19 Temmuz 2016 Salı

"Sokağa Çıkanlar"ın Sınıfsal ve Kültürel Öfkesi Üzerine

  17 Temmuz’da yayımladığım “Darbe Girişimi” Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair* başlıklı metnin sonunda bazı kavramların içeriğini tartışmanın önemini vurgulama amacıyla üç soru sormuştum. Sorulardan bir tanesi şu şekildeydi:

Sokağa çıkmak kavramı Gezi’deki gibi yaşamsal, yaratıcı ve eşitlikçi güdülerle mi, yoksa yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik güdülerle mi yapılan bir hareketi anlatır?
 Bunun üzerine Foti Benlisoy’un 15-16 Temmuz’da Sokağa Çıkanlar Kim?** başlıklı yazısını okudum. Yazının benim de katıldığım önemli bir politik vurgusu şurada bulunabilir:
Türkiye’de demokrasi cephesi güç kazanacaksa bu, AKP tabanını siyaseten yararak, en azından bu tabanın bir kısmının AKP liderliğine mesafe almasını sağlayarak olacak. Yani bu toplumsal tabanı külliyen ve siyaseten etkilenip değiştirilemeyecek bir öze sahip bir “düşman” addetmektense AKP’nin kendi “mahallesindeki” olası kaçış ve ihlal dinamiklerini dikkate alan, onları kışkırtmaya soyunan yöntemleri aramamız gerek.
 Ve Benlisoy sokağa çıkanların idealizasyon temelli ideolojik çekirdek grup dışında kalan kesimini şu şekilde tanımlıyor:
AKP’nin yoksulluğun yönetilmesi politikalarının yarattığı paylaşım mekanizmalarından şu ya da bu biçimde istifade eden, Erdoğan kaybederse kendisinin de kaybedeceğine inanan kesimler olduğu açık.
 Tepkilerini de şu cümledeki gibi temellendiriyor:
“Kazanımlarını” kaybettirecek her türlü girişime karşı sınıfsal ve kültürel bir öfke ile verilen bir tepki bu.
 Benlisoy’un metnini okuduğumda yazının başında buraya da aktardığım soruda var olan karşıtlaştırmalı tanımlamanın o şekilde bırakıldığı takdirde tutucu ve sabitleyici eğilimlere sahip olduğunu ve Benlisoy’un eleştirdiği noktaya yaklaştığımı fark ettim. Politik vurgusu açısından ve sınıfsallığa işaret ettiği noktada katıldığım bu metinden yola çıkarak “sokağa çıkanlara” dair biraz daha ilerletilmiş ama tartışılması gereken birçok yanı olan bir mantığı kısaca sunmak isterim. 
Sınıfsallığın ve Kültürelliğin “Ayrışması”
 “Darbeye karşı sokağa çıkanlara” dair dinamikleri anlamak açısından Benlisoy’un “sınıfsal ve kültürel bir öfke” olgusunu iki doğrultuda (sınıfsal ve kültürel) ayrıştırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. “Sınıfsal” ile “kültürel” arasında böyle bir ayrıştırmayı yapmamıza izin veren kültürün sınıftan bağımsız olması veya sınıfın salt ekonomik bir kategori olması değil ve ben de bu karşıtlığın her durum için geçerli olduğunu iddia etmiyorum. Bununla birlikte bu ayrıştırma ve karşıtlaştırmayı gerekli kılan gerçekliğin ele aldığımız konunun özgünlüğünde bulunduğunu; yazıya konu olan sınıfsal öznenin mevcut Muktedir’i desteklemesi olgusunun, verili özgün biçimi itibariyle sınıfsallık ve kültürellik arasında önemli bir gerilimin taşıyıcısı olduğunu düşünüyorum. 
 Daha önce bir yerde ifade etmeye çalıştığım gibi*** bu gerilimin ana kaynağı sınıfsal gerçeklikle, kültürel gerçeklik arasındaki yarılma ve bu yarığın gün geçtikçe daha çok açılması ve kapatılmak üzere daha dikkat çekici örtülere ihtiyaç duymasıdır. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçları, yaşamını sürdürme biçimleri ve deneyim üzerinden ortaklaştığı “kardeşleriyle” ilişkisi onun sınıfsal gerçekliğini ifade ediyor ve deneyiminin önemli bir parçasını oluşturuyor. Ama aynı zamanda Muktedir’i takip etmesi, yüceleştirmesi ve onunla (yaşamı ve arzularıyla) özdeşleşmesi, giderek bu gerçeklikten ayrışan ve sembolikleşen kültürel deneyiminin başka bir parçasını oluşturuyor. Bu kültürel dünya gerçeklikle ilişkisi sorgulanır bir şekilde ve idealizasyon temelinde oluşuyor. Elbette toplum ve kültürün hiyerarşik bir şekilde düzenlendiği her yerde bir ihtimal olarak beliren bu eğilim, içinde bulunduğumuz gibi bir Muktedir’in tüm iktidar aygıtlarıyla ve egemen çoğunluk kültürüyle bütünleşmesi ile biat ve güçlü idealizasyonu durumunda daha belirgin ve diğer durumlardan niteliksel olarak farklı bir şekilde yaşanıyor. İşçi sınıfının iktidarı destekleyen kesimi için, bu yolda sembolikleşen kültürel dünya güçlendiği ölçüde sınıfsal gerçekliği hâkimiyeti altına alıyor ve aralarında bir gerilimin yaratıcısı oluyor. Sınıfsal deneyim yeryüzüyle olan bağları hep hissettirirken, kültürel dünya sembolikleştikçe gerçek yaşam ve toplumsallıkla ilişkisinden uzaklaşıyor ve kültürellikle sınıfsallık arasındaki ipin gerilimi de yükseliyor. Benim bu olguda sınıfsal ile kültürel arasında bir karşıtlaşma tanımlamamın sebebi de bu.  İşçi sınıfının mevcut Muktedir’i destekleyen kesiminin deneyimi böyle bir yarılma ve içsel egemenlikle şekilleniyor.
 Benlisoy’un bahsettiği “kültürel kazanımların”, işçi sınıfının sahip olduğu kültürü yaşamasının, yaymasının ve geliştirmesinin önündeki engellerin azalması ve bu yüzden bir rahatlığa kavuşmasını ifade ettiğini varsayabiliriz. Böyle düşünüldüğünde “kültürel” kavramı yukarıda çizdiğim mantığa oturmaz çünkü böyle bir kültürelliğin sınıfsallıkla zorunlu bir karşıtlık içerisinde bulunduğunu söylememizin doğrudan bir ikna ediciliği yoktur. Hatta böyle bir kültürelliğin (kültürel kazanımların) sınıfsallıkla (sınıfsal kazanımlarla) uyumlu olduğu örnekler bile bulabiliriz. Bununla birlikte bana göre Benlisoy’un mantığında gözden kaçan işçi sınıfının kültürünün Muktedirle özdeşleşme temelinde ciddi ölçüde sembolikleşmesidir. Yani sokağa çıkanlar arasındaki işçilerin kültürel dünyasını ele alırken onların kültürel kazanımları ve bunların kaybına yönelik verdiği tepkileri birincil belirleyen olarak ele almak, kültürel dünyalarının (dünyamızın) nasıl bir sembolik işgal altında olduğu gerçeğini hesaba katmamak demektir. Bu sembolik işgal içerisinde elbette kültürel kazanımlar bir ölçüde güdüleyici rolünü koruyabilir ama bu rol büyük ölçüde sembolikleşmelerin ve idealizasyonların etkisi altındadır. Ve örneğin bunun neticesi olarak kültürel (ve sınıfsal) kazanımların –bu koşullar altında- Muktedir tarafından geri alınması, başkası tarafından ele alınmasına yakın bir etki bile yaratmaz. Çoğu zaman da bu idealizasyon, bu kayıpların meşrulaştırılmasına yarar.
 Bu bağlamda eğer doğru anlıyorsam yazıda yapılan şu ayrıma katılmıyorum: bir yanda “Erdoğan’ın kişilik kültü etrafında ideolojikleşmiş olanlar” diğer yanda da “sınıfsal ve kültürel öfke duyanlar” var. Eğer toplumda ciddi bir kolektif ruhsal gerileme (regresyon) ve Erdoğan’a yönelik eşi görülmemiş bir idealizasyon olmasaydı belki iki grubun da kültürelliği (bir yanda idealizasyon bir yanda kültürel kayıplara tepki) birbirinden ayrı olarak ele alınabilirdi. Bununla birlikte iki grubun da ortak ve çok güçlü bir kültürel/sembolik yatırım nesnesi bulunduğunu ve ikisinin de kültürel dünyasının temelde bunun üzerinden şekillendiğini söylemek bana daha doğru geliyor.
 Yani burada işçi sınıfının kültürelliğini ele alırken mevcut Muktedir’in idealizasyonunu etkili bir faktör olarak ele almamız gerektiğini iddia ediyorum. Tam da bu idealizasyon “sembolikleşen kültürellik” ile “kültürel kazanımlar” arasındaki ve dolayısıyla da “kültürellik” ile “sınıfsallık” arasındaki çelişki ve egemenlik ilişkisini yaratmaktadır. Bizim de sınıfsal öfke ile kültürel öfke arasında bir ayrıştırma yapmamıza ve karşıtlık kurmamıza imkân veren de bu gerçekliktir.
Sınıfsal Öfke ve Kültürel Öfke
  O halde mevcut olguda sınıfsal öfke ile kültürel öfke arasındaki ilişkiye dair ne söyleyebiliriz? Yazıda belirtilen (sembolikleşmiş) kültürel öfkeyi, sembolik kazanımı kaybetmeye yönelik bir tepki; sınıfsal öfkeyi de maddi kazanımı kaybetmeye yönelik bir tepki olarak ele alabiliriz. Yukarıdaki ayrımın mantığını takip edersek bu iki tepki/öfke arasında da bir gerilim olduğunu söylemiş oluruz. Bu gerilimli ilişki içerisinde de baskın olan ve temel yönlendirici güce sahip olan, sembolikleşmiş kültürel kazanımın kaybına verilen tepkidir.
 Peki, sınıfsal ve kültürel öfkeyi böyle bir mantık çerçevesinde birbirinden ayırdığımızda, bahsi geçen kesimin sınıfsal bir öfke ile değil de sadece sembollerini korumaya yönelik kültürel bir öfke ile mi oraya gittiğini söylemiş oluruz?
 Bu soruyu şöyle düşünebiliriz. Kültürel olanın sembolikleşmesinden bahsederken esas olarak sembolik kültürelleşmenin, gerçeklikle ilişkisi daha güçlü olan kültürel kazanımları hegemonyası altına aldığını ve onları bastırdığını varsaydık. Benzer olarak bu şekilde oluşmuş bir kültürelliğin de sınıfsallıkla karşıtlaştığını ve onu hegemonyası altına alarak bastırdığını söyleyebiliriz. Bu iki formülde de var olan bir vurgu bastırma ise, bir o kadar önemli başka bir vurgu da bastırılanın yok edilmesi değil egemenlik altına alınmasıdır. Bu iki şey ifade eder. Birincisi, bastırılan –ne şekilde olduğunun daha uzun tartışılması gerekse de- varlığını korur, içerilir ve sızar. İkincisi, bu bastırma/egemenlik ilişkisinin varlığı, ilişki yoluyla var olan bir bütünselliğin varlığını ifade eder. Nasıl ki birey ve toplum ruhsallığı, “parçaların ilişkisi” ile ifade edildiği zaman bile bir bütünsellik ifade ediyorsa, burada da nihayetinde bir bütünsellik vardır. Önce ayrıştırma daha sonra da bütünselleştirme yoluyla ortaya çıkardığımız dinamikler, bütünselliğe hareket dinaminiğini ve rengini veren dinamiklerdir. Yani kültürelliğin egemenliği altına girmiş bir sınıfsallık, “kültürelleştirilmiş/sembolikleştirilmiş bir sınıfsallık” bütünselliğini yaratır. Bu ise “sınıfsallaştırılmış bir kültürellik”ten farklı bir olgudur. Burada verilen tepkileri de, sınıfsallık içermelerine rağmen kültürel ve semboliktir.
 Benlisoy’un “sınıfsal ve kültürel öfke”si böyle bütünselliği ifade eder ama yukarıda mantık doğrultusunda açılmalıdır. Öfke tepkisi bir bütünsellik olarak sınıfsallık ve kültürelliği içinde taşır. Bu bağlamda darbeye karşı verilen öfke tepkisinin sınıfsal bir tepki olduğu doğrudur. Bununla birlikte bu tepkinin içindeki kültürellik sınıfsallığı baskılamış ve büyük ölçüde kendine tabi kılmıştır. Bu anlamda da tepki kültürelleşmiş bir sınıfsallığın öfkesidir. Tekrara düşmek pahasına şunu söylemek isterim. Burada sınıfsallıkla kültürellik arasındaki zorunlu ve genel geçer bir özerklik ve uyumsuzluktan bahsetmiyorum, aksine bu uyumun sağlanmasının ve ikisi arasındaki içsel ilişkinin anlaşılmasının önemine inanıyorum. Burada kültürelleşmeden kastım, “idealizasyon temelli bir sembolikleştirmeye dayalı bir kültürelleşme”dir. Elbette bunun örnekleri sadece otoriter muktedirlerin mevcudiyetinde bulunmaz. Burada, mevcut örnek ve gündem bu ilişkiyi tanımamıza olanak verdiği için bu şekilde bir açıklama üzerinde duruyoruz.
 Metnin başında yer alan sorudaki karşıtlığı (yaratıcılık-yıkıcılık) da buradaki karşıtlık ilişkisini ele aldığımız mantıksal çerçevede ele alabiliriz. (Sokağa çıkanların yaratıcı ve eşitlikçi bir kolektif eğilime sahip olduğu, ne söylem ve eylemleriyle ne de arzuladıkları sonuçlarla uyuşur. Bu nedenle şu an bu ihtimal üzerinde durmayacağım.) Yani sokağa çıkanların kolektif eğilimini yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik olarak tanımladığımızda, yıkıcı eğilimlerinin yaratıcı eğilimlere egemen olmasından, ikincisinin birincisi tarafından bastırılmasından bahsediyor oluruz. Ama burada bastırılanın varlığını reddedemez, “kaçış ve ihlal dinamiklerini” gözden kaçıramaz ve zorunlu yaratıcılık potansiyelleri yokmuş gibi yapamayız. Yukarıda söz ettiğimiz nedenlerle ve önünde duran aşılması gereken engellerle kişinin ve toplumun yaşayışında bunlar mevcuttur. Elbette her kişinin yaratıcılığı yıkıcılık tarafından farklı derecelerde, sınıfsal deneyimi de kültürel deneyimi tarafından farklı derecelerde bastırılmaktadır. Bu bastırmanın derecesi ve özellikle hangi tip durumlarda bunun geri dönüşsüz bile olabileceği tartışmaya değer bir konudur. Bunun kadar önemli başka bir şey de “kendi içimize kapanmamak için” işçi sınıfının bu tip idealizasyonlar içerisine girdiğinde ve sembolik deneyimi hâkimiyeti ele aldığında dahi, sınıfın nesnelliği tarafından yaratılan bir gerilimin zorunlu taşıyıcısı olduğunu unutmamaktır. Benzer bir “büyülenme” içerisinde biz de sosyalizmin teorisi ve olasılığını unutmaya, kendimizi bu şekilde savunmaya çalışıyor olabiliriz. Bu Benlisoy’un kullandığı ifadelerde olduğu gibi bir tür kayıtsızlık ve içe kapanma da olabilir.
 Kültürel gerçekliğin sınıfsal gerçeklikle uyumlu hale gelmesi ve öfkenin sınıfsal içeriği bastırılmış ve neticede kendine dönen hallerinden kurtulmanın yolu belirsizliklerle dolu olabilir. Bununla birlikte diğer seçenekler hem “sokağa çıkanlar” hem de “solcular” için sembolik bir kültürelleşme noktasında kalma ve kimlikleşmenin ötesine geçememe anlamına geliyor. İhtiyaç duyulan canlanmaların yaşanabilmesi için “karşımızdaki”ne ve dışarıya doğru yönelmemiz önemli gözüküyor.
* http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2016/07/darbe-girisimi-uzerine-dusunurken.html
** http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/147585741014/15-16-temmuzda-sokağa-çıkanlar-kim

