13 Mayıs 2016 Cuma

Türkiye'de Gerilim Deneyimi, Gerileme ve Bazı Potansiyeller

(Bu yazı 10 Ekim Ankara Katliamı sonrasında kaleme alınmış olup 27 Ekim 2015'te Vira Verita'nın internet sitesinde yayınlanmıştır. Yazının sitedeki bağlantısı şu şekildedir: http://viraverita.org/yazilar/turkiyede-gerilim-deneyimi-gerileme-ve-bazi-potansiyeller)

Türkiye’de bu dönemde büyük bir çoğunlukça paylaşılan, farklı mecralarda üzerine konuşulduğunu gördüğümüz temel bir deneyimin “gerilim” olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kullanımını gelenekselleştirdiği araçlardan olan “gerilim politikaları” günümüzde en vicdansız ve acımasız şekillerde kullanıma sokulmakta ve mevcut bir düzenin korunması için –“kişisel gerilimleri” de bazen oluşturma, bazen de işgal etme eğiliminde olan- “toplumsal gerilimler” yaratmayı amaçlamaktadır. Güncel durumda, her türlü baskılama ve şiddet aracının ve cinayet ve katliamların da devrede olduğu bir şekilde uygulamaya konulan bu politikaların amacının mevcut iktidar ilişki ve konumlarını korumak olduğunu, bu politikaların yaratıcılarının sözlerinde de açık bir şekilde bulmak mümkün. Ben bu metinde, bu politikaların toplumda nasıl işlediğine dair bazı fikirler sunacağım. Burada sunacaklarımı, “gerilim” üzerine düşünürken içinde olduğumuz güncel durum hakkında başka nasıl fikirler geliştirebileceğimize dair bir düşünce egzersizi olarak görebiliriz.

Metne başlarken, gerilimi ortak bir deneyimi adlandırmak için kullanmıştım. Burada bir deneyim olarak gerilimden bahsederken, gerilim politikalarının hayatlarımıza ve ilişkilerimize tesirini, onların bize çarparak düşünce ve hislerimize verdiği şekli ve belli yönlere doğru bizi çekiştirmelerinin deneyimini kastediyorum. Bu politikaların farklı kesim ve bireylerce farklı şekillerde yaşanabileceğini söylemek mümkünse de, bu farklılıklardan önce bu deneyimin ortaklığı ve benzerliğini ön plana alacak ve gerilim ile gerileme arasında bir ilişki kurmaya çalışacağım. Daha sonra ise, toplumsal değişim için yaşamsal önemde olduğunu düşündüğüm iki kesim üzerinden (işçiler ve “solcular”) gerilim deneyiminin farklılığını ön plana alacak ve gerileme ile gerilim ilişkisini -bu sefer tersten- ele alarak metni tamamlayacağım.

“Gerilim”den “Gerileme”ye

İlk aşamada, genel ve ortak bir deneyimin ifadesi olarak “gerilim deneyimi”ni başlangıç noktası olarak alalım. Bu gerilimi yaşadığımızı ifade etmek için farklı cümleler kurabiliriz. Olası ifadelerden bir kısmı bu gerilimin varlığına işaret eden, kişinin kendine ait de olsa gerilime dışarıdan bakan bir pozisyondan kurulan “Bende/toplumda bir gerilim var” ve benzeri cümlelerdir. Bu tip ifade biçimlerinin bir durum ya da deneyimi “dışarıdan” betimlediğini ve onu bir varlık olarak sabitlediğini düşünebiliriz. Bana kalırsa bu bir duruma bakmak için durulacak pozisyonlardan biridir ki çözümleme yapılırken tek başına burada durulmadığı sürece kullanılması anlamlı da olabilir. Başka bir soyutlama pozisyonu ise bir durumu süreç olarak ele almak, yani sabitleyen isimler yerine oluşa işaret eden fiiller kullanmaktır. İçinde yaşadığımız ve “içeriden” de baktığımız mevcut gerilim durumunu, bu mantıkla ifade etmek istediğimizde şu ifadeleri kullanabiliriz: “Ben geriliyorum”, “Toplum olarak geriliyoruz.”

Bu cümlelerle belli bir deneyime işaret etmeyi hedefliyorsa da, aynı zamanda başka anlamları doğuracak, daha doğrusu başka anlamlara gönderme yapacak ifadeler kullanmış olur. Cümlede kullanılan yüklemler, öznenin “geril-diğini” ifade ettiği gibi “gerile-diğini” de ifade eder. Deneyimin bu, şimdiki zamanlı ve süreç vurgulu ifadesinin (“Geriliyorum/Geriliyoruz”) bu iki anlamının gerçekliğin hangi yüzlerini aktardığını ve anlamlandırdığını ve bu ikinci anlamın, birincisiyle ilişkisinin ne olduğunu düşünmenin, içinde bulunduğumuz durumu kavramak açısından faydalı bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

