23 Aralık 2021 Perşembe

Erdoğan ne yapmaya çalışıyor?

Eylem Akçay

Başlıktaki ifadenin, ruh hali dövize endekslenen ülkedeki herkesin aklındaki soru olduğunu iddia etmek mümkün görünüyor. Aynı sorunun herkesi meşgul etmesi, ülke gündemini işgal etmesi, sorunun ifade ettiği bilinmez hakkında önemli bir ipucu veriyor olabilir. Bu gözle biraz değiştirerek tekrar sorabiliriz: Erdoğan, gündemi belirleyen özne konumunda olmayı, bu imkânı elinden kaçıracak gibi göründüğü her seferde yeniden nasıl beceriyor?

Bu soruya cevap aramak için biraz bugüne ve geçmişe birlikte bakmalıyız. Bugünü geçmişe sıkı sıkıya bağlayan bir gerçeklikle karşı karşıyayız: Sadece Erdoğan’ın “yeni Türkiye” söyleminin eskiye atfedilmiş ve artık neredeyse mitolojik hale getirilmiş, kuyruklar, İSKİ skandalı, IMF ve benzeri kötülüklere bağlı olması yüzünden değil, muhalefet söyleminin ve muhalefeti bir şekilde iktidara taşımanın tek imkânı gibi görünen “toplumsal programın” bir restorasyon talebiyle bağlantılı olması sebebiyle de. Bu “toplumsal program” (daha önce yazıda bir iddia ettiğimiz gibi) restorasyonun sadece Erdoğan’ı çağıran (neoliberal) koşullara geri dönme arzusuyla sınırlanmayıp sosyal politika, (güçlendirilmiş) parlamenter demokrasi ve (başta kürt nüfusu ilgilendirecek şekilde) toplumsal barış ve helalleşme talebi etrafında şekillenmesi Erdoğan’ın kamplaştırıcı siyasal hamlelerini büyük oranda geriletmeyi başarmıştı. Liranın değerinin düşmesi ve enflasyonun yükselmesi, Erdoğan’a güveni sarsarak muhalefetin önerdiği bu programın toplumda alıcı bulma imkânını artırdığı gibi, bazı siyasi öznelere de daha “soldan” müdahalelerde bulunma fırsatı veriyordu. Bu atmosferde Erdoğan’ın faiz-döviz arasında kurduğu “ekonomi bilimine” aykırı görünen ilişkide ısrar etmesi ve bürokratları buna uygun tavır almaya zorlaması anlaşılmaz görünüyor, adeta muhalefetin elini kuvvetlendiriyordu. Erdoğan bununla kalmadı, “nass” vurgusuyla faizi düşürmekte kararlı olduğunun altını çizdi. Görece dar bir kesimin ideolojik alanına hitap eder görünen bu inat, muhalefetten tepki gördü elbette.

Ancak Erdoğan’ın son hamlesi döviz kurunun aniden düşmesini sağladı. Temelde TL mevduatını kur karşısında hazineden destekleyerek korumaya dayanan politika, faizi yükseltmeden faiz etkisi yaratmayı sağlıyor. Elbette Erdoğan büyük bir risk alıyor ve kendisine güveni sınıyor. Ama bu cesareti öncelikle kendi geçmişinden, bizzat onu çağıran (neoliberal) koşullara yapılacak bir referanstan alıyor: “Ekonomiyi” yönetme gücünden. İkinci referansı, muhalefetin toplumsal (restorasyon) programının önemli bir açığı oluşturuyor. Erdoğan muhalefet programının bu zafiyetini kendisinin en zayıf olduğu noktayı güçlendirmek için kullanıyor ve “işçi sınıfını” yeniden temsil etme imkânını zorluyor. Bu referanslar dolayısıyla Erdoğan’ın son hamlesinin gücü muhalefet tarafından ciddiye alınmak zorunda. Bu hamlenin -(ekonomik) amacına ulaşmayacak olsa bile- siyasi olarak güçlü olduğunu kabul etmeliyiz.

“Ekonomiden” daha güçlü

Erdoğan’ın faiz-döviz formülüne muhalefet bir doğa kanunu çiğneniyormuş gibi tepki verdi. Nitekim, dövizin Erdoğan’ın her açıklamasında yükselmesi bu kanunun yerinde durduğunu işaret ediyordu. Erdoğan ise bu yükselişi dış güçlere bağlıyordu. Bu süreçte muhalefet, anlamsız bir inat içinde gibi görünen ve bir sözüyle TL karşısında dövizi yükselten Erdoğan’ın tutarlılığını tespit edemezse, bugün bir sözüyle dövizi düşürmesi karşısında ancak sözleri arasında tutarsızlık arayışına girerek onun söylemini tekrar tekrar doğrulamak durumunda kalabilir. “Şimdiye kadar neredeydi” demek veya “nass’a aykırı” olduğunu söylemek Erdoğan’ın söylemsel evreninde boğulmakla sonuçlanır. 

Bu tutarlılık, en başta Erdoğan’ın “ekonomiyi” bilimsel bir etkinliğin icrası olarak tanımlamaması, aktörler arasında sürekli bir mücadele olarak görmesi noktasında aranmalı. Erdoğan’ın “ekonomiyi” dış güçler/CHP ve “şahsı” arasında oynanan bir oyun olarak tarif etmesi, kendisini bu oyunda süper güçlü bir oyuncu olarak göstermesini de sağlıyor. Geçmişte “ekonomiyi” doğa kanunlarıyla kendiliğinden işleyen bir süreç gibi ele alan Kemal Derviş politikalarına karşı nasıl işçiyi bonapartist denilebilecek bir edayla temsil ettiyse, nasıl ekonomi, sağlık, eğitim gibi “”piyasayla” bağlantılı bakanlıklara ve merkez bankasına liyakatten çok sadakat bekleyerek kendi seçtiği kişileri yerleştirdiyse, şimdi de TÜİK’in sadece “şahsına” hesap verdiği, doktorlara verilecek ücretlerden asgari ücrete kadar kimin ne alacağını kendisi söyleyen, hazinenin parasını dövizi dizginlemek için rahatlıkla kullanan, faizi keyfiyetle kendisi tespit eden Erdoğan “ekonomiden” daha güçlü olduğu mesajını veriyor. TÜSİAD’a “bizimle mücadele edemezsiniz” dedikten hemen sonra yaptığı bu hamle, bu (ekonomik değil) siyasi oyunda gücünü göstermesinin bir yolu oldu. 

Muhalefet bu hamleyi ciddiye almalı, seçmenin bu mesajı gerektiği gibi alacağından şüphe etmemelidir. Erdoğan elbette bu belirsizliklerle dolu durumu yaratmakta en fazla payı olan figürlerden biridir. Ama tek figür kendisi değil ve bunu her seferinde göstermekten imtina etmiyor. TÜSİAD’la birlikte “dış güçlerin” ve CHP’nin/muhalefetin uyarıları her seferinde Erdoğan’ı inatçı bir rakip oyuncu olarak sahaya davet etmekten fazla bir işe yaramıyor. Fakirleşen nüfus belirsizliğin “ekonominin” kendisinde içsel olarak var olduğunun farkındadır ve bu hamle “ekonomi bilimi” açısından başarısız olsa ve fakirleşme sürse bile, seçmen bir kez daha Erdoğan’ın kendisinden yana olma ihtimali olan bir süper oyuncu olmasına fırsat vermekten çekinmeyebilir.