*** http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2016/05/turkiyede-gerilim-deneyimi-gerileme-ve.html

Baran

17 Temmuz 2016 Pazar

"Darbe Girişimi" Üzerine Düşünürken Kullanılan Yönteme Dair

 15 Temmuz gecesi başlayan ve ertesi gün sona eren “darbe girişimi”nin nasıl bir mantığa oturtulabileceği konusunda cevap arayan birçok soru var. Bu olayın hangi aktörler tarafından nasıl bir amaçla gerçekleştirildiği ile bundan sonra (özellikle ciddi ölçüde devletin başı, devlet kurumları, parti(ler) ve işçi sınıfının bir kesimi dâhil olmak üzere halkın bir kısmının birbirine hiyerarşik-otoriter-askeri-milli-dini “kenetlenmesiyle” belirlenecek olan) nasıl bir yola girildiği konusu oldukça önemli gündemler.  Bununla birlikte ben bu kısa metinde, böyle bir olayı yorumlarken kullandığımızı gözlemlediğim yöntemlere dair önemli bulduğum bazı noktalara değineceğim.  

 Bu tip olaylar üzerine düşünürken soru işaretlerinin korunmasının ve yan yana konmasının meseleye kestirme yanıtlar vermekten daha faydalı olduğunu, çünkü bu şekilde üst üste gelen/gelecek göstergeleri yorumlama tutarlılığımız ve hareket kabiliyetimizin -hızlıca cevaplar bularak ve buna yönelik sinik hareketsizlikler geliştirerek olacağının aksine- artabileceğini düşünüyorum. Böyle bir olguyu yorumlarken bizim soru sorma ve onları yan yana koyma konumunda beklememizi zorlaştıran şeyin ise “çelişkiler” olduğunu düşünüyorum. Burada da çelişkilere karşı aldığımız tutumun, yorumlayışımızı ve hareket tarzımızı ciddi ölçüde belirlediği varsayımından yola çıkarak, onlara karşı nasıl yöntemsel ilkeler kullanabileceğimizden söz edeceğim.

 Böyle bir olay birbiriyle çelişki içerisinde olan birçok görüngüden oluşabilir ve bu çelişkili görüngülerin nasıl bir anlam çerçevesi içerisine oturtulacağı, yani nasıl bir politik analize çevrileceği zor bir konu olabilir. Genellikle sosyalist siyasete de güçlü tesirleri olan anaakım siyaset tarzının, doğrudan cevap verme, politik doğruya yönlendirme, “her koşulda …” türünden mutlak ideal söylemler üretme, tarih üstü kural ve kavramları vurgulama vb. gibi yöntemlerin –bilinçli ya da bilinçsiz kullanılsa da- bu çelişkilerin üzerinden hızlıca geçilmesi ve durumun şiddeti ve cevaplar konusundaki aşırı talepkârlığı karşısında katılaşılması üzerinden işlediği söylenebilir. Söylem ve eylemin böyle bir yöntemle üretilmesi ve soru işaretlerine yönelik bir tahammül eksikliği ya da bilinçli bir tercihle çelişkilerin gölgede bırakılması egemen sınıf ve devletin gücünü pekiştirme riski taşıyan bir eğilimdir. Egemen sınıf ve devlet ideolojisi yönetebilirlik yanılsamasını böyle çelişkilerin gölgede bırakılması üzerinden yaratır. Bana göre, sanıldığının aksine çelişkilerin üstünü hızlıca örtmemek ve gerektiğinde konum değiştirebilmek, sınıf siyasetinin değil, düzeni sürdüren siyasetin altını oyar.

 Bu tip bir olguda çelişkili görüngülerin yorumlanmasının doğrudan bir formülü olmayabilir ama eleştirel bir yorumlama çabasının bu bağlamda iki önemli unsuru içermesi gerektiğini düşünüyorum. 

 Birincisi, çelişkili görüngüleri bu çelişkileri kapsayabilecek bir anlam çerçevesinde buluşturma, bunların bir sürecin farklı ve aslında tutarlı görüngüleri olduğunu kavrama ve dolayısıyla olayların seyrine dair bir süreç okuması yapma çabasıdır. Bunun aksi ise çelişkili görüngülerin varlığında bir tarafı görmeyi seçmek, diğerini dışarıda bırakmak ve dolayısıyla aceleci, mantığını sadece kendi içinde kurmaya çalışan ve kesitsel bir tanımlamanın ötesine geçememek olabilir. Bu, görüngülerin açıklanması ve aşılması konusunda bize yardımcı olmayan bir yöntemdir çünkü bu yöntemle gerçeklik her zaman eksik ele alınır ve o eksiklik mutlak ideal tanımlamalar yoluyla bastırılır. Bu vasıtayla uzun vadeli ve etkili hareketler yaratma imkânları da gözden ırak olur. “Darbe girişmi”ne dair yapılan yorumlardaki genel çıkarımlarda bunu görmek mümkün olduğu gibi (“bu bir parodidir”den “halkın darbeyi yendiğine” kadar değişen çıkarımlar) yorumlarda kullanılan kavramlarda da görülebilir (“sokağa çıkmak”, “halkın gücü”, “demokrasi”, “darbe karşıtlığı”, “sivillik”, vb.). Gerek düzen yanlısı gerekse muhalif açıklama ve yorumlarda tarih üstü ideal kavram kullanımı ve kestirme cevaplara rastlayabilmek mümkün. Elbette bu, bazı açıklama ve yorumların gerçeklikle kesinlikle uyuşmadığı anlamına gelmez ama gerçeklikle uyuşma konusunda pek bazı gerekçelendirmelerden kaçındıkları ve bazı çelişkili görüngüleri içlerine almakta zorlandıkları anlamına gelir. Herhangi bir yorumu ise daha “gerçekçi” hale getirecek olan şey, onun ideal bir şekilde tüm görüngüleri kapsaması değil –zaten bu mümkün olmazdı- ama karşılıklı kolektif tartışmalar içerisinde yoğrulması ve olgunlaşmasıdır.

 Eleştirel bir yorumlama çabasının bana göre ikinci önemli unsuru ise çelişkili görüngüler aynı anlam çerçevesince kapsanamadığında, çerçevede düzeltmeler, eksiltmeler, değişiklikler yapabilmek, “geri adımlar” atabilmektir. Bir çelişkinin anlamsal çerçeveyi değiştirecek güce sahip olup olmadığının tespit edilmesi kolay değildir. Yani, iki çelişkili görüngü bizim anlamsal çerçevemiz tarafından “gerçekten” kapsanıyor mu yoksa çelişki bizi yeni bir çerçeve geliştirmeye mi zorluyor; bu, cevapları, tarihin nasıl okunduğu ve mantıksal/felsefi/politik/ideolojik varsayımlarla belirlenen bir sorudur. Ne var ki bu belirleme bizi- nasıl ki mutlak bir kuşkusuz pozitivizme takılmıyorsak- mutlak bir belirsiz göreceliliğe sürüklemez. Eğer bunlardan birine sürükleniyorsak bu, bizi bekleyen zorluktan ve belirlilik-belirsizlik arasındaki salınmayı kaldırmaktan çok hoşnut olmadığımız için olabilir. Burada bizi bekleyen, tarih okumamızın ve mantıksal/felsefi/politik/ideolojik varsayımlarımızın tartışılması, gerekçelendirilmesi, temellendirilmesi, gözden geçirilmesi, başkalarıyla buluşturulması süreçleridir. Elbette her politik analiz süreci bunların gerekliliğini aynı oranda yaratmaz veya buna yeterince zaman tanımaz. Yine de bu gerekçelendirme ihtiyacı hem, her güncel politik okumayı yapma tarzımızın bunlarla ilişkili olduğunu hem de, birbirimizle sadece gündelik (önemsiz demiyorum) yorumlarımızı “çarpıştırmanın” ötesinde buluşma ve “çarpışmalara” da ihtiyacımız olduğunu bize hatırlatır.

 Bu iki unsuru vurgulamamın sebebi, bir yorumlama yaparken çelişkilerle nasıl başa çıktığımızın üreteceğimiz söylem ile eylemin tutarlılığı ve politik etkisi açısından önemli ve belirleyici olduğu düşüncesidir. 

 O halde eleştirel açıklama/yorumlama sürecinin her iki unsurunun da gerektirdiği şöyle iki çaba var: zaman tanıma ve esnek olma. Bu iki kavramın ne kadar “liberal”, “postmodern” ya da “gelişigüzel” gözükebileceğinin farkında olmakla birlikte bu iki kavramı yukarıda önem atfettiğim iki şeyle birlikte düşünürsek, bunların neden eleştirel sosyalist bir politik okumanın unsurları olabileceği ortaya çıkar. “Zaman tanıma”, göstergelerin belli bir olgunlukta ortaya çıkması, çelişkilerin berraklaşması ve bir vade içeren doğrulamaların (ileriye ya da geriye yönelik) yapılabilmesi için önemli gözüküyor. Bununla birlikte buradaki “zaman”ın sayısal-doğrusal bir zaman olmadığı söylemeliyim. Bunu dakika, saat, gün, ay, yıllarla ölçülebilen bir süre yerine bir ilke, beklemenin bir niteliği olarak tanımlamak daha doğru olur. Olguların ve okuyucularının “yeterli zamanını” belirleyen “süre” değil, “aciliyet hissine kapılmama, kestirmelere kaçmama” ilkesidir.

 Benzer bir şekilde “esneklik” de “o da olur bu da” şeklinde ifade edilen bir teoriden kaçma yöntemi değil, “yanlışlanmaya ve doğrulanmaya izin verme” ve “vazgeçebilme” ilkelerini ifade eder. Bu iki ilkeyi, “liberal” , “postmodern” ya da “gelişigüzel” yapan örtük ama bir o kadar ciddi bir mutlaklık içeren, “mutlaklık karşıtı” neoliberal düşünme biçimleridir.

  Gerçekleşen “darbe girişimi” üzerine düşünürken, aklıma gelen iki yöntemsel ilke ve bunları sağlayabilecek iki çabayı ifade ettim. Mevcut olay üzerinde düşünürken, bunu yapan birçok kişi gibi, ben de başka olayları da düşünürken kullanabileceğimiz fikirler çıkarmaya çalıştım. Bu gibi olay/süreçleri yorumlarken, aslında birçok kişinin zihninde beliren ama etkisi kaybedilen ilkesel ve yöntemsel konuları da gündeme almanın (buradakiler doğru bulunsun ya da bulunmasın)  görüngülerin“esas anlamı” ve “esası anlama çabasıyla” bizi ilişkilendireceğini, alınacak “darbelerden” bizleri koruyacak ve “darbeleri” bertaraf edecek zihinsel ve politik örgütlenmeye imkân açacağını düşünüyorum. 

