26 Aralık 2017 Salı

Devrim Yapmak "İşi"

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
 Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/12/26/devrim-yapmak-isi-ozturk-sazende/ )

Devrim yapmak “işi” / Öztürk Sazende
 
“Devrimcinin işi devrim yapmak” demiş, Che Guevera. Deniz Gezmiş’in çok sevdiği bir motto. Son dönemde parkasıyla adından çokça söz ediliyor. Bir kahramanın sözlerinin alıp kullanmak güzel, peki sahiden nedir, devrim yapmanın kendisi?

Türkiye halkları çokça zorlu dönemlerden geçmiştir. 12 Eylül, onu yaşamayan genç kuşakların, bizim kuşağımızın çok anlayabileceği bir şey değil. Ama biliyoruz ki biz de kendi 12 eylülümüzü mevcut OHAL karanlığında yaşıyoruz. Özellikle son KHK’nın toplumsal psikolojide yarattığı çatlağı göz önüne alarak bu meseleyi etraflıca düşünmek elzem. Toplumda iktidarı mümkün kılan en temel şey korku, bunu biliyoruz.  Sürekli korku salınıyor, yayılıyor. Zor zamanlar, dar zamanlar.

Peki böyle zamanlarda, işi devrim yapmak olan devrimcilerin “devrim yapmak” işini nasıl tarif etmesi gerekir? Önce şunu net ortaya koyalım. İşi devrim yapmak olan devrimcinin devrim işini tarif etmesi gerekir. Tamam romantik olalım, devrim anının, işte mesela Gezi’nin ilk günleri gibi büyük kitle ayaklanmaları, muazzam bir dayanışma, başka bir toplumun nüveleri filan olduğunu düşünelim. Bu bize iyi gelecektir, çünkü o anlar, zihnimizde, korkunun yırtılıp atıldığı, güzel şeylerin mümkün olduğu düşüncesini hareketlendirir.

Ama yine de, pek bir cevap yok. Ben aslında asıl cevapsız olan şeyin başka bir şey olduğunu iddia etmek isterim. Devrimciler de, toplum da, esas olarak bu karanlık karşısında “ne yapacağını” bilmemektedir. Bundan dolayı da, sürekli kayıplar vermekteyiz, çuvallamaktayız. Ya hayatlarımıza tutunmaya çalışmakta, devam etmeye çalışmaktayız, ya “romantik” nutuklar atmakta, tespitler yapmaktayız, ya da korku ve umutsuzlukla bir köşeye çekilmekteyiz. Hepsi çok normal, bunları doğal ve sıradan kabul etmeliyiz. Ancak o zaman bunlarla yüzleşebiliriz.

Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ben bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? Bilen varsa, lütfen anlatsın. Çünkü, devrimcinin işi devrim yapmaktır, ama bu bir jenerik, bir motto. Koşullara göre, devrim yapma işinin içeriği değişebilir. Bugün milyonlarca insan ne yapacağını bilmiyorsa, savunmasızsa, korkuyorsa… Kendini savunacağı araçları yoksa, kendi hayatını, haklarını, özgürlüklerini, emeğini, onurunu savunacağı araçları yoksa… Eh, devrimcilerin işi o zaman ne olurdu? Devrim meselesi o zaman nasıl ifade edilirdi? Bence işte o zaman, bizim mottomuz şöyle değişebilirdi: devrimcilerin işi devrimin nasıl yapılacağını insanlara anlatmaktır.

Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Karanlığı yırtıp atmak zorundayız, başka bir yaşam yok. Yahut, hayat bu karanlıkta değil, “hayat başka yerde”. Dolayısıyla, bu karanlığın nasıl yırtılıp atılacağını keşfetmek zorundayız. Nasıl örgütlenilmesi gerektiğini, ezber cevaplar içinden, mottolar içinden değil, gerçekçi deneyimler içinden, mütevazi çabalar içinden, dayanışma ile örmek zorundayız. Devrimcinin işin bugün insanlara, devrimin nasıl yapılacağına dair kendi deneyimi üzerinden biriktirdiği araçları sunması, anlatması olabilir. Gerçek deneyimlerden, hayatı basit yerlerden dönüştürerek örgütlemek olabilir. Sabırla, inatla, dakika dakika başka bir hayatı örgütleme, insanları bu hayata örgütleme, hak ve özgürlük talepleri üretme olabilir. Bunun araçlarını yaratmak olabilir. Bilmeyenlere ulaşmak, küçük görülen kitlelerle bağ kurmak, sabırla dinlemek, öğrenmek ve öğretmek olabilir.

Gerisi, şu an için, laf-ı güzaf.

Özyönetim ve Meclis Tipi Örgütlenme

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
 Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/12/23/ozyonetim-ve-meclis-tipi-orgutlenme-umut-kocagoz/ )

Özyönetim ve meclis tipi örgütlenme / Umut Kocagöz
 
“100” başlığı ile açmaya çalıştığımız tartışmaya devam ediyoruz. Bu rafine yazı, ve bir dizi başka rafine yazılar, meseleyi özyönetim, özörgütlenme ve meclis tipi örgütlenme meselesine bakmaya davet etmekte. 

***

Özyönetimcilik bir siyasi akımdır. Bu akımın temelinde, üretenlerin kendi kendilerini yönetmesi prensibi ön plandadır. Esas olan, üretenlerin yönetmesidir. Peki, üretenler nasıl olur da yönetir? Üretenlerin yönetmesi meselesi bir “örgütlenme sorunsalı” olarak değerlendirilebilir. Zira, üretenlerin ister doğrudan isterse de dolaylı olsun, yönetim meselesini icra etmesi için bir takım örgütsel araçlara ihtiyacı vardır. Bu örgütsel araçlar, yaşamın farklı aşamalarını kapsayabilir: çalışılan iş yeri, yaşanılan mahalle, genel olarak işin mevcut olduğu sektör, meslek gibi.

Yani, en somut duruma odaklanarak söyleyecek olursak, bir fabrika işçisinin kendi kendisini yönettiği özyönetimsel araç, fabrika temelli bir iş yeri meclisi, bir mahalle komitesi, bir lojistik kooperatifi, sektörel bazlı bir sendika, bir meslek birliği vb. gibi çeşitlendirilebilir. Dolayısıyla, bir işçinin hayatını kapsayan örgütsel araçların çeşitlilik gösterdiği söylenebilir. Özyönetimsel araç yalnızca işyeri temelli olmadığı gibi sadece belirli bir toplumsal kesime -örneğin fabrika işçilerine- özgü de değildir. Toplumun bütün kesimlerinde, bütün toplumsal bütünde özyönetimsel araçlar düşünülebilir. Üniversiteler, mahalleler, plazalar, fabrikalar, köyler, çiftlikler, tek tek birer özyönetim alanı olarak kurgulanabilir, kurulabilir, değerlendirilebilir.

Peki, bir özyönetim aracı nasıl örgütlenir? Bir özyönetim aracını özyönetim aracı yapan şey nedir? Sadece yönetsel bir şeyleri mi kapsamaktadır, bir takım talepler mi önermektedir? Belirli bir düzenliliği mi vardır? Bir takım ideolojik prensipleri mi içermektedir?

Bir örnekle tartışmayı somutlayalım… Siz bir grup fabrika işçisi olarak büyük bir fabrikada “meclis” adında bir özyönetimsel araç kurduğunuzu açıklayabilirsiniz. Ve bu, elbette, işçilerin özörgütlenmesi, özgüçlenmesi, özyönetimsel aracının nüvesi olarak kendisini gösterir. Ancak, temel gerilim, kurulan “işçi meclisi” ile bu meclisin kurulduğu iş yerinin kapsam alanı meselesidir. Yani, örneğin, bir fabrika 500 işçiden oluşur. Sizin kurduğunuz 50 kişilik işçi meclisi, esas itibariyle bir özörgütlenme girişimi, bir işçi meclisinin nüvesidir. İşçi meclisinin kendisi değildir. Ama siz, özyönetimci perspektife göre, doğru bir çalışmanın izleğini sürmektesinizdir. Çünkü, işte mevzubahis fabrikada, özyönetimci bir özörgütlenme aracı geliştirmek için aktörlük inşa etmektesiniz. Dolayısıyla, adına ne derseniz deyin, bir tür özyönetim örneği inşa etmenin aracı olacak olan bu “meclis”, “konsey”, “komün”, “forum”, “sovyet”, bir özörgütlenme olarak, işyerinin kapsam alanı içerisinde çalışmakta, bu kapsam alanının bütününü örgütlemeye teşebbüs etmektedir.

Dolayısıyla, bir işçi meclisi, bir işçi meclisi kuracağım diyen bir grubun kurması ile mümkün değildir. Ancak, işçi meclisi kuracağım diyen bir grubun buna teşebbüs etmediğinde de bir işçi meclisi mümkün olmayabilir. Bu, hem “iradeci” hem de “kendiliğindenci” tartışmanın sonu, potansiyel ile aktüeli olanın eşanlı gerçekleşmesidir. Mesele, aktüel olan ile kapsam arasındaki gerilimdir. Önemli olan, içinde hareket ettiğiniz koşulları göz önüne alarak, temel çelişki ve çatışma dinamiklerini görerek, özyönetimci bir araç üretmek, bu aracı içerisinde bulunduğu mücadele alanının (iş yeri -fabrika, plaza vb.-, üniversite, okul, tarla, vb) bütününü örgütleyecek bir araç olarak düşünmek. Bir işyerinin “işçi meclisi”, bir üniversitedeki üniversite meclisi, kapsayıcılık itibariyle o işyerindeki işçilerin, o üniversitedeki üniversite bileşenlerinindir, sınırlı bir grubun değil. Önemli olan, işçilerin karşılaşabileceği bu tür mekanları yaratmaktır. Dolayısıyla, bu özyönetim aracını açık, kapsayıcı, müşterek olarak inşa edebilmeye teşebbüs etmektir.

***
“100” başlıklı tartışma için, bknz:
https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/

Hayatı Gerçekten Dönüştürmek

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ )
 Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/12/11/hayati-gercekten-donusturmek-ozturk-sazende/ )

hayatı gerçekten dönüştürmek / öztürk sazende
 
Devrimcilerin yanılgılarından bir tanesi önerdikleri eylemde ortaya çıkıyor. Öyle büyük ve zor eylemler öneriyorlar ki, insanların içine girmesi, takip etmesi hatta desteklemesi bile çok zor oluyor. Bunun için de hep eylemleri kendileri yapıyorlar, hep kendi yaptıkları eylemlere insanları davet ediyorlar, sonra insanlar gitmeyince de kızıyorlar. Ben bunun altında ciddi bir kibir görüyorum.

