30 Ocak 2018 Salı

Kim planlayacak, kim yapacak? Aktör sorunsalı

Umut Kocagöz

Geçtiğimiz hafta sonu yapılan “Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Dizisi” serisinin yeni başlayan ikinci serisinin ilk oturumu “sosyalist planlama” üzerineydi. Sunumlar ve ardından yapılan tartışmalar, ilginç konuları ön plana çıkardı. Merkezi-yerel; demokrasi-katılımcılık, planlama-koordinasyon vb. Kavram kümeleri üzerinden değişik tartışmalara uç verdi. Bir takım meseleleri derli toplu düşünmemize vesile oldu.

Sosyalistlerin çeşitli konular üzerine düşünürken -özellikle büyük meseleler, makro meseleler- düştükleri çeşitli hataların tartışmalarda önemli sorunlar teşkil ettiğini düşünüyorum. Bu hataların önemli bir tanesi, konuşurken bir aktör konumunun unutulması, veya görünmez kılınması. Bu durum bizim bir takım konularda “fazla” düşünmeye, bir takım konuları ise havada düşünmeye zorluyor. Önerilen düşünme biçimi sonuç olarak ayakların yere basmamasına sebep olabiliyor.

Örneğin, mevzuubahis toplantıda konuştuğumuz meselelerden biri olan “planlamanın nasıl yapılacağı” sorusunu sorabilmemiz için, bu planlamayı kimin yapacağı sorusuna bir cevap verebilmemiz gerekiyor. Mesela, diyelim ki bir ülkede, bir kentte veya bir beldede, tarımsal üretime dair bir planlama yapılması düşünülüyor. Bu planlamayı yapacak kişilerin toplumsal rolü ne olacak? Bunlar, mesela bir belediye kurumunu ele alalım, bir kamu kurumu olarak belediyenin tarım işleri departmanında görevli olan -muhtemel mesleği sosyolog ve ziraat olan- memurlar mı olacak? Dolayısıyla, bu memurlar bu planlamayı yaparken hangi bilgiyi/ne tür bir bilgiyi kullanacaklar? Hangi ihtiyaçları temel alacaklar? Mesela, ihtiyaçlar yanında “arzu” ve “istek” gibi şeylerin bir fonksiyonu olacak mu?

Bunları düşünmek bana bu organizasyonun nasıl yapılandırılacağı sorusundan bağımsız görünmüyor. Yani belediye, mevcut mantığı ve çalışma şekliyle mi var olacak da, bunun bir departmanında var olan bir kaç memur belediyenin kapsam alanındaki yaşayanlar için çeşitli hizmetler üretecek? Yani, planlama bir hizmet üretimi olarak mu düşünülmeli? Yahut, daha katılımcı yollar geliştirerek, daha demokratik bir planlama mekanizması mı inşa edecek? Başka bir örnek, kamucu bir yapı adına, daha teknokratik biçimde de olsa, belirli algoritmalar üzerinden, sert bir merkezi planlama mı uygulanacak? Peki bu algoritmalar nasıl belirlenecek? Tarihsel haklılık, örneğin sosyalist olmak -ki bunun nereden geldiği, nasıl bir renge sahip olduğu her daim sorgulamaya açık olacak- böyle bir yönetsel tarzın meşrulaştırılmasında yeterli olacak mı?

Şimdi de ikinci bir sorunsal alanına geçelim. Bu planlama meselesi bir takım ihtiyaçların ve taleplerin giderilmesine yönelik iken, bu aktivitenin, en basit anlamıyla bir alışverişin hangi ölçme birimleri çerçevesinde yapılacağı da hayati bir husus. Hayati, ve hatta, bunların birbirlerinden ayrılamayacak meseleler olduğunu düşünebiliriz. Tarihsel-toplumsal işbölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkan para mefhumu, esasında meta üreticisi toplumda metaların soyut emek zamanı üzerinden ölçülmesi ve bunların alışverişini mümkün kılmak amaçlı bir değer tahsis edilmesini ifade ediyor. Bu soyut-emek zaman ölçümü tabiki düz bir analitikte gerçekleşmiyor. Ortada sayısız aktörün, farklı piyasa mekanizmalarının, spekülasyonların vs. olduğu devasa bir kapitalist mekanizma var. Lakin bu ölçme işleminin mümkün olmasının sebebi, kapitalizmin mantığı içinde, emeğin böyle bir ölçme işlemine tabi tutulabileceği düşüncesi. Bu aslında son derece teknokratik bir varsayım. Aynı zamanda bir toplum mühendisliği. Sayısı bir kaç milyarı bulan insan çeşidini tek bir ölçme mekanizması üzerinden ölçme çabası. Bu her ne kadar kendi rasyonalitesinde öngörüldüğü gibi işlemese de, farklı yerellikler (uluslar, dinler, kavimler) buna bağlı olarak kendi direnç mekanizmalarını geliştirse de, kapitalist mantık esasında her yerde o yerin şeklini alarak işlemekte desek abartmış olmayız sanıyorum.