Restorasyonda “sınıf” çatlağı

Bir kez daha söyleyelim: Erdoğan’ın “bütün düğmelere bastığı” düşünülürken gittikçe güçlenen muhalefetin restorasyon programı esasen “ekonomi” açısından önemli bir zafiyet içindeydi. Bu zafiyet, “ekonominin” kötüye gittiği düşünüldüğünde önemsiz görünüyordu. Ancak Erdoğan, yarattığı belirsizlik içinde bu açığı gördü ve “ipleri eline alma” hamlesiyle değerlendirdi.

Belirsizlik ortadan kalkmadı. Erdoğan’ın hamlesinin dövizi sabit tutmaya yetip yetmeyeceği, enflasyonun ne olacağı, hazinenin para basmak zorunda kalıp kalmayacağı ve olumlu bir hava oluşursa seçimin bu havaya yetişip yetişmeyeceği belli değil. Ancak her durumda, kendi kendine bırakıldığında belli kesimler için hep kötüye ve belirsizliğe doğru giden “ekonomiye” süper güçlü bir kişinin müdahale edebileceği düşüncesi umut verici. Erdoğan, lider karizmasını ve mesiyanik gücünü esasında bu sınıfsal çatışmada gösteriyor. Gündemi sürekli belirleyebilmesinin (ve şahsi geleceği açısından gündemi belirlemeye aşırı bağımlı olmasının) sırrı burada yatıyor.

Muhalefetin artık bu “ekonomik” çatlağı boyayarak kapatması pek mümkün görünmüyor. Toplumsal programın bu boyutta geliştirilmesi zorunlu. Aynı zamanda, gücünü bir miktar sermaye içindeki çatışmalarda taraf olmaktan alan muhalefet kanadı için çok zor bir görev bu.

Sınıflı “kucaklama”

Erdoğan’ın asgari ücret ve gelir vergisi dilimlerine dair düzenlemeleri, bir zamanların memur ücretlerine zamla anılan Erbakanlı yönetimine öykünüyor. Elbette belirsizlik atmosferinde bu hamlenin başarısı tartışılabilir, ama bunun da “ekonomik” değil siyasi bir hamle olduğunun ve seçmenin de böyle anlayacağının hesaba katılması gereklidir. Millet ittifakı, HDP ve tüm sol partiler dahil bütün muhalefetin buna karşı üreteceği cevap eski tuzaklara takılma ve kendi içine kapanma riskleri taşıyor. Ancak buradan bir çıkış yolu aramak da mümkün olabilir: Kamplaşmanın tümüyle sona erdirilmesi. 

Erdoğan korumakta zorlandığı kamplaşmanın cinsiyet ayağını İstanbul Sözleşmesi hamlesiyle konsolide etmeyi denedi, erkekler ve erkek söylemiyle ittifakını yenileyip bunun altını çizdi. Şimdi ise “deniz kıyılarında oturan, boğazda viski içen, doktor-öğretmen-akademisyen olan CHP’liler” amiyane metaforuyla özetlenebilecek “sınıf benzeri” bir eksende yaratılan politik kamplaşmayı, müslüman-faizci ayrımıyla yeniden kurmayı deniyor.  

Helalleşme söylemi, Erdoğan’ın toplumu iki kampa bölerek kazanma stratejisine güçlü bir darbe vuruyor, buna karşı muhalefetin kucaklaşma ve kamplaşmayı bitirme stratejisini kuvvetlendiriyordu. Kadın hareketinin gücüyle İstanbul Sözleşmesi de kamplaşmanın cinsiyete dayalı ayağını etkili bir şekilde sarstı. Ancak mühendisleri, hukukçuları ve diğer profesyonelleri devlet şiddetine açık hale getiren, öğretmen düşmanlığıyla, eğitim ve üniversite düşmanlığıyla beslenen, hizmet alanla verenin arasını açarak doktorlara şiddetle ete kemiğe bürünen politikalar gibi başka türden kamplaşmalar bu türden bir kucaklaşmayı gerektirmiyor ve “programa” açıktan dahil edilemiyordu. Bütün muhalefetin önündeki yeni görev, bu bağlamda bir toplumsal barışı da sağlamayı gerektiriyor. Bu göreve kendini sosyal medyada “orta sınıf kötüleme” törenleriyle ortaya koyan, profesyonellerle hizmet ve üretim personeli arasındaki çatışmaları “sınıf çatışması” olarak tarif etmeye meyilli olan, mağduriyet yarıştırarak meslek grupları arasındaki çatışmaları körükleyen “sol sapma” ile mücadele etmek de ister istemez dahil olacak gibi görünüyor.

Erdoğan, son hamleyle sermaye ve emek arasındaki çatışmayı kendi iktidarı lehine büküyor. Bunda da “ekonomiyi” -gerçek adıyla söylersek kapitalist bölüşüm, üretim ve emek yönetimi sistemini- kendisinin sermayenin bir kesimiyle, işçi sınıfıyla, erkeklikle ve çoğunluğun ideolojileriyle ittifak kurarak güçlü olabileceği bir aktörler arası mücadele alanı olarak tanımlayarak başarılı oluyor. Onun yıkıcı iktidarını değiştirmenin yolu bir kez daha ve hiç olmadığı kadar kuvvetle bu ittifakları tanıyarak kamplaşmaları çözmek ve sınıf mücadelesini serbest bırakmaktan geçiyor.


2 Kasım 2021 Salı

Sosyalist strateji, restorasyon ve sınıf siyaseti: Bugünle geleceğin ilişkisi nasıl kurulacak?

Eylem Akçay – Baran Gürsel

Erdoğan yönetiminin gücünde gözle görülür bir zayıflama tespit edenler çoğaldı. Bunun önemli bir belirtisi gündemi belirleme gücünü yitirmesi ve gündeme cevap vermeye çalışması olmalı. Kamplaşma siyasetinin yerine restorasyon arzusu belirleyici olmaya başlıyor.

