28 Kasım 2020 Cumartesi

"Devlet krizi" üzerine bir not

Baran Gürsel

Burada Foti Benlisoy'un "Devlet krizi: Sahnenin önü ve ardı" başlıklı yazısı(1) üzerine aklıma gelen birkaç düşünceyi paylaşmak istiyorum. Kısa bir not gibi olacak bu yazı. Ama yürütmenin aşırı özerkleşmesi olarak görünen durumun ve "devlet krizi" meselesinin, gerek kötü uygulanan bir kapitalizm (anti demokratik/liberal kapitalizm, ahbap çavuş kapitalizmi, vb.), gerekse sınıflar üstü bir ittifakla çözülebilecek bir sorun olarak yorumlanmasına karşı Marksist bir çerçeveden okunmasını önemsediğim için hem referans metinlerin yayılmasına katkı sunmak hem de bu notu düşmek istedim. Yazacaklarım, Eren Düzgün'ün Türkiye'nin kapitalistleşme süreci üzerine Politik Marksizm bakış açısından geliştirdiği fikirlerden(2) yola çıkıyor. 

*Sermaye kesimleri arasındaki rekabet ve çatışmaların, yürütmenin aşırı özerkleşmesi görünümüne alan açtığına katılıyorum. Belki bu rekabeti, son yirmi yılda, her sermaye kesiminin (büyük ve küçük) yeniden üretiminin, kapitalist piyasa ilişkileri üzerinden gerçekleşmeye mecbur hale gelmiş olması üzerinden de düşünmeliyiz. Bu kapitalistleşme süreci, her sermaye kesimi açısından o kadar da gönüllü bir şekilde karşılanmadı, gerilimlerle, çatışmalarla yaşandı. Süreç, kapitalist "güdülerin", isterse en büyüğünden olsun, sermaye gruplarına içkin ve "üst-belirleyen" motifler değil, kapitalist piyasaya bağımlılıkla oluşan zorunluluklar olduğunu gösterircesine ilerledi. Eski "ayrıcalıklar" dağıldı. Bu bağlamda belki devletle bu dönemde kurulan yeni ayrıcalıklı ilişkilerinin eski ayrıcalık ilişkilerinden farkı üzerine de düşünülmeli. Özellikle kapitalist piyasa ilişkileri ve rekabete karşıt mı yoksa onlarla uyumlu ve onları destekler şekilde mi ilerlediği üzerinden. 

*Öte yandan bu süreçte küçük ürün(/hizmet/bilgi/eser) üreticileri kapitalist piyasaya daha bağımlı hale geldi, bu türden üreticiler (tarım, eğitim, sağlık, sosyal hizmet, sanat, eğlence, vb.) arasında yaygın bir mülksüzleşme ve proleterleşme süreci yaşandı. 

*Kapitalizmin Türkiye'de bu şekilde yerleşme ve bütünleşme süreci -ki bu biraz özgün bir döneme benziyor- "ekonomi" ve "siyasetin" birbirinden özerk görünümünü had safhaya çıkardı. Kapitalizmin "ekonomiyi" ve "siyaseti" kendi kendine işleyen sistemler olarak sunabilmesi, yani onun en temel ideolojik kodu, belki sadece yönetilen bizleri değil, yönetenleri de etkisi altına alıyordur. Ya da tersinden sorarsak: Egemenlerin kendi yaşam koşullarının sürekliliğini sağlamaya çalışırken verdikleri bilinçli veya bilinçsiz ideolojik hegemonya mücadelesinin onların "zihninden" kaynak almaması mümkün müdür? Tabii hem onlar hem de yönetilenler için bu ayrılık görünümüne (ekonomi-siyaset) karşı işleyen toplumsal gerçeklikler ve bunlara denk düşen bireysel/kolektif deneyimler var. Ama bu görünüm, bir fetiş gibi neticede. Hem imkansız hem de aktüel. Hem gerçek dışı hem de var. 

*Güncel durum ve "devlet krizi" tartışması bağlamında, yönetenler, kendilerini bu görünüme ve bunun uç biçimlerine (şef) kendilerini sonuna kadar kaptırıyorlar mı tam bilemiyorum. Bu mümkün. Ama öyleyse de unutmanın/bastırmanın mümkün olmadığı -ve bizim de yoruma her zaman geri çağırmamız gereken- bir gerçeklik var; o da temelde, yandaş ve benzeri sermayenin çıkarını temsil etmek değil -ki daha önceki dönemlerde bu daha mümkündü sanki- tüm sermaye kesimlerinin kapitalist piyasada yeniden üretiminin koşullarını sağlama zorunluluğu. Bu zorunluluğun gerektirdikleri elbette her zaman, kolay, anlaşılır veya mümkün olacak diye bir şey yok. Ama belli ki bu zorunluluk hem "siyasi" hem de "iktisadi" otoritelerin aklını ciddi şekilde meşgul ediyor. 