  Bana göre, “darbe girişimini” okurken kendimizi tartışmalar çerçevesinde daha gerekçelendirilmiş yorumlar yapmaya doğru açarsak, hem çelişkili görüngülerin ardındakini anlamaya izin veren hem de buluşmalarla olgunlaşan okumaların oluşmasına imkân tanımış oluruz. Böyle bir çabanın var olmadığını söylemek gibi bir niyetim yok ama “darbelerin” etkisi bizi bir tür hızlı davranmaya ittikçe bu çabadan uzaklaşma riskimizin arttığını söyleyebiliriz. Biraz nitel bir “yavaşlama” yakaladığımızda ise anaakım siyaset tarzına benzeşen ve düzeni var olan haliyle dondurmayı arzulayan mutlak ideal tanımlardan (demokrasi, sokağa çıkmak, halk, halkın tepkisi, sivil vb.) uzaklaşabilir, eleştirel ve sosyalist bir gerçekçilikte farklı konumlardan da olsa buluşabiliriz. Anlamayı, tanımlamanın önüne koyan böyle bir çaba mutlak gözüken tanımları da gerçek içeriğine ayrıştırabilir. Yani böylece hızlıca kullanılan bazı kavramlar da üzerine düşünülecek alanlar haline gelebilir. Kavram kullanımına dair aklıma gelen üç soruyu belirterek metni tamamlıyorum:

-Kullanılan demokrasi kavramı herkesin yaşamı hakkında birebir söz hakkına sahip olduğu demos’un egemenliği mi, yoksa sömürü ilişkilerine dokunmaktan uzak “siyaset”le sınırlı ve aynı zamanda temsili yüceleştiren bir olguyu mu ifade eder?

-Sivil kavramı “bir seçim sonucu yönetime gelmiş kimse” dışında bir anlam ifade etmez mi ve tüm yönetimsel, askeri, bürokratik ve yargısal gücün bir kişide toplandığı, bir kişinin her türlü silah ve zor üzerinde birebir söz hakkına sahip olma durumunda bile durumu tanımlayacak olgu sivillik midir?

-Sokağa çıkmak kavramı Gezi’deki gibi yaşamsal, yaratıcı ve eşitlikçi güdülerle mi, yoksa yıkıcı, hiyerarşik ve tabi olmaya yönelik güdülerle mi yapılan bir hareketi anlatır? (Ki bu tartışma sokağa çıkanların darbe karşıtlığını sorgulanır hale getirdiği gibi, bir gün evvel muhalif birçok kesimce “biat ediyor” olarak tanımlanan halkın bir sonraki gün bu güdülerinin nasıl canlandığını ve bir gün sonra da tekrar bunların yok mu olacağının açıklanmasını da zorunlu kılar).

Baran

16 Haziran 2016 Perşembe

Kiralık İşçilik, Sınıfın Kayıpları ve Yaratıcılığın Örgütlenmesi

  Özel istihdam bürolarının işçi kiralamasının yasalaşmasının işçi sınıfı ve mücadelesi için önemli bir kayıp olduğu kuşku götürmez. Bu metinde sınıf mücadelesi ve sol muhalefetin hâkim öznelerinin söz konusu kayba yönelik tepkilerinde yer alan düşünme biçimlerini, bazı özellikleri ön plana çıkararak kavramsal bir çerçeveye yerleştirmeyi hedefliyorum. Niyetim bu yolla tepkilerin dönüştürücülük ve yaratıcılık açısından tıkandığı noktalara işaret etmek ve tıkanan yerleri açmaya dair fikirler sunmak. Burada bu öznelerin emeklerini değersizleştirmeyeceğim gibi, kullanacağım ruhsallığa ait kavramlar da konuyla ilgili olan herhangi bir tekil bireyin ruhsallığını tanımlamamaktadır.  Yazıda, sınıfın bir kaybı olan kiralık işçilik uygulamasına verilen bazı tepkileri melankolik olarak nitelerken, tepkileri üreten tekil bireylerden değil, onu üreten topluluk kültürü ve kolektif öznelerden bahsediyor olacağım. Kullanacağım bu nitelemenin cansızlık, donukluk ve durgunluğa referans veren yanlarından yola çıkarak da, buna karşılık kayıp sonrasında canlılık, yaratıcılık ve dönüştürücülüğün nasıl örgütlenebileceğine dair önerilerde bulunacağım.

Sınıfın “Kaybı” Olarak Kiralık İşçilik
  Bu metinde kiralık işçiliği, uygulamanın yasalaşmış olmasını da göz önünde bulundurarak gerçekleşmiş bir “kayıp” olarak ele alacağım. Farklı koşullar altında, örneğin güçlü bir tepkinin ortaya çıktığı ve dengeleri değiştirebileceği bir durumda, emek karşıtı bir yasanın çıkmış olması bir kayıp olarak ele alınmayabilirdi. Bununla birlikte kiralık işçiliğin yasal düzenlemelerinin yapıldığı ve bir karşı tepkiyle geri dönüşün olanaklı gözükmediği güncel durumda, burada hayatın parçası olmuş bir kayıptan söz etmek akla yatkın gözüküyor. Aynı zamanda kaybın, sadece bir anı değil (yasalaşma anı) aynı zamanda kaybın gerçekleşmesinin neredeyse kesin olduğu bir zaman dilimini de kapsadığını akılda tutmalıyız. Öte yandan, nesnel bir kaybın sonsuza kadar mı geri döndürülemez olduğu sorusunu şu an için erteleyebiliriz.
 
 Kiralık işçilik uygulaması, sınıfın maddi durumundan kültürel durumuna, yaşamla ilişkisinden toplumsal dönüşümle ilişkisine kadar birçok alanı etkileyebilecek önemli bir dönüşümü temsil etmektedir. Bu dönüşüm, bir yandan iş, sendika, sigorta, gelir, sosyal hak gibi konulardaki güvencelerde; bir yandan birlikte üretme, dayanışma ve mücadele kültüründe; bir yandan bireysel hayatın düzenlenmesinde; bir yandan da toplumsal dönüşüm ve sosyalizmin kurulması mücadelesinde esaslı dönüşümler anlamına gelecektir. Yaşanacak bu dönüşümün temel özelliğini, bu sürecin öncelikli deneyimini kaybetme olarak adlandırmak ve sosyal, ekonomik, politik, kültürel, vb. gibi alanlarda yaşanacakların da çeşitli kayıplar olduğunu söylemek mümkündür. Yani kiralık işçilik uygulaması, sınıf deneyimi ve belleğinde “kayıp(lar)” olarak yaşanacaktır. Buradan bakıldığında, bu uygulamaya verilen tepkilerin de “kayba verilen tepkiler” olarak düşünülebileceğini varsayıyorum.
Burada bir noktayı vurgulamakta fayda var. Kayıplar her zaman önceki kayıpların ve onlara verilen tepkilerin izlerini taşır. Bir bağlam olarak kapitalizmi ele alırsak, sınıfın kayıplarına dair bir kuruluş noktası, bir “çekirdek” bile tespit etmek mümkün olabilir. Neoliberalizm bağlamı açısından düşünürsek; neoliberalizmin sınıfın, örgüt, güvence, mücadele, beklenti, kültür, vb. gibi birçok alanda ciddi ve sürekli kayıpları temsil ettiğini söyleyebiliriz. Daha güncel örneklere baktığımızda kiralık işçiliğin, daha taşeron sisteminin “yası tutulup” ona karşı toplu bir şekilde yaratıcı bir mücadele geliştirilmeden sınıfın karşısına çıktığı söylenebilir. Kayıpların üst üste yaşamasının iki etkisini görebiliriz. Birincisi, ikinci kayıp birinciye karşı geliştirilen ve “tam kazandırmayan” yöntemlerin biçimsel olarak canlanmasına yol açar; biçimsel bir canlandırma gerçekleşir. İkincisi, birinci kayıp ikincisi karşısında yeğ tutulur ve belki de kendi başına tercih edilir bir duruma dönüşür. Elbette burada iki durum arasında kurduğumuz ilişkinin esasında çoklu durumlar zinciri içerisinde işleyeceğini olacağını da unutmamalıyız. 

 Yukarıda sunduğum kabullerden yola çıkarak kiralık işçilik uygulamasına verilen tepkilere hâkim olan dili değerlendirip bu tepkilerin melankolik doğasına dikkat çekeceğim.  Melankoli kavramını -aşağıda da örneklendireceğim gibi- kayba verilen tepkilere sinmiş biçimselleştirme, yüceleştirme, duygusal uyarımı önceleme, cansızlaştırma ve donuklaştırma, içe çekilme, efkar, suçluluk ve suçlama özelliklerine referansla kullanıyorum.

Melankoli ve Kölelik Vurgusu
 Kiralık işçiliğin “kölelik”le bir tutulmasının ilk bakışta, uygulama ve uygulamanın yolunu açanlara öfke ve tepkiyi ifade etmenin güçlü bir biçimi olduğu söylenebilir. Muhtemeldir ki bu ifade böyle bir duygu aktarımını hedefleyerek seçilmiştir. Böyle bakıldığında sınıfsal bir öfkenin ve ret tepkisinin gerekli ve anlamlı olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Bununla birlikte bu tepkinin ifade bulduğu kavram olan köleliğin, mevcut uygulamayla teorik (/pratik) uyumsuzluğu bu kavram seçimi üzerine düşünmeyi gerekli kılmaktadır. Bu uyumsuzluk, bizi düşünmeye davet eden bir gerilimdir.  Bunu iki noktada ifade etmeye çalışacağım.

 Kiralık işçilik uygulaması işçiler için çalışma ilişkilerinde koruyucu olan unsurların rekabet ve kâr lehine tasfiye edilmesinin can alıcı bir biçimde somutlaşmasıdır ve bu bağlamda sömürünün yoğunlaştırılmasını amaçlar. Bu bağlamda burada yoğunlaştırılan “ekonomik” sömürüdür ve bu eylem kapitalizmin mantığı içerisinde tamamıyla “anlaşılabilir”dir. Sermayenin sömürme gücüne devletin yasal gücüyle sunduğu önemli bir katkı söz konusudur.
 Bundan farklı olarak kölelik, pre-kapitalist sömürü biçimleri içerisinde bağımlılığın en katı hallerini içeren ama nihayetinde ekonomi-dışı araçlarla emek ürünlerine el koyulmasını (ve bedene/iradeye hükmedilmesini) içeren bir sömürü biçimidir. Bu bağlamda ekonomik sömürünün yoğunlaştırılmasına odaklanan ama artığa el koymanın kendisinin değil sömürünün çerçevesinin siyasi/yasal olarak düzenlenmesini içeren kapitalist sömürü biçimleri ile ekonomi dışı araçlarla artığa el konulmasını içeren pre-kapitalist sömürü biçimleri temel olarak birbirinden farklıdır. Bu fark işçilikle kölelik arasındaki farkı da imler.

 Bu argümana, kiralık işçilikte işçilerin kendilerinin (bedenlerinin) alınıp satıldığı ve bu bağlamda kiralık işçilik uygulamasının köleliğe benzer bir yanının olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Bu itiraza cevap verirken vurgulanması gerekenin, bu uygulama ile aslında işçinin kapitalizm içerisinde sahip olduğu ve kapitalist sömürünün dayandığı “özgürlüğü”nden bir şey kaybetmediği gerçeği olduğunu düşünüyorum. Kiralık işçilik uygulaması aracılığıyla kapitalizmin zorunlu ekonomik bağımlılığı (ki bu özelliği onu kapitalizm olmaktan çıkarmak bir yana tam anlamıyla onu kapitalizm yapıyor ve işçiliği ücretli kölelik olarak adlandırmamıza yol açıyor) ortadan kalkmamakta ve onun yerine ekonomi-dışı sömürüyü olanaklı kılacak siyasal/yasal bağımlılıklar gelmemektedir. Elbette benzetmeler kural tanımazlıkları ile güzeldir ve faydasız, yanlış ya da etkisiz olmayabilir ama aşağıda da değinileceği gibi benzetme kullanımının teorik tutarlılıkların sistemli olarak önüne geçmeleri bazı sorunlar barındırmaktadır.
 Bu teorik uyuşmazlığın varlığında kölelik kavramının kiralık işçiliğe karşı verilen tepkilerde önemli bir yer tutmasını nasıl okuyabiliriz? İddiam o ki, arkasındaki teorik düşünüş biçimi ne olursa olsun böyle bir kavramın kullanımının temel olarak konunun vahametine dikkat çekme amacıyla ortaya çıktığı, bu vahamet hissini karşısındakine aktarmayı amaçladığı ve özellikle ortak bir teorik tartışma süreciyle oluşmadığıdır. Söylemin üreticilerinin arasında yukarıda sunulan mantıktan farklı bir teorik altyapıyla düşünerek, gerçekten köleliğin “hortladığını” iddia eden, işçiliğin kölelikten tarihin ilerleyişinde “ileri bir aşama” olduğu ve buradan geriye gidiliyor olduğu varsayımlarına yaslanan kişiler varsa bile, buluşulan temel motivasyonun konunun vahametine dikkat çekmek olduğu iddiamı koruyacağım. Konunun can yakıcılığından şüphe duymamakla birlikte burada vurguladığım nokta teorik (ve pratik gerçeklikle) bir uyuşmazlığın konunun vahametini aktarma arzusunun sistematik bir biçimde gerisinde kalmasıdır.  Yani, biçim ve uyarıcı benzetme kullanımı o kadar ön plandadır ki içerik önemsizleşmiştir.  İçerik silikleştiği ölçüde uygulamanın sömürü ve kapitalizmle doğrudan bağı bulanıklaşır, köleliğin mutlak zulüm sahneleri kapitalizmin “gizli işkencesine” yer bırakmayacak şekilde iletişimi ve zihni işgal eder.