Erdoğan yönetiminin işleyişi ve sürmesi, gündelik hayatın tüm gözeneklerini siyasileştirerek siyaseti kapatmaya dayanıyordu ve bunun en kuvvetli aracı yoğun bir çabayla gerilimi korunan sert bir kamplaşmaydı. Muhalefet kampının, formel ve anaakım siyasi örgüt ve partiler dahil olmak üzere, bu kapalı siyasi atmosferde hamle alanı çok dardı. Sol partiler, solcu figürler, emek ve meslek örgütleri, kadın örgütleri, öğrenciler ve benzeri, toplumsal değişimi arzu eden özneler ve kalabalıklar, Erdoğan ve genel muhalefet kampının temsilcilerinin çatışmalarında genelde ahlaki tutum almakla ehvenişeri seçmek arasında salındı. Ahlaki tutumların ve öfkenin kristalleştiği sokak eylemlerinin ve sesini yükseltmenin giderek zorlaşması, öfkenin -Erdoğan yönetiminin henüz vazgeçemediği- seçimler ve oy kullanma vasıtasıyla işlev kazanmasını sağlayarak ehvenişeri güçlendirdi. Kürt siyasi cephesi ise, bir yanıyla bu salınıma dahil olurken diğer yanıyla formel siyasette zaman zaman çok etkili bir figür olma imkânını yakaladı. HDP’nin son bildirgesiyle -ve CHP’nin tezkereye hayır oyu verme hamlesiyle- Kürt siyasi temsilinin önümüzdeki dönemde bu etkili pozisyona yatırım yapacağı belli oldu. Bu gelişmeler, son safhada CHP liderliğindeki Millet İttifakının muhalefeti temsil gücünü yavaşça konsolide etmeye başladığının işareti. Bu rolü üstlenen CHP’nin ve liderinin geleceği ülkede siyaseti –“yapısal” sınırları ve kalıcılığı/geçiciliği tartışmaya değer de olsa- yeniden açabilmelerine bağlı.

Sınıf mücadelesini amaçlayanlar ve sosyalistler için de karamsar durumun -en azından kendilerine dair algılarının- son safhada bir miktar değiştiğini söylemek mümkün. Belediyelerin muhalefete geçmesiyle ve Erdoğan’a eklemlenen çıkar çevrelerinin merkezkaç etkisi sonucu dağılma eğilimine girmesiyle talan daha bir görünür oldu. Bununla birlikte “ekonominin” sürdürülebilirliğine dair şüphelerin siyasete yansıması, yani gelir düzeyi düşük nüfusun Erdoğan yönetiminden kopma ihtimali, sınıfı temel alan politikaların geleceğine dair umutlanmaya vesile oluyor. Ancak elbette bir bütün olarak işçi sınıfının kolektif arzusunu tanıyacak, inşa edecek ve temsil edecek bir öznenin yokluğunda bu umutlar gözlerin Millet İttifakına, aslında CHP’ye -ve son süreçte bir üst lige ayrılmış olan HDP’ye- çevrilmesine de sebep oluyor.

Solun CHP ile İlişkisi

Tarih boyunca bazı sosyalist gruplarla/kişilerle CHP’nin ilişkisi, toplumsal ve formel siyasette önemli bir yer tuttu, bir anlamda bazen CHP sosyalist siyaset için formel siyasete -en azından fikren/duygusal olarak- sızmanın ve yerellerde örgütlenmenin “yumuşak” bir aracısı oldu. Ancak CHP’nin “yumuşaklığı” da hiçbir zaman tam güven yaratmadı; bazen de hayal kırıklığı, devletin şiddetiyle katmerlendi. Her durumda bu ilişkinin politik ve ideolojik bir temeli olduğunu söylemek çok zordur. İlişki güven vermeyecek kadar zayıftır: bir tarafta sosyalistler CHP için tehdit olarak görülür; diğer tarafta sosyal demokrasinin, ehvenişer göründüğü bazı zamanlar olsa da, sınıf siyaseti açısından yetersiz olduğu ve özünde ona engel teşkil ettiği tespit edilir. Bize öyle geliyor ki bu ilişki tarzı, aynı anda hem CHP’nin aşırı kudretli olduğu bir eşitsizlik varsayımına, hem de bunun reddine dayanmaktadır; bu tarz, o ya da bu açıdan biraz ikirciklidir. Bunun temeli de toplumsal alanda olmalıdır.

Siyasi alanın yeniden açılması çabası ve ihtimalinde bu toplumsal temelin tartışılmasını ve sınıf siyasetine açabileceği alanları ele almayı anlamlı buluyoruz. İçinde bulunduğumuz tarihsel koşullar altında sosyalistlerin bu ilişkide CHP’den bağımsız bir pozisyon edinmekte zorlandığını düşünüyoruz: Biraz genelleştirerek söylersek ya kendini yeterince ayrıştıramayıp CHP’nin belirli siyasi söylemleri ve tavırları alması yönünde aşırı beklenti içinde bulunuluyor (ve bu karşılanmadığı için cesaretsizlik, beceriksizlik, hainlik gibi suçlamalar yapılarak tavır alınıyor) , ya da zaten herhangi bir beklenti geliştirilmeden, ahlaki tonlarla çizilmiş tam bir ilişkisizlik, “temiz kalmak” arzulanıyor. Buna rağmen, mevcut koşullar hem bağımsız bir pozisyon hem de “dozunda” bir ilişki için imkanlar yaratıyor olabilir.

Politik bir sınıf oluşumunun ve bir sınıf hareketinin var olmaması, bu iki uçlu bağımsızlaşamama tavrının hem toplumsal koşulları hem de bahaneleri arasında sayılmalı: Sınıfı politik bir özne olarak formel ve toplumsal siyaset sahasına sokacak bütünlüklü bir örgütlenme olmadığı gibi, toplum adına sınıfın takip edeceği bir toplumsal-politik program da tarif edilemiyor. Oysa başlı başına bu “bahane”, sosyalistler açısından bağımsız bir hat çizerek ilişkilenmenin gerekçesi olmalıydı; hem Erdoğan’ın kapattığı siyasetin açılması yönündeki mevcut toplumsal arzuyla ilişki kurabilmek hem de bu arzuya sınıf siyasetinin katkısını taşımayı denemek için.

Erdoğan’ı taşıyan, Erdoğan’ın taşıdığı program


Başka bir açıdan, Erdoğan yönetiminin, neoliberal projenin başarısızlığa meyletmesi ve cumhuriyet projesinin dışlayıcı pratiklerinin ortaya konması karşısında “kalkınma” ve “adalet” taleplerinin ve bunlar etrafında şekillenen toplumsal programın taşıyıcısı olduğu iddia edilebilir. AKP, bir anlamda 80’lerin sonu ve 90’ların başında yerellerde ve ülke çapında yükselen işçi sınıfı taleplerini bu programla –elbette dönemin koşullarının belirlenimi altında- sosyalistler, sosyal demokratlar veya milli görüşçüler yerine derlemeyi başaran parti oldu. Böylece egemen sınıfların yanında, neoliberal politikalarla iyice güçsüzleştirilen sınıfların adına da, yönetilemez “ekonomiyi” yönetebilir olan -ekonomi dışı- bir güç olarak belirebildi. Kemal Derviş ve IMF tarafından temsil edilebilecek olan “ekonominin” bir doğa gibi kendi kendine işlediği ve kendi değişmez kuralları olduğu -teknokratik- fikri karşısında, Erdoğan’ın Cem Uzan’la başlayan sermaye tasfiyesinden faiz-enflasyon arasında kurduğu aykırı ilişkiye ve damadını ekonominin başına getirmesine kadar, ekonomiyi kendi otoritesi altına alabildiği görünümünü inşa etme becerisi -burada, “becerinin” kaynak aldığı ve/veya içerisine yerleştiği toplumsal koşulları tartışmayı amaçlamadığımızı hatırlatalım-- onu -hem de bürokrat, teknokrat vs. değil bir insan olarak- güçlü kılıyordu. Bu tarihin akışına kafa tutma imajı, başkanlık sistemine kadar büyüdü.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sosyal demokratlarla veya milli görüşçülerle girdiği toplumsal programın taşıyıcısı olma konusundaki rekabeti kazanmasını kolaylaştıran şeylerden biri, cumhuriyetten öncesini veya bütün cumhuriyeti içerecek bir programa eklemlenmesi olabilir. Bu içerikte iki başlık sayılabilir: siyasi anlamda meclis ve sosyal anlamda yardıma dayalı sosyal güvenlik yapılanması. Siyasal düzlemde Erdoğan demokrasi söylemiyle ülke siyasetinin cumhuriyetten öncesine dayanan meclis geleneğini üstlendi, onun cumhuriyetle bağını sarstı. Siyasetin yerine oy kullanma davranışını yerleştirmeyi becerdi. Nihayet meclisi tamamına erdirerek işlevsizleştirdi. Egemenlik, bir avatarmış gibi, Erdoğan’da olduğu sürece “milletin” oldu. Toplumsal düzlemde ise cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olma vaadindeki başarısızlığın karşısında, “SSK’yı” yine cumhuriyet öncesine uzanan cemaat-vakıf-hayırsever gibi kurumlara dayalı bir yeniden dağıtımla değiştirdi.

