6 Ağustos 2017 Pazar

Toplumsal meseleler kadınlara bırakılmalı mı?

Eylem Akçay



İlker Belek, soL haber sitesinde 29 Temmuz’da Kadıköy’de yapılan kıyafet eylemiyle ilgili bir yazı yazdı.* Kadın eyleminin “şortuma da başörtüme de karışma” şeklindeki sloganını eleştirerek kadınların AKP ideolojisinin etkisinde olduklarını söyledi. Yazının can alıcı ana fikri “kadın sorunu kadınlara bırakılmayacak kadar toplumsaldır” retorik ifadesiyle dile getirilmişti.

Öyle midir gerçekten? Soruyu böyle sorunca bir tuzağa düşme tehlikemiz var; kadın kim, kadın sorunu ne, toplumsal sorun ne, herkesin üzerinde anlaşması zor. Bu ifadenin doğruluğu veya yanlışlığını göstermek yerine, Türkiye’de solcuların solculukla yüzleşmesine vesile etmek daha doğru olacak. “Solcular”, evet, çünkü bir süredir Türkiye’de solculuk bir kimlik ve kimlik savunusu haline geldi. (Size başka bir soru sorayım: İlk solcular kadın mıydı erkek mi?)

Belek’in kullandığı retorik ifade kaynağını, Hannah Arendt’in “Atom bombası (nükleer güç) siyasetçilere ve bilim insanlarına bırakılamayacak kadar kamusal bir meseledir” sözünden alıyor. Arendt bunu derken, kamusal bir meselenin profesyonel bir yaklaşımla ele alınamayacağını, konuya “daha hâkim” olması beklenen belli sayıda insanın politik bir meselede karar vermede yalnız bırakılamayacağını, politikanın ancak kamusal araçlarla ve kamusal olarak yapılabileceğini vurgulamaya çalışıyordu. Belek ise, tam tersini vurgulamak istiyor: Bilgili ve öngörülü bir siyaset lazım, o da meseleden çıkarı olan “kadınların” yapabileceği bir şey değil. Belek “Olacaksa kadın hareketi sosyalist mücadelenin içinde, kadının kurtuluşunu toplumsal kurtuluşa bağlayarak olur,” diyerek bitiriyor. Belek’e göre kadın hareketi olsa da olur, ama ikincil ve bağımlı; toplumsal kurtuluşun bir eki olarak.

Belek’in söyledikleri elbette cinsiyetçi; kadınların cinsiyetçiliğe karşı çıkması mümkün ve meşru görülebilir. Ancak acaba mesele bununla sınırlı mı? Mesela, kadın hareketlerinin belirlediği sloganlar üzerine “erkekler” bir şey söylememeli mi? Kadın sorunu da dâhil toplumsal meseleler, kadınlara bırakılabilir mi?

Belek kadın sorununun nasıl toplumsal sorun olduğunu “Kadını kontrol etmek demek erkeği ve toplumu kontrol etmek, gerici siyaseti toplumsallaştırmak demektir,” sözleriyle özetliyor. Bunu yapan dinci gericiliktir. Aynadaki görüntümüz kadar doğru** olan bu yaklaşımı biraz daha düzeltmek gerek: Kadını kontrol etmek erkeği kontrol etmek değildir. İktidar erkekleri (yani toplumu?) kontrol etmek için kadını kontrol etmiyor, erkeklerle işbirliği yaparak onlara kadının kontrolünde yardımcı olma sözü veriyor. Yani, özel olan elbette politik, toplumsal oluyor. Bir düzeltme daha: Bu kontrol ekonomisi “dinci gericilikten” kaynaklanmıyor, aksine dinci gericiliği besleyip kuvvetlendiren şey bu. Dolayısıyla, kendine “sosyalist” diyen bir iktidarın da (mesela bağımsız politika geliştirmeye çalışarak toplumsal alanda kafa karışıklığı yaratan) kadınları kontrol etmekte erkeklerle işbirliğine gittiği hayal edilebilir. Kadını kontrol ederek yönetmek dincilerin ayrıcalığı değil, her türlü iktidarın özüne ilişkin bir pratik. Ayrımcılığın ideolojik olarak doğallaştırılmasına yancı oluyor iktidar (ırkın, etnisitenin ve tembel=yoksulun doğallaştırılmasından yararlandığı gibi).