Halbuki devrimcilik başka bir iddia değil miydi? Ben devrimciliğe dair iddiada şöyle bir yan görüyorum: insanları kendi yaptığı eyleme çağıran değil, insanların kendi hayatlarına sahip çıktıkları, inisiyatif aldıkları, öfkelerini anlamlı tepkilere dönüştürdükleri, kendileri gibi öfkelenen insanlarla bir araya geldikleri, hayatı anında dönüştürebildikleri mekanizmalar kurmak, bunları geliştirmek. Yani, insanların kendi eylemlerini yapmalarına destek olmak, kendi hikayelerini yazmalarına destek olmak. Bu, hem daha samimi, hem de insanların kendilerini güçlendiren bir şey. Bir “devrimciler” grubunun “halk” adına konuşmasını engelliyor. Halkın kendi adına konuşmasını ifade ediyor. Devrim biraz da böyle bir şey değil mi zaten?

O zaman tabi kafada bir başka soru işareti ortaya çıkıyor. Devrimcilik iddiası nerede, nasıl başlıyor, “halk” ile nasıl bir farkı olacak devrimcinin, gibi. Tabi öncelikle bir şeyi kabul etmek gerekir ki, tek bir devrimcilik tipi, tarzı söz konusu değildir. Farklı devrimcilikler mümkündür. Ama bazı genelleştirmeler yapılabilir. Örneğin, devrimci tabi her daim iyi bir insandır, gündelik hayat içinde duruşuyla, hayata dokunuşuyla fark yaratır. Bunu herhalde en iyi Kazım Koyuncu özetlemiştir: “Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur.” Bu fark yaratma meselesini önemsemek gerekir. Çünkü, zira, fazlasıyla çürümüş bir toplumda, hayat her gün insanların birbirlerine yaptığı kötülüklerle kurulurken, her gün en ufak bir adaletsizlik başka insanların hayatlarında büyük etkiler yaratırken, her gün daha fazla yalnız kalırken ve atomize olurken, “başka türlü” ilişkiler geliştirmek, icat etmek, yaymak bir zorunluluk. Yani yaşam içindeki küçük donkişotlar misali, gündelik hayatın faşizmine direnmek, doğru bildiğini yapıp etmek, hayatın içinde iyiliği kurmak ve yaymak, yılmadan bunu yapmak, devrimciliğin herhalde en temel farkıdır. Hayatı bölüşmek, paylaşmak; güzelliği yaymak, geliştirmek; dostluğu, arkadaşlığı, aşkı, sevgiyi güçlendirmek, yaygınlaştırmak; işte mesela bir bakışla insanların yüreklerini okşamak, onlarda güven uyandırmak, hadi belki biraz abartı olacak ama, bir bakışla insanlarda “insanlığa inanç” uyandırmak, muhtemel ki en temel devrimcilik olarak ifade edilebilir. Gündelik hayatın faşizmine ve bu faşizmin insanları yutmasına karşı, gündelik hayatta direnişi kurmak.

Tabi iyi ve güzel bir insan olmak yeterli değil. En baştaki meseleye geri dönecek olursak, devrimciler halkın katılacağı eylemler değil, halkın kendisinin inşa edeceği eylemleri organize edecek kurumlar geliştirir. Devrimcinin şu hayata en temel katkısı herhalde budur. Dünyaya tek bir çivi çakılması bu anlama gelir. İnsanlar bir araya gelebilsin, yan yana durabilsin, birbirlerini destekleyecekleri, kendi sorunlarına çözüm bulabilecekleri, kendi hayatlarını ellerin alabilecekleri, karar verecekleri, sorumluluk alabilecekleri ve dolayısıyla, bütün bunların hepsi yoluyla hayatlarını dönüştürebilecekleri imkanlar yaratsın. Devrimcilerin “ulvi” bilgi birikimleri, devasa entelektüel birikimleri yoktur. Devrimciler, yukarıdakileri yapacak mekanizmalar kurmaları ile tanınırlar. Başka bir şeyleri de yoktur. Ernesto Guevera’nın ifade ettiği devrimcilik meselesi de buradadır: “devrim için savaşmak”. Savaşmak her daim bilindik savaş araçlarıyla yapılmaz. Mücadele, gündelik hayatın faşizmi ile küresel şirket kapitalizminin devasa dünyası içinde, binbir ihtiyaç ve imkan çeşitliliği içinde devam etmek zorundadır.

Yani, büyük bir kibir ile davet edilen zor eylemlerin aksine, devrimcilik basit, herkesin yapabileceği, kapsayıcı, demokratik, iyi ve güzel, insanı özgürleştiren, mütevazi hayatlar ve hayatları dönüştürecek alet edevatlar üretmek meselesidir. Halk adına, halk için değil, herkes için yapmayı, herkesin yapabileceği şekilde yapabilecek derin bir bilgeliği gerektirir. Gerisi, fasa fisodur, laf kalabalıklığıdır. Bu ülkede devrimcilik büyük bedeller ödemekle özdeşleştirilegelmiştir. Halbuki hakikat de hayat da başka bir yerde aranmak zorundadır. Çok basit bir yerde: hayatı gerçekten dönüştürmekte.

(Okur Mektubu – Öztürk Sazende)

Godot Sendromu ve Devrimcilik

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/11/16/godot-sendromu-ve-devrimcilik-umut-kocagoz/ )

Godot Sendromu ve Devrimcilik / Umut Kocagöz
 
*Bu yazının bir versiyonu daha önce Yeşil Gazete blogunda yayınlanmıştır.

Türkiye’de bugün kötü ve genel olarak bilindiği anlamda nihilist olmak, yahut hadi diyelim sinizme kapılmak için yeterli koşul, her türlü neden var: savaş, iç savaş, dış savaş, darbe, kriz, faşizm, diktatörlük, örgütsüzlük… Örgütlü kötülük, yani kapitalizm, hem çok güçlü, hem çok örgütlü, hem silaha kaba şiddete çok dayalı, hem sevimsiz, hem binbir renk ve çeşit altında hayatlarımızı esir almış durumda. Güçsüz hissetmemek, güçsüzlüğün içine çekilmemek için hiç bir sebep bulunmuyor. Herkes haklı.

Spinoza, kederin bir iktidar mekanizması olduğunu söylediğinde böyle bir Türkiye hayal etmemişti. Evet, bugün örgütlü keder, örgütsüz neşeyi çoktan boğdu, onu binbir velvelenin içine hapsetti; dahası, neşeli olmak bir lüks, bir orta sınıf fantazisi haline geldi. Bu biraz da Türkiye’yi daha çok böldü. Çünkü neşenin yaşanmasını da küçük gündelik hayatlar içerisine sıkıştırdılar. Bu da bizleri daha fazla karamsarlığa, bir vicdani zayıflığa, kedere itti.

Bunun tespiti de belki bir çok defa yapıldı, yapılıyor. Ancak bunun adını koymak önemli. Türkiye’de ciddi bir Godot sendromu ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bekliyoruz; Godot’u bekler gibi bekliyoruz. Güçsüzlük, keder, zayıflık, bekledikçe gelmeyen, gelmedikçe daha çok beklenen bir şeyleri güçlendiriyor. Ancak, bunun da adını koymak gerekir: Godot hiç bir zaman gelmedi, ve gelmeyecek. Toplumun küçük bir kısmı olsa da, umudun ve neşenin örgütlü gücü olarak sol dahi bugün Godot’u, gelmeyecek olan Godot’u bekliyor: tıpkı barışın olmasını beklemek gibi, tıpkı devrim’in olmasını beklemek gibi… Barış 40 yıldır bir hayal, bir görünüp bir kayboluyor; devirmse yüzylerce yıllık bir hayal, en güzel parçası hayallerin. Gelmeyecek.

Çünkü biz yapmadıkça, bunlar olmayacak, gelmeyecek. Çünkü “gelecek”, gelmeyecek. Gelecek hiç bir zaman gelecek bir şey değildir; gelecek her daim ötededir; bir zaman fonksiyonu olarak gelmemek üzerine kurgulanmıştır. Yapılacak şeyler en fazla, gelecekte bir zamana ertelenebilir; ancak bu “ertelenme” fiili de bugüne aittir; gelecek ise gelecek bir şeyi ifade etmez; bir şeyin geleceğinin kesin olması, yalnızca bugünden belirli olması ile ilgilidir, yani bugüne ait bir kesinliktir.

Ursula Leguin’in Mülksüzler kitabı, en azından eleştirel sol içerisinden gelen, veya entelektüel angajmanları Türkiye’deki örgütlü sol dışında konumlanan bir çok kişi için pek sevilen bir kitaptır. Kitabın en çok sevilen bir bölümünde Le guin, bizlerin “devrimi satın alamayacağı”nı, “devrim yapamayacağımızı”, ancak “devrim olabileceğimizi” söyler. Bu ifadeler, yine ufkunu “gelecekle sınırlamış” bir düşünce pratiği için pek değerli değildir. Ancak ufku “bugünde dünyayı değiştirmek” ve bunun için de “örgütlenme faaliyeti” içerisinde konumlananlar için büyüleyicidir. Ancak bundan büyülenmenin, bir edebiyat tadı dışında, yaşama ait, yaşamdan çıkan, yaşamı dönüştüren bir felsefi tekabüliyeti olmak zorundadır. Le guin, Godot’yu beklemeyin diyor, yaşamı bugünde dönüştürmek için örgütlenin, yaşamı bugünde dönüştürün.

Türkiye’de sol umut ve neşe vaat eden bir örgütlenme pratiği içinde olsaydı, her şeye rağmen, yani Türkiye’nin mevcut konjonktürüne rağmen bunu başaracak inanca, umuda ve alternatif bir siyasal projeye sahip olsaydı, belki toplum çok daha fazla örgütlü olabilirdi. Ancak toplum kendi kendisini örgütleyecek yetenek ve kapasiteden son derece yoksun ve yoksul bırakılmış durumdadır. Sol da, bu toplumu örgütleyecek bir projeden yoksun ve yoksul durumda. Başka bir ifadeyle, bir sol örgüt, gelenek, partileşecek, ve toplumu alıp devrime götürecek gibi bir durum söz konusu değil. Toplum da, en fazla Gezi gibi ayaklanacak, ancak sonra kendi kurumlarını inşa ederek bu ayaklanmayı bir devrimci dönüşüme çevirecek durumda değil. Velhasıl Godot, iki farklı özne içerisinde de görünmüyor. Ve işin kötü tarafı, bu iki özne de Godot’u bekliyor, Godot’u özlüyor, Godot sendromu içerisinde yaşamını idame ettiriyor.

