23 Ağustos 2016 Salı

Kısa Bir Tanıtım

 Eleştirel Sosyalist Düşünce Blogu (elestirelsosyalistdusunce@blogspot.com.tr) nisan ayında açılmış bir sayfadır. Sayfa; dogmatik, yapısalcı ve post-Marksist yaklaşımlara mesafe alan ve işçi sınıfının, solun ve dünyanın çeşitli gündemlerine dair sosyalist, eleştirel ve sistematik tartışmalar yürütmeyi, sorular sormayı hedefleyen/önemseyen yazılar içermek üzere kurulmuştur. Bu tip yaklaşımları buluşturan ve henüz sosyalist hareket içerisinde geniş bir yere sahip olmayan, hâlihazırda mevcut alanları da genişletmeyi arzulayan bir girişimdir. Bu bağlamda, nisan ayında yazılmış iki giriş yazısını kendine yakın hisseden kişilerin yazılarına, eleştiri ve önerilerine açıktır. Sayfanın, kurumsal aidiyetleri veya ait olmayışları ile ilgili olası yazarlardan bir beklentisi yoktur; sayfa kendi içinde polemiklere de açıktır. Olası yazarlardan giriş yazıları bağlamında, başlangıç noktaları ve yöntemsel bir çerçevede buluşma beklenmektedir. 

 İrtibata geçmek isteyenler için iletişim adresi şu şekildedir: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com

 Sayfaya bugüne kadar koyulmuş yazılar şöyledir:

* Sayfaya Dair: Yola Çıkış Noktası (Nisan)
*
Giriş Niyetine Bazı Düşünceler (Nisan)
*
1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevi Üzerine (Mayıs)
*
Türkiye’de Gerilim Deneyimi, Gerileme ve Bazı Potansiyeller (Mayıs)
*
Kiralık İşçilik, Sınıfın Kayıpları ve Yaratıcılığın Örgütlenmesi (Haziran)
*
“Darbe Girişimi” Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair (Temmuz)
*
“Sokağa  Çıkanlar”ın Sınıfsal ve Kültürel Öfkesi Üzerine (Temmuz)
*
Darbe Girişimi Sonrasında Söz ve Politika Üretimi: Sıkışma ve İmkânlar (Ağustos)

11 Ağustos 2016 Perşembe

Darbe Girişimi Sonrasında Söz ve Politika Üretimi: Sıkışma ve İmkânlar

 Siyasal iktidara sahip öznenin ve devletin kurumlarının bir kriz içerisinde olduğu, ciddi gerilimler taşıyan ve yenilerini doğurması muhtemel yeniden yapılandırmaların planlandığı bu süreçte sosyalist hareketin kendine, durumun özgünlüğü üzerine kurulu bir alan açmak yerine bir “sıkışma” yaşadığını düşünüyorum. Bana göre yaşanan sıkışma söz ve politika üretiminde savunmacı/korumacı bir hareket tarzının varlığına işaret ediyor. Buna karşın, hem durumun özgünlüğünü okuyabilecek hem de onu tarihselleştirebilecek bir hareket tarzının yeni sorular ve politika imkânları yaratabileceğine inanıyorum.

 Görebildiğim kadarıyla ve biraz genelleştirirsem sosyalist hareket darbe girişimi sonrası süreçte -sivil dikta rejimine karşı olma vurgusunu koruduğunda bile- demokrasi paradigmasına sıkıştı. Gerek doğrudan “darbe karşısında demokrasi”, gerek “gerçek demokrasinin bizimle geleceği” söylemleri, gerekse merkeze demokrasi cephesinde buluşmayı alan yaklaşımların ortak olarak böyle bir paradigma içerisinde kaldığını düşünüyorum.

 Bu, söz konusu yaklaşımlar arasında, benim de ona göre konum alabileceğim ayrımlar yapmadığım, bu vurguları yapmanın her zaman bir sıkışma yaşandığı anlamına geleceği veya demokratik kurum ve haklar için ortak mücadele etmenin gereksiz olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. Ayrımların varlığına ve ayrımlar üzerinden “daha doğru” teorik /politik duruşlar geliştirilebileceğine inanmakla birlikte, bu yaklaşımları ortak olarak kesen ve ayrımların önemini geri planda bırakan bir ortak eğilim olduğunu düşünüyorum. İstisnaları olmakla birlikte -ki tabii ki istisnalar kaideyi bozacak- acil politik ajitasyon yönteminin hâkim bir biçimde kullanıldığı ve soyut ilkesel ideallerin egemen olduğu sözler, hem kendisine hem de ötekilere temas ettiği noktalarda demokrasi paradigmasının aşılmasını değil, kendi içinde bir sıkışmayı yaratıyor.

