5 Mayıs 2016 Perşembe

1 Mayıs Tartışmaları ve Sembollerin İşlevi Üzerine

 İstanbul’da 1 Mayıs eyleminin nerede yapılması gerektiği üzerine yürütülen tartışmalar sembollerin işlevleri ve sembollerle kurduğumuz ilişkiler üzerine düşünmemiz için verimli bir alan açıyor. Burada Taksim tartışmalarının bize açtığı yolu izleyerek, sembollerle ilişkimizi düzenlerken aklımızda bulunabilecek bir mantık önereceğim.* Metinde “sembol” kavramının –her ne kadar yeterli olmasa da metin açısından iş görecek kapsamda bir açıklama yapmak gerekirse- toplumsal ilişkilerin görsel, kavramsal, kurumsal, vb. gibi başka yöntemlerle bir noktada toplanmasına ve onların belli bir alana kapatılmasına (ya da buna meyledilmesine) gönderme yaptığı düşünülebilir. Gerek konunun başlangıç noktasıyla bağlantılı olarak “Taksim”i, gerek bir kavram, kişi, kurum ya da düşünceyi, bağlamına göre bir sembol olarak ele alabiliriz.

Sembollerin İki Yönlü İşlevi

 Bireysel ve toplumsal hayatın akışında sembollerin işlevinin iki yönlü olabileceğini söylemek mümkün. Semboller bir yanda yaratıcılığı ve özgürlüğü çoğaltan ruhsal ya da toplumsal örgütlenmeler sağlarken, diğer yanda da yaratıcılığı ve özgürleşmeyi kısıtlayan, bazen de yıkıcı olabilecek işlevler üstlenebilmekte. Bireyin hayat akışı içerisinde düşündüğümüzde birinci eğilim, kişinin iç dünyasının kendi “parçalarını” kapsama, kendi bütünselliğini, ilişkiselliğini ve karşılıklılığını kurma, yaratıcı potansiyeller oluşturma ve onları kullanma güçlerinin gelişmesi anlamına gelir. Bir toplumun (toplumsal ilişkilerin) hayat akışını da bununla paralel düşünebiliriz; semboller toplumun, parçalarını tanıyarak kapsayan, onları birbirine bağlayan, bütünselleştirici, eşitlikçi ve özgürleşmeci dinamiklerini canlandırabilir. Bu gibi durumlarda semboller, düşünceler ve insanlar arasında yeni bağlara imkan oluştururken, insanların bir arada yaşam, örgütlenme ve üretiminde yapıcı rol oynar ve bu ilişkilere aracılık ederler.

 Buna karşın sembollerin buna zıt yönde işlevleri de ortaya çıkabilmektedir. Birey düzleminde bu işlevler zihinsel hareketi engelleyici, düşünceyi donuklaştırıcı, izole edici ve gerçeklikten koparıcı olabilir. Toplum düzleminde de sembolün bu yönde işleyişi aynılaştırıcı, ayrıştırıcı, hiyerarşikleştirici, dışlayıcı ve yıkıcı özelliklerin harekete geçmesi anlamına gelir. Eşitlerin bağları yıkılırken, uç durumlarda yıkım yaşamın kendisinin yıkımı olarak gerçekleşir. Bir önceki işlevin ön planda olduğu durumlarda semboller toplumsal ilişkilere aracılık edip, etkileşimi sağlarken bu işlevin gerçekleştiği durumlar toplumsal ilişkilerden, dayanışma ve paylaşmadan geriye çekilmeyi temsil eder. İster birey, ister toplum bağlamında düşünelim sembollerin bu işlevi görmeye başlaması, katılaşmaları, soyutlaşmaları ve kendi başlarına var gibi gözükmeleri anlamına gelir. Semboller soyutlaştıkça onları var eden ilişki ve süreçler daha çok gizlenir; tarihsellik ve toplumsal gerçeklik görünürlüğünü yitirir.  