Daha yakıcı başka bir soruyu şimdi sorabiliriz. İnsanlar durup dururken örgütlenir mi? Bu sorunun antropolojik bir soruyu çağırdığı söylenebilir: insanlar neden örgütlenir? Mevcut örgütlenme pratikleri, esasında sol’un geneli, bir fikir etrafında yan yana gelen topluluklardan oluşuyor. İnsanların fikirlerini değiştirerek toplumu değiştirebileceğini düşünüyor. Bu bir yaklaşım tarzıdır elbette, ancak fikirler azınlıkta kaldığı sürece halk iktidarı kurulamayacak. Türkiye’de de, her şeyin erozyona uğradığı düşünüldüğünde, bizim fikirlerimizin iktidara gelmesi Godot’u beklemekten daha fena bir şeye tekabül ediyor.

Sol içinde konumlanmayan insanlar da farklı şekillerde elbette örgütleniyor. Sosyal ağlar, arkadaş çevreleri, iş ortamı, cemaatler, tarikatlar, çıkar birlikleri, şirketler, aile, akrabalar… Bunların hepsi, devasa toplum mekanizmasını oluşturan irili ufaklı örgütlenme biçimleri. Genelde çıkar birliklerine dayanıyor, rıza mekanizmaları işliyor, gelenekler, örf ve adetler işliyor, aç kalmama-ekmek davası işliyor. Bunların, yani bu örgütlerin yönetimini de devlet üstleniyor, düzenliyor.

Peki, Godot’un fonksiyonu burada nerede? Bu ilişkileri biz istediğimiz şekilde örgütleyemiyoruz, istediğimiz gibi özgür hayatlar yaşayamıyoruz, bir gün devletin bu ilişkileri bizim istediğimiz gibi örgütleyeceği düşüncesi ile bekliyoruz. Savaşı savaşan tarafların bitirmesini bekliyoruz. Sağlıklı gıdaları şirketlerin önümüze koymasını bekliyoruz. Devletin kamu olmasını, sivil toplumun şirketler tarafından gasp edilmesini bekliyoruz. Birilerinin gelip bu kaderi değiştireceğini bekliyoruz. Yani sistemle ilişkimiz, sigarayı bırakmak gibi, diyete başlamak gibi, pazartesi iş sendromu gibi… Sürekli ertelemek ve yapmamak üzerine kurulu, sürekli birilerinin bizim yerimize, bizim adımıza yapması üzerine kurulu…

Oysa, bunu kendimiz yapmak dışında bir çıkış yok. Bir çıkış’a ihtiyaç var ise, bunu yapacak tek güç, kendi hayalgücümüz, kendi yüreğimiz, ve örgütlenme kapasitemizi arttırmaktan geçiyor. Başka bir çıkış yolu yok. Bu enerjinin aklımızı, bedenimizi, ruhumuzu ele geçirmesine izin vermek, bulunduğumuz her yerde örgütlenme çalışması içerisine girmemiz gerekir. Her yerin kendi özgün dinamikleri, kendine has ilişkileri, kendi ihtiyaçları vardır. Bir yerde, bir kooperatif kurarsınız, kolektivite yaratırsınız; başka bir yerde, bir sendika kurarsınız, haklarınızı örgütlersiniz. Bambaşka bir yerde bir dernek, bir platform, bir başka araç geliştirirsiniz. Bir yerde futbol takımı kurarsınızı; öbür yerde hayvanları korumak için bir kolektif kurarsınız. Bunu, bulunduğunuz yerdeki insanların ve kendinizin ihtiyaçlarına göre yaparsınız. Hiç bir ihtiyacınız yok mu? Gündelik ihtiyaçlarınız üzerinden yaparsınız. Ancak bir örgütlenme pratiği geliştirir, bunun peşinden gider, bunu toplumsallaştırırsınız. Topluma örnek olur, Godot’u beklememek gerektiğini gösterirsiniz.
Örgütlü kötlüğe karşı, iyiyi, güzeli, hayattan yana olanı, doğal olanı, ekolojik olanı, aşk ve sevgiye dair olanı yayarsınız, örgütlersiniz. Bu, kendinizi örgütlemek, hayatı örgütlemek anlamına gelir. Başka bir çıkış yolu yok, yoktur yani. Örgütlendikçe çoğalacak, hayatı kuracak, yeniden ve yeniden örgütleyeceğiz.

#Hayır, Hiç Olmamış Gibi Başlamak

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
 Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/11/12/hayir-hic-olmamis-gibi-baslamak/ )

#Hayır, hiç olmamış gibi başlamak: Ezilenlerin Kendini Örgütlemesi Üzerine  / Atıf Güney
 
Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel süreç birtakım yenilikler ile beraber eskinin birçok dinamiğini de içinde barındırıyor. Esas yeniliğin, Gezi direnişi ile birlikte devlet-olmayan cephesinde önemli bir gelişim sağlanmışken açılan o tarihsel dönemin bugün bir anlamda sonunun görünmesi olduğu söylenebilir.1 Gezi, Türkiye’nin yakın döneminde, büyük bir kalabalığı devletin karşısında örgütlemesi, devletin egemenlik alanını daraltması ve kendine demokratik örgütlenme alanları açması ile politik tarihimizde önemli bir açılım yaratmıştı.
 
Çeşitli seçimler ve nihayet 7 Haziran sonrasında devletin gösterdiği reaksiyon ile, açılan bu dönemin kapandığı söylenebilir. Bu nedenle referandum devletin kendisini yeniden örgütlemesi açısından tarihsel anlam ifade ediyor. Nihayetinde, Gezi ile açılan dönem karşısında devletin temel tutumu devlet olduğu gerçeğini hatırlamak ve hatırlatmak oldu. Devletin bekası için ve devlet adına devlet içi iktidar çatışmalarının olabileceğini, devletin egemenlik alanında olmayan bölgelere kadar uzanan çatışmalar ve savaşlar yaşanabileceğini, devletin kırılganlığını ve gerektiğinde ne ölçüde kudretli olabileceğini gösterdi. Referandum ile birlikte, devlet kendi konsolidasyon çalışmasını daha da güçlendirecek bir zemin buldu. Ancak bu zemin hala daha kırılganlıklar beslemekte.
 
Esasında bu rejimin iktisadi sistemi daha önceleri birçok defa en geniş tanımıyla neoliberalizm olarak ifade edilmişti. Ancak mevcut rejimin geçiş süreci içerisinde atılan adımlar, neoliberal şok doktrini ile otoriter ve merkezi bir yapı arasında bir gerilim içerisinde olunduğunu da gösteriyor. Örneğin, KHK ile işten çıkarılan birçok kişinin mevcut durumu Türkiye’de çalışma rejiminin ne tür bir güvencesizlik rejimi ile kurumsallaşacağının önemli bir göstergesi. Benzer şekilde, 2012 yılı sonbaharında yeni YÖK yasa tasarısı ile üniversitelerde inşa edilmek istenen, ancak o dönemin konjonktürü nedeniyle başarılamayan yeni üniversite rejimi bugünün KHK tipi kurumsallaştırma biçim kazanarak hayata geçiriliyor. Aynı şey Varlık Fonu ve benzeri kurumsallaşma biçimleriyle de kendini göstermekte.
 
Anayasa referandumu sürecindeki “hayır” çalışmaları, “kendimiz dışına çıkmalıyız” gibi hayati birçok şeyi sezmesine, özellikle sokak çalışmaları yaparak da bunu gerçekleştirmeyi arzulamasına rağmen devletin bu mücadeleyi kendi sahasında kurduğunu hatırlamak gerekiyor. –Evet-Hayır gerilimi, yüzde50’lik bölünme arasında gerçekleşiyor. Yani bölünme devletin sahipleri ile devlet-olmayan arasında değil; devletin konsolide edebildiği ve kendi projesi etrafında toplayabildiği “millet” ile bu projeyi farklı nedenlerle kabul etmeyen ve millet olmaktan dışlanan hayli kalabalık bir toplam arasındaki gerilim olarak örgütleniyor. Tam da bu nedenle, devletin sahipleri esas olarak milletin arkasına gizlenmiştir ve milletten aldığı güç ve onu radikalleştirebilme eğilimiyle halk olmaktan dışlananı korkutmayı, sindirmeyi, yenmeyi amaçlamaktadır.
 
Pat Durumu
 
Burada bir şirket-parti modeline dönüşmüş ve kemikleşmiş iktidarın, ana muhalefetin, devletin sibop partisinin ve Kürt hareketi ve çevresinde oluşan bloğun esas olarak belirli sınırlara dayanmış olmasını da gözlemleyebiliriz. Bir “pat durumu” söz konusu ki bu durum yeni de değil aslında. Lakin sınırları karikatürize edilmiş haliyle yüzde50 üzerinden düşünürsek, yüzde50’lik dengenin mevcut siyaset araçları ve enstrümanları ile çözülmesinin pek de gerçekçi olmadığı söylenebilir.
 
Şirket-partinin kemikleşmiş ve belirli bir tahayyüle dayanan, esasında “aynı gemideyiz” metaforu ile çıkarlarını özdeşleştirmeyi başardığı geniş halk kitlelerindeki mevcut dizilimini değiştirmenin bu koşullarda mümkün olmadığı açık.2 Aynı şey dışlanan yüzde50 için de geçerli. Siyaseti kuran temel dinamik belirli kimliklere referansa bağlı olduğunda, siyaset değişikliği “kimliğini değiştir” gibi varoluşsal bir düzleme taşınarak imkânsızlaşabiliyor. Kaldı ki bu kimlikler belli birtakım kültürel ve sosyal kodlara ve iktisadi ortaklıklara dayandığında, diyalog ve değişim neredeyse imkânsız hale geliyor. Ufkumuzu da darlaştıran çıkmaz biraz burada başlıyor, bunu kırmak için de önce bu ufku var eden algıyı kırmak gerekiyor.
 