 Sıkışmaya paralel olarak, analizi derinleştirmek için yapılan, meseleyi tarihselleştirmek ve sosyolojikleştirmek değil; çoğunlukla güç odaklarının birbiriyle ilişkisinin incelenmesi ve (ileriye ve geriye yönelik, doğru ya da yanlış) senaryo üretimi oluyor. Politika yapmak, ilke beyan etme ile bunun ayna yansıması olan “yine aynı şeyi söylüyoruz” (“zaten söylemiştik” ve “tek yol mücadele” türünden ifadeler buraya dâhil) noktalarına indirilmiş bir biçimde içine kapanıyor. Bana göre ne demokrasi tartışması, ne güç odaklarının mücadelesinin analizi, ne de ilke beyanları kendi başına faydasız veya gereksiz. Bununla birlikte analiz, söylem ve politika üretirken bu noktalara sistematik bir şekilde geri dönülmesi belli bir hareket tarzına ediyor. Bu -elbette ki dışsal baskı ve şiddet ile doğrudan alakalı olan ve yeni darbelerle “sağlamlaşan”- “ideal olan”lara atıfla düşünme temeline oturan, kendini kendi içinde düzenleme ve korumaya yönelik, içe doğru bir hareket tarzı.

 Metinde bu tarza dair bazı eleştiriler sunacağım. “Dışarıdaki” baskı ve şiddet, bunların etkisi kesinlikle yadsınamaz. Ama en azından bu metinde eleştirilerim, dolaşımdaki metinlerin belli alanları hâlihazırda dolduruyor olması, “içeri”nin kendini devrimci bir şekilde düzenlemesinin önemine olan inanç ve iktidar sahibinin hiçbir zaman asıl güç sahibi olmadığı gerçeğinden yola çıkarak yazarını da kapsayan bir şekilde “içeri”ye yönelmektedir.

Sıkışmaya Yönelik Hareket

 Sosyalist hareketin sıkışmasını anlatan hareket tarzını şöyle düşünebiliriz: Söz konusu özne gerek entegrasyon ve ilişkisellik konusundaki eksiklikleri nedeniyle, gerek bu eksikliklerle yeni bir “darbe” ile karşılaşması dolayısıyla, bir çekirdeğin/özün etrafında dönen ve onun etrafını ören bir hareket etme biçimini takip eder. Burada bir koru(n)ma arzusu vardır ve arzunun nesnesi bu çekirdektir, özdür. Başka bir açıdan, bu çekirdek bir çekim gücü taşır ve aksi yönde eğilimlerin gücü belli nedenlerle azaldığında çekim gücü baskın gelir. Burada yaşanan sadece tanımı gereği değil, aynı zamanda -bilinçli olarak niyetlenmese de- amacı gereği de bir sıkış(tır)madır. Bir anlamda, sıkı bir şekilde tutma ve tutunmadır. Elimizdeki örnekte, “saldırı altındaki demokrasi” formülünden yola çıkarak demokrasiye sıkı bir şekilde tutunulmaktadır. Burada bastırılan hareket ise açılma, türeme ve çoğullaşmadır. Eski, varsayılan gücü koruma arzusu yeni imkânları silikleştirir. Yeni yolların ihtimali de bir dengesizlik, belirsizlik unsuru olarak algılanır. Eski stratejiler ile yeni stratejileri birbirinden ayırt etmek zorlaşır.

 İlkelerin ve belli konumların yıkıcı olaylarla karşılaşılınca korunması bir noktada, öznenin varlığının korunması açısından anlamlı olabilir. Bununla birlikte; birincisi, yıkıcı olaylara verilen tepkilerin birbiriyle benzeşmesi; ikincisi, olaylar gücünü yitirdiğinde de varlığı koruma tepkilerinin sürdürülmesi, kronik bir hareket tarzının benimsendiği anlamına geliyor olabilir. En azından farklı tepkilerin tahayyül edilemeyişi kronikleşmiş gibi gözükmektedir.