*Sanırım bu koşulların devamı için herhangi bir demokratik katılıma (sermaye dışı kesimlerin) ne kadar ihtiyaç olduğu da yine bu otoritelerce ciddi şekilde sorgulanmakta. Dolayısıyla sermaye de kendi siyasi temsil yollarının azalmasına bir de "iyi yanından" bakmaya çalışıyor olabilir. 

(1) https://fotibenlisoy.tumblr.com/post/635416044179243008/devlet-krizi-sahnenin-%C3%B6n%C3%BC-ve-ard%C4%B1

(2) https://www.academia.edu/2147677/Class_State_and_Property_Modernity_and_Capitalism_in_Turkey_European_Journal_of_Sociology_ 

10 Kasım 2020 Salı

Torba yasa ve süt banyosu: Sınıfın kaybı, eğlencesi, mücadelesi

Baran Gürsel

Genellikle siyasi ve iktisadi otoritelerin, gayrimeşru olarak adlandırdığımız hamlelerinin karşısına, meşru bulduğumuz, bireysel veya kolektif, hukuki, sosyal, kurumsal, vb. mücadeleleri koyar, bunların hayata geçmesini ister, öyle oldukça da sınıf mücadelesi adına memnuniyet duyarız. Bu tepkilerin birikerek, doğrudan ve dolaylı dönüşümlere yol açacağını, hiç değilse zamanı geldiğinde özdeşim kurulacak örnekler oluşturacağını düşünürüz. Bu “uygar” çaba, yıkıcı bir saldırganlığı etkisizleştireceğine inandığımız panzehir gibidir. Ne var ki bize meşru ve uygar gelen tepkilere/mücadelelere gereğinden fazla bağlanmamız da olasıdır ve bu türden bir fazla ilgi, sınıfın "gayrimeşru" niyetlerinin doğrudan dışarıda bırakılmasıyla sonuçlanabilir. Bu, hem sınıfla temastan kaçınmak, hem de, sınıfın olası en “gayrimeşru” niyetinin kapitalizmin reddi olduğunu düşündüğümüzde, kapitalizmin bertaraf edilmesi ihtimalinden uzak durmak anlamına gelebilir. 

İşçilerin, kıdem tazminatı, iş güvencesi ve emeklilik haklarında ciddi kayıplar yaratacak yasa tasarısına karşı sınıf mücadelesinin meşru yollarıyla direnmenin gerekli ve anlamlı olduğunu inkâr etmek abes olur.* Ama bunun yanı sıra, yasa tasarısının ve ona karşı mücadele çağrılarının sınıfın gündemine ne kadar girebildiğini değerlendirmek ve buradaki eksikliği yorumlamak gibi bir hedefimiz de olmalıdır. Aksi takdirde ufkumuz bir tür kaçınmayla belirlenir, baktığımız yerde görebildiğimiz ise sadece kendi idealimiz olur. Bu türden değerlendirmeleri yapmanın bir yolu, ilk bakışta göze meşru gelmeyen tepkiler üzerine düşünmek olabilir. “Süt banyosu” tam da böyle bir örnektir.**

"Süt banyosu" bir rüya gibidir. Yoksunluğa karşı bolluğun, kaybetmeye karşı temellükün, acıya karşı sefanın, kirlenmeye karşı saflığın, sert gerçekliğe karşı yumuşak dokunuşun rüyası. "Süt banyosu" bir iletişim/ilişki gibidir. Rüyayı gerçekleştiren eylem, sağlık kaygısını yok saymasıyla -hem de pandemi günlerinde- başkalarının kaygılarına dokunarak onları dürtmenin, onları çeşitli duygu-düşüncelere sevk etmenin peşindedir. Bir bireyin ruhsallığına dair çıkarımlarda bulunduğumuz sanısına kapılmadan –ve bunun da altını çizerek- söylersek “süt banyosu”, güncel sınıf ilişkilerinin, tersine çevrilmiş, “meşru” düzen dışına çıkarılmış, çatışmasızlaştırılmış, bireyselleştirilmiş, yoğun duygulara sahne olan, görülme talebi içeren bir görünümüdür. Sınıfın kayıplarının katmerlendiği bir dönemde bu görünüm, bize öncelikle sınıfın “mücadele etmeyen” kesimlerinin de kayıpları deneyimlediğini ve ona karşı bilinçdışı ve bilinçli yanıtlar ürettiğini söylüyor olabilir. Bu türden sınıf deneyimi ifadeleri, hem devlet, işveren, iş, meta, para vb. gibi unsurlarla hem de diğer işçilerle kurulan bilinçdışı ve bilinçli ilişkilere dair ipuçları taşır. “Süt banyosu”, işverenle sefada birliktelik, işçilerle sefada ayrışma, (gizlenen/uyandırılan) hasette/öfkede ortaklıktır.