Nihayetinde bir şirket-partinin geniş halk kesimlerini örgütleme pratiği, birtakım somut çıkar ilişkilerine dayanıyor. Parti bir şirket yönetir gibi bu ilişkileri kurarak, düzenleyerek ve dağıtarak yönetiyor. Dolayısıyla, partiye bağlı kitleler bu şirketin kazanımlarını kendi çıkarları ile özdeş olarak görüyor. Bugüne kadar rıza-sadaka ilişkisi üzerinden anlamlandırılan bu modelin çok daha köklü birçok somut ilişkiyi harekete geçirdiğini ve örgütleyebildiğini her daim akılda tutmak gerekiyor.
 
yüzde99
 
O halde mevcut dengeleri değiştirmek için bazı somut adımlara ihtiyaç var. Öncelikle devletin uzun yıllardır toplumu bölme ekseni olarak kullandığı yüzde50 metaforundan kurtulmak, örgütlenme çıtasını (“Wall Street’i İşgal Et” (Occupy Wall Street) eylemlerinde kullanılan metaforla) yüzde99’a çekebilmeyi başarabilen bir ufuk oluşturmak önemli. Sol’un bugün ihtiyaç duyduğu temel şey yüzde99’un kendisini örgütleyebileceği politika araçları, enstrümanları, yöntemleri icat etmektir. Böyle bir perspektif maddi gerçekliğe dayanmayan çeşitli ideolojik bölünmelerin önüne geçmeyi, dahası örgütlenme probleminin kendisini bir toplumsal mesele olarak inşa etmeyi gerektirir. Böylece “örgütlenmek nedir” sorusu, sadece çeşitli partilerin kendilerini örgütleme problemi olmaktan çıkar, toplum içinde toplumun örgütlenmesi gibi somut bir yaklaşımın parçası haline gelir.
 
Böylece toplumun örgütlenmesi meselesi, birtakım örgütleyici figürlerin ne için çalışması gerektiğinin çerçevesini çizer. Nihayetinde toplum çeşitli eşitsizlikler, moleküler ilişkiler, ağlar ve maddi pratikler üzerine kurulmaktadır. Dolayısıyla örgütlenme sorunsalı da eşitsizliklere bağlı ilişkilerin örgütlenerek ezilenlerin güçlenmeleri, kendilerini ifade etmeleri ve toplumsal bir güç haline gelmeleri gibi bir sonuç üretir. Bu bağlamda ezilenlerin güçlenmeleri ve örgütlenmeleri adına yapılacak somut çalışmalar, klasik şekilde “halk içinde çalışma”, “taban çalışması”, “kitle çalışması” gibi ifade edilmiş birtakım pratikleri zorunlu kılar.
 
Diğer bir deyişle, çeşitli partileri örgütlemek için yola çıkmak ile toplumun kendisini örgütlemek için yola çıkmak arasında önemli bir fark vardır. İkincisinde örgütleyici, kendi içinde bulunduğu alanın somut ihtiyaçlarını tespit ederek eşitsizlikleri ezilenlerin lehine çözmeyi ve ezilenlerin kendilerini güçlendirecek araçları keşfetmeyi amaçlar. Bunun nihai sonucu bir parti de olabilir; ancak ezilenlerin ihtiyaçlarını öncelikli kılan, onlarla beraber bu ihtiyaçları keşfeden ve örgütleyen bir çalışma hem siyasetin başlangıç prensipleri ve amaçlarıyla uyumludur hem de daha kalıcı sonuçlar vermesi açısından pratiktir. Bir yandan da bu tarz bir yaklaşım, siyaseti kendi siyasal yaklaşımını kitlelere aktarmak/tanzim etmek ve onların rızalarını kazanmak perspektifi olmaktan çıkarır ve kendimiz dışındakilerle beraber, dolayısıyla “herkes-için” siyaset kurabilmenin olanaklarını açar.
 
Özellikle referandum, başkanlık seçimleri ve hatta parlamento seçimleri döneminde kampanyalar yapmak, geniş kitleler arasında politikaya ilgi duyulan bir dönemde ilgi ve ihtiyaçlara yönelik çeşitli iletişim araçları geliştirmek son derece önemlidir. Bir siyaset modeli olarak kampanya, dönemsel ve taktiksel bazı ihtiyaçlara cevap vermek üzere yapılır. Lakin ülkemizde kampanya, taktiksel bir araç olarak ele alınmaktansa siyasetin kendisi olarak inşa edilmektedir. Bunun esas olarak üç nedeni olduğu söylenebilir. İlk olarak özellikle son yıllarda art arda seçim dönemleri yaşanmakta ve bu seçim dönemlerinin hepsine de son derece kritik işlevler yüklenmektedir. Kampanyalar, bu seçim dönemlerinde ortaya çıkan atmosfere bir cevap üretmek ve toplumsal hareketlerin sesini iletmek için önemli bir araç (hatta bazen tek araç) konumunda olmaktadır.3
 
İkinci neden, Türkiye’de geniş kitlelerin siyasetle kurduğu ilişkinin genelde oy verme pratiği ile sınırlı kalması ve bunun ötesine geçememesidir. Oy vermek bir etkinlik olarak düşünüldüğünde, kampanyacılık gibi sınırlı etki alanı olan bir siyaset tarzı ile örtüşmektedir. Halbuki Sol’un daimi politikalarından biri, hayatın birkaç senelik parlamento ve benzeri seçim pratiklerine sıkıştırılamayacağı düşüncesinden hareketle hayatın her alanında karar verme hakkının kazanılması ve icra edilmesidir. Bu nedenle seçimlere odaklı bir siyaset, her daim siyasetin eksenini seçilenlere yöneltme eğilimi taşıyarak demokratik katılımcılığın önünü kapar.
 
Üçüncü neden ise sol’un, kitlesel örgütlenme mekanizmaları oluşturamamasından kaynaklı olarak küçük gruplara, fikir birliklerine ve ideolojik kadro örgütlerine dönüşmüş olmasıdır. Bu zeminde yapılan siyaset, bir kitle çalışması örgütlemekten ziyade kampanyacılık tarzında yaygınca görüldüğü üzere, kendi örgütüne, kimliğine, ideolojisine, cemaatine veya grubuna “çağrı” yapmak üzerine kurulmuştur. Böyle bir siyaset, kampanyacılığın alet edevatını başka bir biçimde kullanır ve kendi alet edevatını da kampanyacılığın kullanımına açar.
 
Kurucu, Örgütleyici Siyaset
 
Bir politik faaliyetin doğasının ne olduğu bu açıdan önemli bir sorudur ve bu soruya verilecek yanıt siyaset içerisinde bir pozisyon belirlemek anlamına da gelmektedir. Burada esas olarak iki eğilim gözlemleyebiliriz: temsil siyaseti ve temsiliyetsiz siyaset. Temsil siyaseti ezilenlerin, azınlıkların, belli bir sınıfın veya grubun “çıkar” siyasetini yapma iddiasıdır. Herhangi bir örgüt formunda, o örgütün ayak bastığını iddia ettiği kesimin çıkar sözcülüğü ve politik liderliği bu siyasi tarzın esasını oluşturur. Günümüzde birçok politik hareket, şu veya bu şekilde bu siyasi tarzın bir parçası olarak konumlanmaktadır.
 
Temsiliyetsiz siyaset ise ezilenlerin kendi bilgi ve birikimlerini yine kendi kurdukları araçlar üzerinden örgütlemelerini amaçlar. Bu açıdan ezilenler adına, onların sözcülüğünü yapmak yerine ezilenlerin örgütlenmelerini, dümeni ellerine almalarını, siyaset yapmalarını ve kendilerini ifade etmelerini örgütler. Temsiliyetsiz siyaset olarak ifade ettiğimiz şey bu açıdan kurucu, örgütleyici bir siyasettir. Dünyanın merkezinde kendisini görmez; siyaseti bir “doğruyu taşımak ve yaygınlaştırmak” meselesi olarak değil, somut ve pratik bir mesele olarak görür. Böyle bir siyasette örgütleyicinin esas görevi, ezilenlerin örgütlenişini kolaylaştırmak, kendi bilgi ve becerisini ezilenlerin “hizmetine” sunmaktır.4
 
Siyaset hayatımızın son döneminde gördüğümüz gibi, #Hayır kampanyalarının hissi düzeyde gösterdiği şey, geniş kitleler arasında kalıcı, onların hayatlarını örgütleyen, maddi sorunları merkezine alan, güvenilir ve çözüm üreten bir siyaset tarzını gündeme almanın önemidir. Farklı toplumsal alanlardaki çatışmaları örgütlemeli, kendini kurumsallaştırabilen, güçlendiren, insanların somut hayatlarını dönüştürebilen, güven veren, katılımcı ve demokratik örgütlenme pratikleri geliştirmelidir. Bunlar, “halk için” değil, “halk ile birlikte” yapabilmenin gerekliliğidir.
 
Bu farklı yerlerde, farklı sektörlerde, farklı mahallelerde ve farklı kentlerde, farklı araçlar ve enstrümanlar ile gerçekleştirilebilir. Bir yerde sendikal çalışma, başka bir yerde tüketim kooperatifi, bir yerde açık uçlu bir inisiyatif, bir yerde mahalle dayanışması, başka yerde ise bir platform şeklini alabilir. Önemli olan, odağına toplumsal sorunları koyan ve bunun sorumluluk bilinciyle çalışmasını örgütleyen, böylece toplumun geniş kesimlerini birleştirebilen, kolayca yeniden üretilebilir bir politik örgütlenme formu/formları yaratmaktır.
 
Bu anlamda ezilenlerin kendilerini ifade edebildikleri araçlar, yalnızca çeşitli söylemler üretmekle, hak üretimi ve talebiyle sınırlı kalamaz. Özellikle bugün içinden geçtiğimiz dönemin, çok önemli dayanışma araçları üretme, gündelik hayatları ve somut ilişkileri dönüştürebilecek ve güçlendirebilecek pratikler geliştirme imkanı ve zorunluluğu bulunuyor. Başka bir ifadeyle bugünün dayanışma pratikleri, bir şeyleri talep etmenin yanında kurmayı da zorunlu kılıyor; çünkü tek tek hayatlarımıza yapılan saldırılar bu süreçten ancak kolektif bir biçimde çıkabileceğimiz düşüncesini pekiştirmektedir. Hayatı kolektif olarak örgütlemek ve dönüştürmek, bu amaçla örgütlenme formları kurmak, hayatı tabandan/aşağıdan üretmenin ve dönüştürmenin en temel araçları olacaktır.
 
