beyaz yakaları ve eğitimli sınıflarının krizine atıfta bulunarak konuşursak, başka bir coğrafyada özgürce bir hayat kurabilmek için anayurtta özgür olduğunu bilebilmek gerekir.

Toplumsal bağlamda özgürlük meselesinin zihinsel durumlarla ilişkisine dair çeşitli fikirlere yaklaşıyoruz. İlk bakışta Freud’un teorisi, bastırma ile ilgili olduğundan akla özgürlüğü getirir. Psikanalizin bilinçdışına itilmiş unsurlardan (bunlar her zaman semptomlar, rüyalar, dil sürçmeleri, şakalar, sakar eylemler ve ilişki dinamikleri olarak geri döner, yani diyebiliriz ki kişiyi esir alır) özgürleşmeye dair bir tedavi olduğu düşünülebilir. Ancak Freud, bir ütopya vaat etmemiştir, bastırmalardan sonra geri kalan bir tür gündelik mutsuzluk ve sıkıntıdır.

Bastırılan ve bastırılanın geri dönüşünün yalnızca bireysel değil bir yandan da toplumsal bir mesele olduğu ise zaman içinde daha iyi anlaşıldı. İlker Özyıldırım’ın tabiriyle negatif anıtlar olarak yıkık kiliseler buna dair ülkemizden çarpıcı bir örnektir. Yıkık kiliseler, hem bastırılan olarak farklı toplumların varlığı ve onlara yönelik şiddeti görünmez kılar, ancak tam anlamıyla yok edilemeleriyle (ki bu tam olarak yok edilememeyi bir şekilde suçluluk ve utanç motive eder) bastırılanın geri dönüşünü işaret eder.

Psikanalizin toplumsal özgürleşme bağlamında bulunabileceği başka bir katkı da Melanie Klein perspektifinden gelebilir. Melanie Klein’a göre, ilk zihinsel durumda iyi ve kötü katı bir biçimde ayrılır, kötü dışarıya atfedilir ki iyi olan korunsun. Bu, bebeksi durumda hayatta kalmak için bir strateji olsa da, uzun vadede sıkıntı demektir. Zaten kötü de özsel olarak kötü değildir, bebeğin deneyiminde doyurmayan ve tatmin etmeyen annesel unsurun (son tahlilde meme ucunun) işaret edilme biçimidir. Tatmin eden kadar sınırlayanın, özdeşlik kadar farkın da aynı yerden geldiğini kabullenebilmek, zorunlu olduğu kadar kırılgan bir gelişim hattıdır. Zorunludur; çünkü seven anne aynı zamanda sınırlı olandır, bunu kabul etmek gerekecektir. Kırılgandır; çünkü zorunlulukları kabul etmek kolay değildir.

“Memleket Biziz” kampanyası bu bağlamda da konuşulabilir mi? Sürekli birilerinin kötü, terörist, eski reflekslerle komünist, aklını başına devşirmesi gereken marjinal olduğu söylenirken, birilerinin tam da bu kötü ilan edilme haline katlanılmasının toplumsal sözleşmenin koşulu olduğu hatırlatılabilir. Memleket Biziz, kötü nesne ilan edilmeyi reddediyoruz ve bunu yaparken de fark olarak varlığımızı sahipleniyor ve koruyoruz. Faşizm, eğer bir tür birlik fantezisiyse (devlet ile yurttaşın, asker ile sivilin birliği) bu fantezinin tatminine engel olan fark olarak bizler de memleketiz, asliyiz, kökenseliz. Memleket biziz: Yani faşist fanteziyi papağan gibi tekrar etmeyerek de yerlilik ve aslilik iddiasında bulunulabilir. Böylesi bir tutum, düşünceyi ve sözü kuşatan kötü ilan edilme tehdidine inat konuşabilmeyi talep etmektir.

Toplumsal bağlamda, Melanie Klein’ın fikirleri özgürlük ve demokrasi ortamının tesisine dair birtakım fikirler verebilir. İktidarın tatminini eleştiri ve muhalefet aracılığıyla sınırlayan ötekiyle ne yapılacağına dair soru, toplumların demokratikliğinin turnusol kağıdıdır diyebiliriz. Özgürlük, faşizmin dayattığı bu “barbarları beklerken” halinden özgürleşmektir.