Kapitalizm, bu soyut-emek zaman üzerinden geliştirilmiş rasyonaliteyi tutarlı ve sistematik biçimde bütün ilişkilere uygulamakta. Daha doğrusu, kapitalizmin kendisi, bu ilişkilerin yeniden biçimlenişi olarak ortaya çıkmakta. Örneğin, bir arkadaşlık ilişkisi bu tarz bir mantık çerçevesinde kurulduğunda, özünde kapitalist olmayan arkadaşlık ilişkisini kapitalist bir ilişkilenmeye dönüştürebiliyor. Dolayısıyla kapitalizmin bu ilişkinin gerçekleşmesi - hayata geçmesi- olarak düşünülmesi doğru olacaktır. Bu hayata geçme süreci de bir takım ikilikler üzerinden (mesela, merkez- yerel; ast-üst gibi) kendisini örgütleyebilir.

Bu bağlamda, önümüzde iki ayrı ama birbirine sıkı sıkıya bağlı mesele var. Birincisi, “planlama nasıl olacak” sorusu üzerinden aktör meselesine, ikincisi de mübadele nasıl olacak üzerinden “ölçek, ölçü, rasyonalite” meselesine bağlanıyor.

Bu iki mesele birbirine sıkı sıkıya bağlı, çünkü birine verilecek hipotetik yanıt diğerini de büyük oranda belirliyor. Örneğin, farazi bir “kamu” öznesi tarif ettiğimizde planlamanın ölçüsü bu kamunun kontrol alanına denk düşüyor. Merkezi bir devlet aygıtı ulusal bir ölçeği zorunlu kılıyor. Ulusal bir ölçek olarak karşısına “yerel” gibi başka bir muğlak ölçeği getiriyor. Veya, devlet karşına toplumu, merkezi planlama karşısına demokrasi mücadelesini çıkartıyor. Peki, bu ikiliklere mahkum muyuz?

Evet, ben bunların her birinin mücadeleye başlama noktasında geçerliliği olmayan ikilikler olduğunu, eleştirel bir pozisyonun bu tür ikilikleri çözümlemekle/deşifre etmekle/işlevsizleştirmekle yükümlü olduğunu öne süreceğim. Bunlar belki yaşamda bir takım karar alma ve politika yapma süreçlerini belirlese de, politikaya başlarken bu ikiliklerin üzerinden değil, başka bir devrimci mantık üzerinden hareket etmek tartışmaların önünü açacaktır.

Bunların başında inisiyatif meselesi öne çıkmakta. Belirli işlerin belirli aktörler tarafından üstlenilmesi meselesi -yani işbölümü-, işbölümüne yönelik bir temsil mantığını [representation] üretmektedir. Yukarıda örneklediğim “planlamayı kim yapacak” sorusunu sormadan hareket ettiğimizde, temsil mantığı içinden bu soruyu sormuş oluruz. Dolayısıyla bu soruyu yanıtlamak üzere bir teknokratik aktör tasarlamamız gerekir. Bu da, devleti zorunlu kılan bir düşünme pratiğidir.

Halbuki bu soru, devletsiz bir aktörlük düzlemi içinde de sorulabilir. Planlamayı kim yapacak? Planlamayı biz yapacağız, kimseye inisiyatif devri yapmayacağız; karar alma sürecinde beraber olacağız. Peki bunu nasıl yapacağız? Bunu, kendimizi ifade eden özyönetimsel kurumlarımız ile yapacağız. Dolayısıyla “merkez-yerel” ikiliğini ortadan kaldırarak, karar alma meselesinin kendisini esas sorun olarak tayin edeceğiz. Bir grup teknokratın bizim adımıza karar vermesine müsaade etmeyeceğiz. Kimseye inisiyatif devri yapmayacağız. Bize destek olmak isteyen sosyolog, ziraatçı, mühendis, planlamacı vs. farklı meslek gruplarından insanlarla beraber geleceğimizi beraber tasarlayacağız.