Bugün politik bir çalışma alanına dışarıdan doğrularını taşıyan kadrolara değil, o alanın özgün dinamiklerini ve çatışma eksenlerini analiz edebilen ve örgütleyebilen kadrolara ihtiyaç var. Bu durum aynı zamanda bir politika önerisi için de geçerli. Önemli olan yüzde 50 algısını kırmak, devlet-olmayan’ı ifade eden yüzde99’u, yani “hakiki milleti”, bu ülkenin her türden ezilenlerini örgütlemektir.

Bunun için, bunun doğru örgütlenme formlarını da inşa etmek gerekir. Esasında Gezi’de adı konduğu şekliyle bugün, kendi “doğru fikirleri” üzerine kurulu örgütlenme biçimlerinin sonu geldi. Bugün artık ideolojik kimliklere ve bu kimlikler üzerinden kurulan politik cemaatlere dayanmayan, başka türlü topluluklara ihtiyacımız var. Hakiki somut ihtiyaçlar ve talepleri müşterek bir zeminde örgütleyebilen taban örgütlerine; ekonomik, sosyal ve politik hak üreten ve inşa eden kitle örgütlerine ve toplumsal hareketlere ihtiyacımız var. Belki de ancak bu şekilde, Türkiye’nin makûs talihinden kurtulabiliriz. Yeni bir Türkiye’yi, Türkiye’nin bütün ezilenleri olarak inşa edebiliriz.
 
***
 
1 Giorgio Agamben’in Gelmekte Olan Ortaklık kitabında kullandığı devlet-olmayan ifadesinin Gezi bağlamında kullanıldığı bazı yazılar için bkz: Eylem Akçay ve Umut Kocagöz (2014) “Herkes-İçin”: Müşterekler Siyaseti Stratejisi ve Siyasetin Müşterekleşmesi. Müştereklerimiz. http://mustereklerimiz.org/herkes-icin-musterekler-siyaseti-stratejisi-ve-siyasetin-mustereklesmesi/ ve Umut Kocagöz (2014) Forumlar ve Öz-örgütlenme. Temsiliyetsiz. https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2014/06/05/forumlar_ve_ozorgutlenme/
2 Bu konuda daha ayrıntılı bir değerlendirme için bkz: Can Evren (2017) Müteşebbislik, Rekabet, Dinamizm. https://canevren.wordpress.com/2017/02/04/mutesebbislik-rekabet-dinamizm
3 Kampanya temelli siyasetin Boğaziçi Üniversitesi öğrenci hareketi üzerinden bir eleştirisi için bkz: Ali Aslan ve Hasret Bingöl (2012) Boğaziçi Üniversitesi Öğrencilik Hareketi. Sol Defter. http://www.soldefter.com/2012/03/15/bogazici-universitesi-ogrencilik-hareketi
4 Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz: Umut Kocagöz (2013) Tercüme Politika ve Özerk Politika. Kolektif Dergi. https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2014/06/02/tercume-politika-ve-ozerk-politika-umut-kocagoz/

Moleküler Tartışma - Moleküler Devrim

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
 Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/11/07/molekuler-tartisma-molekuler-devrim/ )

Bir Tartışma Nasıl Yapılabilir? Metodolojik bir önerme

Moleküler Tartışma

Türkiye’da aktörlük meselesi üzerine yaptığımız tartışma daveti, esasında bir öz-tartışma daveti olarak düşünülebilir. Yani, her tekil aktörün bu tartışmaya katılmasına yönelik yaptığımız davet, esasında kendisini “sol” içerisinde öyle ya da böyle konumlandıran; bu solda olma halini isterse bir örgütlü yapı-parti-gelenek-inisiyatif-çevre-kolektif içerisinde tanımlasın, isterse kendi tekil-bireysel var olma pratiği ile çeşitli aktivist-örgütçü pratikler içerisinde yer alsın; bunların hepsini bir moleküler düzlem olarak kabul ediyoruz: birbiriyle hiç bir fiziksel teması olmasa da, kader birliği yapmanın getirdiği, kelebek etkisiyle birbirine bağlanan, varlığı, havayı, ekmeği, yolu ve yoldaşlığı paylaşmanın getirdiği bir düşünme / eyleme düzlemi.

Kader birliği, adı üzerinde, kolektif kurtuluşun ve özgürleşmenin en kilit – politik ifadesidir. Sınıflar, gruplar, tahayyüller, kader birliği etrafında kurulur, kader birliğinin dağılmasıyla dağılırlar. Dolayısıyla, farklı “yapılara” bölünmüş olsalar da, ve büyük çoğunluğu herhangi bir yapıyla herhangi bir ilişki kurmamış olsa da, yeryüzünün ezilenleri, mülksüzleri, mülksüzleştirilenleri ve temsiliyetsizleri olarak, aynı düzlem içerisinde konuştuğumuzu akılda tutmak, o şekilde eylemek, bir tartışmaya ve dayanışmaya bu düzlemde başlamak gerekir.
Kader birliği yaptığımız insanlar, somut ilişkilerimiz, fiziki temaslarımız içerisinde olabildiği gibi, hiç bir şekilde yüzünü dahi görmediğimiz binlerce ve milyonlarca kişiyi de kapsayabilir.
Dolayısıyla, tek boyutlu, tek biçimli, tek renkli bir düzlemden söz edemeyiz. Bu hem teorik olarak böyledir, çünkü sonsuz sayıda tekilliğin birbirine bağlandığı ve bizim hiç bir şekilde temas edemeyeceğimiz ilişkiler mevcuttur; hem de her tekil figür dahi kendi içinde moleküler bir nesne olarak sayısız imkana ve ilişkiye uç verir.

Moleküler bölünme, parçalanma ve devrim, mevcut bileşimleri bozuma uğratma ve bu bozulmalardan yeni birleşimler, kümeler, varoluşlar üretebilmeyi ifade eder. Bizim önerdiğimiz tartışma zemini de biraz böyledir. Bu zemin, bir yerde, bizimle hiç bir fiziksel teması olmayan bir grupta, bahsettiğimiz tarzda tartışmaları tetikliyor ve grubun kendi üzerine düşünmesine vesile oluyorsa; bu moleküler bir tartışmadır. Bu grup, ister kendi içinde bu tartışmayı yürütür, ister bizimle beraber bu tartışmayı birazcık daha kolektif kılar, ister yazı yazar, ister sempozyum düzenler…

Önemli olan, bizim burada tarif ettiğimiz tabloyu görmek, bir an olsun bizimle beraber bakmak, ve bizim ifade ettiğimiz sorunu, benzer veya başka yönleriyle de olsa tartışmak, deşmek, çözüm üretmektir. Bu tartışmanın tek başına temsiliyetsiz üzerinden yürümesi değil muradımız. Moleküler çoğalmalar ve çoğalmalarla, Türkiye’de aktörlük meselesine dair somut, gerçekçi, yapılabilir, pratik çözüm yolları bulmak, inşa etmektir.

Özetle, Türkiye’de aktörlük meselesini, Türkiye’de devrimciliğe dair düşünmek isteyen, yalnız veya kolektifler içerisinde, yapılarda veya yapılardan çoktan kopmuş-uzaklaşmış, iş ve aş derdinde bunalmış, güçsüzleşmiş ve güçsüzleştirilen herkesle; bizim akıl dahi edemeyeceğimiz binbir yol yöntemle beraber yapmak istiyoruz.

Çünkü tam da ekim devriminin yüzüncü yıl dönümünde, ancak böyle bir tartışma ile bir çıkış bulmak mümkün olacak. Biz, hepimiz.
Yaşamaya Dair (Nazım Hikmet)

1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 

13 Aralık 2017 Çarşamba

Duyuru: Tartışma Toplantıları Dizisi - Aralık Oturumu


Bu senenin dokuzuncu ve son buluşmasını 23 Aralık Cumartesi saat 15.00’te Mecra’da gerçekleştireceğiz.  Bu toplantı ve bugüne kadar yaptığımız oturumlara ilişkin bilgileri aşağıda bulabilir, tartışma toplantılarının 2018 programına buradan ulaşabilirsiniz: http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2017/12/tartsma-toplantlar-dizisi-ii-2018.html


ARALIK TOPLANTISI

Psikanaliz ve toplumsallık…

Sunumcu/Tartışmacı:  İlker Özyıldırım
Başlık:  Freud Metninin Devrimci Potansiyelleri Üzerine Notlar

Sunumcu/Tartışmacı:  İshak Sayğılı
Başlık:  Karşıtlıktan Karşılıklılığa: Ölüm Dürtüsünden Anteros’a

Zaman:  23 Aralık Cumartesi, 15.00 – 18.30
 Yer:  Mecra 
Adres: Caferağa Mahallesi, Dumlupınar Sokak, No:5, Kat: 1, Kadiköyİstanbul. 
                             
OCAK  - Can Evren (Duke Üniversitesi Kültürel Antropoloji Doktor Adayı) “Tabandan Yukarı mı, 
Soldan Sağa mı? Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.*   

ŞUBAT  - Enes Aksu (YTÜ İktisat Yükseklisans Öğrencisi) “AKP Döneminde Türkiye Ekonomisi: 
Hangi Adımlar Atıldı, Etkileri Ne Oldu?” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.

MART  - Begüm Özden Fırat (Öğretim Üyesi, MSGSÜ Sosyoloji Bölümü) “Müşterekler Siyaseti”, Zafer Ülger “Başkanlık Referandumu, İlkel Birikim, Müşterekler” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi.**

NİSAN  - Eser Sandıkçı (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği üyesi) “Emeğin Ruhsallığı”, Eylem Akçay (Plaza Eylem Platformu üyesi) “Ruhsal Hayat Sınıf Mücadelesinin Bir Alanı mıdır?” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi.***

MAYIS- Baran Gürsel (Klinik Psikolog, Sosyal Politika Doktora Öğrencisi) “’Sınıfın Bilinçdışı’ Üzerine Bir Tartışma: Öznellik-Nesnellik Diyalektiğinde Nereye Oturur, Sınıf Siyasetine Bakışımızı Nasıl Etkiler?” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. 

