19 Eylül 2017 Salı

Marx bizi oyuna mı getirdi? / Sosyalizm bir düş mü?

Baran Gürsel

 Otoriter iktidarlar insanların diğer insanlarla kurduğu bağlara saldırır ve aynı zamanda bu bağları otoriter öznelerin, merkezine yerleşeceği şekilde yeniden biçimlenmeye doğru iterler. Dolayısıyla otoriter ilişkilerin tahsis edilmesi; hem insanların birbirleriyle kurduğu ve içsel olarak taşıdığı bağların şiddetle bastırılması, hem de yeniden örgütlenmesini içeren bir süreçtir.

 Bunu sadece otoriter siyasal öznelerin bir etkisi olarak değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkiler üzerinde yarattığı bir etki olarak da düşünebiliriz. Piyasanın otoriter iktidarı, yaşamak için çalışmak zorunda olanlara ve bu zorunluluğun kıyısında gezenlere bu tür etkilerde bulunur. Proleterlerin/proleterleşenlerin birbirleriyle (eşit ötekilerle) kurduğu ilişkilerin hem bastırılma ve parçalanma tehlikesi, hem de otoriter olanı (piyasa, sermaye, işveren gibi) merkeze alarak yeniden kurulma baskısı altında olduğunu düşünebiliriz.

Bazı zaman-mekânlarda bu baskıya karşı işleyen güçlü eğilimler bulunur, taşınır, yaratılır - insanların bu durum öncesinde birbirleriyle ve çeşitli düşünce gelenekleri, hayaller ve ideallerle kurdukları bağların niteliği burada önemli rol oynar. O zaman bu parçalanma baskısına karşısında durma ve onu aşmaya dair fikir ve eylemler gelişecek zemin bulabilir ve bu bağlar aynı zamanda "cesaret bulaşması" için kanal işlevi görürler. Biz de kuşkusuz bu işleve katılmaya ve onu güçlendirmeye çabalarız. Bu eğilimlerin zayıf olduğu veya zayıfladığı zaman-mekânlarda, sınıf içi rekabet, kavga, bölünme ve parçalanmanın arttığını söyleyebiliriz. Böyle dönemlerde fikir ve eylemlerin yayılma kanalları tıkalı gibidir; hayal ve idealler kimliklere dönüşerek iletişimsel işlevlerinden uzaklaşabilirler; birbirimize cesaret verme yöntemlerimiz aslında kaygıyı bulaştırma yöntemleri olarak iş görebilir.

 Bu bölünme ve kavgayı bir yandan içsel bir bölünme ve kavga olarak da düşünmeliyiz. Ruhsal dünyada, otoriter öznenin tahta çıkmaya çalıştığı ve koşulsuz/kuralsız tanınma talep ettiği ve kardeşlerin şiddetle bastırılmaya çalışıldığı içsel bir kavga başlar orada.  Ve insanın dışarıyla kurduğu ilişkilerde ve toplumsal dünyada da bu kavga bazen sert bir rekabet, bazen suçlama ve aşağılama, bazen ayrımcılık ve dışlama, hatta toplumsal şiddet olarak kendini gösterebilir. Kapitalist üretim ilişkilerine düşüşün çeşitli güvence ve sosyal olanaklarla biraz da olsa yumuşatılamadığı günümüzde, kapitalizmin baskısının dönüştüğü içsel ve dışsal şiddet, otoriter yönetimlerin ve savaşçı politikaların da yönlendirmeleriyle daha çiğ ve yıkıcı biçimlere dönüşebiliyor.

Ruhsal Otoriter Rejim ve Sosyalizmi Düşleyebilmek

 Peki, kapitalizmin otoriter diktatörlüğünün ruhsal ve toplumsal dünyalardaki ilişkilere saldırmasına ve bu alanların sürekli yeniden organize edilmesini talep etmesine karşı sosyalist öznelerin yöntemi ne olabilir?  Eğer burada içsel bir mücadeleden ve bastırma sürecinden de söz ediyorsak, bu bastırılanın toplumsal ilişkilerin eşitlikçi biçimde yeniden örgütlenmesi yönünde nasıl geri "davet edilebileceği" sorusu karşımıza çıkar. Bu hiç de kolay cevaplanabilecek bir soru değildir çünkü bir yandan da biliriz ki bastırılanın her “geri dönüş” biçiminin eşitlikçi ve özgürleştirici ilişkileri destekleyeceğine dair bir kural yoktur. “Geri dönüşün” politik çerçevelerini ve temsillerini (ilişkiler, kurumlar, teoriler, ilkeler...) kurmaya-bozmaya bu yüzden bu kadar enerji harcıyoruz.