Bu yazıdaki kurgumuza göre, bilinçli bir şekilde niyetlenmeden dile düşmüş olan “gerileme”, bazı ruhsal kapasitelerin oluşmadığı (bir çekim gücü yaratan) bir zamana doğru dönüş/gidiş sonucunda ruhsal kapasitelerde yaşanan kayba ve bunları harekete geçiremeden dünyayla kurulan bir ilişkiye işaret eder. Burada gerileme, ötekilikleri ve dolayısıyla kendini “tanıma”, kendinin ötekiliklerle ilişkililiğini ve bağ(ım)lılığını kabul etme, kendi üzerine düşünebilme ve özeleştiri yapabilme, düşünümsellik ve dolayısıyla anlamlı ve karşılıklı her türlü iletişime dair kapasitelerin azalmasını ifade eder. Aynı zamanda –yazı açısından bunları ön plana çıkaralım- korku ve her türlü “gerilimin” belirleyici ve yıkma ve yıkılmaya dair düşüncelerin daha parlak hâle geldiği, daha dolayımsız yaşandığı ve ilişkililik halinden çekilmelerin olduğu bir durumu anlatır.  Aynı zamanda gerilemenin, içsel yaşantılarla dışsal gerçeklik arasındaki sınırların kaybolduğu, eleştirel düşünme süreçlerine yer ve zaman tanımayan, kısa ve acil bağlantılar üzerinden işleyen bir zihinsel düzene doğru gidiş olduğu söylenebilir. Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda, “Toplum geriliyor” derken böyle bir sürece de işaret ettiğimiz düşünülebilir.

Bu gerilemenin hayatımızdaki güncel örneklerini, parti/devlet yayını gibi çalışan ve çizgi roman ruhu taşıyan gazetelerde; argüman sunma, dinleme ve karşılıklı konuşma gibi zorluklara girilmeyen “tartışma” programlarında; bütünlükten yoksun ve tutarsız ifadeler üzerine kurulu siyasi söylemlerde; tekil ve büyük ölçüde ya hayranlık uyandırıcı ya da korkutucu semboller üzerinden yapılan politika ve “politik okumalar”da; bir konuda “söz”leşmek bir kenara dursun sözün –imkan varsa şiddetle- kesilmelerinde; içeriğin biçimsel ifadeler yanında iyice soluklaşmasında (haberlerdeki bir günden diğerine değişen “gerçekler”, bayrak tartışmaları, örgüt isimleri, “terör” söylemi, vb.) bulabileceğimizi düşünüyorum. Toplumun çeşitli kesimleri ve bireyler arası iletişim ve ilişkilerin tedirginlik, endişe ve korkunun rengiyle günden güne daha da karanlıklaşması, gerileme sürecinin başka bir göstergesi olarak düşünülebilir.  Bu göstergelerin sebebinin -güncel olanla geleneksel olanın ne oranda birbirine karıştığını tartışmayı başka bir yere bırakırsak- gerilim politikaları olduğunu söylemek mümkün.

Gerileme, sadece geniş ve belki de gevşek bir ifade olarak kullandığımız “topluma” özgü gibi gözükmemekte. Savaş politikalarını da içeren gerilim politikalarının, zihinlerinde korkularıyla gerçeklik arasındaki sınırlar iyice silikleşmiş olan muktedirlerin uyguladığı bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz. Hatta muktedirlerin gerilemesinin toplumun gerilemesini öncelediğini, muktedirlerin gerilimlerinin, toplumsal gerilimlerle çözülmeye çalışıldığını da söylemek mümkündür. Bunu söylerken, bir not düşmekte fayda var. Bir ülkede iktidarın politikaları üzerine düşünürken muktedirlerin psikolojisini ön plana çıkarmak oldukça yetersiz ve riskli bir yöntemdir. Burada amacın bu yöntemi kullanmak olmadığı vurgulanmalı. Kapitalist bir devletin yönetimi ve uygulanan politikaların belirleyenlerinin ele alınacağı soyutlama düzeyi ile bizim buradaki özel konu için kullandığımız soyutlama düzeyimiz birbirinden farklıdır. Başka bir şekilde söylersek, bu iki yaklaşım hem ele alınan zaman kesiti (kapsanan dönem) ve hem de kapsam (ele alınan süreç, ilişki ve dolayısıyla belirleyenlerin çeşitliliği) açısından farklılıklar gösterir. En kapsamlı değerlendirmenin, bu iki ve daha çok “düzey” arasında gidip gelebilen, farklı soyutlamalarda gezinebilen bir şekilde yapılacağı düşünülebilir. Bununla birlikte burada biz özel ve özgün bir kesiti, başka perspektifleri dışlamayacak belli bir perspektifle değerlendirmekteyiz.

Bu uzunca notun ardından şunu da eklemek anlamlı olacaktır. Muktedirlerin, çoğul bir özne olarak ifade edilmesinin, bu gerileme içerisinde ne kadar doğru olduğu da tartışmalı gözüküyor. Ortada birbirinden ayrı öznelikler varsa da, egemen işleyiş “bir”ini taklit etmeye çalışma doğrultusundadır. Taklit ve biat edilen de, bu ilişkinin bir parçası olarak taklit ve biat ettirmekten başka niyet ve kabiliyetlerini, yani insanlara ilişkilenmenin özerk varlığı tanıyan, karşılıklı bağımlı ve eşit biçimlerini -büyük ölçüde kalıcı olarak- unutmuştur. Bu bağlamda, muktedir olmayanların içinde bulunduğu gerilemenin muktedirlerin içinde bulunduğu gerileme ile arasındaki temel bir farka da dikkat çekmiş oluruz. Muktedirler, gerilemelerini onaracak olan, hem kabiliyetlerini hem de ilişkisel olanaklarını, neredeyse kalıcı olarak kaybetmişledir. Toplumun muktedir olmayan kesimlerinin kendini yeniden kurması ise daha mümkün gözükmektedir. İki grup açısından bunun sebepleri olan gerilimleri aşağıda ele almaya çalışacağım.