 Bir olayın yıkıcılığını, sürekli bir “savaş”ta olup olmadığımızı belirlemek, güvenlikçi ideolojilerin kaynak aldığı nesnel durumları nasıl kavrayacağımızı düşünmek kolay olmayabilir. Dahası farklı bir anlayış geliştirmesini istediğimiz öznelerin doğrudan bir saldırı altında olduğu gerçeğini asla yok sayamayız. Yine de yıkıcı olayların varlığı, onlara verilen tepkilerin doğrudan benzeşmesini, bir tepkinin zorunlu olarak tekrarlanmasını gerektirmez. Verilen tepkilerin ve geliştirilen alışkanlıkların da acilci ve korumacı olmasını da. Verilen tepkilerin bu şekilde gelişmesi -egemen ideolojilerin ve türlü tarihsel olayın etkisiyle- sosyalist hareketin “hazırlıksız” ve “güçsüz” bir bünye haline gelmiş olmasının sonucu olabilir. Alternatif hareket tarzları geliştirmenin zor veya kolay olduğuna dair bir şey demiyorum ama olay ile tepki arasında bir zorunluluk ilişkisi olmaması dikkatimizi bazı olasılıklara çeker. Burada da bu olasılıklardan bahsediyorum.

 Alternatif bir hareket tarzı da bazı (tarihsel) çekirdeklerin, “öz”lerin taşıyıcısı, türeticisi ve üreticisidir ama hareket, bu “öz”den yeni imkânlara ve çelişmelere doğru açılarak devam eder. Belli bir zihinsel hazırlığın ve fikirsel örgütlenmenin sonucunun, belli kavramları kullanmakla birlikte onlara tutunmak olmadığını düşünebiliriz. Özgün bir olay, bir “saldırı”, meydana geldiğinde buna verilen cevaplarda bazı kavramlara tutunmak ya da onlara tutturulmuş bir paradigmanın içinde kalmak yerine, kavramların tarihselliğini barındıran ve yeni sorulara açılan bir hareket tarzı, korunmacı bir eğilimin karşıtıdır. Ve kurucu bir harekettir. İlk bakışta görünenin aksine, (kolektif olarak sosyalist biçimde) örgütlü bir zihnin ürününün, bu yönde olması ihtimali, “ideal olan”ı koruma noktasında kalmasından daha olasıdır.[1]

 Bu, ideal yoksunluğu, ilkesizlik veya dağılma demek değildir. İki hareket tarzında da “öz”e, çekirdeğe bağlılık vardır. Ama birincisinde çekirdekle kurulan ilişki “bağımlılığa”, diğerinde ise kavramsal olarak indirgenemez bir “(t)üre(t)meye” benzetilebilir ve kendisini yadsıyabilmeyi de içerir. Birincisini tut(un)maya benzettiysek, ikincisini kavramaya benzetebiliriz. Böylece alternatif hareket tarzının hem bütünsellik vurgusunu hem de anlam çerçevesine oturtma anlamını gündeme almış oluruz. Tarihsel “öz”ler (diyelim ilkeler, diyelim demokrasi) yayılmanın, genişlemenin ve yenilenmenin başlangıç noktası olarak kullanılırken aslında çerçevelere dönüşür, böylece tarihselleşirler. Esasında onları evrensel, kalıcı ve gerçek yapan tarih üstü soyutlamalar değil, onların çerçeve olarak pratiğe girişidir. Bu, ilkeler için aynı zamanda bir sözelleşme, yani söze, politikaya, eyleme dönüşme sürecidir. 

İlke ve Söz Üretimi

 Demokrasi paradigması içerisinde -bazen gizli de olsa- demokrasi savunusu, koruması ve idealleştirmesine sıkışmış bir sosyalist politika, toplumdaki egemen söylemle paralel olarak, ideal bir öze gönderme yapar. Bu teze itiraz olarak, öne sürdüğüm tezin egemen söylemin rüzgârıyla gelişen bir algı olduğu ve aslında hâkim sol söylemin demokrasi vurgusunun burjuva varsayımlar üzerine temellenmiyor  olduğu söylenebilir. Ben buna şüpheyle yaklaşıyor olsam ve Türkiye’nin hâkim sol geleneklerinde de ilerlemeci bir “demokrasi aşaması” kavrayışının önemli bir yeri olduğunu düşünsem de; böyle olsa bile demokrasi vurgusu -uzun metinler içinde bile- soyut politik bir slogan düzeyinde kalıyor ve ilgili metinlerde kavramın tarihselleştirilmesinden sistematik olarak kaçınılıyor. Metin yazarlarının niyeti bu olmayabilir ama bu kadar ihtiyaç duyulan bir durumda -esas vurgunun demokrasi olduğu bu durumda- tarihselleştirmeden kaçınan tarz, aslında korumacı bir tarzdır ve onun egemen söylemin gücünden kurtulması beklenemez. Hatta onunla o denli bir uyum içinde, ilgili olguyu (demokrasiyi) toplumsal gerçekliğin ve politikanın dışına atabilir.