Yine kendi öz örgütlerimiz üzerinden diğer öz örgütlerle ilişkileneceğiz; onlarla beraber yatay-birlikler-koordinasyonlar kurarak daha bütünlüklü ve katılımcı planlama süreçleri gerçekleştireceğiz. Yani, kendi içine kapanık, kendi yağında kavrulan, kimseye karışmayan ve adına “kendilik - yerelcilik” denilen bir sinizmle malul olmayacağız. Ancak, kapitalist ölçme mantığını ve dilini de (merkez-yerel gibi) yeniden üretmeyeceğiz. Bizi belirlemeye çalışan kapitalist mantığın yeniden üretildiği dünyayla ilişkilenecek, onu değiştirmek için ilişkileneceğiz. Bu açıdan “kamucu” olacağız, kamuyu ele geçirmek değil, onu bizzat inşa etmekle uğraşacağız. Çünkü kendimizin kamu olduğunu bilerek, kendimizi, öz örgütlerimizi inşa edeceğiz.

Böylece, öz örgütlerin yan yana gelmesiyle, aşağıdan yukarıya değil, aşağıdan-aşağıya bir organizasyon geliştireceğiz. Ne olup bitiyorsa o bizim düzlemimizde gelişiyor olacak. Başkasına bizim adımıza karar verme hakkını vermeyeceğiz. Kolektif bir karar alma süreci içinde olacağız.

Bu türlü bir yaklaşım, kanımca, mevcut kapitalist mantıktan ontolojik bir kopuşu mümkün kılıyor. Mevcut kapitalist mantık, piyasa ve devlet rasyonalitesinin beraber çalışması anlamına geliyor. Yani hem merkezi, hem hiyerarşik, hem de soyut-emek ölçümü bağlamında indirgemeci. Bu bağlamda, en azından organizasyonal anlamda onu yeniden üretmemeyi amaçlamak birincil öneme sahip. Öz örgütlenme girişimleri buna bağlanıyor. Peki, bu örgütlenmeler kendi aralarında kurdukları ilişkide nasıl bir ölçme sistemi geliştirecek? Veya, bir ölçme sistemi geliştirilmek zorunda mı? Bu soru, sanrım baki, ve binlerce denemeler dışında henüz bir çözümü bulunmadı. Belki de bir çözümü hiç bir zaman olmayacak, denemek ve aramak dışında...


26 Ocak 2018 Cuma

Gürültüye Karşı Yeni Bir Beste Yapmak

Baran Gürsel

 Şiddetli gürültüler, insanlar dinlesin diye değil, dinleme ile dinlememe hâli arasındaki bir gerilim oluşsun, insanlar kendilerini dinleyenler veya dinlemeyenler olarak sıralanmak zorunda hissetsin diye koparılır. Bu nedenle böyle bir gürültü, gizlendiği karmaşanın arkasında, net bir çağrıya dönüşür. Gürültüye maruz kalan herkes bir düzeyde bu çağrıyı duyar. Bundan sonra insanların 'içinde' ve arasında, çağrıya kulak verme ile vermeme, onu dinleme ile dinlememe arasında bir çatışma belirir.

Kendi 'içindeki' ve 'dışındaki' 'dinlemeyenleri' bastırabilenlere vaat edilen, himaye edilme, birliktelik ve bir olma hissidir. Gürültücüler bu hissin çekim gücüne güvenebilecekleri, uygun ortamı yaratmaya çalışırlar. Fakat bu girişim de içinde önemli bir gerilim taşır: gürültü büyüdükçe gürültücünün gücü artar gibi gözükür ama bu güç 'gücü temsil etme gücü'dür. Başka bir deyişle artan, gücün –ötekinin gözündeki- temsilî, soyut boyutudur. Gürültülü bir şekilde muktedir olmak isteyenin gücü görünenin aksine, gittikçe temsilî hale gelmekte, soyutlaşmaktadır. Yani bu süreçte muktedirleşen öznenin kendi kendini yeniden üretme kapasitesi olarak somut gücü iyice azalır ve kendisi, ötekine ve onun bakışına bağımlı hale gelir. Gürültücü bu yüzden, kendi varlığını yeniden üretebilmek için gürültüyü yükseltirken, diğer yandan buna başka ve somut güç gösterileri eklemek zorunda kalır. Somut patırtılar koparılarak beslenen temsili güç, muktedir öznenin kendi varlığını yeniden üretebilmesi için gereken somut gücün altını oyar ve sürekli ekstra, somut güç kullanımı ihtiyacı üretilir. Aslına bakılırsa gürültücü iktidarların -ki siyasal temsile dayalı iktidardan cinsiyete dayalı iktidarlara kadar birçok iktidar biçimini, belli bir eşiği geçtikten sonra bu kapsama alabiliriz-hem kırılganlıkları hem de korkuları bu diyalektikte gizlidir.