“Gerileme”den “Gerilim”e

Buraya kadar kurduğumuz mantığa göre gerilim, gerilemenin sebebidir. Birinci anlamla (gerilim) ikinci anlam (gerileme) arasındaki ilişki, bu özgün bağlamda bu yönde bir sebep-sonuç ilişkisidir. Peki, bu ilişkinin tersini düşünemez miyiz? Bunu yaparken mantıksal bir geçiş de yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Yani, eğer bir yandan gerilimin, gerileme yarattığını, diğer yandan gerilemenin gerilim yarattığını söyleyeceksek, anlatmaya çalıştığımız belli bir akışı ve nedenselliği kaybedeceğiz. Bir kavramda değişiklik yaparak, bunun gibi simetrik bir döngüsellikten kaçınabiliriz. Birinci aşamada gerilim politikalarının gerilemeyi yarattığından söz ettiğimizi söyleyebiliriz. Şimdi ise yine yaratma kelimesini değil de, taşıma kelimesini kullanalım ve böylece hem kendi içinde dönen simetriden kaçınalım, hem de bir potansiyele işaret etmiş olalım. Daha basit bir ifadeyle, “gerilemenin nasıl gerilimler taşıdığına” bakalım.

Burada özel olarak iki grup için, gerilemeden ve gerilemenin taşıdığı gerilimlerinden bahsedeceğim. Birinci grup işçiler, ikinci grup ise “solcular”dır. Bu iki grubun birbirinden bağımsız olduğunu veya her birinin kendi içinde her açıdan bütünlük arz ettiğini iddia etmiyorum. Hatta ikinci ifadenin tırnak içinde kullanılmasının sebebi de kategorinin epey muğlak oluşu. Bununla birlikte burada, hem bu grupları daha iyi tanımlamaya çalışmanın, hem de toplumun tüm “kesimlerine” odaklanmanın bu metnin bağlamının dışına taşacağını ve bu muğlaklığın bu metin açısından yeterli bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Bu iki grubu seçme sebebimi de kısaca açıklamam gerekir. Birinci grup olan (yaka rengi, emeğinin üretken olup olmaması, çalışma biçimi, işsizliği, vb. fark etmeksizin) işçileri ele alma nedenim, bu grubun sınıfsal konum dolayısıyla kapitalizmle zorunlu bir çelişki içinde olmaları ve bu nedenle kapitalizmin bertaraf edilmesinde tek yeterli ve nesnel potansiyele sahip güç olmasıdır.  Burada işçileri, “işçi sınıfı” olarak adlandırmamamın sebebi ise “sınıflaşma/sınıf oluşumu” ile “sınıfsal konumu” birbirinden farklı kavramlar olarak ele almam ve burada “sınıf oluş” iddiasında bulunmadan sadece bir konuma işaret etmemdir. İkinci grup olan “solcuları” da aşağıda bahsedeceğimiz gibi toplumsal gerilimlerin boşalma/başkalaşma yönüne etkide bulunabilme (entelektüel veya başka biçimlerde) ve ezme-ezilme ilişkilerinin ve ötekileştirmelerin aşılmasında rol oynama olanakları nedeniyle burada ele alıyorum.

Türkiye’de işçilerin mevcut muktedirlere nasıl baktığını ve onlarla nasıl ilişki kurduğunu birçok açıdan tartışabiliriz ama bu gündem çerçevesinde sıkça ifade edilen bir nokta, mevcut muktedirlerin çoğunlukla işçiler tarafından desteklendiğidir. Eğer bu varsayım doğruysa işçiler, nesnel (sınıfsal) konumlarının ve gündelik hayatlarının uzun süre izin vermeyeceği bir deneyime zihinlerinde –gerilimlerle de miktarı arttırılan- bir enerji ayırmaktadırlar. Yaşanan gerilimler ve bu gerilimlere yönelik çözümlemeleri söz konusu olduğunda da, işçilerin bu yatırımların “karşılığını” bir aradalık duygusu ve vicdanlarının silikleşmesi/güçsüzleşmesi şeklinde aldıkları da düşünülebilir. Bu insanların bu küme dışında düşünülebilecek insanlardan özellikle daha az “insani” ya da daha az “akıllı” olduğunu düşünmek için ortada bir sebep yok. Öte yandan, bazen “gör(e)meme”, bazen ise “vicdan yitimi” olarak adlandırabileceğimiz şekilde yaşanan gerilemeyi anlamak, bu desteğe dair bir fikir verebilir.  Buradaki gerilemenin; birlikte bir yaşam sürülen -örneğin aynı ulaşım araçlarının kullanıldığı, aynı şekilde çalışma zorunluluğunun taşındığı- başka bir “grup” insanla zihinsel temas ve yakınlığın kopacağı kadar, başka bir figüre ve o figür etrafındaki duygusal yüke yatırım yapılmasında kendini göstermesi olasıdır. Bu yatırımın ilk bakışta gerçek hayattaki bazı ilişkileri kuvvetlendirdiği –örneğin aynı görüşte olanlarla olan ilişki- düşünülebilse de, burada odak noktası ve yapılan yatırım daha çok karşılıklı kurulan eşit ilişkilere değil, “birlikte bakılan yer”edir . Bu da kaçınılmaz olarak, “birlikte bakanların” birbirlerine bakmalarının, birbirlerini duymalarının önünde bir engel teşkil edebilir. Ötekiler ve ötekiliklerle kurulan ilişkilerden bir anlamda çekilme, yatırımın bir anlamda başka bir yere yöneltilmesi, önceden bahsettiğimiz kapasite kayıplarına örnek olarak düşünülebilir.