Freud, Savaş ve Ölüm Üzerine Düşünceler, Neden Savaş, Uygarlık ve Huzursuzlukları, Bir Yanılsamanın Geleceği gibi eserlerinde bu işin kolay olmadığını uzun uzun anlatır; zira toplumsal yapılar daha basit işleyiş mekanizmalarına dönmeye pek eğilimlidir (Totem ve Tabu’da ise ilkel diye atfedilen toplumların ötekiyle ilişkilenirken çağımıza göre çok daha üstün etik anlayışlara sahip olduğuna işaret eder). Denebilir ki, psikanaliz, bastırılandan ve bastırılanın geri dönüşünden özgürleşmek için, ister toplumsal ister bireysel seviyede olsun, ciddi bir çalışma yapmak gerektiğini ortaya koyar. Özgürleşme, emek ister, sorumluluk ister.

ÖZGÜRLÜK VE SORUMLULUK

Psikanalitik kliniğin temel unsuru olarak serbest çağrışım, özgürlük ve sorumluluk ikileminin somutlaştığı nokta olarak ilginç bir kesişim noktası olabilir. Psikanalist, hastayı serbestçe konuşmaya, aklına gelen her şeyi olabildiğince sansürlemeden anlatmaya davet eder. Hasta ne söylerse söylesin, psikanalist yalnızca anlamaya çalışacak ve yorumlayacaktır. Bir yandan, hasta söylediklerinden sorumlu değildir. Psikanaliste karşı kibar olması, uygarlığın gerektirdiği gibi davranması, yetişkince hareket etmesi gibi gündelik ilişkileri çevreleyen sorumluluklardan azadedir.

Öte yandan, bir yanıyla da hasta söylediği her şeyden sorumludur: Gündelik hayatta anlam atfedilmeyen sözler (dil sürçmeleri, mesele yani’ler, lafın gelişleri, şakalar, vs.) psikanalist için hakikatin belirdiği anlardır. Bu açıdan, psikanalisti hastanın söylediği sözlerin anlamına dair bir sorumlulukla karşı karşıya bırakır. Psikanalistin sorumluluğu psikanalitik hakikate, bilinçdışının hakikatine dairdir ve hastayı da bu sorumluluğa ortak olmaya davet eder.

Psikanalist sorumludur, psikanalize, psikanalitik teoriye, hastasına, cemiyetine ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumludur. Psikanalist, bütün bu sorumluluklar çerçevesinde bir yandan da özgürdür: Bilincin dilinden ve psikiyatriden özgürleşmeye dair bir şey barındırır psikanaliz. Psikanaliz, pratiğiyle özgürlüğe dair bütün bu kesişimleri düşünmek için fırsat verir: Özgürlük, sorumluluk ve emek ekseninde düşünmek, çalışmak ve ilişkilenmek nasıl olabilir, bütün bunlara dair bir model imkanı sunabilir.

Bütün bunlarla birlikte psikanalistin kendi başına inşa ettiği anlam pek de bir işe yaramaz: İster hasta söz konusu olsun, ister toplum, bilinçdışının hakikatine erişilmesi için bir direnç çalışması gerekir. Psikanalistin sözü duyulabilir olmalıdır ve psikanalist bu duyulabilirliğin tesis edilmesinden de sorumludur: Direnç, yani bilinçdışının hakikatini duymamaya çabalamak bir suç değildir, sadece daha fazla hakikat için başka bir araçtır.