İşin ilginci, eğer sorun sadece dinci gericilik olsaydı, karşısında sosyalistlerin değil Belek’in AKP’nin ideolojik olarak kandırdığını ima ettiği liberallerin olması gerekmez miydi? Yani teorik olarak sosyalist alternatifin bu politikada “hakiki karşıt” olarak yer alması daha zor değil mi? Peki sosyalizmi “dinci gericiliğin” karşısına koymak, yaşam tarzı mücadelesinin esas yüklenicisi olarak kurmak nasıl mümkün oluyor Türkiye’de? Kültür politikası, yaşam tarzı politikası, hadi şöyle diyelim: “kimlik politikası” nasıl oluyor da “sınıf politikasını” bu derece dolayımlayıp sosyalist, komünist bir politikanın merkezine yerleşebiliyor? Ben bundan yakınmıyorum, yanlış da bulmuyorum: Bence doğrudur. Ama soru baki. Dinci gerici iktidarın aynı zamanda sermayenin uşağı olduğu kaçamak cevabıyla kurtulamayız bu sorudan.

Benim cevabım şöyle: Belirli sayıda düşünce sahibi, bilgili, okumuş insanın, geleneksel toplumun baskısı altında dışlanmaları ve kendilerini korumaya çalışmaları; solculuğu bir kimlik olarak görüp korumaya, savunmaya, kollamaya çalışmaları bu yer değiştirmeyi kolaylaştırıyor. Yani “solcular” AKP’nin gösterdiği gibi elit kesim değil, hiç olmadı bu ülkede. Her zaman dışlandılar. Entelektüel her türlü hareketten iğrendi bu toplum, “meriç” dedi, “ibnece” buldu. (Bu yüzden “delikanlılığını” fazlaca vurgulamak zorunda kalanlarımız oldu aramızda.) Devlet iktidarları da bu erkeklerle işbirliğine giderek kadınlarla birlikte solcuları da ezdi: Mahalle esnafına dövdürttü, ev ve iş vermedi. Solculuk Türkiye’de bir ezilen ulus, ezilen azınlık oldu. Karşısındaki ezen ulus da -aynı zamanda sermayenin uşağı olan- dinci gerici iktidarla temsil ediliyor artık.

Erdoğan’a kadar devlet iktidarları bu politikayı zorunluluk hallerinde işe yarayacak ve yaklaşan sınıf tepkisi tehlikesine karşı faydalı bir önlem olarak sürdürdü. Erdoğan ise, “ailenin” normal işleyişinde ne kadar işlevsel olabileceğini çözdü, bambaşka bir şey denedi. Eski iktidarlar (istihbaratın gerektirdiği haricinde), solcuları tanımaz, ayırt edemezdi, toptan muğlak bir öznellik olarak saldırırdı solculara sadece. Erdoğan her örgütü ayrı ayrı tanıyıp dikkate aldığı ittifaklar kurdu, teker teker ezdi, teröristleri sayarken adlarını ayrı ayrı dile getirdi. Erdoğan’ın karşısında solcular bir kimliktir: O marjinal olun derse marjinal olurlar, çapulcu derse çapulcu olurlar, elitist derse bunu üstlenip ya utanırlar ya da sahip çıkıp karşılarındaki dinci gericileri aşağılarlar. Erdoğan, bizim babamızdır.