İşin bir yönü buyken, diğer bir yönü de bu gerilemenin güçlü bir gerilimi de içinde taşıdığıdır. Bu gerilimin sebebi muktedirle aradaki nesnel kopukluk ve hiçbir zaman uyuşamayacak olan gündelik hayat deneyimidir. Burada bir uyuşmamanın ötesinde değişmez bir çatışmadan bahsettiğimizi de vurgulamalıyım. İşçilerin gündelik hayat deneyiminin, bakılan yerdeki hayatla her zaman çatışmalı bir şekilde var olacak olması, belirli bir karşıtlık etrafında biriken bir enerjiye işaret ediyor. Bu tip bir gerilimden söz ederken “gerilim politikalarının” yarattığı gerilimden farklı bir deneyimden söz ediyoruz. Eğer gerilimlerin boşalım aradığına dair inancımızı korursak ve zaman içerisinde kısmi boşalımlar olsa da esas gerilimin boşaltılamadığını ya da başka bir deyişle esas çelişkinin başka bir çelişkiye dönüşecek şekilde başkalaşmadığını düşünürsek, gerileme içerisinde bir potansiyelden söz etmiş oluruz. Bu potansiyeli bir de, her gerilemenin yeni kapasiteler geliştirmek için bir fırsat yarattığı düşüncesiyle ifade edebiliriz. Yani kapasitelerin kaybının ya da silikleşmesinin, yeni kapasitelerin geliştirilmesi için bir alan açtığını da iddia edebiliriz.

Elbette, iç savaşa dair ihtimallerin de dile getirildiği bu güncel ortamda gerilimlerin ne yönde boşalımlara yol açacağı, üzerine düşünülmesi gereken bir konudur. Burada bahsi geçen potansiyelin ve yenilik ihtimalinin, kendiliğinden gerçekleşeceğini söylemek güçtür. Bu potansiyelin gerçekleşmesi için, kapasite oluşumunda devrede olan güçlerden alınacak yön ve yüklerin belirleyici olacağı da düşünülebilir. Bu bağlamda, bu kapasitelerin yönü üzerindeki etkilerden biri olabilecek “solcular” akla geliyor.

“Solcuların” bir yandan hâlâ toplumsal barış, adalet, konuşma, farklılıklarla bir arada yaşama, sözleşme, tanıma, hatırlama, hesaplaşma vb. gibi özelliklerin sürdürmesi, bir şekilde gerilim altında gerilemeye dair gösterilen direnişlerin ve korunan kapasitelerin göstergesi olarak düşünülebilir. Ve bu bağlamda Suruç Katliamı gibi Ankara Katliamı’nın da, bunu sezer bir şekilde, bu kapasiteleri hedef alarak yapıldığı bile düşünülebilir. Bununla birlikte gerilemenin, yukarıdaki grup için de bahsettiğimiz “birine bakakalma” özelliği bu grupta da işleyebilmektedir. Bu sefer işçilerin arasından muktedir(ler)i destekleyenlerin bakakalma sürecinde olduğundan farklı olarak, buradaki figür bir aynadaki görüntüdür. Solcuların gerilemesinin temel bir göstergesinin, kendine bakakalma ve bununla ilişkili olarak kendi pozisyonunu yüceleştirme olduğu düşünülebilir. Bu yüceleştirme ile düşünümsel bir kendine bakma ve eleştirellik arasındaki fark, birincinin bir sabitleme ve ötekisizlik, diğerininse dönüşüm ve ötekililik özelliklerini barındırmasıdır. Konum alma ve insanları bu konuma davet etme sürecinin, tek bir konumda kendini sabitlediğine inanma ve orayı ulaşılamaz kılma hâline dönüşmesi ve davetkârlığın dışlamaya dönüşmesi, gerileme yönünde özellikler olarak düşünülebilir.

Bu gerilemenin taşıdığı gerilimin bir önceki gruptaki kadar güçlü olduğunu iddia etmemekle birlikte, belirli bir potansiyele işaret ettiğini düşünüyorum. Buradaki gerilemenin gerilimi, ideal bir pozisyonda bulunma ile grup içinde bulunma arasındaki gerilimdir. Elbette grup içinde bulunmama diye bir ihtimal neredeyse kimse için yok. Bununla birlikte “solculuk”, grup içinde, grup değerleri ve gruba dair çerçevelerin özenle üzerinde durulduğu bir yön taşıyor. Grup içindeki eğilimler ne olursa olsun ve ayrışmalar ne kadar kopmaya dönüşürse dönüşsün, her zaman işleyen güçlü bir birlikte olma eğilimi söz konusu ve bu zorunlu eğilim, yüceleştirme eğilimi ile karşıt gözüküyor. Hem koruyucu hem de yapıcı olan, örgütlü ve dayanışarak var olma çabası kendi içinde birçok çelişkiyi ve çatışmayı barındırarak büyük oranda anlaşmazlığa gebe bir iş olsa da, birlikte konuşabilme, sözleşebilme ve üretebilme yönünde çabaları ortaklaştırdığında gerilimlere karşı koruyucu dinamikleri de canlı tutmaktadır. Bununla birlikte bu grup olmaya dair eşitlikçi eğilimin, hiyerarşik ve bir yere bakakalan bir grup olmaya dair eğilim tarafından egemenlik altına alınmasının önüne nasıl geçileceği de üzerine düşünülmesi gereken bir şey gibi durmaktadır.

Bitirirken

Bu potansiyel gerilimler, üzerine çalışılacak düşünme alanları gibi gözüküyor ve aslında birçok şekilde de bunlar üzerine çalışılıyor. Bu yönde bir çabanın bir parçası olmayı hedefleyen bu metinde, ortak toplumsal bir deneyim üzerine nasıl düşünebileceğimize dair bazı fikirler sunmaya çalıştım. Gerilim politikalarıyla şekillendirilen gerilim deneyiminin gerileme ile iç içe var oluşuna değinerek, birincisinin ikincisinin sebebi olarak düşünülebileceğini iddia ettim ve bunun mantığından ve göstergelerinden söz ettim.