 Temel iddiam şu ki, ilke beyanına dayanan ve açık ya da örtük bir şekilde demokrasi idealleştirmesi içeren hareket tarzı, liberal demokrasi dışındaki demokrasi anlayışlarını doğrudan görünmez hale getiriyor, kavramı tekleştiriyor ve hatta insanlığa faydalı olabileceği kadar olma fırsatını liberal demokrasiye bile vermiyor. Bu sistematik söylem içerisinde “demokrasi” her fırsatta korunması gereken bir öze dönüşüyor ve söz ve politika da onun etrafında dönüp durmaya başlıyor. Bu dönüp durma, materyalist, “halk”a temas edecek, “halk”ın çelişkilerini kapsayacak, “halk”ın sözüne ve dönüştürme gücüne tercüman olacak bir politikayı/eylemi de imkân dışına fırlatır.

 Aksi yönde alternatif bir hareket, liberal demokrasinin kazanımlarının aslında hiç de iddia edildiği gibi “liberal” öznelerin kazandırdığı şeyler olmadığını, yabancılaşmış bir iktidara dayanmayan ve yaşam üzerinde gerçekten söz sahibi olmak anlamına gelen demokrasiyi konu edebilir. Ve aynı zamanda liberal demokrasinin gerçekten ne şekilde “zorlanabileceğini” de. Çünkü birinci hareket tarzı daha kısa ve “öz” ifadelerle acil politik ajitasyonları hedefler ve aksi yönde hareket etmenin dağıtıcı olduğunu varsayarken; alternatif hareket tarzı, varsayılan bir özü korumaktansa onu yeni olasılıklara açma, insanlarla tanıştırma, insanlara taşıma ve tarihselleştirme dinamiği ile şekillenirdi.[2]

 Korumacı hareket tarzını aynı zamanda “ilke” ve “söz/politika” arasında eşitleyici bir ilişki kurulması olarak da düşünebiliriz. Bana kalırsa bir ideal ilkenin her zaman ve her yerde aynı şekilde ifade edilmesi ve her yere aynı şekilde taşınması bir üretim faaliyetinin zıddına denk düşer, dolayısıyla burada bir “söz üretimi”nden söz etmek zorlaşır. Belli sabitliklerin yeniden ve yeniden üretilmesi olsa olsa “kapitalist meta üretimi” ile benzeşir. Sosyalist üretimin hem toplumsal ihtiyaçlara yönelik olma hem de arzunun/yaşamın olasılıklı oluşuna denk düşme özelliklerine sahip olduğu düşünülürse, sosyalist bir söz üretiminin de bu özellikleri kapsaması gerektiği söylenebilir. Doğası gereği birçok çelişkiyi içinde barındıran böyle bir üretimin çelişkisiz teklikler yanılsamasını sürdürmesi beklenemez. Ama burada çelişkilerin kapsanmasını içermeye yönelen bir bütünsellik ve tutarlılıktan vazgeçildiği de iddia edilmez. Aksine, ideal kavramları egemen kılan politik ajitasyonun ideal, yani gerçeklik dışı netliğine karşı; dokunduğu, birey ile toplumun, araç ile amacın, eylem ile sözün, pratik ile teorinin buluşturulmasına yönelik bir bütünselleştirme, tutarlılaştırma çabasıdır söz konusu olan.[3]

Liberal Demokrasinin ya da İdeal Geleceğin Ötesi/Berisi

 Alternatif bir hareket tarzıyla kavramları tarihselleştirme ve böylece yeni sorular ve olasılıklara açılmanın, sosyalist hareketin toplumsallaşması ile de bir ilişkisinin olacağını düşünüyorum. 1980 darbesi ve neoliberal politikalarla kendini koruma, içe dönme, kimlikleşme, ilke siyasetine dönüşme eğilimleri güçlenen, darbeye kadarki belirleyici özellikleri tırpanlanan sosyalist hareketin[4] yeni bir darbeler döneminde kendini yeni sorulara açması “ne darbe ne dikta” söylemine gerçek ve onu aşan olumlu içeriğini verecek, devrimci düşünme ve politika imkânlarını arttırabilir.