Adaletsizliğin dışlayıcılık boyutundaki düzeltmelere gelince, öncelikle başörtüsünün temsil ettiği parçayı güçlendirdi, fakat bu gücü kurumsal kılamadı, böylece cemaatleri -kimileri kendi ayağına dolanacak kadar- güçlendirdi ve bu “düzeltmeyi” ancak bir karşı-dışlayıcılıkla koruyabilir oldu. Bu büyük oranda adaletle hukukun arasındaki bağı koparmakla sağlandı. Nihayet hukukun itibarsızlaşmasıyla ve düz bir zor aygıtına dönüşmeye başlamasıyla sonuçlandı. Kürt nüfusun içerilmesi konusunda da aynı sorun yaşandı: “Çözüm süreci” söylemiyle yaratılan olumlu atmosfer, gayrinizami ve kurumsal olmayan bazı göstermelik hamlelerle ilerledi. Ancak buna rağmen ortaya çıkan kontrolsüz arzu (Gezi Direnişi de bu arzuyla ilişkilendirilebilir) Erdoğan’ın, gücünü kaybetme riskiyle karşılaşmasına yol açtı. Bundan ancak elindeki keyfiyet gücünü şiddeti artırmaya harcayarak sıyrıldı. Bu noktalarda kurumsal çözümlere hiç meyletmemesinin sebebi bu kurumların yerine, kendini güvence olarak koymaya devam edebilmesiydi. Bu anlamda tek kurumsal çözümü başkanlık sistemiydi ve onun da şartı zaten kendi başkanlığıydı. Erdoğan bu noktada kalmadı, hepsinin yerine sadece kendisi kalıncaya kadar tüm kurumsal yapının yıkımına girişti. Cumhuriyetten eski ve cumhuriyeti de ayakta tutan kurumları itibarsızlaştırdı, çevrelerinde örülmüş toplumsal ilişkileri temelsizleştirdi, yerlerine güvensiz bir keyfi güç bıraktı: İstediği üniversitenin, kurumun, belediyenin yöneticisini istediği an değiştirebiliyor. Ancak artık adalet vaat etmeyen ve “ekonominin” yönetilemezliğe geri döndüğünü düşündüren, Ayasofya ve benzeri sembolik başarıları tükettikten sonra artık gidecek yolu ve varılacak yeni kıtası da kalmayan fetih hamlesi inişe geçti.

“Yeni” program: Restorasyon

Bize göre hegemonyadaki bu iniş her ne kadar kendi kendine gerçekleşmiş veya “ekonominin" kötüye gidişine bağlı gibi görünse de bunda formel muhalefetin politikalarının ve yeni bir programın belirmesinin payı görmezden gelinemez. Bu bağlamda örneğin “adalet yürüyüşü,” adalet söylemini Erdoğan’ın elinden alıyor ve hukukla yeniden bağlantılandırıyordu. Ekonominin yönetilemezliğini de içeren restorasyon talebi, ittifak politikalarıyla bir toplumsal arzuya dönüşme potansiyeli taşıyor. Elbette bu program, kapitalizmin ve devletin yıkıcılığına tamamen sınır çekmeyecektir, ayrıca kendimizden beklememiz gereken sosyalizmi, sosyalist olmayan güçlerden bekleyemeyiz. Ancak burada restorasyon arzusuyla Erdoğan’a karşı en başından beri var olan ve bazen yükselen tepkisel karşı çıkışı birbirinden ayrıştırmamız gerekiyor. Bir politik program olarak restorasyonun bunu aşan bir yanı olduğu düşünülebilir. Elbette bu yanın, en başta bahsedildiği gibi, formel ve toplumsal siyaset alanlarını kısıtlama eğilimlerine boyun eğilerek ve belli çıkarların odağa alınmasıyla köreltilmesi ve yeniliğin o ya da bu şekilde akamete uğraması ihtimal dışı değil. Ama bir ilişki kurulacaksa bu, programın Erdoğan’ı çağıran koşullara geri dönme anlamına gelmeyen yanı üzerine olabilir. Bu açıdan, tam olarak Erdoğan öncesini özleyen siyasi figürlerin sahneden çekilmiş olmasıyla birlikte, Erdoğan’ı güçsüz düşüren unsurlardan birinin “ekonomi”nin yönetilemezliğine teslim olması olduğu hesaba katılırsa tam bir Erdoğan öncesine dönüşün restorasyonu başarısız bir proje haline getireceği açık. Restorasyon talebi parlamenter demokrasiye dönüş programıyla ete kemiğe büründü. Artık parlamenter demokrasi talebi, bu eski ve halihazırda başarısızlığa uğramış talep, başkanlık deneyimi sayesinde yeniden dirilmiş, yeni programın bir anlamda sembolü olmuştur.

Sosyal adalet veya sosyal güvenlik konusunda da Erdoğan’ın keyfî, yardım temelli ve bağımlı kılıcı ama pratik ve hızla işlev gören hamlelerinden farklı olarak muhalefet belediyelerinin kurumsal sosyal politikalarının da bu programla ve onun bir parçası olarak anlam kazanmış olması dikkate değerdir. Bu politikalar büyük oranda CHP’nin vaatleri arasındaydı ancak alıcı bulmak için belki de böyle bir programa eklemlenmeyi bekledi.

Son olarak parlamenter demokrasi talebine barış talebinin de eklendiğini vurgulamalıyız. Adalet kapsamında ele alınan ve Erdoğan’ın bu bağlamda çözmeye aday olduğu dışlayıcılık sorunu, Kılıçdaroğlu’nun ardından Demirtaş’ın ve HDP’nin birbiriyle uyumlu açıklamalarıyla bir anda barış talebine ve kurumsal bir çözüm arzusuna tercüme edildi.