Aynı zamanda bu gerilemenin, çıkışsız ve çelişkisiz bir nokta olmadığını gösterecek şekilde, içinde taşıdığı ve enerji biriktiren gerilimlerden bahsettim. Bu durumda ise amacım, “Geriliyorum”/“Geriliyor” yüklemli ifadelerin ikinci anlamından (gerileme), birinci anlamına (gerilim) doğru bir dönüşü yakalamaktı. Birinci anlama tekrar dönebilmemizin, bu metnin kendi döngüsünü tamamladığını ifade ettiğini düşünüyorum. Bununla birlikte hiçbir zaman tamamlanma diye bir şeyin mümkün olmayacağını, gerçeğin ve anlamın “tam” olamayacağını düşünürsek, ikinci anlamdan birinciye farklı bir fiille dönüş yaparak simetriyi bozmamızın, yeni açık noktalara ve dallanma olanaklarına işaret ettiğini görebiliriz.

Baran

5 Mayıs 2016 Perşembe

1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevi Üzerine

 İstanbul’da 1 Mayıs eyleminin nerede yapılması gerektiği üzerine yürütülen tartışmalar sembollerin işlevleri ve sembollerle kurduğumuz ilişkiler üzerine düşünmemiz için verimli bir alan açıyor. Burada Taksim tartışmalarının bize açtığı yolu izleyerek, sembollerle ilişkimizi düzenlerken aklımızda bulunabilecek bir mantık önereceğim.* Metinde “sembol” kavramının –her ne kadar yeterli olmasa da metin açısından iş görecek kapsamda bir açıklama yapmak gerekirse- toplumsal ilişkilerin görsel, kavramsal, kurumsal, vb. gibi başka yöntemlerle bir noktada toplanmasına ve onların belli bir alana kapatılmasına (ya da buna meyledilmesine) gönderme yaptığı düşünülebilir. Gerek konunun başlangıç noktasıyla bağlantılı olarak “Taksim”i, gerek bir kavram, kişi, kurum ya da düşünceyi, bağlamına göre bir sembol olarak ele alabiliriz.

Sembollerin İki Yönlü İşlevi

 Bireysel ve toplumsal hayatın akışında sembollerin işlevinin iki yönlü olabileceğini söylemek mümkün. Semboller bir yanda yaratıcılığı ve özgürlüğü çoğaltan ruhsal ya da toplumsal örgütlenmeler sağlarken, diğer yanda da yaratıcılığı ve özgürleşmeyi kısıtlayan, bazen de yıkıcı olabilecek işlevler üstlenebilmekte. Bireyin hayat akışı içerisinde düşündüğümüzde birinci eğilim, kişinin iç dünyasının kendi “parçalarını” kapsama, kendi bütünselliğini, ilişkiselliğini ve karşılıklılığını kurma, yaratıcı potansiyeller oluşturma ve onları kullanma güçlerinin gelişmesi anlamına gelir. Bir toplumun (toplumsal ilişkilerin) hayat akışını da bununla paralel düşünebiliriz; semboller toplumun, parçalarını tanıyarak kapsayan, onları birbirine bağlayan, bütünselleştirici, eşitlikçi ve özgürleşmeci dinamiklerini canlandırabilir. Bu gibi durumlarda semboller, düşünceler ve insanlar arasında yeni bağlara imkan oluştururken, insanların bir arada yaşam, örgütlenme ve üretiminde yapıcı rol oynar ve bu ilişkilere aracılık ederler.

 Buna karşın sembollerin buna zıt yönde işlevleri de ortaya çıkabilmektedir. Birey düzleminde bu işlevler zihinsel hareketi engelleyici, düşünceyi donuklaştırıcı, izole edici ve gerçeklikten koparıcı olabilir. Toplum düzleminde de sembolün bu yönde işleyişi aynılaştırıcı, ayrıştırıcı, hiyerarşikleştirici, dışlayıcı ve yıkıcı özelliklerin harekete geçmesi anlamına gelir. Eşitlerin bağları yıkılırken, uç durumlarda yıkım yaşamın kendisinin yıkımı olarak gerçekleşir. Bir önceki işlevin ön planda olduğu durumlarda semboller toplumsal ilişkilere aracılık edip, etkileşimi sağlarken bu işlevin gerçekleştiği durumlar toplumsal ilişkilerden, dayanışma ve paylaşmadan geriye çekilmeyi temsil eder. İster birey, ister toplum bağlamında düşünelim sembollerin bu işlevi görmeye başlaması, katılaşmaları, soyutlaşmaları ve kendi başlarına var gibi gözükmeleri anlamına gelir. Semboller soyutlaştıkça onları var eden ilişki ve süreçler daha çok gizlenir; tarihsellik ve toplumsal gerçeklik görünürlüğünü yitirir.  