İktidarın Gürültülü Olanı

 Toplumsal iktidar ilişkilerindeki muktedir konumlar her zaman belli bir ölçüde, gürültü, patırtı, karmaşa, kargaşa ile birlikte var olur ve hayali bir tümgüçlülük ile ona eşlik eden gerçek bir güç/zor kullanımı aşamasına doğru kayma potansiyeli taşır. Bununla birlikte bu kaymalara karşı işleyen eğilimler de hep canlıdır; görünürlüklerini kaybedebilirler ama paylaşılan deneyimleri, coşkuları,  acıları barındıran karşılıklı ve eşitlikçi toplumsal ilişkiler sürekli canlı haldedir. Bu canlılık; güncel olan ilişkiler ve -tarihten gelip- örüntüler, semboller, fikirler, kurumlar, müzikler, mekanlar, vb. aracılığıyla onlara katılan ilişkiler tarafından, birlikte taşınır.

 Muktedirleşme, bu potansiyelleri belli düzeylerde kontrol altına alarak belli çıkarlar sağlama mücadelesidir - ki şundan da kuşku yok, en az öteki kadar canlıdır. Muktedirleşme süreçleri, herkesin hayatında bulunan, toplumsal hayatın bir bileşeni olan çeşitli eşitlikçi ilişkilerin biçimlerinin ve potansiyellerinin (yerine göre) kapsandığı, bastırıldığı, dönüştürüldüğü, bozulduğu ve yadsındığı süreçlerdir. Yani her iktidar ilişkisi içerme, hegemonya, rıza/arzu üretme, eksik/yanlış tercüme, manipülasyon, dışlama süreçlerinden oluşur.

 Peki o zaman şu an içinde bulunduğumuz gürültülü ortamın özgün yanı ne?

 Şiddetli fiziksel, ruhsal ve toplumsal gürültülerle bezenen bu ortamın muktedir özneleri, tamtam sesleriyle yarattıkları 'büyünün' tadını, elde ettikleri ve konumlarının yeniden üretimlerini sağlayacak temsili güç ile çıkartıyorlar gibi gözükebilirler. Ama güç soyutlaştıkça, farklı ilişkilere, insanlara, kurumlara, coğrafyalara yayılan güç kullanımlarını arttırmaya duyarlar. Aksi takdirde bu, toplumsal ilişkisel düzlemin gerçekliğinden kopmayı zorlayan gücün kırılganlığı ile baş etmek mümkün olmaz.
Gürültücü Hegemonya

 Muktedir özneler her zaman belli tavizler verirler ama mevcut durumda bu tavizlerin görünür olmaması, yani gürültüden bir an olsun sıyrılmaya, nefes almaya izin verecek kadar 'doyurucu' olmaması yaşamsal önemdedir. Bu nedenle hâlihazırda ne kadar sınırlı olursa olsun verilen tavizler, toplumda ufak çapta bir güçlenme hissine bile vesile olmamalıdır (bkz. taşeron meselesiyle ilgili yaşanan örnekler). Herhangi bir ölçüde 'doyurucu' olabilecek hegemonya stratejilerinin yerini hızla sert ve keskin olanlara bırakması bu yüzdendir. 