 Mevcut kayıp durumuna verilen bir tepki olarak düşünebileceğimiz, “kölelik” kavramını sistemli şekilde ön plana çıkaran söylemin iki özelliği dolayısıyla melankolik olduğunu düşünebiliriz. Birincisi bu, uyarıcı bir duygunun aktarımını önceleyen ve durumun içeriğini ve mevcut gerçeklikle ilişkisinin tahlilini –yine sistemli bir biçimde- arka planda bırakan tepki verme biçimidir. Burada “vahamet aktarımı” bir tür aciliyet düşüncesiyle, teorik düşünme ve teorik tutarlılık aktarımının önüne geçmiştir.  İkincisi; kaybın, öncesindeki sürecin yüceleştirilmesi ve mevcut durumun olumsuzluğunun olabildiğince, başka olumsuzlukları geriye itme pahasına ön plana çıkarma özelliğidir. Bu eğilimin en somut halini “köle değil işçiyiz” sloganında bulmak mümkündür. Burada slogan -amacı o olmasa da- işçiliği şu an karşı karşıya kalınan durum karşısında yüceleştirmekte ve mevcut durumun işçilikle (ve esas ve ortak olan ekonomik sömürüyle) olan bağını gölgelemektedir. Önümüze çıkarılan işçilikten esaslı bir kopuş, korkunç ve karanlık (kapitalizm öncesi) bir zamana geri gidiştir. Bu, söylemin kullanıcılarının niyetinin bu olduğu ya da sömürüye karşı olmadıkları anlamına gelmez. Ama verilen tepkilerin bazı özelliklerinin göz ardı edildiği ve de bu tepkilerin otomatikleştiği anlamına geliyor olabilir. Otomatik hale gelen tepkilerin ise önceki kayıplara verilen tepkilerin biçimsel tekrarları olduğu düşünülebilir.
 Bu tepkileri kayba verilen “melankolik” tepkiler olarak tanımladığımızda, canlı ve direngen gözükürken aslında cansız ve durgun olma, dönüştürmeyi hedeflerken aslında dondurma işlevi görme hallerini daha yakından tanımış ve bunları değersizleştirmek yerine mantıksal bir çerçeveye oturtmuş oluruz. Teoriden koparılmış bir biçimde, salt duygusal uyarımı hedefleyen tepki ve politikaların düşünsel manada dondurucu olduğunu söylemek, bunların zaman zaman kitleleri harekete geçirme gücüne sahip olduğu gerçeği ile çelişmez. Bu tip harekete geçme hallerinde çalışmaz hale gelen, teorik bağ kurma, tarihselleştirme, öteki olanın kendi ile ilişkisini kurma gibi yetilerdir. Bu yetilere enerjisini sağlayan güçler geri çekilmiş gibidir; bireysel ve kolektif yaratıcılıkla birlikte. Burada hareketin de geçici ve iz bırakmayan niteliği baskın olur. Bu tip bir hareket ile yine duygu yükselmesine dayandığı düşünülebilecek ama düşünme bağının gücünü koruyan, tarihselleştirme, ilişki kurma ve yaratma güçlerini katlayarak arttıran hareketler arasında bir ayrım yapmak zorunludur. Bu ayrımı yaparken aynı zamanda bu iki hareketi durduran etmenlerin de ayrımı yapılmış olur. Birincisi yoğunlukla kendini tüketen içsel eğilimleri, ikincisi ise onu tüketmeye yönelen dışsa etkilerden dolayı yavaşlar veya durur. Bu iki hareket arasındaki farkı -özellikle de ikisinin de harekete geçmesin sağlayan “duygu yükselmesi” tarzlarının farkını- belirleyenin ne olduğu üzerine düşünmeye değer gibi gözükmektedir. Ama biz bu konuda lafı uzatmayı başka yerlere bırakalım.

 Bizim örneğimizde düşünce ile birlikte dondurulan antikapitalist potansiyeller ve sınıfın deneyimine değen bağdır. Bu donukluk, dönüştürme ve alternatif üretme yetilerini büyük ölçüde engeller. Kayba karşı canlı gözüken bir tepkinin örgütlülük ve zihinsel yaratıcılık açısından cansız ve dondurucu olduğu bu örnek, melankolik bir şekilde kaybedilenin içeride, dış gerçekliğin de dışarıda korunması eğiliminin bir örneği olarak düşünülebilir.
Kayıplar Arasındaki İlişkiye Dair

 Sınıfın -diyelim- kapitalizmin kuruluşundan bugüne yaşadığı kayıplar; bu kayıplar “aşıldığı” sürece örgütlenme ve mücadele gücünü kurucu, dışarıda bırakılma çabasıyla aşılamadığı sürece de örgütlenme ve mücadele gücünü ketleyici rol oynamıştır. Bu yazıda üzerinde durmasak da sermaye sınıfının ve devletin birincil amacı ve temennisi kayıpların ketleyici yönde işlev görmesidir. Egemen sınıf ve devlet kaybettirmeyi kötücül doğalarından değil, sömürüyü arttırma amaçları doğrultusunda işleme koyarlar. Bu işlevin ortaya çıkma olasılığının, bu blogda yer alan “1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevleri Üzerine” yazısındakine paralel biçimde soyut emeğin ve devletin hâkimiyeti tarafından güçlendirildiğini unutmamak gerekir. 
  
 Bağlamı güncelleştirir, sınıfın neoliberal kayıpları içerisinde önemli bir kayıp (kaybettirme yöntemi) olan taşeron sistemini ele alırsak, kiralık işçiliğe verilen tepkilerle taşeron sistemine verilen tepkiler arasındaki ilişkiye dikkat çekmek için bir alan açmış oluruz. Daha önce, bir kaybın bir önceki kayba olan tepkileri biçimsel olarak canlandırabileceğini ve aynı zamanda bir önceki kaybın yeğ tutulması durumunun yaratılabileceğinden söz etmiştik. Bu mantıkla düşündüğümüzde, iki şey görürüz.

 Birincisi, taşeron sistemine karşı (genel bir eğilim olarak) yaratıcı tepkilerin geliştirilememiş ve yeni örgütlenme yöntemlerinin yaratılamamış olmasının bir devamı ve tekrarı olarak, yine yeni olanı aramama eğilimi (bu ancak kayıp kabul edilirse yapılabilir) ve mevcut yapıları gözden geçirmeme ısrarı ortaya çıkabilir. (Taşeron sistemi konusunda kuşkusuz belirgin derecede yaratıcı örnekler vardır ama bunlar genel sınıf mücadelesi içerisinde istisnai kalmıştır ve bazen de yaratıcılığını kullanan özneler “yeni” mantığı düşünce ve hareket sistemleri içerisine yedirmemişlerdir.) En azından melankolik tepkiyi değiştirmemekte ısrar, bu tekrarı doğuracaktır.  Burada bu tekrarın neden biçimsel olduğunu açıklamakta fayda var. Bu tekrar bir anlamda önceki bir zamanda kullanılan bir yöntemin kopyasıdır çünkü bu “eski” yöntem tarihin bir noktasında işlevsellik göstermiştir. Kapitalizmin tarihi içerisinde bir noktada işlevsellik göstermiş olan bir yöntem, biçimi korunarak tekrarlanmaktadır. Eksik olan ise yöntemin güncel içerikle uyumunun sınanması, buna göre yöntem üzerinde gerekli düzenlemelerin yapılması ve biçim-içerik uyumunun sağlanmasıdır. Burada biçimsel bir kopyalama söz konusudur. Elbette kapitalizmin ortadan kalkmamış olması, eski yöntemin bazı faydalar sağlasa da kapitalizmi tamamen ortadan kaldırmamış olduğunun, dolayısıyla işlevsel olduğu dönemde bile bu işlevselliğinin kısmi olduğunun göstergesidir. Belki de kapitalizm bertaraf edilene kadar sınıf mücadelesi geliştirecek her yöntemin, sadece kısmi bir özellik taşıyor olduğu, bu anlamda zorunlu eksiklikler barındırdığı söylenebilir. Belki de kapitalizmi yıkmanın potansiyeli, her zaman ve yeniden bu gedikten türemektedir. Yöntemlerin eksiklikleri kapitalizmi muhafaza etmenin olduğu kadar, yenilerinin türemesinin de koşuludur.

 Kiralık işçiliğin (ikinci kayıp), taşeron sistemi (birinci kayıp) ile ilişkisinde nüvelerini gördüğümüz başka bir ilişki biçimi ise ikinci kaybın birincisini değerli kılması ve onu yeğ tutulur hale getirmesidir. Uygulamaya karşı geliştirilen söylemde yer alan “taşeronu aratacak bir uygulama” nitelemesi bu anlamda düşündürücüdür. Bir kaybın diğerinden daha etkileyici ve daha kaynaksızlaştırıcı olması elbette mümkündür. Bu örnek özelinde kiralık işçilik gerçekten taşeron sisteminin kayıplarının “özlenmesine” neden de olabilir. Bununla birlikte şunu gözden kaçırmamalıyız ki, bu hissiyatı vurgulamak potansiyel olarak birinci kayba dair bir hareketsizlik ve kabul alanı yaratmak anlamına gelir. Burada mesele gündemin böyle bir ikili karşılaştırma içinde ele alınmasının tercih edilmiş olmasıdır. Kullanılan bir söylemin, iki kayıp arasındaki sürekliliğe dikkat çeken, bunları sömürünün derinleştirilmesi bağlamına oturtan bir söylem yerine kullanıldığını; bu olayın özgünlüğü vurgulanmak istenirken, onu kapitalist mantığından ayırma riskinin yaratıldığını görebiliriz. Yukarıda da bahsedildiği gibi, biçimsel ve acilci bir aktarımın, içeriksel ve çalışılmış bir aktarımın önüne geçmesi süreci burada da devrededir.

  Bu kayba verilen ve yaratıcı bir aşamaya geçilmesinin önünde engel teşkil eden bir tepkinin de “kabullenme”nin önüne örülen yüksek duvarlarda olduğunu düşünüyorum. Bir alanı çevrelemek üzere duvar örmenin faydaları olabilir ama o duvarların, sınırların geçilmesi gerektiğinde kimseyi içeri ya da dışarı hapsetmeyecek kadar alçak ve yıkılabilir olması gereklidir. Kiralık işçilik açısından henüz gözlemleme fırsatı bulmadığımız ama tahmin yürütebileceğimiz, taşeron sistemi açısından ise sıklıkla gördüğümüzü düşündüğüm bir nokta, bir kaybın varlığını kabullenmeme eğilimidir. Elbette bu her zaman açık bir şekilde ortaya çıkmaz; bazen sadece kaybın olduğu yöne (örn. taşeron) bakmamak şeklinde gerçekleşebilir. Burada önce bir ayrıma dikkat çekmeli ve onun meseleyi daha karmaşık hale getirdiğini teslim etmeliyiz.

 “Kayba giden süreçler” ile “kaybın yaşandığı süreçleri” birbirinden ayırmak her ne kadar zor olsa da, bunlar ayrı süreçlerdir.  Yani, mevcut örnek üzerinden düşünürsek kiralık işçiliğin henüz yasalaşmadığı, bu konuda güç dengelerinin tartıldığı bir aşamayı “kayba giden süreç” olarak adlandırmak mümkündür. Bu örnek özelinde de yasalaşma süreci, aynı zamanda yasalaşmaya verilen tepkinin gözle görünür derecede etkisiz kalacağının anlaşıldığı dönem ve hatta belki de kaybın gerçekleşmesinin neredeyse kesin olduğu (tespiti zor kısımlardan biri de budur) kayıp anı öncesi süreç ise nesnel olarak “kaybın yaşandığı süreç” olarak adlandırılabilir. Bu ayrım üzerine burada detaylı durmayacak olsam da burada bu ayrıma dikkat çekmemin sebebi birinde umut birinde umutsuzluk aramam değil, verilen tepkilerin bu ayrım gözetilerek okunması gerekliliğidir. Yani, bir tepkinin anlam ve etkisini okuyabilmemiz için o tepkinin “kayba giden süreç”te mi, “kaybın yaşandığı süreç”te mi ortaya çıktığını hesaba katmamız gerekmektedir. Bu bölümde öne sürdüğüm fikirleri, özellikle kaybı kabullenmeme tepkisini “kaybın yaşandığı süreç”te ele aldığımızı akılda tutmalıyız. Henüz kaybın yaşanmadığı bir süreçte bu tepkinin anlamı farklı olacaktır. Şu dikkat çekecektir ki, bu ayrıştırma ancak kaybın varlığı “tescillendikten” sonra yapılabilir. Yani kaybın kendisi niteliksel bir dönüşüm anlamına gelmektedir ve kayıp olgusu kendinden sonraki süreçle öncekini birbirinden farklılaştırır. Biz bu yazıda “kaybın yaşandığı süreç”ten bahsediyor olduğumuz için, buradan çıkarılan sonuçlar, doğrudan “kayba giden süreç”teki tepkilerin yorumlanmasında kullanılmamalıdır. Elbette böyle bir kayıp yaşanmadan böyle bir ayrıştırmanın kuramsal olarak anlam taşımadığı öne sürülebilir. Bununla birlikte gerçek ya da sembolik kayıpların olmaması durumunun varlığı oldukça şüpheli olduğu için bu iddia çok güçlü gözükmemektedir.
  Kaybın yaşandığı, gerçekleştiği süreçte verilen kabul etmeme tepkisi bir melankolik tepki olarak okunabilir. Bunu tersinden, kabullenmeye yönelik atıflarımız üzerinden düşünürsek mesele daha açık hale gelir. Böyle bir melankoli durumunda kabul etmek demek, ilgili değişimi tanımak, onu meşrulaştırmak, yenilmek, pes etmek, dahası ona izin vermek demektir. Hatta bir düzeyde kabul etmek, kayıptan sorumlu olmak, kaybı istemiş olmak, kaybettirmiş olmakla eş değer tutulur. Esasında toplumsal gerçeklikle örtüşmeyen ama içsel bir suçlama şeklinde var olan bu fikirler (efkâr), kabullenmenin kendisinin bir suç gibi algılanarak ondan uzak durulmasına neden olur. Durumu kabul etme ve duruma uygun yöntem geliştirme önerilerinin ne kadar hızlı bir şekilde öznelerin birbirine yönelttiği suçlamaları getirdiğini düşünürsek, bu işleyişi daha iyi anlamış oluruz.