 Semboller tarih ve toplumsal gerçeklik dışı varlıklar olmadıklarına ve duruma göre bu iki işlevi de görebildiklerine göre, bu işlevlerden hangisinin gerçekleşeceğinin ne tarafından belirlendiği önemli bir soru olarak karşımıza çıkar. Sembolün o anki işlevinde bu karşıt potansiyellerden hangisinin hâkim hale geleceğini belirleyen nedir? Sanırım, böyle bir akıl yürütme yapılsın ya da yapılmasın “Taksim tartışmalarının” cevap aradığı temel bir soru budur. Sembollerin bu iki eğiliminden birinin, tarihsel “varlık”lar olarak içinde bulundukları bağlam tarafından güçlendirildiğini varsayabiliriz. O halde bağlamın ne olarak tespit edileceği ve hangi özelliklerinin ön plana çıkarılacağı, cevapları belirleyici olacak sorular haline gelir. Farklı soyutlama düzeylerinin ve konumlanma noktalarının seçilebileceği böyle bir tartışmada benim tercihim sınıf mücadelesinin en genel ve en yaygın iki bağlamını seçmek olacak: kapitalizm (“ekonomik” bağlam) ve kapitalist devlet (siyasal bağlam). Sembollerin bu iki bağlamla ilişkisini aşağıda kısaca ele almaya çalışacağım.

Sembollerin Bağlamı

 “Meta fetişizmi” -kapitalist üretim ilişkileri düzeninde toplumsal ilişkilerin metalar arasındaki ilişkiler olarak göründüğü tezi- semboller ve kapitalizmin ilişkisini tanımamızı kolaylaştıracak bir fikir gibi duruyor. Buna göre, metaların birbiriyle ilişkide bulunma tarzını, insanların ilişkide bulunma ve toplumsal ilişkilerin var olma tarzı yerine koymamız demek, hareket içerisinde ve birbirine bağlı olan toplumsal ilişkilerin, katı ve sınırlı “biçim”ler içine hapsolması (hapsedilmeye çalışılması) demektir. Bu bağlamda toplumsal yaşam bize kategorik olarak birbirinden kesin sınırlarla ayrılmış, soyut, tarihsiz, katı ve hareketsiz “şeylerin” var ve ilişkide olduğu bir yer olarak gözükür. Kapitalizm, meta düzeninin, emeğin meta olarak soyutlanmasının, yani soyut emeğin hâkimiyetidir. O zaman semboller de böyle bir fetişizme eğilimli bir düzen içinde ortaya çıkarlar; yani meta düzeninin hâkimiyeti altındaki toplumsal yaşam/zihin bağlamında. Bu düzen içinde sembollerin katılaşarak toplumsal ilişkileri gizleme eğilimi, meta fetişizminin metaya benzeme eğilimi ile birlikte düşünüldüğünde; kapitalizm bağlamı içerisinde ortaya çıkan sembollerin, donuklaştırıcı-yıkıcı yöndeki işlevlerinin, “ekonomik” bağlam tarafından güçlendirileceği ve ön plana konacağı söylenebilir.

 Semboller ve kapitalizm ilişkisini düşünürken kullanabileceğimiz diğer bir önerme de devletin, toplumun gücünün yabancılaşarak kendine karşı bir güce dönüşmüş bir biçimi olduğu ve tarihsel olarak sınıf çatışmasında baskının kullanımının “devredildiği” alan olduğudur. Bu minvalde düşündüğümüzde devletin iki yönü ön plana çıkar. Birincisi yabancılaşmış bir ilişki biçimi olarak kendi alanına giren ilişkileri yabancılaştırma özelliği, ikincisi de yapısal olarak zor ve şiddet potansiyelini barındırıyor olmasıdır. Bunlara bir de meta fetişizmi teziyle paralel olarak devletin, kendini oluşturan toplumsal ilişkileri gözden ırak kılan bir “biçim” olduğu fikrini de eklersek, devletin toplumla ilişkisinde üç etki tespit etmiş oluruz: yabancılaştırma, baskılama ve sabitleştirme/gizleme. Devletle girilen her ilişkinin bu güçlerin izlerini farklı oranlarda taşıyacağı söylenebilir. Semboller açısından varsayabileceğimiz ise, devletin –doğal olarak hiyerarşik bir ilişkide olduğu- toplumla ilişkisine bu özelliklerinin etkide bulunduğu ve rengini verdiği; dolayısıyla bu iletişimdeki sembollerin devletin etkileri doğrultusunda yabancı, baskılayıcı ve sabit/gizleyici varoluşlar haline gelebileceğidir. Devletin açık şiddetini arttırdığı ve söz ve düşüncenin önüne aşması güç fiziksel engeller koyduğu durumlarda (esasında karşılıksız hale gelen bir) iletişim içerisinde bulunan semboller, gittikçe daha yabancı, baskılayıcı ve katı hale gelirler. (Elbette bu tip durumlarda da aşağıdabahsedeceğimiz karşıt eğilimlerin varlığı ve gücü değerlendirilmeden sembollerin o anki işlevi tespit edilemez.)   

 Yani birer bağlam olarak kapitalizmin ve kapitalist devletin, sembollerin donuklaştırıcı/yıkıcı işlevlerinin ön plana çıkmasına katkıda bulunan, onları katı(laştırıcı), sabit(leştrici) ayrı(ştıran), hiyerarşik(leştiren), soyut(laştıran), vb. varoluşlar olarak kuran özellikleri var. O zaman verili bir anda bu iki içkin eğilim ne kadar güçlüyse bu tip işlevlerin de o kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkacağını düşünebiliriz. Metalaşma, soyut emek ne kadar hakimse, o bağlam içerisindeki semboller de yaratıcılığa zıt özellikler doğrultusunda işlemeye o kadar eğilimli hale gelir. Devlet o sembollerin kullanımı ile ne kadar temas halinde ise ve devletin şiddeti ne kadar yoğun hissediliyorsa, yine semboller bahsedilen bu özellikler doğrultusunda işlev gösterir.