 Bu metinde kavramları tarihselleştirme vurgusu vesilesiyle öne çıkardığım ve sosyalist hareketin toplumsallaşması için önerdiğim birincil şey “liberal demokrasinin kullanılması” olmamakla ve sosyalizmin özgünlüğünü tanıyor olmakla birlikte, “liberal demokrasinin demokrasisi” üzerine düşünmenin liberal entelektüellere bırakılamayacak, önemli bir iş olduğunu düşünüyorum. Alternatif bir hareket tarzı liberal demokrasiyi sadece eleştirmenin önünü açmaz, aynı zamanda onu da tarihselleştirdiği için onu “kullanmanın” da önünü açar. Bir anlamda güncel olanı sosyalist politika alanına girmeye zorlar. Bir yandan sosyalist bir dünyanın kurulmasını hedeflerken, diğer yandan da sosyalist demokrasinin güncel kanallarını aramak ve açmak için böyle bir mantığa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. 

 Ne kastettiğimi açayım. (1) Liberal demokrasi gerçek bir halk egemenliği anlamına gelmez ve kapitalizm ekonomik ile siyasi arasında ayrışma yarattığı için biçimsel bir demokrasi olarak kalması da zorunludur. (2) Bununla birlikte başka bir tarihsel gerçeklik de şudur ki, kapitalist toplumlardaki demokratik kazanımların büyük çoğunluğu sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelelerin ürünüdür. Liberal demokrasiye dair birinci önerme bize böyle bir demokrasinin gerçek bir demokrasi olmayacağını, ikincisi ise sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelelerin demokratik kazanımlar yaratabileceğini  ve bunun öznelerinin kim olduğunu söyler. Bana göre birincisinden yola çıkarak, ikincisini doğrudan yadsımak, gerçeğin eksik bir ele alınışıdır ve genel olarak bir sosyalist kimlik (ideal ilke) savunusuyla güdülenir. Bu metinde ele aldığımız, çelişkilere ve belirsizliklere tahammül edemeyen bir tarz böyle bir yaklaşım barındırabilir. Öte yandan ikinci önermeden yola çıkıp birincisi yadsımak ise yine gerçekliğin kısmi bir ele alınışıdır ve bu yaklaşım ne kapitalizmin ne sosyalizmin özgünlüğünü tanır, ne de kapitalizmin yok oluşuna yönelik gerçekçi bir stratejiye sahip olur. Aslında bu da tarihsiz bir teori olması ve tarih dışı demokrasi tasavvuru nedeniyle, ideal olana tutunan bir yaklaşımdır.

 Eğer bunlardan yola çıkarak Türkiye’deki sosyalist öznelerin demokratik mücadeleyle ilişki kurmadığını söylersem, ampirik olarak da ikna edici bir tez öne sürmüş olmam.  Sosyalist hareket gözle görünür biçimde haklar mücadelesinin çeşitli alanlarında, “demokratik kitle örgütlerinde” yer almaktadır. Kuşkusuz bu anlamlıdır. Bununla birlikte, tezim o ki, özneler genellikle yukarıda değindiğim iki yadsıyıcı konumdan birinde yer alırlar. Birinci önermeye sahip çıkıp ikincisini yadsıyanlar, aslında demokratik kazanımlara inanmaz değildirler ama araç ile amaç, teori ile pratik, şimdi ile gelecek/devrim, vb. gibi bölme işlemleri yaparlar. Pratik ve güncel olan bu bağlamda teoriden ve sosyalizmden ayrışır.[5] Diğer yandan ikinci önermeye sahip çıkıp birincisini yadsıyanlar, aslında sosyalizmi arzulamaz olmayabilirler ama kapitalist olmayan piyasa ile kapitalist piyasa, ekonomik sömürü ile diğer baskı biçimleri, liberal demokrasi ile sosyalist demokrasi, vb. gibi konularda gereken ayrıştırmayı yapmazlar. Böylece tarih kendi içerisinde ileri doğru bir süreklilik olarak anlaşılır, kapitalizmin kendine has özellikleri görünmez olur.