  Kayba, onu kabullenmeyerek direnileceği düşünüldüğü halde, umulanın aksine (gerçekten bir kayıp olduğunda) bunu kabul etmemek, o durumu sabitlemeye yarar. Söylem ve eylem, kayıp öncesindeki durumu korurcasına onun öncesine çakılır. Esasında kabul etmek, hâlihazırda kaybedilmiş olanın kaybedildiğini tanımak ve zihni öğrenmeye ve ileriki kayıpları engellemek için çalışmaya açmak demektir. Bana kalırsa taşeron sistemi karşısında alınan direngen gözüken ama bir o kadar da hayali anlamda direngen, gerçek anlamda ise durgun tutumlar bu tarz eğilimlerin ürünüdür. Mevcut tepki verme biçimleri korunursa -şimdiden izlerini okuyabildiğimiz eğilimler gücünü korursa- kiralık işçilik de bu durgunluk ve hareketsizliği aşamama halini doğurabilir.

Yaratıcılığın Örgütlenmesi ve Sınıfın “Birleşmesi”

  Buraya kadar, sınıf mücadelesi ve sol muhalefetin bazı öznelerinin söylem ve pratiklerine dair gözlemlerden yola çıkarak, bu öznelerin sınıfın bir kaybı olan kiralık işçilik uygulamasına karşı verdiği tepkileri bir kavramsal çerçeve içinde ele almaya çalıştım. Elbette seçilmiş örneklerin genellenmesi üzerine kurulu yöntemimin, bazı örnekleri dışarıda bırakma biçimimin ve ruhsal kavramları kullanma biçimimin tartışılmaya muhtaç birçok yönü var. Bununla birlikte burada sunduğum çerçevenin hem mevcut durumları anlamak hem de alternatifleri düşünmek için bize düşünme alanları açtığına inanıyorum.  Bu melankolinin sınıf mücadelesi ve solun genel düşünme ve hareket tarzına ne kadar sindiğinin değerlendirilmesini de önemli buluyorum.
 
 Şimdi yukarıda sunduğum mantıktan yola çıkarak, sınıf mücadelesinin öznelerinin sınıfın kayıplarıyla ve sınıf deneyimiyle kurduğu ilişkinin melankolik değil, yaratıcılığın önünü açar hale getirilmesinin sınıf mücadelesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta ve ancak bu şekilde kaybettirici olana karşı mücadele kazanımla sona erdirilebilir.

 Bu ilişkide yapılacak düzenlemelerden biri, içeriğe biçim karşısında kaybettiği önemi kazandırmaktır.  Teorik düşünme ve başka bir adıyla eleştirel düşünme devreye girdiğinde, uyarıcı duyguların aktarımının ötesinde bir hedefi olan bir iletişim biçimi işler hale gelebilir. Bu iletişim biçiminin iki etkisi olabilir. Birincisi bu yolla eleştirel teorik çerçeve kapitalizmi analiz etme, dolayısıyla ona karşıt olma ve sınıfın gerçek özgürleşme özelliklerinden feragat etmemiş olur. Böylece kiralık işçiliğin kölelikle bir tutulması yoluyla, işçiliğin esas sömürü biçimini sağladığı ve aslında kapitalizmin bizzat en korkunç yüzü olduğu gerçeği de -işçilerin gerçek deneyimlerinden de kaçınarak- gölgelenmemiş olur. İkincisi, yüzeydeki duygu iniş çıkışlarına yönelmek yerine, iletişim gerçek sınıf kayıp ve yaralarına ve aynı zamanda sınıfın yaratım gücüne temas etmiş olur. Böylece kısa vadeli bir temas için gerekli olduğu düşünülebilecek ve büyük ölçüde düşünmeyi ketleyici ve geçici bir duygusal uyarıcı iletişimin yerine, deneyimin kalıcılığı ve bütünselliğine dokunabilen bir iletişim konmuş olur.

 İçeriğin anlam kazanması, aciliyet hissini uzaklaştırabilir ve onun yerine sorunların yakıcılığını –hızlı ve geçici uyarımlar halinde değil- sürekli ve gerçekten hisseden öznelerin oluşmasının yolunu açabilir. Daha önce de belirtildiği gibi melankoli, kaybı kabul etmemenin, yani onu -bir düzeyde- yaşamamanın, dolayısıyla onun yakıcılığından uzak durmanın bir yoludur da. Bu yolun ancak suçlanacak değil, alternatif önerilecek bir yol olduğu söylenebilir. Önerilecek alternatif ise içeriğin geri gelmesiyle sorunun kendisine (sömürü) temas etmektir. Bu yolla geçekleşecek bir kayıp sonrası kabullenmenin, sınıf mücadelesi ve sol muhalefetin öznelerinin yaratıcı güçlerini ortaya çıkarma potansiyeli artacaktır.

 Bu noktada, vardığımız son nokta ise kayıp sonrası yaratıcılığın nasıl örgütleneceği sorusudur. Soruya doğrudan bir yanıt vermek yerine bana önemli gelen bir noktayı vurgulamalıyım. Yazıda melankolik olarak adlandırdığımız tepkilerin bir eğiliminin dışsal gerçeklik ve ilişkilerden çekilme olduğunu düşündüğümüzde, kayıp durumlarında yaratıcılık açısından onarıcı olanın da ilişkilere yönelme olduğunu varsaydığımızda; sınıf mücadelesinin öznelerinin, içine çekilme, kapanma ve kendi ideallerine dönme eğilimlerine karşı olan eğilimleri güçlendirmesi gerektiği ortaya çıkar. Sınıfın kayıplarının, sınıfı parçalayan ya da en azından parçalanmayı telafi etmesinin önüne geçen en etkili eğilimler, bu içe çekilme, kapanma ve dış gerçeklikten kendi ideallerine dönme eğilimlerdir. Buna karşın, parçalanmayı bütünleşmeye çevirme eğilimi, sınıfla ve sınıfın ötekileriyle bağ kurmaya yönelmesiyle güçlenir.  Bu da bireysel ve kolektif direnme ve yaratma gücünün can kaynağıdır. Kiralık işçiliğin yaratacağı sınıfsal parçalanmaya yanıt geliştirmenin önemli bir etkisi olacaktır. Taşeron sisteminin parçalayıcılığına verilen bazı yanıtlar düşünüldüğünde ve bunların parçaların bir kısmını kapsayamamayı içerdiğini hatırlayabiliriz. Kiralık işçilikte de aynı eğilim korunursa, bu risk vardır.  Bu riskle mücadele ederken, “sınıf”la kurulan ilişkilerin gözden geçirilmesi anlamlı olabilir. Birçok açıdan ele alınabilecek bu ilişkinin sadece bir boyutunu “solun birleşmesi tartışması” üzerinden açarak yazıyı sonlandıracağım.

 Toplumsal mücadelenin gelişmesi için merkezi önem atfedilen “solun birleşmesi” konusu iki açıdan sorunsallaştırılmalıdır. Bir yandan birleşme kavramıyla kastedilenin ne olduğu büyük önem taşıyor. Daha uzun bir tartışmanın konusu olmakla birlikte çok kısaca değinelim. Eğer birleşme “bir” olma gibi tekleştirici ve aynılaştırıcı ve bundan dolayı zorunlu olarak hayali ve zorunlu olarak imkansız bir anlam atfedilerek kullanılıyorsa -farkında olarak ya da olmayarak- bu birleşmenin toplumsal açıdan gerçeklik dışı ve dönüşüm karşıtı bir anlam taşıdığı söylenmelidir. Eğer ki bu kavram parçalarını tanıyan, farklılığı koruyan ve onları bütünleşme eğilimini harekete geçiren bir gerçekçi bütünsellik yaratma anlamında kullanılıyorsa, kavramın o zaman devrimci bir anlamı olabilir. Diğer yandan da birleşmesi arzulanan en önemli şeyin “sol” olduğunun söylenmesi de dikkat çekicidir. O’nun birleşmesini istemek değil, buna toplumsal dönüşüm için merkezi önem atfetmek düşündürücüdür. Tarihsel olarak sınıf mücadelesinde “tüm işçilerin birleşmesi”nden “solun birleşmesi”ne bir kayma yaşanmış, arzunun hedefi değişmiş gibidir. Bu yenilgilerin ve kayıpların yarattığı, bunlara verilen bir tepkiyi içeren bir kayma olabilir ve bu “hedefin” içerikle yeniden buluşması, gözden geçirilmesi sınıfla ilişki ve kapitalizmin gerçek yıkılma noktalarının tespiti açısından yaşamsal gözükmektedir.  
 Parçalanma riskine karşı koruyucu olanın, sınıfı bütünselleştirme ihtiyacını hatırlamak ve hem kurum içi ilişkilerin hem de kurumların dışarıyla kurduğu ilişkilerin “yeni” olana yönelik “yeniden” düzenlenmesini düşünmek olacağını düşünüyorum. Pratik olarak bunun, sınıf mücadelesinin öznelerinin gerek kapsayıcılığını gerek de iç ilişkilerini kurma biçimini yaratıcı, eleştirel ve kolektif şekillerde dönüştürmesiyle mümkün olacağı söylenebilir. Kuşkusuz gerek kapitalizmin gerek devletin gerekse bunları içselleştirme biçimlerimizin direncine karşı bu zordur. Bununla birlikte “gören gözler” için sınıf her zaman yaratıcıdır.
Baran

 

 

 

 

 

 

13 Mayıs 2016 Cuma

Türkiye'de Gerilim Deneyimi, Gerileme ve Bazı Potansiyeller

(Bu yazı 10 Ekim Ankara Katliamı sonrasında kaleme alınmış olup 27 Ekim 2015'te Vira Verita'nın internet sitesinde yayınlanmıştır. Yazının sitedeki bağlantısı şu şekildedir: http://viraverita.org/yazilar/turkiyede-gerilim-deneyimi-gerileme-ve-bazi-potansiyeller)

Türkiye’de bu dönemde büyük bir çoğunlukça paylaşılan, farklı mecralarda üzerine konuşulduğunu gördüğümüz temel bir deneyimin “gerilim” olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kullanımını gelenekselleştirdiği araçlardan olan “gerilim politikaları” günümüzde en vicdansız ve acımasız şekillerde kullanıma sokulmakta ve mevcut bir düzenin korunması için –“kişisel gerilimleri” de bazen oluşturma, bazen de işgal etme eğiliminde olan- “toplumsal gerilimler” yaratmayı amaçlamaktadır. Güncel durumda, her türlü baskılama ve şiddet aracının ve cinayet ve katliamların da devrede olduğu bir şekilde uygulamaya konulan bu politikaların amacının mevcut iktidar ilişki ve konumlarını korumak olduğunu, bu politikaların yaratıcılarının sözlerinde de açık bir şekilde bulmak mümkün. Ben bu metinde, bu politikaların toplumda nasıl işlediğine dair bazı fikirler sunacağım. Burada sunacaklarımı, “gerilim” üzerine düşünürken içinde olduğumuz güncel durum hakkında başka nasıl fikirler geliştirebileceğimize dair bir düşünce egzersizi olarak görebiliriz.

Metne başlarken, gerilimi ortak bir deneyimi adlandırmak için kullanmıştım. Burada bir deneyim olarak gerilimden bahsederken, gerilim politikalarının hayatlarımıza ve ilişkilerimize tesirini, onların bize çarparak düşünce ve hislerimize verdiği şekli ve belli yönlere doğru bizi çekiştirmelerinin deneyimini kastediyorum. Bu politikaların farklı kesim ve bireylerce farklı şekillerde yaşanabileceğini söylemek mümkünse de, bu farklılıklardan önce bu deneyimin ortaklığı ve benzerliğini ön plana alacak ve gerilim ile gerileme arasında bir ilişki kurmaya çalışacağım. Daha sonra ise, toplumsal değişim için yaşamsal önemde olduğunu düşündüğüm iki kesim üzerinden (işçiler ve “solcular”) gerilim deneyiminin farklılığını ön plana alacak ve gerileme ile gerilim ilişkisini -bu sefer tersten- ele alarak metni tamamlayacağım.