 Buraya kadar bir sembolün işlevinde hâkim hale gelecek olan tarafı belirleyenin ne olduğu sorusuna sadece bir yönden cevap ürettik diye düşünebiliriz. Bunu tamamlamak için, yine bu iki bağlama ihtiyacımız var ama bu sefer bakmamız gereken eğilimler, kapitalizmin taşıdığı çelişkilerde sisteme karşı işleyen dinamikler.

 Bu dinamiklerin birincisi meta fetişizminin bozulmasının kaynağının bizzat onu üreten ve emeği “soyutlanan”da olduğu tezidir. Bu minvalde emeğin akışkan, yaratıcı ve çoğul doğası (somut emek olarak ifade edilen) ve artı-değer sömürüsünün gerçekleştiği “ekonomik” alanın halihazırda bir sınıf çelişkisi/çatışması düzlemi olması kapitalizm için yıkıcı potansiyeli taşıyan özne olarak işçi sınıfına işaret eder. Meta egemenliği karşısında gelişen ve kapitalizmin sonunu getirebilecek bu dinamikler, ilişkisellik, eşitlik, akışkanlık ve bütünsellik potansiyellerinin taşıyıcısı olarak düşünülebilirler. Bu dinamiklerin, sınıf hareketi veya soyut emek mantığına karşı diğer toplumsal mücadelelerinin güçlendiği zamanlarda sembollerin de yaratıcılığı ve ilişkiselliği arttıran işlevlerinin hâkim hale geldiği söylenebilir. Böyle durumlarda semboller kolektif ve paylaşımcı birlikteliklerin yaratıcısı ve taşıyıcısı olurlar. Ortak hafızayı üretir ve biriktirirler. Yayılmaları iletişimin ve yeni bağların önünü açar.

 İkinci sistem karşıtı eğilim ise toplumun devletle çelişkili bir ilişkisinin olması dolayısıyla taşıdığı, yabancılaşmış iktidardan kurtulma eğilimidir. Temsilden ve ortak bir kamu gücüne devredilmiş yetkilerden farklı olarak, toplumdan soyutlanan bir iktidarın toplum karşıtı bir şekilde işleme eğilimidir, kapitalist devlet. Bu ilişki içerisinde söz hakkı ve yetki, canlı oluş korunduğu sürece mantıksal olarak hiçbir zaman tamamıyla soyutlanamaz ve kişilerin her zaman (çok farklı derecelerde) koruduğu iktidar ve özgürlük alanları devletin varoluşuyla çelişki halinde kalır. Devletin kategorileştirme ve baskılama özelliklerini kullanma oranıyla, çelişkinin keskinleşmesinin oranı arasındaki ilişkinin ne olduğunu tartışmak bu metnin konusu değildir ama bu ikisi arasında biri artınca diğerinin de arttığı doğrusal bir ilişki kurmak mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte önemli olan şudur ki, çelişki her zaman nesnel olarak oradadır ve bu çelişkide toplumun iktidarını kendi eline alma eğilimi arttıkça, eşitlikçi, farklılıkları kapsayıcı ve paylaşımcı dinamiklerin de artacağı söylenebilir. Böyle bir bağlam içerisinde sembollerin bu dinamiklerle paralel özellikleri ön plana geçer ve semboller iletişimi, toplumsal hafızayı, yüzleşmeyi, adaleti, birbirini tanımayı taşır hale gelir.

 Yani belirli bir bağlam içerisinde “ekonomik” ve siyasal bağlama karşıt eğilimler canlı ve güçlü oluşu, o bağlam içerisinde kullanılan sembollerin işlevini de canlandırıcı ve güçlendirici olmaya doğru kaydıracaktır. Bu anlamda sistem karşıtı canlılık ve gücün yükseldiği durumlar –ki nicel birikimlerin bununla ilişkisi ayrı bir tartışma konusudur- o anda kullanılan sembollerle de bağımızı daha canlı ve güçlü hale getirir. Ne var ki, kapitalizm ve kapitalist devlet bertaraf edilmediği sürece etkisini sürdürecek olan fetişleştirici ve donuklaştırıcı güçler, diğer işlevi harekete geçirmenin yeni yollarını bulurlar. Bazen bu güçler süreğen mücadeleler esnasında mevcut sistem karşıtı eğilimleri yavaşlatıcı bir rol oynarlar. Bazen ise bu güçler (yani bunları kullanan sınıfsal özneler) sembollerin yaratıcı şekilde kullanıldığı ve kazanımlarla sonuçlanan süreçlerle oluşan yeni durumlarda, kendi hakimiyetleri altında yeni bir bağlam oluştururlar. Bu bağlam içerisinde yaratıcı sembollerin sistem karşıtı içeriklerini soğurarak, onları donuklaştırırlar. Ve bu donuklaştırma sonucunda hâkimiyetlerini yeniden tesis ederler. Bu tip durumlarda –fark edilmesi güç bir şekilde- eski yaratıcı semboller yeni donuklaştırıcı-yıkıcı sembollere dönüşebilir, çünkü bağlamdaki güç dengeleri değişmiştir.

 Sonuç olarak buradaki tezlerin hayat içerisinde tüm bu eğilimlerin tespit edilmesinin kolay olmadığını göz önünde bulundurarak, bize belli bir mantık sunacağına inanıyorum. Bir sembolün işlevinde hangi potansiyelin hâkim hale geleceği, yani bir sembolün yaratıcı mı yoksa donuklaştırıcı-yıkıcı mı işlev göstereceğini neyin belirlediği sorusuna burada iki yönlü bir yanıt vermeye çalıştım. Bir yanda kapitalizmin ve kapitalist devletin “doğaları” gereği donuklaştırıcı-yıkıcı işlevi destekliyor olduğunu ve bu doğanın güçlendiği durumlarda bu işlevin ortaya çıkma olasılığının arttığını söyledim. Diğer yanda da yine kapitalizm ve kapitalist devletin “doğaları” gereği karşıt eğilimler taşıdığı ve bu eğilimlerin güçlenmesinin sembollerin yaratıcılığı arttıracak ve yansıtacak şekilde var olma potansiyelini güçlendireceğini iddia ettim. Belirli bir bağlamda sembollerin işlevleri üzerine düşünürken, bu eğilimlerin değerlendirilmesinin anlamlı olacağını düşünüyorum.