Bu türden ipuçlarıyla meşgul olmaya dair sınıf örgütlerini ve bizleri sınıftan kopartan meraksızlık bana kalırsa sadece, bu tabloda arzu etmediğimiz bir şeyi görmüyor olmamızla açıklanamaz. Aksine bu sahnede gördüğümüz şey belki bizim de arzu ettiğimiz şeydir: Yani, aynı toplumsal koşullar (örn. sınıfın parçalanmışlığı) belki bizlere de duyulmasından pek hoşnut olmayacağımız rüyalar gördürüyor, kardeşçe ilişkiler hayal etmemizi zorlaştırıyor, çareyi sefa sürme ve kaçıverme hülyalarına dalmakta bulduruyor olabilir. Dolayısıyla bizzat ortak olan noktamız (ortak deneyimlerimiz ve koşullarımız) ortaklıktan kaçınma ve birbirimizi merak etmeme sebebimiz haline geliyor olabilir. Bu türden sınıf deneyimi ifadelerinin, ahlaki uyarılar aracılığıyla görüş alanımızın dışına düşürülmesine izin vermemek, bu türden ortaklıkların bulunmasına imkân sağlayabilir. Neticede mücadele, ortak deneyimlerin üzerine değilse nereye inşa edilecektir?

Bana kalırsa, ortak deneyimlere ilişkin merakımızın iyice köreldiği koşullarda sınıfın uygar formlarına (kampanya, eylem, kurum, vb.) fazla ilgi gösteriyor olmak, mücadeleden önce, güvenli ortam arayışına karşılık gelebiliyor. Özellikle de tabandan mücadelenin bu formları hareketlendirmediği durumlarda.  Güncel koşullarda bu iki arayış/ihtiyaç (mücadele ve güvenli ortam) iç içe girebildiği için, daha doğrusu güvenli ortam arayışı bize bazen, mücadele arayışı olarak göründüğü için, iki ihtiyaç da belli ölçüde yanıtsız kalabiliyor. Güvenli ortam arayışıyla geliştirilen formlar da (kampanya, eylem, kurum, vb.) çoğunlukla, ortaklık ve uzlaşmanın değil, “iyi ahlakın” ve parçalı var oluşun mekânı oluyor. Ama yine de güvende olmanın tek olasılığı sayılıyor. Böylece, bu tarz uygar mücadelelerden ve kurumları aşma veya çeşitlendirme ihtimalleri, ciddi bir korku ve dirençle karşılanabiliyor. Bazı sınıf örgütlerimizin, parçalı, kısmi yanıtlar üreten, ahlaka (ilke adı altında) fazla yaslanan ve geçirgen olmayan yapılar olmasının sebebi de bu dinamiklerde aranabilir. Bu dinamikleri aşmanın ve sınıf mücadelesinin hayalî ve gerçek kapsamını genişletmenin yolunu ararken yine aynı örneğe dönebiliriz. 

“Süt banyosu”, bir açıdan, oyun, eğlence, yaratıcılık ve sembolleştirmenin geri dönüşüne işaret ediyor. Böyleyse önümüze, oyunun, dar bir alana, bireyselliğe ve imge odaklı olmaya nasıl sıkıştığını sorgulamak için de bir fırsat çıkarıyor. Ben, sıkışmaya yol açan bağlama, yer yer kapitalizmle ortaklaşarak bizim de katkı sunduğumuzdan şüphelenmekteyim. Düşüncemizin ve örgütlerimizin, sınıfın acısıyla olduğu kadar –ki onunla ilişkisi de zayıf bulunabilir- onun oyunuyla ve yaratıcılığıyla ilişki kurduğunu düşünmüyorum. Ama bizzat güncel koşullardan ve kapitalizmden kurtulabilmemiz için bu ilişkiye ihtiyacımız olduğundan emin gibiyim. 

* https://www.gazeteduvar.com.tr/sendikalar-karsi-cikti-esnek-calisma-teklifi-geri-cekiliyor-haber-1504116

** https://www.birgun.net/haber/sut-fabrikasinda-sut-banyosu-videosu-ceken-calisanlar-tutuklandi-321912