 Semboller tarih ve toplumsal gerçeklik dışı varlıklar olmadıklarına ve duruma göre bu iki işlevi de görebildiklerine göre, bu işlevlerden hangisinin gerçekleşeceğinin ne tarafından belirlendiği önemli bir soru olarak karşımıza çıkar. Sembolün o anki işlevinde bu karşıt potansiyellerden hangisinin hâkim hale geleceğini belirleyen nedir? Sanırım, böyle bir akıl yürütme yapılsın ya da yapılmasın “Taksim tartışmalarının” cevap aradığı temel bir soru budur. Sembollerin bu iki eğiliminden birinin, tarihsel “varlık”lar olarak içinde bulundukları bağlam tarafından güçlendirildiğini varsayabiliriz. O halde bağlamın ne olarak tespit edileceği ve hangi özelliklerinin ön plana çıkarılacağı, cevapları belirleyici olacak sorular haline gelir. Farklı soyutlama düzeylerinin ve konumlanma noktalarının seçilebileceği böyle bir tartışmada benim tercihim sınıf mücadelesinin en genel ve en yaygın iki bağlamını seçmek olacak: kapitalizm (“ekonomik” bağlam) ve kapitalist devlet (siyasal bağlam). Sembollerin bu iki bağlamla ilişkisini aşağıda kısaca ele almaya çalışacağım.

Sembollerin Bağlamı

 “Meta fetişizmi” -kapitalist üretim ilişkileri düzeninde toplumsal ilişkilerin metalar arasındaki ilişkiler olarak göründüğü tezi- semboller ve kapitalizmin ilişkisini tanımamızı kolaylaştıracak bir fikir gibi duruyor. Buna göre, metaların birbiriyle ilişkide bulunma tarzını, insanların ilişkide bulunma ve toplumsal ilişkilerin var olma tarzı yerine koymamız demek, hareket içerisinde ve birbirine bağlı olan toplumsal ilişkilerin, katı ve sınırlı “biçim”ler içine hapsolması (hapsedilmeye çalışılması) demektir. Bu bağlamda toplumsal yaşam bize kategorik olarak birbirinden kesin sınırlarla ayrılmış, soyut, tarihsiz, katı ve hareketsiz “şeylerin” var ve ilişkide olduğu bir yer olarak gözükür. Kapitalizm, meta düzeninin, emeğin meta olarak soyutlanmasının, yani soyut emeğin hâkimiyetidir. O zaman semboller de böyle bir fetişizme eğilimli bir düzen içinde ortaya çıkarlar; yani meta düzeninin hâkimiyeti altındaki toplumsal yaşam/zihin bağlamında. Bu düzen içinde sembollerin katılaşarak toplumsal ilişkileri gizleme eğilimi, meta fetişizminin metaya benzeme eğilimi ile birlikte düşünüldüğünde; kapitalizm bağlamı içerisinde ortaya çıkan sembollerin, donuklaştırıcı-yıkıcı yöndeki işlevlerinin, “ekonomik” bağlam tarafından güçlendirileceği ve ön plana konacağı söylenebilir.

 Semboller ve kapitalizm ilişkisini düşünürken kullanabileceğimiz diğer bir önerme de devletin, toplumun gücünün yabancılaşarak kendine karşı bir güce dönüşmüş bir biçimi olduğu ve tarihsel olarak sınıf çatışmasında baskının kullanımının “devredildiği” alan olduğudur. Bu minvalde düşündüğümüzde devletin iki yönü ön plana çıkar. Birincisi yabancılaşmış bir ilişki biçimi olarak kendi alanına giren ilişkileri yabancılaştırma özelliği, ikincisi de yapısal olarak zor ve şiddet potansiyelini barındırıyor olmasıdır. Bunlara bir de meta fetişizmi teziyle paralel olarak devletin, kendini oluşturan toplumsal ilişkileri gözden ırak kılan bir “biçim” olduğu fikrini de eklersek, devletin toplumla ilişkisinde üç etki tespit etmiş oluruz: yabancılaştırma, baskılama ve sabitleştirme/gizleme. Devletle girilen her ilişkinin bu güçlerin izlerini farklı oranlarda taşıyacağı söylenebilir. Semboller açısından varsayabileceğimiz ise, devletin –doğal olarak hiyerarşik bir ilişkide olduğu- toplumla ilişkisine bu özelliklerinin etkide bulunduğu ve rengini verdiği; dolayısıyla bu iletişimdeki sembollerin devletin etkileri doğrultusunda yabancı, baskılayıcı ve sabit/gizleyici varoluşlar haline gelebileceğidir. Devletin açık şiddetini arttırdığı ve söz ve düşüncenin önüne aşması güç fiziksel engeller koyduğu durumlarda (esasında karşılıksız hale gelen bir) iletişim içerisinde bulunan semboller, gittikçe daha yabancı, baskılayıcı ve katı hale gelirler. (Elbette bu tip durumlarda da aşağıdabahsedeceğimiz karşıt eğilimlerin varlığı ve gücü değerlendirilmeden sembollerin o anki işlevi tespit edilemez.)   