Dirence, yani anlamamaya, yani değişmemeye hoş geldin demek, başka bir unsuru da devreye sokar: Emek. Anlamak için emek gereklidir, iki tarafın da emeği gereklidir. Semptom ıstırabı ve ıstırap aracılığıyla bir tür zorunluluğu dayatabilir; ancak emek olmadan yemek olmaz. Buradaki emek bir tür dayanışmayı da kapsar, birbirine ihtiyacı olan iki unsur, psikanalist ile hasta, ancak bir tür dayanışma içinde, kimi zaman ortaklaşan, dirençleri aşıp anlama erişebilirler. Hastanın bir yandan söylediklerinden azade, bir yandan söylediklerinden sorumlu olduğu bu ikili durumda, özgürlüğü üretime çevirebilecek şey emektir. Ölüm içgüdüsünün, farkı inkar edip düşünceyi yok etme çağrısına karşı, farkı tanımak, farkın yarattığı kaygıya katlanabilmek ve hatta onu sevip ona sığınabilmek, ancak emekle olur. Farkın inkar edildiği ve düşünceye saldırılan ortamda, Narkisos’u kendi görüntüsünde boğulmaya götüren inkara benzeyen bir narsisistik doyum ve tümgüçlü fantezi vardır. “Biz her şeyi yaparız”, “Herkes bize hayran, bizi kıskanıyor”, “Her şey yolunda”, “En güçlü ve en özel biziz” sonunda inkar edilenin işgalini dayatır.

Psikanaliz, özgürlüğün sorumlulukla ve emekle kesiştiğini gösteren bir pratiktir. Bu açıdan bakarsak, diktatör sorumlu olmayan, sorumlulukla sınanmayan kişidir. Özgürlük, bir sorumluluk çağrısıdır bu açıdan. Diktatöre sorumluluğu, zalim krala Tanrıların kadim yasasını hatırlatır. Antigone, hain de olsa ağabeyinin gömülmesi hakkını talep ederken, Kreon’a nihayetinde tanrıların yasasına karşı sorumlu olduğunu hatırlatır. Diktatör değil, özgürlük istiyoruz demek, bir sorumluluk çağrısı yapmaktır. Allah affetsin deyip hukuku bertaraf etmeye karşı, memleketin ortak bir hukuka tabi olan paydaşlar arasındaki ilişki olduğunu hatırlatmaya dair bir iddiadır.

FARKI SAVUNMAK, ÖZGÜRLÜĞÜ SAVUNMAK

Peki özgürlük bu kadar çetrefilli ve zorlu bir kavramken, ne zaman herkesin savunabileceği bir şey olur? Faşizm zamanlarında. Faşizm, toplumsal bir örgütlenmedir; ancak bir tür zihinsel durum olarak da tasvir edilebilir. Hem toplumsal hem de zihinsel seviyede faşizm durumlarının ortak noktaları vardır denebilir: Farkın inkarı, bastırılması ve hatta soykırıma uğratılması. Farkın inkar edildiği ortamda, özgürlük farklı olabilme hakkına (ve zorunluluğuna) dair bir şeyler barındırır. Özgürlük basitleşir: Herkesin savaşı desteklemesi gereken yerde, ölmek ve öldürmek istemiyorum diyebilmek özgürlüktür. Katliamın lokumu olmaz demeyi gözaltına almak, kesinlikle bir haset barındırsa da, basit bir haset meselesi değildir.

Burası, tam da Freud’u hatırlayabileceğimiz noktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın en yakıcı zamanlarında, kahramanlık diye bir şeyin olmadığını, kahramanlık olarak görünen şeyin aslında herkesin bilinçdışında var olan ölümsüzlük fantezisinin açık edilmiş hali olduğunu yazdı. Çeşitli komünist grupların dahi ülkelerini desteklediği bu savaşta, vatandaş olarak kayıtlı olduğu devletin ve onun ordusunun zalimliklere en az ortak olmasından başka bir şey umut edilemeyeceğini belirtti. Savaş sonrasında ise, askeri tıp diye bir şey olamaz; askeriyenin beklentisiyle hekimin yemini uyuşamaz diye belirtti.

Böyle özgürlük olmaz, diyecektir faşist, güvenlik sorununu bahane ederek. Özgürlük, tam da birliği bozan sözdür, birliği bozabilme hakkıdır. Bu açıdan özgürlük, birliği bozuyoruz, suç ortaklığını reddediyoruz ve tam da bunu yaparken, memleket biziz, yani sizin hayal ettiğiniz kitleler olmayarak memleketiz, biziz, diyebilmek ile ilgili bir şeydir.