Bu durum ülke siyaseti için yenidir. Ülke yönetimine -ve bazı yerel yönetimlere de- talip olanların Kürt nüfusu “ikna” etmeden başarılı olamayacağı sıklıkla söylenir. Buna işçi sınıfının da içerilmesi zorunluluğunu eklemek zorundayız. Muhalif program, meclisi geri çağırırken Kürt siyasetini de ikna edilecek seçmenler olarak kodlamak yerine tanımayı vaat ediyor. Böylece mevcut restorasyon programı, parlamenter demokrasi ve barış taleplerini yan getirerek kendini kamu önünde sınamayı deniyor. Sınıf mücadelesini amaçlayanların bir görevi de sınıf siyasetinin hatlarını belirginleştirmek ve işçi sınıfının program dahilinde görünür olmasını sağlamak olabilir.

Sol bunun neresinde?

Bu programın bütünü sınıf perspektifiyle bakılarak eleştirilebilir elbette ve sosyalizme dair arzu ve tasarımlarımızı beslediği ölçüde eleştirileri zenginleştirmeyi biz de anlamlı buluyoruz. Ama mevcut durumda bu tür eleştiriler, “burjuva” olduğu belli olan programla ilgilenmeyi bir kenara bırakıp yakınmaya veya akıl vermeye, (olduğundan, olabileceğinden başka türlü bir CHP -veya hatta HDP- arzusuna) dönüşüyor. Oysa bize göre CHP’nin (Millet İttifakı’nın, HDP’nin) başlı başına siyasi özneler olduğunu kabul etmek ve kendini de onunla iletişime/etkileşime geçen bir siyasi özne olarak görebilmek veya kurabilmek de mümkün. Bunu yapmadığımız takdirde siyaset adına elimizde kalan şey seçimlerde alacağımız tavır, vereceğimiz oy hakkında konuşmak ve bizim dışımızda açılan siyasi alanda ajitasyon ve propaganda yapmakla sınırlı kalacak.

Biz bunun yerine iki ayaklı bir yaklaşım öneriyoruz. Birincisi; restorasyon programı parlamenter demokrasi, sosyal güvenlik ve barış talepleri çerçevesinde tanınabilir ve onunla ilişkilenebilecek ve tartışabilecek bir sınıf siyaseti geliştirmenin imkânları zorlanabilir. Taleplerin ve programın tarihsel ve toplumsal temelleriyle, onlarla (karşı) özdeşleşme baskısı hissetmeden bağ kurulabilir. Eğer sınıfın halihazırda tüm topluma güven verecek yepyeni kurumları yoksa öncelikle ülkenin kurumsal ve siyasi geleneğinin görece olumlu noktalarının restorasyonu, üzerinde hiçbir şey yetişmeyecek güvensizlik toprağından kurtulmak için anlamlı görünmektedir. Çökmenin eşiğine gelen kurumların yeniden düzenlenmesi için de bu güvene ihtiyaç vardır -meclisin ihyası da faydalı olacaktır. Ve bizce sınıf kavramı, CHP veya sosyalistler tarafından kurtarılmayı bekleyen dezavantajlılar grubunu ifade etmek için değil, toplumu kurtaracak toplumsal gücü tarif etmek için kullanılmalıdır. Parlamenter demokrasi, gerçek demokrasiye giden bir ara durak değildir, gerçek demokrasi kapitalizmin ilgasını gerektirir; ancak önerdiğimiz ilişki tarzının bizzat sınıfın politik ve toplumsal kapasitesini geliştirebileceğini düşünüyoruz.

Burada yaklaşımımızın ikinci ayağına geliyoruz, ki o da bizim sınıf deneyimiyle sınıf kurumları arasındaki bağı onarmamız gerekliliğidir. Yani tüm bu tartışmaların bize hatırlattığı önemli bir şey, bizim kurumsuzluğumuzdur. Bazen görünürde kurum vardır ama sınıfın deneyimine (bazen duygusal bir tezahürüne, bazen katı bir düşünceye dönüşmüşüne, bazen yönünü şaşıranına) yabancıdır; bazen görünürde deneyimin mücadeleci biçimleri vardır ama kurumlar yetersiz kalır (örneğin deneyimden ve mücadeleden öğrenerek yenilenmekte). Bizce ortak kurum, ortak duygu ve talepleri tanıyabilen, onlara ad verme sürecine enerji ayırabilen, farklılıkların hiyerarşilere dönüşmesine mâni olan, sınıfın ortak toplumsal programının yeşereceği bir zemindir. Ortak kurumlar ne aceleyle ne de sonsuza doğru bir ertelemeyle kurulabilir. Ne de kendi sınıf deneyiminde (çoğunlukla “ortada” olmaktan değil işçi olmaktan kaynaklanan deneyimden) kaçınmayı sorunsallaştırmayan sosyalistlerin “dışarıdan” dilekleriyle. Büyük çoğunluğumuzun bizzat içinde olması, yoğrulması gereken bir süreç bu.

Bu çerçevede “sınıftan kaçışın”, bizlerde, sosyalistlerdeki görünümlerini tartışmaya açmamız gerektiğini de düşünüyoruz. Çoğumuzun işçi olduğu koşullarda ne biz sınıf deneyiminden azadeyiz, ne de sosyalizm sadece "dezavantajlı" başkaları için arzuladığımız bir toplumsal düzen. Aynı zamanda, hayatlarımızdaki sınıf deneyimini/mücadelesini tanımaktan uzaklaşmakla, restorasyon arzusunun içerdiği sınıf taleplerini tanımaktan uzaklaşmak arasında bir paralellik kuruyoruz. Ve bu eğilimlerimizin tersine çevrilmesini, sınıf deneyiminin ilk bakışta "sevmediğimiz" yönlerini de tanımaya çalışmayı, bütünlüklü bir sınıf perspektifi inşa etmek açısından önemsiyoruz. Ancak tanıma ve inşa ilişkisini kurma işini -ki bu bazen tatsız veya meşakkatli olabilir- birlikte yapabilirsek, daha gündelik ve “pragmatik” hedeflerle, uzun vadeli ve “ideal" hedefler arasındaki mesafeyi de daha iyi görebilir, bu mesafeyi aşmak için yapmamız gerekenleri de daha iyi anlayabiliriz. Biz sosyalist stratejinin, kısa vadeli ile uzun vadeli hedefler, “pragmatik” ile “ideal" arasında sürekli mekik dokuyarak geliştirebileceğini düşünüyoruz.

26 Ekim 2021 Salı

'Sermayenin iç savaşı' ve sosyalist stratejiye dair

(Yazı ilk olarak yayımlandığı e-komite web sayfasından alınmıştır: https://e-komite.com/2021/sermayenin-ic-savasi-ve-sosyalist-stratejiye-dair/)

Başaran Aksu - M. Görkem Doğan

Çok basitçe iki köşeli soruya yanıt verelim: şu an bir asgari programa, bir geçiş programına ihtiyacımız var mı, böyle bir programı önermezsek sermaye sınıfının şu an “savaşan iki” fraksiyonundan birinin fiilen kuyrukçusu olur muyuz? Her iki soruya da yanıtımız hayır. Bu soruları bize düşündürten sevgili Ümit Akçay, Mehmet Baki Deniz ve Hakkı Özdal’ın birlikte ve ayrı ayrı yazdıkları ile beraber konuşmaları. Geçen hafta içinde onlar, özellikle yeni TÜSİAD raporundan sonra, iki ana sermaye fraksiyonu arasında bir iç savaştan ve bu savaşta kuyrukçu durumda kalmamak için solun (esas olarak da ekonomi alanında) alternatif siyasa önerileri geliştirmesi zorunluluğundan bahsettiler. Biz sosyalist strateji tartışması deyince önceliğin farklı olması gerektiği kanısındayız.