 Diyebiliriz ki, gürültülü ve bu gürültüye bağımlı muktedirleşme mücadeleleri, toplumsal ilişkilerde taşınan karşılıklı ve eşitlikçi paylaşımları -diğer yöntemleri geride bırakarak- sert ve keskin biçimde yadsır ve dışlar. Hem, birliği sağlanacak grubun rıza/arzusunu diri tutmaya çalışırken benimsenen yönelimler;  hem de, birliğin dışında kalacakların yaşamlarını sürdürmelerine çeşitli düzeylerde getirilen engeller bu stratejik ‘seçimle’ uyumludur. Bu ortamda, yukarıda saydığımız tüm iktidar süreçleri (hegemonya, rıza/arzu üretme, eksik/yanlış tercüme, manipülasyon, dışlama) yadsıma ve dışlama ucuna doğru kaymaktadır. Eşitlikçi her tür (potansiyel) bağ ve onları aktarabilen yasa, kurum, hareket, söz, tavır, insan bu yadsımanın (ve yok etmenin) hedefi olabilir. Tabii öte yandan, gerçek toplumsal ilişkilere dayalı bağlar gürültülerle görünmez kılınmak ve zedelenmek istenirken, bunların yok edilemez olması da bu mücadeleyi sürekli ve dinamik kılar. Bunu da dedikten sonra belki eklemeliyim: toplumsal ilişkilerin karşılıklı ve paylaşımlı öğelerinin her zaman canlı olduğu gerçeğini dile getirmek, belirsiz bir gelecekte mutlaka kazanacağımız anlamına gelmez ama gerçekliğin içindeki belli potansiyelleri göremeyecek kadar sinik olmamızı engeller.

Bir Karşı Hegemonya Bestelemek

Bu hegemonik tarz dönemin, muktedirleşme mücadelesine giren toplumsal aktörlerine doğru kolayca yayılabiliyor. Belli bir tarzın nasıl toplumsallaştığını, bireysel ve kolektif öznelerin gündelik söz ve eylemlerinde görebiliriz. Bağırma, çağırma, diklenme, susturma, dışlama, yadsıma, kargaşa, gürültü, patırtı… Her özne (bireysel veya kolektif) gürültünün şiddetini arttıracak araçlara sahip olmayabilir ama bazıları bu araçlar olmadan da gürültüyü yankılar, bazıları ise tutarsızlık ve çelişkileriyle gürültünün boğukluğunu ve boğuculuğunu besler. Aynı zamanda gürültü havaya bir kir gibi, pus gibi yerleştiğinde korku, utanç ve suçluluk da havada asılı kalmış gibi olur; insanlar bir telaş içerisinde hızlıca bunları üzerlerine giyebilirler veya başkalarına giydirmeye çabalayabilirler. İnsanların birbirlerini, kendilerini, geçmişlerini ve geleceklerini berrak bir şekilde göremedikleri bu ortam aynı zamanda tekinsiz bir ortamdır; insanlar tetiktedir. 

 Bu ortamdaki havayı solumadığımızı iddia edebilir miyiz?

 Bu gürültü patırtıya karşı bir alternatif oluşturmak isteyenler olarak birkaç konuyu özellikle önemseyebiliriz. Birincisi, bu gürültüyü yankılayan ve besleyen söz ve eylemlerimizi özeleştiriye tabii tutarak yenileyebiliriz. Bu eğilimlerimiz sayısız şekilde ortaya çıkabilir ve ilk bakışta görülebildiği kadarıyla, bazen muktedirleşme girişimleri, bazen ötekilere yönelmiş dışlayıcı ve küçültücü tepkiler, bazen ötekilerin deneyiminden kendini uzaklaştırma tepkileri, bazen sinizm, bazen acelecilik, bazen yıkıcı kavgalar ve eylemler olarak ortaya çıkarlar. Bunları yasaklamadan düzenlemenin kolektif yollarını düşünebiliriz.

 Bununla bağlantılı olarak kolektif ilişkilerimizin çeperlerini bir açıdan daha koruyucu, bir açıdan daha geçirgen hale getirebiliriz. Koruyucu çeperler gürültünün, ortamımıza girdiğinde yaratacağı karıştırıcı ve boğucu etkilerinin işlenebilmesi, başka bir deyişle süzülmesi içindir. Bir ilişkisel ortamın bu şekilde düzenlenmesinin yolu da -ne kadar basit gözükse ve bir o kadar zor olsa da- eşitlikçi ve adil bir kapsayıcı karşılıklılık ortamının yeniden ve yeniden yaratılması çaba harcamaktır. Gerekiyorsa bu işlevdeki bozulmaları tespit etmek üzere özel bir organ yaratmaktır. Bulunduğumuz toplumsal ortam –birçok ölçekte- buna karşı işleyen eğilimlere sahip olduğu için bu göründüğü kadar kolay bir iş değil galiba ve bu iş daha da zorlaşacak gibi duruyor.