SON SÖZ

Faşizm şiddeti ile taraf tutmaya zorlar. Ya kibirli bir narsisistik yanılsama, ya da güçlü bir çaresizlik hissini dayatır. İlk kısmını görmek için sosyal medyaya ve televizyona bakmak yeterli herhalde. İkincisini görmek için de siyasal çevrelere. Bazen, bütün bu zamansal sıkışmışlık içinde, evrensel temaların peşinde gitmek başka bir yol, faşizme katlanma stratejisi olabilir. Özgürlük üzerinde düşünmek, en zamansız, en zaman ötesi, en evrensel temalara sıçramak, faşizmin dayattığı zamansallığa karşı kendi zamansızlığını savunmak anlamına gelemez mi? Unutmamak lazım, bilinçdışı zamansızdır: Bilinçdışı, zamansal dizgelerden ve nedensellikten özgürdür.

16 Nisan 2018 Pazartesi

Eşitlik, Kahve ve Kediler

Baran Gürsel

"Gezi'nin, ekonomik ve kentsel yıkımdan rahatsız, yaratıcı ve nüktedan 'orta sınıf' katılımcıları, daha doğrusu genç proleterleri, şimdi nerede?" Sıklıkla sorulan önemli bir soru bu.

 "Kahve içiyor, kedi seviyorlar." Bu da akla gelen yanıtlardan biri.

 Yukarıdaki sorunun, cevap peşinde koşmayan, çaresiz ve küskün bir ifade olması ihtimalini bir kenara bırakalım ve buluştuğu o cevabın (olası birçok cevaptan sadece biri) nasıl bir anlamı olabileceği üzerine biraz düşünelim.

 Gezi sonrasında hızlanan ve farklı bir boyut alan toplumsal yıkım süreci, mekanların yıkımından, insan ve canlıların yaşamlarının çeşitli biçimlerde yıkılmasına kadar yayılan şekillerde hızla genişledi. Çevrelendiğimiz toplumsal ilişkiler, korku ve çaresizliğin puslu havasına girerken, bağlar hızla çözüldü, hiyerarşik özdeşleşmeler  ve yıkıcı rekabetçilik hayatlarımızın birçok alanına bulaştı. Yıkım, belki Gezi sonrası sürece has değildi ama Gezi hareketinin bastırılmasıyla beraber hegemonya araçları belirgin ölçüde, kademe kademe, otoriter, ayrıştırıcı ve şiddet içeriği yoğun olanlara doğru kaydı.

 Bu kaymanın yarattığı güncel ilişkisel ortamın, 'Gezi'nin bastırılması' ile birlikte düşünüldüğünde ayrı bir anlamı var. Toplumsal ilişkilerin eşitlikçi ve dayanışmacı kurulma potansiyellerinin bastırılmasının yarattığı kayıp ve hayal kırıklığının; hegemonya araçlarının, şiddet içeriğinin yoğunlaştığı ve ilişkileri işgal ettiği bir ortamda işlenebilmesi çok zor. Elbette hepimiz bu yası ayrı şekillerde yaşıyor olabiliriz ama sanki bu yas, kolektif hallerimizde belli artıklar bırakıyor. Zaman zaman 'Gezi ruhunu' anmamıza şaşırmamak lazım çünkü 'ruh' bir açıdan bakıldığında, kaybedilenin, dışarıda bırakılanın huzursuzluğudur, ifade biçimidir. Bir yere ait olamayanın, sürekli huzur bulmak için geri dönmesi ama bir türlü huzura kavuşamamasıdır.

 Henüz bu ruhun, hatırı sayılır derecede, kolektif bir sekilde özümsenerek ilişkilerimizde maddileşmesine tanık olmadık. Belki buna sadece, yeni ve benzer bir süreçte  buna tanık olunabilir, bilmiyorum. Yine de şöyle düşünülebilir. Her halükarda böyle büyük ve kestirilemez bir hareket, onun kadar büyük gözükmeyen başka eylem ve ilişkilerin sonucu olacaktır. Bu nedenle bizim -Gezi öncesi için de geçerli olduğu gibi şimdi de- bu tür hareketlere giden süreçlerin harcına neler katacağımızı düşünmemiz anlamsız değil, aksine yaşamsal önemdedir. Bu bağlamda biz bu harca, işlenememiş ve gizli kayıplardansa, bunların işlenmesi ve dönüştürülmesi ile oluşturulmuş canlandırıcı hayaller katabilmeliyiz. Aslında zaten farkında olmadığımız şekillerde de bazen bunu yapıyoruz. Şunu unutmamak lazım ki toplumsal ilişkilerde yeni temas ve ortaklık noktaları oluşturabilme becerisi ile yas tutarak özümseme becerisi arasında ciddi bir geçişlilik var.*  