TEMMUZ  - Bilgesu Şişman (Depaul Üniversitesi Felsefe Doktor Adayı) “Bir Toplumsal İlişki ve Öznellik Formu Olarak Düşmanlık”, Mukadder Okuyan (Clark Üniversitesi Sosyal Psikoloji Doktora Öğrencisi) “Baskının Kesişimselliği: Cinsiyetçilik, Sınıfsal ve Etnik Ayrımcılığın Eş Zamanlı Etkilerini Düşünmek” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi.  

EKİM – Selma Değirmenci (Araştırmacı) “Girit Kooperatifleri, Uygar Dursun Yıldırım (Araştırmacı) “İzmir Tire Süt Kooperatifi” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi. 

KASIM - Feryal Saygılıgil ve Umut Şah “Patriyarka ve Heteronormativite Üzerine” başlığı çerçevesinde sunumlar gerçekleştirdiler. 


8 Aralık 2017 Cuma

Tartışma Toplantıları Dizisi - II: 2018 Programı


İlk turunu tamamlamak üzere olduğumuz tartışma toplantılarını düzenleme fikri, Eleştirel Sosyalist Düşünce Blogunu ortaya çıkaran arzudan, yani sınıf mücadelesi, toplumsal dönüşüm ve sosyalizmle ilişkili fikirler üzerine eleştirel tartışmalar yapmak için bir araya gelme arzusundan doğmuştu. Farklı deneyim ve yaklaşımlardan kişi ve fikirlerin, tartışma açıcı sunumlar eşliğinde ve kolektif bir düşünme ortamında birbirleriyle karşılaşması, ortak düşleme, tasarlama ve yaratma potansiyellerimizi açığa çıkarılabilecek yöntemlerden biri olarak düşünülmüştü. Toplumsal ve ruhsal ortamın, dönüştürücü yaratıcılığımızın önünü tıkamaya yönelik basıncını sürdürdüğü bu günlerde, bu kolektif ortamı sürdürmek anlamlı gözüküyor. İlgilenen herkesin davetli olduğu tartışma toplantılarının 2018 programında yer alacak olan sunumcu/tartışmacı ve gündemleri aşağıda bulabilirsiniz: 

OCAK - Arda Arlı ve Deniz Yürür - sosyalist denemelerde pazar meselesi ve toplum ihtiyaçları için üretim planlama ve Cybersyn deneyimi

ŞUBAT - Ceylin Özcan, Feryal Saygılıgil ve Umut Şah - toplumsal cinsiyet, heteronormativite, haz ve arzu

MART - Özgür Narin - komün ve ütopya, sınıfsız bir toplumda toplumsal üretim, armağan ve oyun 

NİSAN - Orkun Doğan ve Umut Kocagöz - Türkiye’de kırsal dönüşüm ve güncel toplumsal dinamikler

MAYIS - Fırat Genç - kent mekânı ve politika

HAZİRAN - Hakan Koçak ve Baran Gürsel - sınıf mücadelesinde tıkanmalar ve potansiyeller 

TEMMUZ - Bilgesu Şişman ve Can Evren - iletişim ile eleştirinin tıkanmışlığı ve kültür kavramına yönelik sağ ve sol yaklaşımlar 

EYLÜL - Barış Ö. Şensoy - erkeklerde suçluluk ve suç ortaklığı

EKİM - Evrim Hikmet Öğüt - müzik ve toplumsal dönüşüm

KASIM - Sırrı Emrah Üçer - Türkiye’de özelleştirme süreçleri ve sonuçları

ARALIK - Sevinç Doğan ve Foti Benlisoy - tabandan tarih ve tabandan siyaset

Duyuruları buralardan takip edebilirsiniz:
Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook:  www.facebook.com/elestirelsosyalistdusunce

İletişim: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik Sorumlusu: Baran Gürsel



14 Kasım 2017 Salı

Duyuru: Tartışma Toplantıları Dizisi Kasım Oturumu - 25 Kasım, 15.30, Dünyada Mekan

 
Tartışma dizisi kapsamında her ay bir ya da birkaç sunumcu/tartışmacı, belli bir konuya dair önemli bulduğu ve ötekilerle paylaşmayı arzuladığı düşüncelerini katılımcılarla paylaşıyor ve konu üzerine yürütülecek bir tartışma için açıcı rol üstleniyor. Herkesin katılımına açık olan bu oturumlar, insanları (fikirleri, heyecanları, deneyimleri, disiplinleri…) sosyalist bir çerçevede, konuşma ve düşünme eylemlerinde karşılaştırmayı hedefliyor.
 
Aşağıda 25 Kasım Cumartesi saat 15.30’da gerçekleşecek olan 8.  oturumun ayrıntılarını ve öteki oturumlara dair bilgileri bulabilirsiniz.
 
KASIM TOPLANTISI

Sunumcular/Tartışmacılar:  Feryal Saygılıgil, Umut Şah
Başlık:  Patriyarka ve Heteronormativite Üzerine Düşünmek
Zaman:  25 Kasım Cumartesi, 15.30 – 18.00
  Yer:  Dünyada Mekan
                               Adres: Hazzapulo (Danışman) Pasajı, No: 1, Kat: 1.
                                                                                       Galatasaray, Beyoğlu.

OCAK  - Can Evren (Duke Üniversitesi Kültürel Antropoloji Doktor Adayı) “Tabandan Yukarı mı,
Soldan Sağa mı? Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.*  

ŞUBAT  - Enes Aksu (YTÜ İktisat Yükseklisans Öğrencisi) “AKP Döneminde Türkiye Ekonomisi:
Hangi Adımlar Atıldı, Etkileri Ne Oldu?” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.

MART  - Begüm Özden Fırat (Öğretim Üyesi, MSGSÜ Sosyoloji Bölümü) “Müşterekler Siyaseti”, Zafer Ülger “Başkanlık Referandumu, İlkel Birikim, Müşterekler” başlıklarıyla birer sunum  gerçekleştirdi.**

NİSAN  - Eser Sandıkçı (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği üyesi) “Emeğin Ruhsallığı”, Eylem Akçay (Plaza Eylem Platformu üyesi) “Ruhsal Hayat Sınıf Mücadelesinin Bir Alanı mıdır?” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi.***

MAYIS- Baran Gürsel (Klinik Psikolog, Sosyal Politika Doktora Öğrencisi) “’Sınıfın Bilinçdışı’ Üzerine Bir Tartışma: Öznellik-Nesnellik Diyalektiğinde Nereye Oturur, Sınıf Siyasetine Bakışımızı Nasıl Etkiler?” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi.

TEMMUZ  - Bilgesu Şişman (Depaul Üniversitesi Felsefe Doktor Adayı) “Bir Toplumsal İlişki ve Öznellik Formu Olarak Düşmanlık” , Mukadder Okuyan (Clark Üniversitesi Sosyal Psikoloji Doktora Öğrencisi) “Baskının Kesişimselliği: Cinsiyetçilik, Sınıfsal ve Etnik Ayrımcılığın Eş Zamanlı Etkilerini Düşünmek” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi.

EKİM – Selma Değirmenci (Araştırmacı) “Girit Kooperatifleri, Uygar Dursun Yıldırım (Araştırmacı) “İzmir Tire Süt Kooperatifi” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdi.

ARALIK ayı oturumunda da İlker Özyıldırım ve İshak Sayğılı sunumcu/tartışmacı olacaktır.
 
* Sunum metnini blogda bulabilirsiniz.
** Sunum kaydı: https://soundcloud.com/user-607856220/elestirelsosyalistdusuncetartismalarimart
*** Sunumların birinin metnini blogda bulabilirsiniz.
 
Etkinlik Sorumlusu: Baran Gürsel
İletişim: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook:  facebook.com/elestirelsosyalistdusunce

 

 
 
 

 

29 Ekim 2017 Pazar

Yazı Çağrısı: Kolektif Politik Aktörlüğün İnşası Üzerine

( NOT: Aşağıda bulacağınız çağrı, niyeti sahiplenildiği için Temsiliyetsiz* blogundan kopyalanarak bu sayfaya da konmuştur.  Bu konuda yazılan yazılar ilgili blogda yayımlandıkça Eleştirel Sosyalist Düşünce bloguna da konacaktır.
*https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/  )
 
Türkiye’de bugün kamucu bir siyaset inşa ve icra edecek, kitlesel, ciddiye alınabilecek herhangi bir aktör bulunmamaktadır. Bunun bir çok objektif ve subjektif nedenleri söz konusudur. Neredeyse saray diktatörlüğü denilebilecek bir düzlem içerisinde kendini var etmeye çalışan halkçı güçler arasında beraberlik olmadığı bir yana, bir çok sorun da mevcuttur. Bu sorunların temelinde halklaşamama, hakiki bir kitle örgütlenmesi olmaması ve bu örgütlenmenin kolektif olarak vücut bulacağı örgütlenme formlarının inşa edilememiş olması gibi farklı nedenler söz konusudur.
Aktörlük meselesi aynı zamanda “aktörlüğün inşa edilmesi” meselesidir. Gündelik hayatta ve makro politik düzlemlerde aktör olabilmenin koşulu bu aktörlük halinin inşasıdır. Bu amaçla, aktörlüğün nasıl inşa edileceği meselesi bugün de geçmişte olduğu gibi bütün çıplaklığı ile karşımızda duruyor.
 
Hakiki, kitlesel ve sarsıcı bir politik özneyi inşa etmeye dair farklı düzlemlerde çalışmalar yürüten bir çok yoldaşımız bulunuyor. Ancak, görünen odur ki bu yoldaşlık farklı örgütsel konum alışlar ve angajmanlar ile, bazen birbiriyle çatışan, bazen birbirinden yalıtık, çoklukla diyalog zemini gelişmemiş veya ortadan kalkmış durumları ifade ediyor.
 
Aktörlüğün inşası meselesine her nerede ve her nasıl katkı sunmaya çalışılıyor ise, aktörlüğün nasıl inşa edileceği ve bu öznelliğin inşa edilmesinde karşılaştığımız sorunlara dair kafa yormak, bu farklı çalışmalar içerisinde bulunan herkesin görevidir. Dahası, bununla ilgili bir tartışma zemini açabilmek de bu tartışmaları yapmak kadar kıymetlidir. Bu tartışma, müşterek bir tartışmadır, farklı kollardan, birbiriyle konuşabilen, yoldaşlık zeminini kaybetmeyen, dostluk inşa etmenin zeminidir.
 