Özellikle Ümitlerin kuyrukçuluğa dair uyarısı akademide konuşlu olan bazıları, ayrıca bu biçimde konuşlanmış olanların doğal hinterlandında bulunan kimileri için gerçek ve yakın bir tehlikedir. Bunu yadsıyan kendini kandırır. Bununla birlikte şu içinden geçtiğimiz dönemde başka bir dostumuzun Ali Ekber Doğan’ın şu satırları bizim sahadaki deneyimimize daha uygun bir programatik öncelik ortaya koyuyor. “Kent merkezlerinde yaşayıp, ağırlıkla temsil siyasetiyle meşgul olan, Hinterland’da ya da kentin çeperlerinde yaşayan emekçileri en fazla Trump’ı, neo-faşist partileri desteklediğinde damgalamak için hatırlayan, Fransız bayraklarıyla akaryakıttan alınacak çevreci vergileri protesto eden “Sarı Yelekliler”i gördüğünde ateş püsküren tuzu kuru solculuk dışında bir bakış geliştirilme”si. Ve “Çoğu zaman burjuva-küçük burjuva normlara çağrı üzerinden işleyen “temsil siyaseti” yerine, yoksullaştırılmış işçi-işsiz ama her şeyden çok mülksüz emekçilerin sokak çeteleri-taraftar grupları vb. içinde devinen toplulukçu öfkelerinin, yeni bir komünist siyasetle örgütlenip, yol kesme, işgal, grev, blokaj gibi etkili eylemlerle hayatın gündelik akışını durduracağı güç siyasetine dönülmesi”.

Sosyalist stratejinin bugünkü önceliği Türkiye’nin içinde bulunduğu ve emekçilerin üstündeki sömürü ve tahakküm mekanizmalarını kısmen de olsa zayıflatacak siyasal ve iktisadi programın köşe taşlarını tartışmak ne yazık ki değil. Bu muhayyel program arkasında harekete geçireceğiniz emekçi kitleler yok, programınızın içeriği sınıfın güncel ihtiyaçlarına ne kadar uygun olursa olsun yok. Bir programın emekçi kitleler arasında ajitasyonunun yapılmasından önce bu ajitasyonların sahiplerinin o kesimlerle gerçek bir güven ilişkisi tesis etmeleri gerekiyor. Dün belki öyleydi, ama bugün taşıdığınız sosyalist sıfatı onlarla zaten bir ilişkiniz olduğunu varsaymanızı mümkün kılmıyor. Bunu, Protestoculuk Üzerine yazısında şöyle belirtmiştik: “sınıf öfkesiyle dayanışmayan bir emek mücadelesi iddiasının günümüz işçi hareketiyle bağ kurması mümkün değil. Kartvizitinizde yazan sosyalizm yaftasının size ayrıcalık sağladığı bir dönemde değil bir ideolojik gerileme dönemindeyiz. Bugün yanınıza gittiğiniz işçi sizi anlattığınız siyasi programla değil bu tür pratiklerle dayanışma iradenizle yargılıyor”.

Emekçilerin öfkesi ve bunun yarattığı yıkıcı (bazen kendileri için de) eylemliliklerde onlarla yan yana yer alacağınız bir pratik geliştirmek önceliktir. Bu eylemliklerin her zaman sınıf düşmanına yönelik, olabildiğince en akılcı yordamla ve mümkünse sert bir yönelimle oluşmasını sağlamak, farklı ve olabildiğince çok yerelde eş zamanlı gerçekleşmesi için çabalamak ve bunların aynı sesle konuşmasını sağlayacak bir mücadele programı oluşturmak daha acil ihtiyaçtır. Aynı zamanda bu kesimler içinde şovenizm başta olmak üzere sağ eğilimlerle de eylemli ve planlı bir biçimde, toptancı ahlaki yargılamalara düşmeden, mücadele etmeliyiz. Bunun için çabalamak önceliktir ve ihtiyacımız böyle bir mücadele programının oluşturulmasıdır. Sınıfın programı halkımızı kurtaracaksa, halkımız önce sınıfın örgütlü eyleminin oluşmasını beklemek durumunda. Aşamacılığa, onu gördüğümüz her yerde önünü arkasını düşünmeden, karşı çıkmayı kendimize şiar edinmiş olsak da şunu söylemeliyiz: Bu mücadele programı (eski deyimle halka doğru gitme programı) olmadan önereceğimiz ekonomik ve siyasi program niyetimiz ne olursa olsun Millet İttifakı’na akıl verme nafile çabasının beyhudeliğinde nefes tüketmek olur.

Aslına bakılırsa şu sermaye iç savaşına dair de Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini nasıl anlamalıyızdan başlayabilecek bir itirazımız daha var. Bir tarafında TÜSİAD diğer tarafında MÜSİAD’ın olduğu, MÜSİAD’ın Cumhur İttifakı hükümetince temsil edildiği bir çatışma anlatısı toplumsal olgunun hakikatle bağının neredeyse kopacak kadar teorize edilmesi gibi duruyor. Bu konuda iktidarın kamu politikası uygulamalarının ex post facto değerlendirilmesi ve bazı basın demeçleri dışında bir şey görmüyoruz ve ilişkisel olguların somut analizinden koparılıp “sınıf ilişkileri analizinin metafizik permütasyonlara indirgenmesi”ne dair o eskimeyen uyarıyı hatırlıyoruz. Fakat esas önceliğimiz bir mücadele programı olmalı deyip Türkiye’nin sorunlarının çözümüne dair bir işçi sınıfı programını bile ertelemek gerektiğini vurgulamak üzerine kaleme alınan bir yazıda bu tartışmayı gündeme getirmenin konuyu (bu defa bizim tarafımızdan) esas odağından saptırmak olacağını düşünüyoruz. Son olarak Türkiye sosyalist hareketi pek çok olumlu özelliğini son otuz yılda müsrifçe kaybetmiş olabilir ama hala değerli aydınları var, onlara müteşekkiriz.

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Bize sakinlik gerek çünkü...

(Bu yazı, Gayriresmi Boğaziçi sitesinden alınmıştır: https://gayriresmibogazici.wordpress.com/2021/07/27/bize-sakinlik-gerek-cunku/)


Bulu’nun görevden alınmasının ardından Boğaziçi Üniversitesi’ndeki savunma hattının başardıklarını ve sıcak bir zeminde ilerleyen sürecin ikinci fazını tekrar düşünmekte, bir iki not düşmekte fayda olabilir.