 Peki bu bağlamda kahve ve kedileri bu tutulamamış yasın kalıntıları, başka bir anlamda da sembolleri olarak düşünemez miyiz?

 Kahve uyarıcıdır, uyandırır, huzursuz eder. Kahve sohbeti bu uyarımı çerçeveye alır, ona yaratıcı sohbet ve paylaşıma dönüşme imkânı tanır. Kahvenin hatırı da kırk yıl sürer, anısı, saygısı, sevgisi, keyfi iz bırakır.

 Kedi merak uyandırır, cezbeder, peşinden sürükler. Kedi ile arkadaşlık, bu merakı bir çerçeveye alır, sınırların sıklıkla hissettirildiği, mesafeli yakınlaşma alanları tanımlar. Kedi tırmalar, yapılan hataları işaretler, arzu ile yasak arasında heyecanlı bir salınım yaratır.

 Gezi, tüm bu özellikleri içinde taşıyan dinamik bir alanın adıydı. Tüm bu özelliklerin, belli sınır aşımları ile keyifsiz durumlara dönüşebileceğini veya bu özelliklerden geri çekilmenin de başka bir keyifsizliğe işaret ettiğini görmek zor değil. Gezidekiler bu dinamik alanda yolunu bulmaya çalışırken siyasal iktidar, bu sınır aşımlarını ve/veya geri çekilmeleri yaratmanın yollarını aradı ve nihayetinde buldu. Sonunda 'kahve'nin uyarıcılığı rahatsızlık düzeyinde bir huzursuzluk yaratır hale geldi, tadı, unutulmak istenen acı bir tada dönüştü. 'Kediler' korkudan kaçışmaya ve ürkütücü derece saldırgan olmaya başladılar. Genç proleterlerin bir kesimine de -bu işe  karışan birçok başka unsur nedeniyle- somut kahve ve somut kediler kaldı. Ama tutulamamış bir yasın kalıntıları ve sembolleri olarak, dolduramadıkları bir boşluğun etrafında sürekli gezer ve çoğalır biçimde.

 Gezi, eşitlikçi ve adaletli özdeşleşmelerin ayyuka çıktığı, katılan katılmayan herkesi etkili bir biçimde sarsan, onlar üzerinde çeşitli izler bırakan bir 'kesit'ti. Bu sarsıntının izlerinin hala var olmadığı düşünmek bana göre, olayın gücüne ve mantığına aykırı. Sürekli bu izlerle meşgul olmamıza gerek yok tabii ama bu metnin başında yer alan soru gibi, yeterli cevabı henüz veremediğimiz önemli sorularla, bazı 'basit' göstergelerin ilişkisini kurmak pek faydasız bir iş olmayabilir.

 Bu iş, gerçekçi bir umudu, toplumsal ilişkilerin gerçekliğinin içerisinden ve belki 'yer değiştirmiş', belki de 'bozulmuş' biçimlerin içerisinden çıkarmanın yollarından biri olabilir. Tabii ki bizim yapacağımız bu biçimlerin yadsınması veya değersizleştirilmesi olamaz ya da dışsal bir konumdan konuşuyor gibi yapamayız. Yapabileceğimiz -ve zaten belli şekillerde yapmaya çalıştığımız- şey, bazı görünümlerin ortaya çıktığı alanlarda bulunmak ve bunların yorum/işleme sürecine katkı sunmak olabilir. Bu süreç aynı zamanda, genç proleterlerin bu kesiminin sınıf olma ve otoriter ilişkilerin negatifi olma sürecidir.

*Bu konu Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları Toplantıları'nın Mart 2017 oturumunda Begüm Özden Fırat tarafından esinleyici bir biçimde ele alınmıştır.