Bunun iki temel sebebi var. Birincisi, bu aktör ne tür bir şey olacak ise, özünde kolektif olacaktır. Dolayısıyla, bu kolektif varlığın oluşturulması çabası içerisine, farklı şekillerde de olsa, bir çok tekil aktör katılacaktır.
 
İkincisi, aktörlüğün inşa edildiğini söylerken aynı zamanda bu inşa sürecinin kendisinin de inşa edildiğini akılda tutmak gerekir. Çok klasik olacak olmakla beraber, nasıl ki “eğiticilerin de eğitilmesi gerektiği” hususu tarihsel bir zorunluluk ise, eğiticiler kendilerini eğitmenin en özgürleştirici yolunun kolektif bir çaba olduğunu da keşfetmişlerdir. Kolektivite, diyalojik bir zemindir, farklı gerçeklikleri yan yana getirir; farklı özneleri konuşturur, dolayısıyla gerçekliğin farklı boyutlarını ve zenginliğini açığa çıkarma şansı sunar.
 
Malum, Türkiye’de aktörlüğün inşasına katılan bir çok örgüt ve kişi, kendisine bir tür “önderlik” iddiası atfetmektedir. Bu iddia, neredeyse bu tür bütün örgütlerde -gizli veya açık şekilde- ortadadır. Önderlik meselesinin iyi veya kötü, doğru veya yanlış olması bir yana, bu iddianın kendisi bir çok problemi beraberinde getirmiştir. Bu problemlerden bazıları zamanla yapısallaşmış, kangren boyutuna gelmiştir. Daha kötüsü, bu problemlerden bazılarının bir çok yoldaşımızın “mücadeleden” kopmasına, “mücadelenin” de halktan kopmasına sebep olduğu ortadadır. Bunlardan daha önemli olan şey, bu durumun genel olarak mücadele açısından büyük bir itibar kaybına yol açmış olmasıdır. Birlik, inandırıcılık, kitlesellik olmaması sebebiyle, binlerce parçaya bölünmüş mücadele, kitleler kadar önderlikler ve problemlerle de maluldür.
 
Türkiye’de halkın kamucu politikasının inşa sürecine katılmanın tarihi destanlar, kahramanlıklar, cefalar ve fedakarlıklarla doludur. Ancak, bütün bu aktörlüğü inşa etme sürecinde yaşanan kolektif değerin toplumsal itibarı, çekilen acılar kadar büyük ve güçlü değildir. Bunu geri kazanmak, en kötü inşa etmek gerekir.
 
Bütün bunlar bir yana, Türkiye aynı zamanda zengin eylem repertuvarı ve örgütsel formların arandığı, denendiği bir ülke olma özelliği taşımaktadır. Mevcut siyasi koşulların tetikleyicisi olan Gezi direnişi ve seçim kampanyaları süreçleri, bu deneyimleri hayal edemeyeceğimiz kadar geliştirdi ve güçlendirdi. Eski önderlik iddiası taşıyan örgüt formları yanına, yeni, genç, katılımcı, kolektiviteye vurgu yapan müşterek örgütlenmeler de katıldı. Böylece, aktörlüğün inşası meselesine yeni yaklaşımlar da katılmış oldu.
 
Ancak, mevcut subjektif durumun gösterdiği üzere, başta da ifade ettiğimiz gibi, aktör değiliz, ve oluşumu üzerine düşünmeyi daha ciddiye almak zorundayız.
 
Bu platformda, yukarıda ifade edilen meseleyi sorunsallaştırmayı amaçlayan yazılar yer alacaktır. Katkı sunmaya davetlisiniz.
 
 
YAZI ÖNERİLERİ
  • Önderlik mefhumu, ve kolektif önderlik
  • Önderlik sorunun problemleri
  • Ezilenlerin Pedagojisi
  • Kolektif Özgürleşme: İnşa
  • Devlet mi Devrim mi?
  • İktidar arzusu ve problemleri
  • Müşterek Komünizm

18 Ekim 2017 Çarşamba

Duyuru: Tartışma Toplantıları Dizisi - EKİM OTURUMU

 
Tartışma dizisi kapsamında her ay bir ya da birkaç sunumcu/tartışmacı, belli bir konuya dair önemli bulduğu ve ötekilerle paylaşmayı arzuladığı düşüncelerini katılımcılarla paylaşıyor ve konu üzerine yürütülecek bir tartışma için açıcı rol üstleniyor. Herkesin katılımına açık olan bu oturumlar, insanları (fikirleri, heyecanları, deneyimleri, disiplinleri…) sosyalist bir çerçevede, konuşma ve düşünme eylemlerinde karşılaştırmayı hedefliyor.
Aşağıda 21 Ekim Cumartesi saat 15.00’te gerçekleşecek olan 7.  oturumun ayrıntılarını ve öteki oturumlara dair bilgileri bulabilirsiniz.
 
***

EKİM TOPLANTISI
 
* Alternatif Ekonomilerde Kooperatif Deneyimleri *

Sunumcu/Tartışmacı:  Selma Değirmenci (Araştırmacı)
Başlık:  Girit Kooperatifleri
Sunumcu/Tartışmacı:  Uygar Dursun Yıldırım (Araştırmacı)
Başlık:  İzmir  Tire Süt Kooperatifi
Zaman:  21 Ekim Cumartesi, 15.00-18.30
           Yer:  Carmela Cafe
                Adres: Caferağa Mahallesi, Tellalzade Sokak, No:17, Kadiköy, İstanbul
 
***
 
OCAK  - Can Evren (Duke Üniversitesi Kültürel Antropoloji Doktor Adayı) “Tabandan Yukarı mı,
Soldan Sağa mı? Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.*  

ŞUBAT  - Enes Aksu (YTÜ İktisat Yükseklisans Öğrencisi) “AKP Döneminde Türkiye Ekonomisi:
Hangi Adımlar Atıldı, Etkileri Ne Oldu?” başlığıyla bir sunum gerçekleştirdi.

MART  - Begüm Özden Fırat (Öğretim Üyesi, MSGSÜ Sosyoloji Bölümü) “Müşterekler Siyaseti”,
                 Zafer Ülger “Başkanlık Referandumu, İlkel Birikim, Müşterekler” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdiler.**

NİSAN  - Eser Sandıkçı (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği üyesi) “Emeğin Ruhsallığı”, Eylem Akçay (Plaza Eylem Platformu üyesi) “Ruhsal Hayat Sınıf Mücadelesinin Bir Alanı mıdır?” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdiler.***

MAYIS – Baran Gürsel (Klinik Psikolog, Sosyal Politika Doktora Öğrencisi) “’Sınıfın Bilinçdışı’ Üzerine Bir Tartışma: Öznellik-Nesnellik Diyalektiğinde Nereye Oturur, Sınıf Siyasetine Bakışımızı
Nasıl Etkiler?” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi.

TEMMUZ  - Bilgesu Şişman (Depaul Üniversitesi Felsefe Doktor Adayı) “Bir Toplumsal İlişki ve
Öznellik Formu Olarak Düşmanlık”, Mukadder Okuyan (Clark Üniversitesi Sosyal Psikoloji Doktora Öğrencisi) “Baskının Kesişimselliği: Cinsiyetçilik, Sınıfsal ve Etnik Ayrımcılığın Eş Zamanlı Etkilerini Düşünmek” başlıklarıyla birer sunum gerçekleştirdiler.

KASIM ayı oturumunda Feryal Salgılıgil ve Umut Şah;
ARALIK ayı oturumunda da İlker Özyılıdırm ve İshak Sayğılı tartışmacı olacaktır.
 
* Sunum metnini blogda bulabilirsiniz.
** Sunum kaydı: https://soundcloud.com/user-607856220/elestirelsosyalistdusuncetartismalarimart
*** Sunumların birinin metnini blogda bulabilirsiniz.
 
Etkinlik Sorumlusu: Baran Gürsel
İletişim: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook:  facebook.com/elestirelsosyalistdusunce


 
 
 
 

19 Eylül 2017 Salı

Marx bizi oyuna mı getirdi? / Sosyalizm bir düş mü?

Baran Gürsel

 Otoriter iktidarlar insanların diğer insanlarla kurduğu bağlara saldırır ve aynı zamanda bu bağları otoriter öznelerin, merkezine yerleşeceği şekilde yeniden biçimlenmeye doğru iterler. Dolayısıyla otoriter ilişkilerin tahsis edilmesi; hem insanların birbirleriyle kurduğu ve içsel olarak taşıdığı bağların şiddetle bastırılması, hem de yeniden örgütlenmesini içeren bir süreçtir.

 Bunu sadece otoriter siyasal öznelerin bir etkisi olarak değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkiler üzerinde yarattığı bir etki olarak da düşünebiliriz. Piyasanın otoriter iktidarı, yaşamak için çalışmak zorunda olanlara ve bu zorunluluğun kıyısında gezenlere bu tür etkilerde bulunur. Proleterlerin/proleterleşenlerin birbirleriyle (eşit ötekilerle) kurduğu ilişkilerin hem bastırılma ve parçalanma tehlikesi, hem de otoriter olanı (piyasa, sermaye, işveren gibi) merkeze alarak yeniden kurulma baskısı altında olduğunu düşünebiliriz.

Bazı zaman-mekânlarda bu baskıya karşı işleyen güçlü eğilimler bulunur, taşınır, yaratılır - insanların bu durum öncesinde birbirleriyle ve çeşitli düşünce gelenekleri, hayaller ve ideallerle kurdukları bağların niteliği burada önemli rol oynar. O zaman bu parçalanma baskısına karşısında durma ve onu aşmaya dair fikir ve eylemler gelişecek zemin bulabilir ve bu bağlar aynı zamanda "cesaret bulaşması" için kanal işlevi görürler. Biz de kuşkusuz bu işleve katılmaya ve onu güçlendirmeye çabalarız. Bu eğilimlerin zayıf olduğu veya zayıfladığı zaman-mekânlarda, sınıf içi rekabet, kavga, bölünme ve parçalanmanın arttığını söyleyebiliriz. Böyle dönemlerde fikir ve eylemlerin yayılma kanalları tıkalı gibidir; hayal ve idealler kimliklere dönüşerek iletişimsel işlevlerinden uzaklaşabilirler; birbirimize cesaret verme yöntemlerimiz aslında kaygıyı bulaştırma yöntemleri olarak iş görebilir.