 Bu yöntem sorusuna farklı açılardan yaklaşılabilir ama benim güncel dönemde eksikliğini/yetersizliğini yaşadığımızı düşündüğüm temel bir yöntem ve kapasite, düşlemedir. Yukarıda, otoriter piyasa düzeninin baskısı arttıkça insanlar arası ilişkilerle birlikte içsel ilişkilerin de yeniden şekillenme baskısı altına girdiğini iddia etmiştim. Toplumsal bağlar, ruhsal bağların çözülmesi ile el ele gider. Ruhsal bağların çözülmesi sadece bilinçli/önbilinçli düşünce biçimleri arasında gerçekleşen çatışmalar, kopmalar ve dönüşümleri değil aynı zamanda tüm ruhsal öğeler arasında yeniden düzenlenmelere işaret eder. Duyumlar, dürtüler, nesneler, arzular, kaygılar, imgeler, duygular, düşünceler, anlamlar... bunların kendi içlerindeki ve aralarındaki bağlar ve geçişler zayıflar, bazen neredeyse kopar. Bazı öğeler bastırılır, karanlığa gömülmeye zorlanırken, geriye kalan akışkanlığını ve yaratıcılığını yitirmiş gibi gözüken, korku ve şiddetli öğelerin ön plana çıktığı bir ruhsal dünya olabilir.  Bu akışkanlığın azalmasıyla hayaller çökebilir veya tekrarlayıcı/sabit sahnelere dönüşebilir. Özelikle otoriter ruhsal rejimde eşit ötekilerle özdeşlik kurmak, onlarla/onları hissetmek, onlarla/onları tasarlamak çeşitli ölçülerde yasaktır -tabii bu durumda içsel denetmenin huzurunda cereyan duygulanım ve tasarımların gerçekten de var olmadıkları, aslında yok olduklarını iddia edersek içselleşmiş iktidarın arzusuna ortak olmaktan başka bir şey yapmış olmayız. 

 O zaman kapitalist üretim ilişkilerinin baskısı ruhsal dünyada (öte yandan tam da sınıf mücadelesinin potansiyelini kuracak şekilde) bir egemenlik alanı açma gayretine girmiştir. Maddi yaşamın ve yaşamın diğer yönlerinin yeniden üretimi için çalışmak zorunda olmanın, yani bu “nesnel” ilişkiler düzeninin “öznel” dünyaya kazımaya çalıştığı tablo bu bastırılmışlık ve parçalanmışlık tablosudur. Bu tablo donuk gibidir çünkü “görülmek istenen” odur; kapitalizmin otoriter özneleri işçi sınıfın dünyasında, tam da kendi yaratmak istedikleri tablonun var olduğu tasarlarlar, çoğunlukla da bunu sesli bir şekilde iddia ederler ve herkesi sınıfın dünyasına buradan bakmaya davet ederler. Gelin görün ki kapitalizmin otoriter öznelerinin bakışının ötesindedir gerçeğin potansiyeli. Ancak kolektif yeniden tasarımlama süreçleri ile “geri gelebilecek” ve aynı anda aslında aktif bir şekilde inşa edilebilecek bir gizdir buradaki.

Bu kolektif yeniden tasarımlama/inşa süreçlerinin olmazsa olmazı kolektif düşleyebilmedir. Ve ruhsal unsurlar arasındaki geçişliliğin yerine bastırılmışlık ve parçalanmışlığın donuk tablosunun, yani ruhsal otoriter rejimin geçirilmek istenmesi; içsel geçişliliğin, bağlantılar kurmanın ve yaratıcılığın adı, aracı ve gereği olan, düşleme kapasitesine de saldırı anlamına gelir.