 Yani birer bağlam olarak kapitalizmin ve kapitalist devletin, sembollerin donuklaştırıcı/yıkıcı işlevlerinin ön plana çıkmasına katkıda bulunan, onları katı(laştırıcı), sabit(leştrici) ayrı(ştıran), hiyerarşik(leştiren), soyut(laştıran), vb. varoluşlar olarak kuran özellikleri var. O zaman verili bir anda bu iki içkin eğilim ne kadar güçlüyse bu tip işlevlerin de o kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkacağını düşünebiliriz. Metalaşma, soyut emek ne kadar hakimse, o bağlam içerisindeki semboller de yaratıcılığa zıt özellikler doğrultusunda işlemeye o kadar eğilimli hale gelir. Devlet o sembollerin kullanımı ile ne kadar temas halinde ise ve devletin şiddeti ne kadar yoğun hissediliyorsa, yine semboller bahsedilen bu özellikler doğrultusunda işlev gösterir.

 Buraya kadar bir sembolün işlevinde hâkim hale gelecek olan tarafı belirleyenin ne olduğu sorusuna sadece bir yönden cevap ürettik diye düşünebiliriz. Bunu tamamlamak için, yine bu iki bağlama ihtiyacımız var ama bu sefer bakmamız gereken eğilimler, kapitalizmin taşıdığı çelişkilerde sisteme karşı işleyen dinamikler.

 Bu dinamiklerin birincisi meta fetişizminin bozulmasının kaynağının bizzat onu üreten ve emeği “soyutlanan”da olduğu tezidir. Bu minvalde emeğin akışkan, yaratıcı ve çoğul doğası (somut emek olarak ifade edilen) ve artı-değer sömürüsünün gerçekleştiği “ekonomik” alanın halihazırda bir sınıf çelişkisi/çatışması düzlemi olması kapitalizm için yıkıcı potansiyeli taşıyan özne olarak işçi sınıfına işaret eder. Meta egemenliği karşısında gelişen ve kapitalizmin sonunu getirebilecek bu dinamikler, ilişkisellik, eşitlik, akışkanlık ve bütünsellik potansiyellerinin taşıyıcısı olarak düşünülebilirler. Bu dinamiklerin, sınıf hareketi veya soyut emek mantığına karşı diğer toplumsal mücadelelerinin güçlendiği zamanlarda sembollerin de yaratıcılığı ve ilişkiselliği arttıran işlevlerinin hâkim hale geldiği söylenebilir. Böyle durumlarda semboller kolektif ve paylaşımcı birlikteliklerin yaratıcısı ve taşıyıcısı olurlar. Ortak hafızayı üretir ve biriktirirler. Yayılmaları iletişimin ve yeni bağların önünü açar.