Taksim Tartışması

  Hangi eksenler çerçevesinde yürütüldüğüne değinmemiş olsak da bu metni doğuran “Taksim tartışması”dır. Bu nedenle mantığı bu tartışma özelinde somutlayak metni tamamlayalım. Esasında görünen o ki, tartışmanın arka planında yer alan temel sorulardan biri Taksim’in bir sembol olarak işlevinin ne olduğudur. Bu soruyu burada kurduğumuz mantık çerçevesinde şöyle sorabiliriz: Taksim yaratıcılığı, bir araya gelmeyi ve çoğulluğu arttıran bir sembol mü, yoksa katılaştırıcı, zihni ve birliktelikleri donuklaştıran, iletişimi engelleyen bir sembol müdür? Soruyu bu şekilde sorduğumuzda (bağlamsız) genel bir yanıt vermenin mümkün olmadığını yukarıda iddia etmiştik. Bu iddia aslında şu anlama da gelir: bu sorunun genel geçer bir yanıtı yoktur. Taksim tartışmalarının zorunlu olarak bir bağlam içerisinde yapıldığını düşündüğümüzde, soruyu cevaplayabilmek için bu bağlamın özelliklerini düşünmek gerekli hale gelir. Bu metindeki mantıktan yola çıkarsak, soruya cevap vermek için önce şu soruya cevap vermemiz gerekir: Bağlamımız soyut emeğin ve devletin katılaştırıcı, kategorikleştirici, dondurucu, baskıcı, hiyerarşikleştirici özelliklerinin yoğun olduğu bir dönem mi, yoksa sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadelelerin ve toplumun iktidar alanlarını açma eğilimlerinin güçlü olduğu bir dönem midir? Bu soruya verilecek yanıt bağlamın özelliklerini, bağlamın özellikleri ise Taksim’in o an ne yönde işlev gösterecek sembol olduğunu bize söyleyecektir.

 Böyle düşündüğümüzde Taksim’in bir sembol olarak hafıza taşıyıcı, yaratıcılığı ve çoğulluğu oluşturan, birliktelik ve paylaşımı arttıran, yas tutma ve mücadele etmeyi buluşturan özelliklerinin ortaya çıkması için soyut emeğinin ve devletin alanına karşı eğilimlerin güçlü olması gerekmektedir. Aksi takdirde sembolün iletişimin önünü kapayan, toplumsal ilişkilerden ve bir hafızadan oluştuğunu gizleyen, kullanıcısının zihnini tıkayan ve katılaştıran özelliklerin oraya çıkması söz konusu olur. İçinde bulunduğumuz dönemin de karşıt eğilimlerin güçlü olduğu bir dönem olduğunu söylemek kolay gözükmemektedir. Böyle bir durumda, karşıt eğilimleri güçlendirmeden bu sembolün kullanımı, yazıda bahsedilen donuklaştırıcı-yıkıcı eğilimleri güçlendirebilir. Bununla birlikte verilecek cevap ne olursa olsun burada önerilen yöntem veya başka bir yöntemle eleştirel bir tartışmanın yürütülmesi esas canlandırıcı ve yaratıcı olacak olandır. Kestirme çözümler ve cevaplar da –eğer bu şekilde tanımlayacaksak- kendi başlarına donuk, kopuk ve yabancı düşüncelerin temsili ve esasında bu yönde işleyen semboller olabilirler. Bundan kaçınmak için ilişki kurucu, yaratıcı ve ötekini katabilen düşünme biçimlerine yaslanmak koruyucu olacaktır. Tamamlayıcı bir argüman olarak şu ifade edilmelidir, bir sembolün sistem dinamiklerinin güçlü olduğu zamanlarda kenara konabilmesi, hafızada taşınabilmesi, yenilerinin yaratılabilmesi, anlamının taşınabilmesi bir “terk ediş” değil, o sembolü oluşturan toplumsal ilişkilerin kavranabilmesi ve yeni sembolleri yaratmak üzere kullanılabilmesidir. Gerçeklik düzleminde esas “terk ediş”, bir sembolün sonsuza kadar taşınabileceğini var sayıp arkasındaki toplumsal ilişkileri ve toplumsal gerçekliği terk etmektir.

Notlar:

* İki not düşmekte fayda var: 1. Nasıl ki semboller, toplumsal ilişkilerin “şey” olmuş biçimleri ise, yazıda bahsedilen eğilimler, dinamikler, çelişkiler, işlevler soyutlanmış yapılara değil, somut toplumsal gerçekliği (nesnelliği) kuran insan öznesinin eylemlerine dairdir. Bu bağlamda, tüm bu “doğal” eğilimleri taşıyan da onları değiştirebilecek olan da bu öznedir. 2. Bu metindeki akıl yürütmenin kapitalizm öncesi toplumlara aynı kavramlarla uygulanması mümkün olmadığı için –yazı için belki bir eksiklik olmakla birlikte- bu varsayımlar kapitalizmin tarihsel sınırlarını aşmamaktadır.

Baran