“Gerilim”den “Gerileme”ye

İlk aşamada, genel ve ortak bir deneyimin ifadesi olarak “gerilim deneyimi”ni başlangıç noktası olarak alalım. Bu gerilimi yaşadığımızı ifade etmek için farklı cümleler kurabiliriz. Olası ifadelerden bir kısmı bu gerilimin varlığına işaret eden, kişinin kendine ait de olsa gerilime dışarıdan bakan bir pozisyondan kurulan “Bende/toplumda bir gerilim var” ve benzeri cümlelerdir. Bu tip ifade biçimlerinin bir durum ya da deneyimi “dışarıdan” betimlediğini ve onu bir varlık olarak sabitlediğini düşünebiliriz. Bana kalırsa bu bir duruma bakmak için durulacak pozisyonlardan biridir ki çözümleme yapılırken tek başına burada durulmadığı sürece kullanılması anlamlı da olabilir. Başka bir soyutlama pozisyonu ise bir durumu süreç olarak ele almak, yani sabitleyen isimler yerine oluşa işaret eden fiiller kullanmaktır. İçinde yaşadığımız ve “içeriden” de baktığımız mevcut gerilim durumunu, bu mantıkla ifade etmek istediğimizde şu ifadeleri kullanabiliriz: “Ben geriliyorum”, “Toplum olarak geriliyoruz.”

Bu cümlelerle belli bir deneyime işaret etmeyi hedefliyorsa da, aynı zamanda başka anlamları doğuracak, daha doğrusu başka anlamlara gönderme yapacak ifadeler kullanmış olur. Cümlede kullanılan yüklemler, öznenin “geril-diğini” ifade ettiği gibi “gerile-diğini” de ifade eder. Deneyimin bu, şimdiki zamanlı ve süreç vurgulu ifadesinin (“Geriliyorum/Geriliyoruz”) bu iki anlamının gerçekliğin hangi yüzlerini aktardığını ve anlamlandırdığını ve bu ikinci anlamın, birincisiyle ilişkisinin ne olduğunu düşünmenin, içinde bulunduğumuz durumu kavramak açısından faydalı bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

Bu yazıdaki kurgumuza göre, bilinçli bir şekilde niyetlenmeden dile düşmüş olan “gerileme”, bazı ruhsal kapasitelerin oluşmadığı (bir çekim gücü yaratan) bir zamana doğru dönüş/gidiş sonucunda ruhsal kapasitelerde yaşanan kayba ve bunları harekete geçiremeden dünyayla kurulan bir ilişkiye işaret eder. Burada gerileme, ötekilikleri ve dolayısıyla kendini “tanıma”, kendinin ötekiliklerle ilişkililiğini ve bağ(ım)lılığını kabul etme, kendi üzerine düşünebilme ve özeleştiri yapabilme, düşünümsellik ve dolayısıyla anlamlı ve karşılıklı her türlü iletişime dair kapasitelerin azalmasını ifade eder. Aynı zamanda –yazı açısından bunları ön plana çıkaralım- korku ve her türlü “gerilimin” belirleyici ve yıkma ve yıkılmaya dair düşüncelerin daha parlak hâle geldiği, daha dolayımsız yaşandığı ve ilişkililik halinden çekilmelerin olduğu bir durumu anlatır.  Aynı zamanda gerilemenin, içsel yaşantılarla dışsal gerçeklik arasındaki sınırların kaybolduğu, eleştirel düşünme süreçlerine yer ve zaman tanımayan, kısa ve acil bağlantılar üzerinden işleyen bir zihinsel düzene doğru gidiş olduğu söylenebilir. Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda, “Toplum geriliyor” derken böyle bir sürece de işaret ettiğimiz düşünülebilir.

Bu gerilemenin hayatımızdaki güncel örneklerini, parti/devlet yayını gibi çalışan ve çizgi roman ruhu taşıyan gazetelerde; argüman sunma, dinleme ve karşılıklı konuşma gibi zorluklara girilmeyen “tartışma” programlarında; bütünlükten yoksun ve tutarsız ifadeler üzerine kurulu siyasi söylemlerde; tekil ve büyük ölçüde ya hayranlık uyandırıcı ya da korkutucu semboller üzerinden yapılan politika ve “politik okumalar”da; bir konuda “söz”leşmek bir kenara dursun sözün –imkan varsa şiddetle- kesilmelerinde; içeriğin biçimsel ifadeler yanında iyice soluklaşmasında (haberlerdeki bir günden diğerine değişen “gerçekler”, bayrak tartışmaları, örgüt isimleri, “terör” söylemi, vb.) bulabileceğimizi düşünüyorum. Toplumun çeşitli kesimleri ve bireyler arası iletişim ve ilişkilerin tedirginlik, endişe ve korkunun rengiyle günden güne daha da karanlıklaşması, gerileme sürecinin başka bir göstergesi olarak düşünülebilir.  Bu göstergelerin sebebinin -güncel olanla geleneksel olanın ne oranda birbirine karıştığını tartışmayı başka bir yere bırakırsak- gerilim politikaları olduğunu söylemek mümkün.

Gerileme, sadece geniş ve belki de gevşek bir ifade olarak kullandığımız “topluma” özgü gibi gözükmemekte. Savaş politikalarını da içeren gerilim politikalarının, zihinlerinde korkularıyla gerçeklik arasındaki sınırlar iyice silikleşmiş olan muktedirlerin uyguladığı bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz. Hatta muktedirlerin gerilemesinin toplumun gerilemesini öncelediğini, muktedirlerin gerilimlerinin, toplumsal gerilimlerle çözülmeye çalışıldığını da söylemek mümkündür. Bunu söylerken, bir not düşmekte fayda var. Bir ülkede iktidarın politikaları üzerine düşünürken muktedirlerin psikolojisini ön plana çıkarmak oldukça yetersiz ve riskli bir yöntemdir. Burada amacın bu yöntemi kullanmak olmadığı vurgulanmalı. Kapitalist bir devletin yönetimi ve uygulanan politikaların belirleyenlerinin ele alınacağı soyutlama düzeyi ile bizim buradaki özel konu için kullandığımız soyutlama düzeyimiz birbirinden farklıdır. Başka bir şekilde söylersek, bu iki yaklaşım hem ele alınan zaman kesiti (kapsanan dönem) ve hem de kapsam (ele alınan süreç, ilişki ve dolayısıyla belirleyenlerin çeşitliliği) açısından farklılıklar gösterir. En kapsamlı değerlendirmenin, bu iki ve daha çok “düzey” arasında gidip gelebilen, farklı soyutlamalarda gezinebilen bir şekilde yapılacağı düşünülebilir. Bununla birlikte burada biz özel ve özgün bir kesiti, başka perspektifleri dışlamayacak belli bir perspektifle değerlendirmekteyiz.

Bu uzunca notun ardından şunu da eklemek anlamlı olacaktır. Muktedirlerin, çoğul bir özne olarak ifade edilmesinin, bu gerileme içerisinde ne kadar doğru olduğu da tartışmalı gözüküyor. Ortada birbirinden ayrı öznelikler varsa da, egemen işleyiş “bir”ini taklit etmeye çalışma doğrultusundadır. Taklit ve biat edilen de, bu ilişkinin bir parçası olarak taklit ve biat ettirmekten başka niyet ve kabiliyetlerini, yani insanlara ilişkilenmenin özerk varlığı tanıyan, karşılıklı bağımlı ve eşit biçimlerini -büyük ölçüde kalıcı olarak- unutmuştur. Bu bağlamda, muktedir olmayanların içinde bulunduğu gerilemenin muktedirlerin içinde bulunduğu gerileme ile arasındaki temel bir farka da dikkat çekmiş oluruz. Muktedirler, gerilemelerini onaracak olan, hem kabiliyetlerini hem de ilişkisel olanaklarını, neredeyse kalıcı olarak kaybetmişledir. Toplumun muktedir olmayan kesimlerinin kendini yeniden kurması ise daha mümkün gözükmektedir. İki grup açısından bunun sebepleri olan gerilimleri aşağıda ele almaya çalışacağım.

“Gerileme”den “Gerilim”e

Buraya kadar kurduğumuz mantığa göre gerilim, gerilemenin sebebidir. Birinci anlamla (gerilim) ikinci anlam (gerileme) arasındaki ilişki, bu özgün bağlamda bu yönde bir sebep-sonuç ilişkisidir. Peki, bu ilişkinin tersini düşünemez miyiz? Bunu yaparken mantıksal bir geçiş de yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Yani, eğer bir yandan gerilimin, gerileme yarattığını, diğer yandan gerilemenin gerilim yarattığını söyleyeceksek, anlatmaya çalıştığımız belli bir akışı ve nedenselliği kaybedeceğiz. Bir kavramda değişiklik yaparak, bunun gibi simetrik bir döngüsellikten kaçınabiliriz. Birinci aşamada gerilim politikalarının gerilemeyi yarattığından söz ettiğimizi söyleyebiliriz. Şimdi ise yine yaratma kelimesini değil de, taşıma kelimesini kullanalım ve böylece hem kendi içinde dönen simetriden kaçınalım, hem de bir potansiyele işaret etmiş olalım. Daha basit bir ifadeyle, “gerilemenin nasıl gerilimler taşıdığına” bakalım.

Burada özel olarak iki grup için, gerilemeden ve gerilemenin taşıdığı gerilimlerinden bahsedeceğim. Birinci grup işçiler, ikinci grup ise “solcular”dır. Bu iki grubun birbirinden bağımsız olduğunu veya her birinin kendi içinde her açıdan bütünlük arz ettiğini iddia etmiyorum. Hatta ikinci ifadenin tırnak içinde kullanılmasının sebebi de kategorinin epey muğlak oluşu. Bununla birlikte burada, hem bu grupları daha iyi tanımlamaya çalışmanın, hem de toplumun tüm “kesimlerine” odaklanmanın bu metnin bağlamının dışına taşacağını ve bu muğlaklığın bu metin açısından yeterli bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Bu iki grubu seçme sebebimi de kısaca açıklamam gerekir. Birinci grup olan (yaka rengi, emeğinin üretken olup olmaması, çalışma biçimi, işsizliği, vb. fark etmeksizin) işçileri ele alma nedenim, bu grubun sınıfsal konum dolayısıyla kapitalizmle zorunlu bir çelişki içinde olmaları ve bu nedenle kapitalizmin bertaraf edilmesinde tek yeterli ve nesnel potansiyele sahip güç olmasıdır.  Burada işçileri, “işçi sınıfı” olarak adlandırmamamın sebebi ise “sınıflaşma/sınıf oluşumu” ile “sınıfsal konumu” birbirinden farklı kavramlar olarak ele almam ve burada “sınıf oluş” iddiasında bulunmadan sadece bir konuma işaret etmemdir. İkinci grup olan “solcuları” da aşağıda bahsedeceğimiz gibi toplumsal gerilimlerin boşalma/başkalaşma yönüne etkide bulunabilme (entelektüel veya başka biçimlerde) ve ezme-ezilme ilişkilerinin ve ötekileştirmelerin aşılmasında rol oynama olanakları nedeniyle burada ele alıyorum.

Türkiye’de işçilerin mevcut muktedirlere nasıl baktığını ve onlarla nasıl ilişki kurduğunu birçok açıdan tartışabiliriz ama bu gündem çerçevesinde sıkça ifade edilen bir nokta, mevcut muktedirlerin çoğunlukla işçiler tarafından desteklendiğidir. Eğer bu varsayım doğruysa işçiler, nesnel (sınıfsal) konumlarının ve gündelik hayatlarının uzun süre izin vermeyeceği bir deneyime zihinlerinde –gerilimlerle de miktarı arttırılan- bir enerji ayırmaktadırlar. Yaşanan gerilimler ve bu gerilimlere yönelik çözümlemeleri söz konusu olduğunda da, işçilerin bu yatırımların “karşılığını” bir aradalık duygusu ve vicdanlarının silikleşmesi/güçsüzleşmesi şeklinde aldıkları da düşünülebilir. Bu insanların bu küme dışında düşünülebilecek insanlardan özellikle daha az “insani” ya da daha az “akıllı” olduğunu düşünmek için ortada bir sebep yok. Öte yandan, bazen “gör(e)meme”, bazen ise “vicdan yitimi” olarak adlandırabileceğimiz şekilde yaşanan gerilemeyi anlamak, bu desteğe dair bir fikir verebilir.  Buradaki gerilemenin; birlikte bir yaşam sürülen -örneğin aynı ulaşım araçlarının kullanıldığı, aynı şekilde çalışma zorunluluğunun taşındığı- başka bir “grup” insanla zihinsel temas ve yakınlığın kopacağı kadar, başka bir figüre ve o figür etrafındaki duygusal yüke yatırım yapılmasında kendini göstermesi olasıdır. Bu yatırımın ilk bakışta gerçek hayattaki bazı ilişkileri kuvvetlendirdiği –örneğin aynı görüşte olanlarla olan ilişki- düşünülebilse de, burada odak noktası ve yapılan yatırım daha çok karşılıklı kurulan eşit ilişkilere değil, “birlikte bakılan yer”edir . Bu da kaçınılmaz olarak, “birlikte bakanların” birbirlerine bakmalarının, birbirlerini duymalarının önünde bir engel teşkil edebilir. Ötekiler ve ötekiliklerle kurulan ilişkilerden bir anlamda çekilme, yatırımın bir anlamda başka bir yere yöneltilmesi, önceden bahsettiğimiz kapasite kayıplarına örnek olarak düşünülebilir.