 İlişkisel çeperlerimizin geçirgenliğini ise ancak, kendimizi korumak için içimize doğru çekilmediğimiz ve ideallerimize kimlikler olarak sarılmadığımız ölçüde sağlayabiliriz. Bu geçirgenlik, toplumsal ilişkilerdeki potansiyelleri duymaya doğru açılmak; muktedirleşme süreçlerinden sızan karşı eğilimlere kulak kesilmek; gürültünün sesine kulak veren ve vermeyenin ortaklıklarını görebilmek; gürültülü gerilimlerde kendimizin nerede durduğunu çözümleyebilmek demektir. Buna izin verebildiğimiz ölçüde herkese hemen ulaşacak bir daveti ivedilikle yaratamayacak olabiliriz ama ufkumuzu, hayalimizi, düşleme kabiliyetimizi kolektif bir şekilde genişletecek bir iş yapmış oluruz. Gürültünün hepimizi sıkıştırdığı dar alanın, öncelikle yanını, kıyısını, gediğini, ötesini birlikte tasarlayabilmemiz, alternatifleri birlikte üretmemizin de önkoşulu.

 Henüz hangi ritmin bu gürültüyü kapsayarak bozabileceğini ve hangi melodinin gürültünün yarattığı sessizliği canlandıracağını bilmiyor olabiliriz. Aynı zamanda bizlerin bazen, kulağımıza gelenin ciddi etki sahibi bir gürültü olduğunu bile yok sayacak kadar ses ayırt etmeye uzak kaldığımıza, yanımızda orkestra arkadaşı istemez gibi davrandığımıza, kulağa en güzel gelen müziği bulduğumuza inanıp bunu anlamayanlara kızdığımıza, enstrümanlarımızın akordunu yapmayı unuttuğumuza, şefsiz orkestramıza şefler olmaya çalıştığımıza tanık olabiliyoruz. Bununla birlikte; gürültüye karşı, toplumsal ilişkilerin eşitlikçi potansiyellerini tanıyacak, kavrayacak, canlandıracak, yeniden inşa edecek ve korkulara bariyer olarak geleceğin düşlenmesine kapı aralayacak bir karşı hegemonya bestelemeye ihtiyacımız olduğunu biliyoruz. Henüz amatör girişimlerimizi birbirimizle paylaşabileceğimiz, ortak bir beste yapabileceğimiz ortamı tam olarak bulamamış olabiliriz. Ama arıyoruz.






25 Ocak 2018 Perşembe

Duyuru: Tartışma Toplantıları Dizisi - II - Ocak Oturumu

 
 
Sınıf mücadelesi, toplumsal dönüşüm ve sosyalizmle ilişkili fikirler üzerine eleştirel tartışmalar yapmak için bir araya gelmeye devam ediyoruz. Buluşmalarımızın ikinci turunun ilk oturumunun duyurusunu ve gelecek programı aşağıda bulabilirsiniz.
 
***
 
OCAK OTURUMU
 
Sunumcu/tartışmacı: Deniz Yürür
     Başlık: Sosyalist Denemelerde Pazar Meselesi
 
Sunumcu/tartışmacı: Arda Arlı
     Başlık: Toplum İhtiyaçları için Üretim Planlama / CyberSyn Deneyimi
 
Zaman: 27 Ocak Cumartesi, 15.00 – 18.30
Yer: Mecra
    (Caferağa Mah. Dumlupınar Sk. No: 5 Kat: 1, Kadiköy/İstanbul)
 
***
 
ŞUBAT – Ceylin Özcan, Feryal Saygılıgil ve Umut Şah – toplumsal cinsiyet, heteronormativite, haz arzu

MART – Özgür Narin – komün ve ütopya, sınıfsız bir toplumda toplumsal üretim ve insanın üretimi, armağan ve oyun

NİSAN – Orkun Doğan ve Umut Kocagöz – Türkiye’de kırsal dönüşüm ve güncel toplumsal dinamikler

MAYIS – Fırat Genç – kent mekânı ve politika

HAZİRAN – Hakan Koçak ve Baran Gürel – sınıf mücadelesinde tıkanmalar ve potansiyeller

TEMMUZ – Bilgesu Şişman ve Can Evren – iletişim ve eleştirinin tıkanmışlığı ve kültür kavramına yönelik sağ ve sol yaklaşımlar

EYLÜL – Barış Ö. Şensoy – erkeklerde suçluluk ve suç ortaklığı

EKİM – Evrim Hikmet Öğüt – müzik ve toplumsal dönüşüm

KASIM – Sırrı Emrah Üçer – Türkiye’de özelleştirme süreçleri ve sonuçları

ARALIK – Sevinç Doğan ve Foti Benlisoy – tabandan tarih ve tabandan siyaset