 Bu iki konumun ortak özelliğinin sosyalist bir düşünme biçimiyle, sosyalist güncelliği aynı anda kavrama (bunların çelişmesi ayrı bir konu) noktasında durmamalarıdır. Ve aynı zamanda benim görüşüm o ki, bu kısmi tutunma demokrasi paradigması içerisinde kalmanın sebeplerindendir. Görünen de odur ki, demokrasi paradigması içine böyle bir sıkışma liberal demokrasi içinde yaşamaya, devletin yeniden yapılandırılmasına, öznelerin sosyolojikleştirilmesine dair yaratıcı sorular üretemeye de engel olmaktadır. Metinde ele aldığım alternatif bir hareket tarzı “güncel sorunlara sosyalist çözümler” veya “politik sorulara ideal yanıtlar” üretemez belki ama düşüncelerin ve kişilerin birbiriyle karşılaşma imkânlarını artırabilir, tutarlılığımızı arttırabilir, hoşa gitmeyen sorularla biraz baş başa kalmamızın önünü açabilir. Bu karşılaşma, baş başa kalma ve çelişkili gerçeklikle yüzleşme, sosyalist politika üretiminin ön koşulu olabilir.

Bazı Sorular

 Metni tamamlarken, çeşitli yerlerde de konuşulan ama özel olarak sosyalist hareketin, sosyalistlerin üzerine düşünmesini önemli bulduğum bazı zor soruları sıralamak isterim:

 - Kapitalist bir devlete dair sosyalist bir perspektifle öneriler yapılabilir mi? Devlet yeniden yapılandırılırken sosyalist bir perspektifle, kamu gücünün kullanımına, devlet içindeki işbölümüne, “savunma ve güvenlik” aygıtlarının işleyişine dair sosyalistler öneri getirebilir mi, nasıl öneriler getirebilir? Öneriler hangi alanlara dair yapılabilir? Eğer alanlar kısıtlıysa bu kısıtlılığı belirleyen, öneriler herhangi bir açıdan kısıtlıysa bu kısıtlılığı belirleyen ve kapitalist devlete ait olan özellikler nelerdir? Yapılan öneriler hangi noktada “kapitalist” hangi noktada “sosyalist” özellik kazanır, bunu belirleyen nedir?

-Darbe girişimi sürecindeki “taraf”lardan “halk çocukları” nasıl sosyolojik ve psikolojik süreçlerle bazı fikirlere, liderlere, gruplara örgütlenirler? Bu kişiler ne tür ideallere yatırım yaparlar, nasıl bir arzu dinamiğine sahiptirler? Sosyalistler açısından, halkın bir “taraf”ı kimlikleştirme derecesi, dolayısıyla onunla temas kurma olanakları ve kişilerin alternatif düşünceler doğrultusunda dönüşme ihtimalleri neye göre, nasıl belirlenir? Sosyalist bir toplumun, kişilerin idealleri ve arzuları ile kurduğu ilişki, onları gruplaştırma biçimi nedir?
 
 Baran

--------------------------------------------------------------------------------


[1] Örgütlenmenin tarzları ayrıca tartışılmalıdır, çünkü farklı zihinsel/politik örgütlenme biçimleri vardır.

[2] Belki de tanı(ş/t/ştır)ma eyleminin kendisinin içerdiği mücadele, böyle zalim zamanlarda bir savaş olarak algılanıyordur ve bu nedenle korunmaya yönelik eğilimlerimizi besliyordur. Bu tabii önemli başka bir tartışma.

[3] Tabii ki ilkelerin ve ideal durumların ifade edilmemesi gerektiğinden söz etmiyorum burada. Her şeyin bir bildiriye yazılabileceğini veya bazı durumlarda hızlı bir iletişim tarzının kullanılmasının gerekmeyeceğini de iddia etmiyorum. Daha çok, durumu, sosyalist bir öznenin ya da öznelerin söz ve politikasının bütününde ilke beyanının ve ideal olana referansların tuttuğu yer, bunların soru sorma ve dinlemenin önüne ne kadar geçtiği üzerinden değerlendirebiliriz. Ve tabii bunun, tartışma yerine kimlik savunusunun geçmesi gibi yansımaları üzerinden de.

[4] Tekrarlamalıyım. Bahsettiğim türden yaklaşımların hiç var olmadığını elbette söylemiyorum. Var olanların da desteklenmesini önemli buluyorum. Burada, hâkim olduğunu düşündüğüm yaklaşımların özelliklerinden söz ediyorum.

[5] Aşamalı bir sürekliliğe dayanan devrim modelleri ile böyle ayrıştırıcı bir bakış açısının aynı öznede nasıl aynı anda var olabildiğine dair bir tartışma ilginç olabilir.