İşin bir yönü buyken, diğer bir yönü de bu gerilemenin güçlü bir gerilimi de içinde taşıdığıdır. Bu gerilimin sebebi muktedirle aradaki nesnel kopukluk ve hiçbir zaman uyuşamayacak olan gündelik hayat deneyimidir. Burada bir uyuşmamanın ötesinde değişmez bir çatışmadan bahsettiğimizi de vurgulamalıyım. İşçilerin gündelik hayat deneyiminin, bakılan yerdeki hayatla her zaman çatışmalı bir şekilde var olacak olması, belirli bir karşıtlık etrafında biriken bir enerjiye işaret ediyor. Bu tip bir gerilimden söz ederken “gerilim politikalarının” yarattığı gerilimden farklı bir deneyimden söz ediyoruz. Eğer gerilimlerin boşalım aradığına dair inancımızı korursak ve zaman içerisinde kısmi boşalımlar olsa da esas gerilimin boşaltılamadığını ya da başka bir deyişle esas çelişkinin başka bir çelişkiye dönüşecek şekilde başkalaşmadığını düşünürsek, gerileme içerisinde bir potansiyelden söz etmiş oluruz. Bu potansiyeli bir de, her gerilemenin yeni kapasiteler geliştirmek için bir fırsat yarattığı düşüncesiyle ifade edebiliriz. Yani kapasitelerin kaybının ya da silikleşmesinin, yeni kapasitelerin geliştirilmesi için bir alan açtığını da iddia edebiliriz.

Elbette, iç savaşa dair ihtimallerin de dile getirildiği bu güncel ortamda gerilimlerin ne yönde boşalımlara yol açacağı, üzerine düşünülmesi gereken bir konudur. Burada bahsi geçen potansiyelin ve yenilik ihtimalinin, kendiliğinden gerçekleşeceğini söylemek güçtür. Bu potansiyelin gerçekleşmesi için, kapasite oluşumunda devrede olan güçlerden alınacak yön ve yüklerin belirleyici olacağı da düşünülebilir. Bu bağlamda, bu kapasitelerin yönü üzerindeki etkilerden biri olabilecek “solcular” akla geliyor.

“Solcuların” bir yandan hâlâ toplumsal barış, adalet, konuşma, farklılıklarla bir arada yaşama, sözleşme, tanıma, hatırlama, hesaplaşma vb. gibi özelliklerin sürdürmesi, bir şekilde gerilim altında gerilemeye dair gösterilen direnişlerin ve korunan kapasitelerin göstergesi olarak düşünülebilir. Ve bu bağlamda Suruç Katliamı gibi Ankara Katliamı’nın da, bunu sezer bir şekilde, bu kapasiteleri hedef alarak yapıldığı bile düşünülebilir. Bununla birlikte gerilemenin, yukarıdaki grup için de bahsettiğimiz “birine bakakalma” özelliği bu grupta da işleyebilmektedir. Bu sefer işçilerin arasından muktedir(ler)i destekleyenlerin bakakalma sürecinde olduğundan farklı olarak, buradaki figür bir aynadaki görüntüdür. Solcuların gerilemesinin temel bir göstergesinin, kendine bakakalma ve bununla ilişkili olarak kendi pozisyonunu yüceleştirme olduğu düşünülebilir. Bu yüceleştirme ile düşünümsel bir kendine bakma ve eleştirellik arasındaki fark, birincinin bir sabitleme ve ötekisizlik, diğerininse dönüşüm ve ötekililik özelliklerini barındırmasıdır. Konum alma ve insanları bu konuma davet etme sürecinin, tek bir konumda kendini sabitlediğine inanma ve orayı ulaşılamaz kılma hâline dönüşmesi ve davetkârlığın dışlamaya dönüşmesi, gerileme yönünde özellikler olarak düşünülebilir.

Bu gerilemenin taşıdığı gerilimin bir önceki gruptaki kadar güçlü olduğunu iddia etmemekle birlikte, belirli bir potansiyele işaret ettiğini düşünüyorum. Buradaki gerilemenin gerilimi, ideal bir pozisyonda bulunma ile grup içinde bulunma arasındaki gerilimdir. Elbette grup içinde bulunmama diye bir ihtimal neredeyse kimse için yok. Bununla birlikte “solculuk”, grup içinde, grup değerleri ve gruba dair çerçevelerin özenle üzerinde durulduğu bir yön taşıyor. Grup içindeki eğilimler ne olursa olsun ve ayrışmalar ne kadar kopmaya dönüşürse dönüşsün, her zaman işleyen güçlü bir birlikte olma eğilimi söz konusu ve bu zorunlu eğilim, yüceleştirme eğilimi ile karşıt gözüküyor. Hem koruyucu hem de yapıcı olan, örgütlü ve dayanışarak var olma çabası kendi içinde birçok çelişkiyi ve çatışmayı barındırarak büyük oranda anlaşmazlığa gebe bir iş olsa da, birlikte konuşabilme, sözleşebilme ve üretebilme yönünde çabaları ortaklaştırdığında gerilimlere karşı koruyucu dinamikleri de canlı tutmaktadır. Bununla birlikte bu grup olmaya dair eşitlikçi eğilimin, hiyerarşik ve bir yere bakakalan bir grup olmaya dair eğilim tarafından egemenlik altına alınmasının önüne nasıl geçileceği de üzerine düşünülmesi gereken bir şey gibi durmaktadır.

Bitirirken

Bu potansiyel gerilimler, üzerine çalışılacak düşünme alanları gibi gözüküyor ve aslında birçok şekilde de bunlar üzerine çalışılıyor. Bu yönde bir çabanın bir parçası olmayı hedefleyen bu metinde, ortak toplumsal bir deneyim üzerine nasıl düşünebileceğimize dair bazı fikirler sunmaya çalıştım. Gerilim politikalarıyla şekillendirilen gerilim deneyiminin gerileme ile iç içe var oluşuna değinerek, birincisinin ikincisinin sebebi olarak düşünülebileceğini iddia ettim ve bunun mantığından ve göstergelerinden söz ettim.

Aynı zamanda bu gerilemenin, çıkışsız ve çelişkisiz bir nokta olmadığını gösterecek şekilde, içinde taşıdığı ve enerji biriktiren gerilimlerden bahsettim. Bu durumda ise amacım, “Geriliyorum”/“Geriliyor” yüklemli ifadelerin ikinci anlamından (gerileme), birinci anlamına (gerilim) doğru bir dönüşü yakalamaktı. Birinci anlama tekrar dönebilmemizin, bu metnin kendi döngüsünü tamamladığını ifade ettiğini düşünüyorum. Bununla birlikte hiçbir zaman tamamlanma diye bir şeyin mümkün olmayacağını, gerçeğin ve anlamın “tam” olamayacağını düşünürsek, ikinci anlamdan birinciye farklı bir fiille dönüş yaparak simetriyi bozmamızın, yeni açık noktalara ve dallanma olanaklarına işaret ettiğini görebiliriz.

Baran

5 Mayıs 2016 Perşembe

1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevi Üzerine

 İstanbul’da 1 Mayıs eyleminin nerede yapılması gerektiği üzerine yürütülen tartışmalar sembollerin işlevleri ve sembollerle kurduğumuz ilişkiler üzerine düşünmemiz için verimli bir alan açıyor. Burada Taksim tartışmalarının bize açtığı yolu izleyerek, sembollerle ilişkimizi düzenlerken aklımızda bulunabilecek bir mantık önereceğim.* Metinde “sembol” kavramının –her ne kadar yeterli olmasa da metin açısından iş görecek kapsamda bir açıklama yapmak gerekirse- toplumsal ilişkilerin görsel, kavramsal, kurumsal, vb. gibi başka yöntemlerle bir noktada toplanmasına ve onların belli bir alana kapatılmasına (ya da buna meyledilmesine) gönderme yaptığı düşünülebilir. Gerek konunun başlangıç noktasıyla bağlantılı olarak “Taksim”i, gerek bir kavram, kişi, kurum ya da düşünceyi, bağlamına göre bir sembol olarak ele alabiliriz.

Sembollerin İki Yönlü İşlevi

 Bireysel ve toplumsal hayatın akışında sembollerin işlevinin iki yönlü olabileceğini söylemek mümkün. Semboller bir yanda yaratıcılığı ve özgürlüğü çoğaltan ruhsal ya da toplumsal örgütlenmeler sağlarken, diğer yanda da yaratıcılığı ve özgürleşmeyi kısıtlayan, bazen de yıkıcı olabilecek işlevler üstlenebilmekte. Bireyin hayat akışı içerisinde düşündüğümüzde birinci eğilim, kişinin iç dünyasının kendi “parçalarını” kapsama, kendi bütünselliğini, ilişkiselliğini ve karşılıklılığını kurma, yaratıcı potansiyeller oluşturma ve onları kullanma güçlerinin gelişmesi anlamına gelir. Bir toplumun (toplumsal ilişkilerin) hayat akışını da bununla paralel düşünebiliriz; semboller toplumun, parçalarını tanıyarak kapsayan, onları birbirine bağlayan, bütünselleştirici, eşitlikçi ve özgürleşmeci dinamiklerini canlandırabilir. Bu gibi durumlarda semboller, düşünceler ve insanlar arasında yeni bağlara imkan oluştururken, insanların bir arada yaşam, örgütlenme ve üretiminde yapıcı rol oynar ve bu ilişkilere aracılık ederler.

 Buna karşın sembollerin buna zıt yönde işlevleri de ortaya çıkabilmektedir. Birey düzleminde bu işlevler zihinsel hareketi engelleyici, düşünceyi donuklaştırıcı, izole edici ve gerçeklikten koparıcı olabilir. Toplum düzleminde de sembolün bu yönde işleyişi aynılaştırıcı, ayrıştırıcı, hiyerarşikleştirici, dışlayıcı ve yıkıcı özelliklerin harekete geçmesi anlamına gelir. Eşitlerin bağları yıkılırken, uç durumlarda yıkım yaşamın kendisinin yıkımı olarak gerçekleşir. Bir önceki işlevin ön planda olduğu durumlarda semboller toplumsal ilişkilere aracılık edip, etkileşimi sağlarken bu işlevin gerçekleştiği durumlar toplumsal ilişkilerden, dayanışma ve paylaşmadan geriye çekilmeyi temsil eder. İster birey, ister toplum bağlamında düşünelim sembollerin bu işlevi görmeye başlaması, katılaşmaları, soyutlaşmaları ve kendi başlarına var gibi gözükmeleri anlamına gelir. Semboller soyutlaştıkça onları var eden ilişki ve süreçler daha çok gizlenir; tarihsellik ve toplumsal gerçeklik görünürlüğünü yitirir.  

 Semboller tarih ve toplumsal gerçeklik dışı varlıklar olmadıklarına ve duruma göre bu iki işlevi de görebildiklerine göre, bu işlevlerden hangisinin gerçekleşeceğinin ne tarafından belirlendiği önemli bir soru olarak karşımıza çıkar. Sembolün o anki işlevinde bu karşıt potansiyellerden hangisinin hâkim hale geleceğini belirleyen nedir? Sanırım, böyle bir akıl yürütme yapılsın ya da yapılmasın “Taksim tartışmalarının” cevap aradığı temel bir soru budur. Sembollerin bu iki eğiliminden birinin, tarihsel “varlık”lar olarak içinde bulundukları bağlam tarafından güçlendirildiğini varsayabiliriz. O halde bağlamın ne olarak tespit edileceği ve hangi özelliklerinin ön plana çıkarılacağı, cevapları belirleyici olacak sorular haline gelir. Farklı soyutlama düzeylerinin ve konumlanma noktalarının seçilebileceği böyle bir tartışmada benim tercihim sınıf mücadelesinin en genel ve en yaygın iki bağlamını seçmek olacak: kapitalizm (“ekonomik” bağlam) ve kapitalist devlet (siyasal bağlam). Sembollerin bu iki bağlamla ilişkisini aşağıda kısaca ele almaya çalışacağım.

Sembollerin Bağlamı

 “Meta fetişizmi” -kapitalist üretim ilişkileri düzeninde toplumsal ilişkilerin metalar arasındaki ilişkiler olarak göründüğü tezi- semboller ve kapitalizmin ilişkisini tanımamızı kolaylaştıracak bir fikir gibi duruyor. Buna göre, metaların birbiriyle ilişkide bulunma tarzını, insanların ilişkide bulunma ve toplumsal ilişkilerin var olma tarzı yerine koymamız demek, hareket içerisinde ve birbirine bağlı olan toplumsal ilişkilerin, katı ve sınırlı “biçim”ler içine hapsolması (hapsedilmeye çalışılması) demektir. Bu bağlamda toplumsal yaşam bize kategorik olarak birbirinden kesin sınırlarla ayrılmış, soyut, tarihsiz, katı ve hareketsiz “şeylerin” var ve ilişkide olduğu bir yer olarak gözükür. Kapitalizm, meta düzeninin, emeğin meta olarak soyutlanmasının, yani soyut emeğin hâkimiyetidir. O zaman semboller de böyle bir fetişizme eğilimli bir düzen içinde ortaya çıkarlar; yani meta düzeninin hâkimiyeti altındaki toplumsal yaşam/zihin bağlamında. Bu düzen içinde sembollerin katılaşarak toplumsal ilişkileri gizleme eğilimi, meta fetişizminin metaya benzeme eğilimi ile birlikte düşünüldüğünde; kapitalizm bağlamı içerisinde ortaya çıkan sembollerin, donuklaştırıcı-yıkıcı yöndeki işlevlerinin, “ekonomik” bağlam tarafından güçlendirileceği ve ön plana konacağı söylenebilir.