 Bu bölünme ve kavgayı bir yandan içsel bir bölünme ve kavga olarak da düşünmeliyiz. Ruhsal dünyada, otoriter öznenin tahta çıkmaya çalıştığı ve koşulsuz/kuralsız tanınma talep ettiği ve kardeşlerin şiddetle bastırılmaya çalışıldığı içsel bir kavga başlar orada.  Ve insanın dışarıyla kurduğu ilişkilerde ve toplumsal dünyada da bu kavga bazen sert bir rekabet, bazen suçlama ve aşağılama, bazen ayrımcılık ve dışlama, hatta toplumsal şiddet olarak kendini gösterebilir. Kapitalist üretim ilişkilerine düşüşün çeşitli güvence ve sosyal olanaklarla biraz da olsa yumuşatılamadığı günümüzde, kapitalizmin baskısının dönüştüğü içsel ve dışsal şiddet, otoriter yönetimlerin ve savaşçı politikaların da yönlendirmeleriyle daha çiğ ve yıkıcı biçimlere dönüşebiliyor.

Ruhsal Otoriter Rejim ve Sosyalizmi Düşleyebilmek

 Peki, kapitalizmin otoriter diktatörlüğünün ruhsal ve toplumsal dünyalardaki ilişkilere saldırmasına ve bu alanların sürekli yeniden organize edilmesini talep etmesine karşı sosyalist öznelerin yöntemi ne olabilir?  Eğer burada içsel bir mücadeleden ve bastırma sürecinden de söz ediyorsak, bu bastırılanın toplumsal ilişkilerin eşitlikçi biçimde yeniden örgütlenmesi yönünde nasıl geri "davet edilebileceği" sorusu karşımıza çıkar. Bu hiç de kolay cevaplanabilecek bir soru değildir çünkü bir yandan da biliriz ki bastırılanın her “geri dönüş” biçiminin eşitlikçi ve özgürleştirici ilişkileri destekleyeceğine dair bir kural yoktur. “Geri dönüşün” politik çerçevelerini ve temsillerini (ilişkiler, kurumlar, teoriler, ilkeler...) kurmaya-bozmaya bu yüzden bu kadar enerji harcıyoruz.

 Bu yöntem sorusuna farklı açılardan yaklaşılabilir ama benim güncel dönemde eksikliğini/yetersizliğini yaşadığımızı düşündüğüm temel bir yöntem ve kapasite, düşlemedir. Yukarıda, otoriter piyasa düzeninin baskısı arttıkça insanlar arası ilişkilerle birlikte içsel ilişkilerin de yeniden şekillenme baskısı altına girdiğini iddia etmiştim. Toplumsal bağlar, ruhsal bağların çözülmesi ile el ele gider. Ruhsal bağların çözülmesi sadece bilinçli/önbilinçli düşünce biçimleri arasında gerçekleşen çatışmalar, kopmalar ve dönüşümleri değil aynı zamanda tüm ruhsal öğeler arasında yeniden düzenlenmelere işaret eder. Duyumlar, dürtüler, nesneler, arzular, kaygılar, imgeler, duygular, düşünceler, anlamlar... bunların kendi içlerindeki ve aralarındaki bağlar ve geçişler zayıflar, bazen neredeyse kopar. Bazı öğeler bastırılır, karanlığa gömülmeye zorlanırken, geriye kalan akışkanlığını ve yaratıcılığını yitirmiş gibi gözüken, korku ve şiddetli öğelerin ön plana çıktığı bir ruhsal dünya olabilir.  Bu akışkanlığın azalmasıyla hayaller çökebilir veya tekrarlayıcı/sabit sahnelere dönüşebilir. Özelikle otoriter ruhsal rejimde eşit ötekilerle özdeşlik kurmak, onlarla/onları hissetmek, onlarla/onları tasarlamak çeşitli ölçülerde yasaktır -tabii bu durumda içsel denetmenin huzurunda cereyan duygulanım ve tasarımların gerçekten de var olmadıkları, aslında yok olduklarını iddia edersek içselleşmiş iktidarın arzusuna ortak olmaktan başka bir şey yapmış olmayız. 

 O zaman kapitalist üretim ilişkilerinin baskısı ruhsal dünyada (öte yandan tam da sınıf mücadelesinin potansiyelini kuracak şekilde) bir egemenlik alanı açma gayretine girmiştir. Maddi yaşamın ve yaşamın diğer yönlerinin yeniden üretimi için çalışmak zorunda olmanın, yani bu “nesnel” ilişkiler düzeninin “öznel” dünyaya kazımaya çalıştığı tablo bu bastırılmışlık ve parçalanmışlık tablosudur. Bu tablo donuk gibidir çünkü “görülmek istenen” odur; kapitalizmin otoriter özneleri işçi sınıfın dünyasında, tam da kendi yaratmak istedikleri tablonun var olduğu tasarlarlar, çoğunlukla da bunu sesli bir şekilde iddia ederler ve herkesi sınıfın dünyasına buradan bakmaya davet ederler. Gelin görün ki kapitalizmin otoriter öznelerinin bakışının ötesindedir gerçeğin potansiyeli. Ancak kolektif yeniden tasarımlama süreçleri ile “geri gelebilecek” ve aynı anda aslında aktif bir şekilde inşa edilebilecek bir gizdir buradaki.

Bu kolektif yeniden tasarımlama/inşa süreçlerinin olmazsa olmazı kolektif düşleyebilmedir. Ve ruhsal unsurlar arasındaki geçişliliğin yerine bastırılmışlık ve parçalanmışlığın donuk tablosunun, yani ruhsal otoriter rejimin geçirilmek istenmesi; içsel geçişliliğin, bağlantılar kurmanın ve yaratıcılığın adı, aracı ve gereği olan, düşleme kapasitesine de saldırı anlamına gelir.

 Biz de bu ruhsal ve toplumsal dünyaları böyle donuklaştırma çabasına karşı, oyunu yeniden yaratma çabasının bir adı, aracı ve gereği olarak düşünülebiliriz komünizmi. Marx hayaletlerden boşuna bahsetmez belki. Kapitalizmin perili köşkünde hayaletler gezer, hayal/düş dünyasının asli özneleri olarak. Hayaletler ilgi çekmenin yollarını bulurlar, korkuyla karışık bir merak uyandırır, bizi hayal dünyasına bakmaya davet ederler. Ve belli ki bizi çağırdıkları dünyanın göbeğinde "yanlış gömülmüş" ve "şekilsizleştirilmiş" bir şeyler yatmaktadır. Her hayalet hikâyesinin gelip geleceği yer burası değil midir? Hem ölü hem canlı, ne ölü ne canlıdır onlar: kapitalizmin otoriter rejimince sınıfın ruhsallığının dibine gömülenler, orada “bekleyenlerdir”.

Marx'ın Oyunu

  Marx toplumsal ilişkilerin ve toplumsal oluşumların düşünürü değil miydi? O zaman belki Marx bizi oyuna getirmiştir. Toplumsal ilişkiler ile özne arasındaki oyuna. Yine! (Başka düşlerin filtresinden geçmiş bir haliyle düşünürsek) toplumsal ve ruhsal arasındaki bir oyuna getirmiştir bizi; sınıfın taşıdığı ruhsal izlerin nesnelliğini tanımaya, toplumsal dünyanın öznel bir biçimde yeniden kuruluşunu tanımaya çağırmıştır. O zaman büyük oyunu kurmak, dünya sosyalizminin örgütlü güçlerini kurmak için hayaletler eşliğinde oynanacak bir düşleme oyununa davet edildiğimizi düşünebiliriz. Çünkü ruhsal unsurlar arasında oluşan otoriter, baskıcı, kopartıcı düzeni onarmanın başka yolu yoktur. Dolayısıyla toplumsal düzeni onarmanın da. Hayallerin katı ve tekrarlayıcı sahnelere dönüşmesine karşı esnekleşmiş bir hayal gücüne, hayaller yaratmak için de ruhsal unsurlar arasında mümkün olduğunca rahat gezilebilecek aralıklarla ihtiyaç var. Sınıfsal özdeşleşmeler ve -ancak bu temelde- insanlık, canlılık ve dünyalılığa (ve belki ötesine) dair daha geniş özdeşleşmeler böyle yaratılabilir.

 Marx'ın açtığı aralıktan içeri bakacaksak kapitalizmin bağlara saldıran düzenine karşı, toplumsal aktör olma yolunda yeniden sosyalist düşler kurma; korku ve şiddet sahnelerinin ötesini düşünebilme; eşit sınıfsal ötekilerle olan özdeşleşmeleri ve bağları onarma; dışlama ve ayırmanın yerine ortaklığı getirmeye yönelik davete ortak olmamız lazım.

  Ve sosyalizmin bir düş olduğunu hatırlamamız.

  Sosyalizm, tarihsel fikir, deneyim ve çelişkilerden yola çıkarak soyutlanmış, zengin ve dinamik bir düşse, bu onu "pratik dışı" yapmaz. Böyle söylemek olsa olsa bizim düşlerin uyarıcı unsurlarına karşı verdiğimiz savunmacı bir tepki olabilir. Sosyalizm bir düşse, düşlenebildiği ölçüde bize pratiğe ilişkin eylem olanakları sunacak ve bazı yönleriyle hayata geçirilebilecektir.

 Bunun için kolektif sosyalist düşler kurma kapasitelerimizi onarmamız, konuşmalarımızın ve buluşmalarımızın önündeki engelleri askıya alabilmemiz ve gerçekten hayal olan üzerine düşünmeye yeniden alışmamız gerekiyor. Marx'ın oyununa gelmek bugünlerde epey büyük bir enerji istiyor sahiden, bunu görmezden gelemeyiz. Ama bunu yapmamızın bizi bu karanlık günlerin ötesine taşıyabilecek ruhsal ve ilişkisel kapasitelerle donatacağını, birbirimize yaydığımız aciliyet hissinin azalmasıyla bu günlere yönelik çözüm arayışımızı da daha verimli hale getireceğini unutmayalım.

 Bugün ya da başka gün kendimizi toplumda arzu uyandırabilen ve korkunun önüne set çekebilen sosyalist aktörler olarak (yeniden) kuracaksak oyuna katılalım, sınıfın gerçeği ve sosyalizmin düşüne biraz daha kendimizi kaptıralım derim.