 Biz de bu ruhsal ve toplumsal dünyaları böyle donuklaştırma çabasına karşı, oyunu yeniden yaratma çabasının bir adı, aracı ve gereği olarak düşünülebiliriz komünizmi. Marx hayaletlerden boşuna bahsetmez belki. Kapitalizmin perili köşkünde hayaletler gezer, hayal/düş dünyasının asli özneleri olarak. Hayaletler ilgi çekmenin yollarını bulurlar, korkuyla karışık bir merak uyandırır, bizi hayal dünyasına bakmaya davet ederler. Ve belli ki bizi çağırdıkları dünyanın göbeğinde "yanlış gömülmüş" ve "şekilsizleştirilmiş" bir şeyler yatmaktadır. Her hayalet hikâyesinin gelip geleceği yer burası değil midir? Hem ölü hem canlı, ne ölü ne canlıdır onlar: kapitalizmin otoriter rejimince sınıfın ruhsallığının dibine gömülenler, orada “bekleyenlerdir”.

Marx'ın Oyunu

  Marx toplumsal ilişkilerin ve toplumsal oluşumların düşünürü değil miydi? O zaman belki Marx bizi oyuna getirmiştir. Toplumsal ilişkiler ile özne arasındaki oyuna. Yine! (Başka düşlerin filtresinden geçmiş bir haliyle düşünürsek) toplumsal ve ruhsal arasındaki bir oyuna getirmiştir bizi; sınıfın taşıdığı ruhsal izlerin nesnelliğini tanımaya, toplumsal dünyanın öznel bir biçimde yeniden kuruluşunu tanımaya çağırmıştır. O zaman büyük oyunu kurmak, dünya sosyalizminin örgütlü güçlerini kurmak için hayaletler eşliğinde oynanacak bir düşleme oyununa davet edildiğimizi düşünebiliriz. Çünkü ruhsal unsurlar arasında oluşan otoriter, baskıcı, kopartıcı düzeni onarmanın başka yolu yoktur. Dolayısıyla toplumsal düzeni onarmanın da. Hayallerin katı ve tekrarlayıcı sahnelere dönüşmesine karşı esnekleşmiş bir hayal gücüne, hayaller yaratmak için de ruhsal unsurlar arasında mümkün olduğunca rahat gezilebilecek aralıklarla ihtiyaç var. Sınıfsal özdeşleşmeler ve -ancak bu temelde- insanlık, canlılık ve dünyalılığa (ve belki ötesine) dair daha geniş özdeşleşmeler böyle yaratılabilir.

 Marx'ın açtığı aralıktan içeri bakacaksak kapitalizmin bağlara saldıran düzenine karşı, toplumsal aktör olma yolunda yeniden sosyalist düşler kurma; korku ve şiddet sahnelerinin ötesini düşünebilme; eşit sınıfsal ötekilerle olan özdeşleşmeleri ve bağları onarma; dışlama ve ayırmanın yerine ortaklığı getirmeye yönelik davete ortak olmamız lazım.

  Ve sosyalizmin bir düş olduğunu hatırlamamız.

  Sosyalizm, tarihsel fikir, deneyim ve çelişkilerden yola çıkarak soyutlanmış, zengin ve dinamik bir düşse, bu onu "pratik dışı" yapmaz. Böyle söylemek olsa olsa bizim düşlerin uyarıcı unsurlarına karşı verdiğimiz savunmacı bir tepki olabilir. Sosyalizm bir düşse, düşlenebildiği ölçüde bize pratiğe ilişkin eylem olanakları sunacak ve bazı yönleriyle hayata geçirilebilecektir.

 Bunun için kolektif sosyalist düşler kurma kapasitelerimizi onarmamız, konuşmalarımızın ve buluşmalarımızın önündeki engelleri askıya alabilmemiz ve gerçekten hayal olan üzerine düşünmeye yeniden alışmamız gerekiyor. Marx'ın oyununa gelmek bugünlerde epey büyük bir enerji istiyor sahiden, bunu görmezden gelemeyiz. Ama bunu yapmamızın bizi bu karanlık günlerin ötesine taşıyabilecek ruhsal ve ilişkisel kapasitelerle donatacağını, birbirimize yaydığımız aciliyet hissinin azalmasıyla bu günlere yönelik çözüm arayışımızı da daha verimli hale getireceğini unutmayalım.

 Bugün ya da başka gün kendimizi toplumda arzu uyandırabilen ve korkunun önüne set çekebilen sosyalist aktörler olarak (yeniden) kuracaksak oyuna katılalım, sınıfın gerçeği ve sosyalizmin düşüne biraz daha kendimizi kaptıralım derim.