Öncelikle Boğaziçi’nde gerçekleşen direnişte farklı bileşenlerin sürecin ayrı noktalarında birbiri için hayati enerji kaynakları ürettiğini ve bu sayede süregiden eylemlilikte bileşenlerin direnişe birlikte ve ayrı ayrı vazgeçilmez katkılarda bulunduğunu söylemek gerekir.

Bileşenleriyle birlikte üniversite canlı, talepleri olan ve tepki gösteren bütün bir bünye gibi davranabildi. Eylemliliğin ülke tarihinin en uzun süren aktif sivil direnişleri arasında yer almayı başardığını söylemek mümkün. Bu başarıyı üniversite bileşenlerinin uzun yıllardır akademik özerkliğe dair tartışma ve mücadelelerine bağlayabiliriz. Bu tartışmalar 2012 yılında üniversite bileşenlerinin ortaklaşa açıkladığı “üniversitenin ilkeleri” metninde ete kemiğe bürünmüştü. Direnişte dile getirilen çok sayıda talebin esas kaynağını bu metinde bulmak mümkün. Belki taleplerin hepsi tek seferde elde edilemedi, ancak Bulu bir gece ansızın görevden alındı. Okulun bünyesine yapılan müdahelenin bizzat müdahaleyi yapan tarafından geri alınması üniversite bileşenlerinin haklılığını herkese gösterdi. Bu haklılık ve meşruluk, hayat enerjisini toplumsal bünyeye de aktarıyor.

İktidar, için uzun süredir kendi adımlarının önünde duran, itiraz eden her bir özneyi ezip geçmeye, ve bu esnada “direnenleri” ihanetle özdeşleştirmeye, onlar aleyhine kamuoyu önünde aşağılama kampanyası yürütmeye fazlasıyla alışmıştı. Böylece “oldu-bitti”lerle ilerleyen süreç, yayılma politikası için oldukça kullanışlı bir yöntemdi. Ancak, Boğaziçi Üniversitesi bu yöntemin her aşamasının duvara tosladığı, neticesinde müdahaleyi yapana yenilgiyi tattıran bir direnişe ev sahipliği yaptı. Kısa bir sürede parlayıp sönmesi beklenen atama-protesto kavgası (oldu-bitti), okuldaki tüm bileşenlerin en başında duyurduğu üzere, uzun soluklu bir savunmaya dönüştü. Bu savunma, müdahalenin en önemli hamlesini sakinlik-dayanıklılık ortamında buharlaştırdı. Bilhassa öğrencilere ve ardından öğretim üyelerine çektirilen acılar ve gösterilen amansız şiddet bu sakinlik ve kararlılık içinde geri tepti. Müdahalenin bir anda olup bitememesi, zaman geçtikçe müdahaleyi yapanı küçültür hale geldi. Dolayısıyla, direnişin ezilemediği ortamda müdahaleyi yapanlar için bu öz-yıkıcı süreci bitirmek bir zorunluluk haline geliverdi.

Kendi aralarında geleceğe bakan ilişkiler kurmayı öğrenen üniversite bileşenleri hiçbir şey kazanmadıysa birbirlerini kazandı. Bu süreç, şimdiye kadar olmadığı gibi, gelecekte de kolay ve çatışmasız olmayacak; ama üniversiteyi savunacak ve topluma olan borcunu ödeyecek tek kuvvet burada yatıyor. Bu noktada, akademisyen / öğrenci / mezun / çalışan rabıtasında, birbirini besleyen, sabır ve sakinliğini koruyarak ilerleyen direnişin bu tarzını geldiği aşamada önemle vurgulamak gerekiyor.

Seçimle veya seçimsiz

Okuldaki kurumsal yapının önemli noktalarında kayyımlık müdahalesinin verdiği tahribatların olduğunu açıkça görebiliyoruz. Önümüzdeki süreçte mücadelenin ve bileşenler arasındaki temasların-dayanışmanın her koşulda devam edeceğini, tahribatı ortadan kaldırmak ve yeni tahribatlara engel olmak için devam etmek durumunda olduğunu öngörmek zor değil. Aynı şekilde, üniversite bileşenlerinin, üniversitenin bünyesi ve kendileri için ortak bir uğraş vermekte kararlı olduğu görülüyor. Bu uğraş düzleminin sıhhati ve ömrünün uzunluğu, farklı çıkarlara sahip bileşenlerin, birbirini besleyen, sakin kalmayı becerebilen, yapıcı bir akıl ve üslupla hareket etmesine bağlı. Aksi durumda, fikir ayrımlarını diğer grupları yaralayarak ifade eden tutumlar, ileri vadede sergilenmesi muhtemel olan direniş -yahut iyileşme- süreçlerinin ömründen, şimdiden ister istemez çalmaya başlayacaktır.

Bulu’nun aniden görevden alınmasının ardından YÖK tarafından rektör adaylarına başvurunun hemen açılmasının okul bileşenlerini hazırlıksız yakaladığını söylemek mümkün. Aylardır rektör belirlemede en uygun yöntemlerden birinin katılımcı bir seçim süreci olduğu hemen herkesçe ifade ediliyor. Ancak bunu sağlayacak somut yöntem tartışmasının neredeyse hiç pişmediğini tecrübe ediyoruz. “İlkesel” olarak fikirler yakın olsa da, yönteme dair kat edilmemiş mesafe, “katılımcı seçim/seçilmiş rektör” pratiğine henüz yakın olmadığımızı hepimize öğretiyor. Yine de, rektör belirleme sürecini bir miktar demokratikleştirmeye yönelik ciddi çabalar mevcut.

Bunlardan ilki, üniversitenin seçilmiş senato üyelerinin rektör adaylarına yönelik olarak yayınladığı açık mektuptu. Bu mektup aday olmak isteyenlerin, 13 Temmuz 2021’de son hali verilen Kamu Araştırma Üniversitesinin Geleceği raporuna, dolayısıyla 2012’de üzerinde uzlaşılan özerk ve demokratik üniversite için “İlkelerimiz” doğrultusunda hareket edeceklerine dair taahhüt vermelerini istiyor. Bir anlamda adaylar için kabul edilir “başvuru şartı” öne sürüyor.

Bu noktada, pratik olarak en ciddi uygulama önerisiyse güven oylaması veya “güvensizlik oylaması” diyebileceğimiz yöntem oldu. Bu yöntem, Bulu sonrası ikinci fazın en çok tartışılan başlığı. İtirazlar, bu oylamanın arzu edilen seçime hiç benzemediği, sadece öğretim üyelerinin katılabildiği ve dolayısıyla katılımcı olmadığı; rektör adayı belirlemeye yaramadığı, birden çok kişinin aday olmasına fırsat verdiği noktalarında yoğunlaşıyor. Üniversite bileşenleri, bir yandan tartışırken bir yandan da eksikleri az çok giderecek yollar arıyor. Örnek olarak, mezunlar, öğrenciler ve çalışanlar da bir güven oylamasıyla akademisyenlere eşlik ederek kendi seslerini duyurmayı planlıyor.

Güven ne anlama gelir?