 Semboller ve kapitalizm ilişkisini düşünürken kullanabileceğimiz diğer bir önerme de devletin, toplumun gücünün yabancılaşarak kendine karşı bir güce dönüşmüş bir biçimi olduğu ve tarihsel olarak sınıf çatışmasında baskının kullanımının “devredildiği” alan olduğudur. Bu minvalde düşündüğümüzde devletin iki yönü ön plana çıkar. Birincisi yabancılaşmış bir ilişki biçimi olarak kendi alanına giren ilişkileri yabancılaştırma özelliği, ikincisi de yapısal olarak zor ve şiddet potansiyelini barındırıyor olmasıdır. Bunlara bir de meta fetişizmi teziyle paralel olarak devletin, kendini oluşturan toplumsal ilişkileri gözden ırak kılan bir “biçim” olduğu fikrini de eklersek, devletin toplumla ilişkisinde üç etki tespit etmiş oluruz: yabancılaştırma, baskılama ve sabitleştirme/gizleme. Devletle girilen her ilişkinin bu güçlerin izlerini farklı oranlarda taşıyacağı söylenebilir. Semboller açısından varsayabileceğimiz ise, devletin –doğal olarak hiyerarşik bir ilişkide olduğu- toplumla ilişkisine bu özelliklerinin etkide bulunduğu ve rengini verdiği; dolayısıyla bu iletişimdeki sembollerin devletin etkileri doğrultusunda yabancı, baskılayıcı ve sabit/gizleyici varoluşlar haline gelebileceğidir. Devletin açık şiddetini arttırdığı ve söz ve düşüncenin önüne aşması güç fiziksel engeller koyduğu durumlarda (esasında karşılıksız hale gelen bir) iletişim içerisinde bulunan semboller, gittikçe daha yabancı, baskılayıcı ve katı hale gelirler. (Elbette bu tip durumlarda da aşağıdabahsedeceğimiz karşıt eğilimlerin varlığı ve gücü değerlendirilmeden sembollerin o anki işlevi tespit edilemez.)   

 Yani birer bağlam olarak kapitalizmin ve kapitalist devletin, sembollerin donuklaştırıcı/yıkıcı işlevlerinin ön plana çıkmasına katkıda bulunan, onları katı(laştırıcı), sabit(leştrici) ayrı(ştıran), hiyerarşik(leştiren), soyut(laştıran), vb. varoluşlar olarak kuran özellikleri var. O zaman verili bir anda bu iki içkin eğilim ne kadar güçlüyse bu tip işlevlerin de o kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkacağını düşünebiliriz. Metalaşma, soyut emek ne kadar hakimse, o bağlam içerisindeki semboller de yaratıcılığa zıt özellikler doğrultusunda işlemeye o kadar eğilimli hale gelir. Devlet o sembollerin kullanımı ile ne kadar temas halinde ise ve devletin şiddeti ne kadar yoğun hissediliyorsa, yine semboller bahsedilen bu özellikler doğrultusunda işlev gösterir.

 Buraya kadar bir sembolün işlevinde hâkim hale gelecek olan tarafı belirleyenin ne olduğu sorusuna sadece bir yönden cevap ürettik diye düşünebiliriz. Bunu tamamlamak için, yine bu iki bağlama ihtiyacımız var ama bu sefer bakmamız gereken eğilimler, kapitalizmin taşıdığı çelişkilerde sisteme karşı işleyen dinamikler.

 Bu dinamiklerin birincisi meta fetişizminin bozulmasının kaynağının bizzat onu üreten ve emeği “soyutlanan”da olduğu tezidir. Bu minvalde emeğin akışkan, yaratıcı ve çoğul doğası (somut emek olarak ifade edilen) ve artı-değer sömürüsünün gerçekleştiği “ekonomik” alanın halihazırda bir sınıf çelişkisi/çatışması düzlemi olması kapitalizm için yıkıcı potansiyeli taşıyan özne olarak işçi sınıfına işaret eder. Meta egemenliği karşısında gelişen ve kapitalizmin sonunu getirebilecek bu dinamikler, ilişkisellik, eşitlik, akışkanlık ve bütünsellik potansiyellerinin taşıyıcısı olarak düşünülebilirler. Bu dinamiklerin, sınıf hareketi veya soyut emek mantığına karşı diğer toplumsal mücadelelerinin güçlendiği zamanlarda sembollerin de yaratıcılığı ve ilişkiselliği arttıran işlevlerinin hâkim hale geldiği söylenebilir. Böyle durumlarda semboller kolektif ve paylaşımcı birlikteliklerin yaratıcısı ve taşıyıcısı olurlar. Ortak hafızayı üretir ve biriktirirler. Yayılmaları iletişimin ve yeni bağların önünü açar.

 İkinci sistem karşıtı eğilim ise toplumun devletle çelişkili bir ilişkisinin olması dolayısıyla taşıdığı, yabancılaşmış iktidardan kurtulma eğilimidir. Temsilden ve ortak bir kamu gücüne devredilmiş yetkilerden farklı olarak, toplumdan soyutlanan bir iktidarın toplum karşıtı bir şekilde işleme eğilimidir, kapitalist devlet. Bu ilişki içerisinde söz hakkı ve yetki, canlı oluş korunduğu sürece mantıksal olarak hiçbir zaman tamamıyla soyutlanamaz ve kişilerin her zaman (çok farklı derecelerde) koruduğu iktidar ve özgürlük alanları devletin varoluşuyla çelişki halinde kalır. Devletin kategorileştirme ve baskılama özelliklerini kullanma oranıyla, çelişkinin keskinleşmesinin oranı arasındaki ilişkinin ne olduğunu tartışmak bu metnin konusu değildir ama bu ikisi arasında biri artınca diğerinin de arttığı doğrusal bir ilişki kurmak mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte önemli olan şudur ki, çelişki her zaman nesnel olarak oradadır ve bu çelişkide toplumun iktidarını kendi eline alma eğilimi arttıkça, eşitlikçi, farklılıkları kapsayıcı ve paylaşımcı dinamiklerin de artacağı söylenebilir. Böyle bir bağlam içerisinde sembollerin bu dinamiklerle paralel özellikleri ön plana geçer ve semboller iletişimi, toplumsal hafızayı, yüzleşmeyi, adaleti, birbirini tanımayı taşır hale gelir.

 Yani belirli bir bağlam içerisinde “ekonomik” ve siyasal bağlama karşıt eğilimler canlı ve güçlü oluşu, o bağlam içerisinde kullanılan sembollerin işlevini de canlandırıcı ve güçlendirici olmaya doğru kaydıracaktır. Bu anlamda sistem karşıtı canlılık ve gücün yükseldiği durumlar –ki nicel birikimlerin bununla ilişkisi ayrı bir tartışma konusudur- o anda kullanılan sembollerle de bağımızı daha canlı ve güçlü hale getirir. Ne var ki, kapitalizm ve kapitalist devlet bertaraf edilmediği sürece etkisini sürdürecek olan fetişleştirici ve donuklaştırıcı güçler, diğer işlevi harekete geçirmenin yeni yollarını bulurlar. Bazen bu güçler süreğen mücadeleler esnasında mevcut sistem karşıtı eğilimleri yavaşlatıcı bir rol oynarlar. Bazen ise bu güçler (yani bunları kullanan sınıfsal özneler) sembollerin yaratıcı şekilde kullanıldığı ve kazanımlarla sonuçlanan süreçlerle oluşan yeni durumlarda, kendi hakimiyetleri altında yeni bir bağlam oluştururlar. Bu bağlam içerisinde yaratıcı sembollerin sistem karşıtı içeriklerini soğurarak, onları donuklaştırırlar. Ve bu donuklaştırma sonucunda hâkimiyetlerini yeniden tesis ederler. Bu tip durumlarda –fark edilmesi güç bir şekilde- eski yaratıcı semboller yeni donuklaştırıcı-yıkıcı sembollere dönüşebilir, çünkü bağlamdaki güç dengeleri değişmiştir.

 Sonuç olarak buradaki tezlerin hayat içerisinde tüm bu eğilimlerin tespit edilmesinin kolay olmadığını göz önünde bulundurarak, bize belli bir mantık sunacağına inanıyorum. Bir sembolün işlevinde hangi potansiyelin hâkim hale geleceği, yani bir sembolün yaratıcı mı yoksa donuklaştırıcı-yıkıcı mı işlev göstereceğini neyin belirlediği sorusuna burada iki yönlü bir yanıt vermeye çalıştım. Bir yanda kapitalizmin ve kapitalist devletin “doğaları” gereği donuklaştırıcı-yıkıcı işlevi destekliyor olduğunu ve bu doğanın güçlendiği durumlarda bu işlevin ortaya çıkma olasılığının arttığını söyledim. Diğer yanda da yine kapitalizm ve kapitalist devletin “doğaları” gereği karşıt eğilimler taşıdığı ve bu eğilimlerin güçlenmesinin sembollerin yaratıcılığı arttıracak ve yansıtacak şekilde var olma potansiyelini güçlendireceğini iddia ettim. Belirli bir bağlamda sembollerin işlevleri üzerine düşünürken, bu eğilimlerin değerlendirilmesinin anlamlı olacağını düşünüyorum.

Taksim Tartışması

  Hangi eksenler çerçevesinde yürütüldüğüne değinmemiş olsak da bu metni doğuran “Taksim tartışması”dır. Bu nedenle mantığı bu tartışma özelinde somutlayak metni tamamlayalım. Esasında görünen o ki, tartışmanın arka planında yer alan temel sorulardan biri Taksim’in bir sembol olarak işlevinin ne olduğudur. Bu soruyu burada kurduğumuz mantık çerçevesinde şöyle sorabiliriz: Taksim yaratıcılığı, bir araya gelmeyi ve çoğulluğu arttıran bir sembol mü, yoksa katılaştırıcı, zihni ve birliktelikleri donuklaştıran, iletişimi engelleyen bir sembol müdür? Soruyu bu şekilde sorduğumuzda (bağlamsız) genel bir yanıt vermenin mümkün olmadığını yukarıda iddia etmiştik. Bu iddia aslında şu anlama da gelir: bu sorunun genel geçer bir yanıtı yoktur. Taksim tartışmalarının zorunlu olarak bir bağlam içerisinde yapıldığını düşündüğümüzde, soruyu cevaplayabilmek için bu bağlamın özelliklerini düşünmek gerekli hale gelir. Bu metindeki mantıktan yola çıkarsak, soruya cevap vermek için önce şu soruya cevap vermemiz gerekir: Bağlamımız soyut emeğin ve devletin katılaştırıcı, kategorikleştirici, dondurucu, baskıcı, hiyerarşikleştirici özelliklerinin yoğun olduğu bir dönem mi, yoksa sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadelelerin ve toplumun iktidar alanlarını açma eğilimlerinin güçlü olduğu bir dönem midir? Bu soruya verilecek yanıt bağlamın özelliklerini, bağlamın özellikleri ise Taksim’in o an ne yönde işlev gösterecek sembol olduğunu bize söyleyecektir.

 Böyle düşündüğümüzde Taksim’in bir sembol olarak hafıza taşıyıcı, yaratıcılığı ve çoğulluğu oluşturan, birliktelik ve paylaşımı arttıran, yas tutma ve mücadele etmeyi buluşturan özelliklerinin ortaya çıkması için soyut emeğinin ve devletin alanına karşı eğilimlerin güçlü olması gerekmektedir. Aksi takdirde sembolün iletişimin önünü kapayan, toplumsal ilişkilerden ve bir hafızadan oluştuğunu gizleyen, kullanıcısının zihnini tıkayan ve katılaştıran özelliklerin oraya çıkması söz konusu olur. İçinde bulunduğumuz dönemin de karşıt eğilimlerin güçlü olduğu bir dönem olduğunu söylemek kolay gözükmemektedir. Böyle bir durumda, karşıt eğilimleri güçlendirmeden bu sembolün kullanımı, yazıda bahsedilen donuklaştırıcı-yıkıcı eğilimleri güçlendirebilir. Bununla birlikte verilecek cevap ne olursa olsun burada önerilen yöntem veya başka bir yöntemle eleştirel bir tartışmanın yürütülmesi esas canlandırıcı ve yaratıcı olacak olandır. Kestirme çözümler ve cevaplar da –eğer bu şekilde tanımlayacaksak- kendi başlarına donuk, kopuk ve yabancı düşüncelerin temsili ve esasında bu yönde işleyen semboller olabilirler. Bundan kaçınmak için ilişki kurucu, yaratıcı ve ötekini katabilen düşünme biçimlerine yaslanmak koruyucu olacaktır. Tamamlayıcı bir argüman olarak şu ifade edilmelidir, bir sembolün sistem dinamiklerinin güçlü olduğu zamanlarda kenara konabilmesi, hafızada taşınabilmesi, yenilerinin yaratılabilmesi, anlamının taşınabilmesi bir “terk ediş” değil, o sembolü oluşturan toplumsal ilişkilerin kavranabilmesi ve yeni sembolleri yaratmak üzere kullanılabilmesidir. Gerçeklik düzleminde esas “terk ediş”, bir sembolün sonsuza kadar taşınabileceğini var sayıp arkasındaki toplumsal ilişkileri ve toplumsal gerçekliği terk etmektir.

Notlar:

* İki not düşmekte fayda var: 1. Nasıl ki semboller, toplumsal ilişkilerin “şey” olmuş biçimleri ise, yazıda bahsedilen eğilimler, dinamikler, çelişkiler, işlevler soyutlanmış yapılara değil, somut toplumsal gerçekliği (nesnelliği) kuran insan öznesinin eylemlerine dairdir. Bu bağlamda, tüm bu “doğal” eğilimleri taşıyan da onları değiştirebilecek olan da bu öznedir. 2. Bu metindeki akıl yürütmenin kapitalizm öncesi toplumlara aynı kavramlarla uygulanması mümkün olmadığı için –yazı için belki bir eksiklik olmakla birlikte- bu varsayımlar kapitalizmin tarihsel sınırlarını aşmamaktadır.

Baran