Bu noktadan, yukarıdaki soruları bir daha ele alırsak, kadın sorununun neden toplumsal bir sorun olduğunu daha iyi ortaya koyabiliriz. Bugün kadınların çıkarı, toplumun çıkarıdır. Erdoğan’ın iktidarı toplumun sürekli “adam gibi adamlar” ve “karı kılıklı, şeytani, aciz, iğrenilesi teröristler” olarak bölünmesine dayanıyor. Sosyalistlerin ve komünistlerin bu tablodaki yeri bellidir. Sosyalistlerin ve komünistlerin kurtuluşu, kadının kurtuluşuna sıkı sıkıya bağlıdır.

Kadının kurtuluşu da bugünün Türkiye’sinde Erdoğan’ın kutuplaştırıcı politikasının aşılmasına bağlıdır. Kadınlar bu yüzden toplumun her kesiminden kadınlara (ve erkeklere) sesleniyorlar eylemlerinde. Belek “tek başına kadın hareketi olmaz. Olursa böyle AKP ideolojisini içermek zorunda kalır,” diyor. Ancak  “başörtüme de karışma” talebi, Erdoğan’ın kafa karışıklığını netleştirip toplumu kutuplaştırma (ve kadınları sonsuza kadar alt etme) politikasına direnmeyi ifade ediyor. Bu sloganın pasif kaldığı, devlete bir dilekçe vermeye benzediği söylenebilir; belki başörtüsü/şort ikiliğini tekrar etmek zorunda olmayan bir slogan da bulunabilirdi. Ama şimdilik “biz kadınlar senin ayrıştırıcı gücüne direniyoruz, birlikteyiz” mesajı verdiği de düşünülebilir pekâlâ.

Türkiye’de kadın hareketi ve kadın politikası, Erdoğan’ın politikasını ve iktidarını alaşağı etmeyi, kamplaşmayı ortadan kaldırmayı, eşitliğe dayalı bir toplum kurmayı zorunlu olarak üstlenmiştir. Bu yüzden, her kadın eyleminin sınırlı bir “kimlik eylemi” olmayıp toplumsal bir eylem olduğu görülmelidir. Yeni yeni ama hızla güçlenen LGBTİ hareketi de zorunlu müttefiktir: Onlar olmaksızın cinsiyete dayalı adaletsizlik, aşılmak bir yana, tarif bile edilemez. Sosyalist ve komünistler, yani solcular, kadın hareketinin bu onurlu yükselişi için elinden geleni yapmak ve kadınları yalnız bırakmamakla mükelleftir.


** Marx ideolojiyi tarif etmek için fotoğraf makinesinin içini (camera obscura) örnek verir: Gerçeklik bir şekilde görünür, ama tepetaklak. Demek ister ki, ideolojiler dünyayı ters göstererek toplumu bu görüntüye kandırmaz, aksine dünyada terstir (çarpıktır, eşitsizlik vardır), ama ideolojinin vasıtasıyla düz görünür. Bu düz görüntü kandırmaca değil, bir şeyler yapabilmek, yaşayabilmek için kullanmayı tercih ettiğimiz bir kolaylık gibi düşünülebilir: Din işe yarar, kalpsiz toplumların kalbidir. Başörtülü kadın eşitsizliğe maruz kaldığına bakmaz (kalpsiz toplum), ahlaka bakar (kalp). Kısaca işimize gelir bu, kırmızı hapı içmek gerekmiyor. Peki ya fotoğraf makinesi değil de aynaysa? Fotoğraf makinesinin içinden çıkabilirsiniz mesela, dünyayı “aslında olduğu gibi” görebilirsiniz. Ama kendinizi aynasız göremezsiniz. Ayna görüntüsü yalan değil doğrudur, güvenilir bilgidir, çok işe yarar. Ama dikkat etmek gerekir: Taranacaksak işimizi kolaylaştırır ama tıraş olacaksak çok dikkat etmek, gerçek gerçekliği hesaba katmak zorundayızdır. Bunu erkekler gayet iyi bilir.