Bu yöntemin anlamını bir miktar eşelemek belki müşterek olan mücadele için besleyici olabilir, hararetli devam eden tartışmalara da bir nebze su serpebilir. Boğaziçi’nin yönetimsel bünyesinin hiyerarşik bir şekilde tepeden aşağıya değil, farklı komisyonlar, kurullar aracılığıyla, yatay ilişkilerle ve tabandan yukarıya doğru kurulduğu uzun zamandır sıkça ifade edildi. Sıradaki rektör “makbul” dahi olsa, işlevi vücudu yönetecek, hükmedecek seçilmiş bir baş değil, bünyeyi korumayı görev edinen bir kalkan, dış yüz işlevinde olacaktır. Dolayısıyla, çeşitli uzuvlarla düşünebilen, hareket edebilen, kendini yönetebilen bünye için uygun olan, kendisine bir beyin seçmek değil. Vücuttaki tahribatı, kanamayı sona erdirecek, iyileşme sürecini derhal başlatacak, yönetimsel yetiyi arttırmakta aracılık edecek, kendi yetkilerini “kullanmama” fedasında bulunup bünyeyi dışa karşı savunacak bir işlevde bir uzuv.. Bu noktada güven kavramının önemi açığa çıkıyor. Güven oylaması, birbirine güvenen üniversite bileşenlerinin, topluma verdiği sözü tutan güvenilir bir üniversite bünyesinin ihtiyaç duyduğu güveni temsil ediyor.

Bu oylama sadece bu anlamıyla etkin olmayabilir, ama bu sembolik anlamı çok önemlidir. Bu güven arayışının gücü, yerine konacak sembolik bir rektör seçiminden daha fazladır. Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kamu kuruluşu olduğunu, pratiklerinde kendine özgü birikimi üzerinden kamunun çıkarını benimseyen bir konumda olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Boğaziçi’ni savunmanın ülkenin sıcak politik gündemine yerleştiği açık. Bu durum, rektör adaylığı sürecinin, iktidarın adayına karşı muhalefetin adayı tarzında, iktidara kendi kendini onaylama imkanı verecek iki cepheli bir referandum kalıbına girmemesi önemli. Böyle bir plebisit, iktidara her zaman kazandığı bir güven oylaması hediye etme riski taşır. Bizim elimizdeyse bünyemizdeki sancıyı ilk anda bastıracak, ama etkisini belli bir süre içerisinde kaybedecek ağrı kesici bir hap işlevinde olabilir. Şu anda üniversitede yapılacak herhangi bir oylamanın işlevi, ateşe birkaç günlük yakıt sağlayacak, üzerinde anlaşacağımız yegâne “muhalefet adayını” çıkarmak değil, en iyi adayın kim olduğunun önemi olmaksızın, köklerinde biriken Boğaziçi Üniversitesi ilkelerini, yani bünyenin kendisini tekrar canlandırmak ve etkin hale getirmek olmalıdır.

Sonuç olarak, kısa bir süre içinde yeni rektörün kim olduğunu öğreneceğiz. Yapılacak rektör ataması her koşulda üniversite bünyesi için daha fazla mücadele ve yaşam gücü talep ediyor. Geçtiğimiz süreçte yenice tecrübe ettiğimiz üzere, işin kazanım boyutu birdenbire ve tümüyle değil, gerçekleştiğinde belki çok fazla tatmin duygusu vermeyen, ancak sabırla atılan adımlarla geliyor ve zaman içerisinde biriktirilerek somutlaşıyor. Bu mücadelede sahip olduğumuz, olabileceğimiz en büyük kaynaksa birbirimize enerjimizi, aklımızı aktarabildiğimiz, direnişimizi büyütebildiğimiz dayanışmamız!

12 Şubat 2021 Cuma

Memleket adına üzülmenin güncel sembolik niteliği üzerine

Baran Gürsel

 “Memleketim adına üzülüyorum.” sözü, Ayşe Buğra tarafından söylendikten sonra ve Boğaziçi mücadelesinin etkisiyle birlikte, sembolik bir nitelik kazandı sanki, bir sembole dönüştü. Öyle bir sembol ki sadece, iktidar sahiplerinden gelen saldırıların karşısında durmuyor, aynı zamanda, baskı altında olanların ve sömürülenlerin “toplumsal iktidarlarla” özdeşleşmesi riskinin de karşısına yerleşiyor. 

Bana kalırsa, güncel bağlam içerisinde bu ifade, 

*toplumsal kurumları, bundan utanmadan savunmanın mümkün olduğunu gösteriyor ki bu da bize, toplumsal kurumları (üniversitelerden işçi örgütlerine, demokratik mücadele örgütlerinden adalet mekanizmalarına), iktidarın biriktiği kurumlar olarak değil, toplumu, herkesin nitelikli bir yaşam sürdürebilmesi için yeniden düzenleme işlev ve sorumluluğu olan ortamlar/ilişkiler/pratikler olarak da düşünebileceğimizi hatırlatıyor; 

*toplumsal “farkları”, utanç ya da inkâr yerine borca çevirebilmenin mümkün olduğunu gösteriyor ki bu da bize hem, deneyim ve bilgi farklarının (fazlalarının) söylem düzeyinde reddinin ötesinde, topluma “güç” olarak dönmesinin kanalları üzerine kafa yormamız gerektiğini, hem de, herhangi bir deneyim farkının (özgünlüğünün) kimse üzerinde yük olmasına izin vermemenin toplumsal bir sorumluluk olduğunu hatırlatıyor;

 *hem bireysel hem de toplumsal kayıplara aynı anda üzülmenin ve yasın mümkün olduğunu gösteriyor ki bu da bize kaybı; o ya da bu şekilde, hayalde, ideolojide, sözde, eylemde, bireyselde, toplumsalda ikame etmeye çalışma çabasının ve ikame edememenin huzursuzluğunun ötesinde bir duyguyla dinleyebileceğimizi ve kolektif zihinde yepyeni bir rota şekillenene kadar “bekleyebilmenin” mümkün olduğunu hatırlatıyor; 

*eril olmayan bir mücadele dilinin mümkün olduğunu gösteriyor ki bu da bize mücadelenin, kavga edebilen ya da edemeyen, sesi yüksek ya da alçak çıkan, bugün sesi çıkmayan veya sesi beğenilmeyen, haklı ya da haksız, baskı ve sömürü altındaki herkesin potansiyel mekânı olduğunu hissettiriyor ve dikkatimizi, kazanmanın “bir” değil “ortak” haline çekiyor;

*“ötekilerin” çıkarının, öznellik, “özel alan” veya “kısmi çıkarın” reddinde olmadığını, ötekilere dönmenin, “içeriyi” hesaptan düşerek mümkün olmadığını gösteriyor ki bu da bize, birbirimizle paylaşırsak bizi hafifletebilecek olan derdin, kendi baskı altına alınma ve sömürülme deneyim ve alanlarımıza doğru dönmenin derdi ve zorluğu olduğunu ve bunu paylaştıkça birbirimizde/ötekilerimizde derman bulup “memleketin” etiğini bulabileceğimizi söylüyor;

dolayısıyla toplumsal mücadelelerimize, derinleşip genişleme için hakiki bir özdeşleşme imkânı sunuyor ve bu işlevi gören semboller arasına katılıyor.