 İkinci sistem karşıtı eğilim ise toplumun devletle çelişkili bir ilişkisinin olması dolayısıyla taşıdığı, yabancılaşmış iktidardan kurtulma eğilimidir. Temsilden ve ortak bir kamu gücüne devredilmiş yetkilerden farklı olarak, toplumdan soyutlanan bir iktidarın toplum karşıtı bir şekilde işleme eğilimidir, kapitalist devlet. Bu ilişki içerisinde söz hakkı ve yetki, canlı oluş korunduğu sürece mantıksal olarak hiçbir zaman tamamıyla soyutlanamaz ve kişilerin her zaman (çok farklı derecelerde) koruduğu iktidar ve özgürlük alanları devletin varoluşuyla çelişki halinde kalır. Devletin kategorileştirme ve baskılama özelliklerini kullanma oranıyla, çelişkinin keskinleşmesinin oranı arasındaki ilişkinin ne olduğunu tartışmak bu metnin konusu değildir ama bu ikisi arasında biri artınca diğerinin de arttığı doğrusal bir ilişki kurmak mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte önemli olan şudur ki, çelişki her zaman nesnel olarak oradadır ve bu çelişkide toplumun iktidarını kendi eline alma eğilimi arttıkça, eşitlikçi, farklılıkları kapsayıcı ve paylaşımcı dinamiklerin de artacağı söylenebilir. Böyle bir bağlam içerisinde sembollerin bu dinamiklerle paralel özellikleri ön plana geçer ve semboller iletişimi, toplumsal hafızayı, yüzleşmeyi, adaleti, birbirini tanımayı taşır hale gelir.

 Yani belirli bir bağlam içerisinde “ekonomik” ve siyasal bağlama karşıt eğilimler canlı ve güçlü oluşu, o bağlam içerisinde kullanılan sembollerin işlevini de canlandırıcı ve güçlendirici olmaya doğru kaydıracaktır. Bu anlamda sistem karşıtı canlılık ve gücün yükseldiği durumlar –ki nicel birikimlerin bununla ilişkisi ayrı bir tartışma konusudur- o anda kullanılan sembollerle de bağımızı daha canlı ve güçlü hale getirir. Ne var ki, kapitalizm ve kapitalist devlet bertaraf edilmediği sürece etkisini sürdürecek olan fetişleştirici ve donuklaştırıcı güçler, diğer işlevi harekete geçirmenin yeni yollarını bulurlar. Bazen bu güçler süreğen mücadeleler esnasında mevcut sistem karşıtı eğilimleri yavaşlatıcı bir rol oynarlar. Bazen ise bu güçler (yani bunları kullanan sınıfsal özneler) sembollerin yaratıcı şekilde kullanıldığı ve kazanımlarla sonuçlanan süreçlerle oluşan yeni durumlarda, kendi hakimiyetleri altında yeni bir bağlam oluştururlar. Bu bağlam içerisinde yaratıcı sembollerin sistem karşıtı içeriklerini soğurarak, onları donuklaştırırlar. Ve bu donuklaştırma sonucunda hâkimiyetlerini yeniden tesis ederler. Bu tip durumlarda –fark edilmesi güç bir şekilde- eski yaratıcı semboller yeni donuklaştırıcı-yıkıcı sembollere dönüşebilir, çünkü bağlamdaki güç dengeleri değişmiştir.

 Sonuç olarak buradaki tezlerin hayat içerisinde tüm bu eğilimlerin tespit edilmesinin kolay olmadığını göz önünde bulundurarak, bize belli bir mantık sunacağına inanıyorum. Bir sembolün işlevinde hangi potansiyelin hâkim hale geleceği, yani bir sembolün yaratıcı mı yoksa donuklaştırıcı-yıkıcı mı işlev göstereceğini neyin belirlediği sorusuna burada iki yönlü bir yanıt vermeye çalıştım. Bir yanda kapitalizmin ve kapitalist devletin “doğaları” gereği donuklaştırıcı-yıkıcı işlevi destekliyor olduğunu ve bu doğanın güçlendiği durumlarda bu işlevin ortaya çıkma olasılığının arttığını söyledim. Diğer yanda da yine kapitalizm ve kapitalist devletin “doğaları” gereği karşıt eğilimler taşıdığı ve bu eğilimlerin güçlenmesinin sembollerin yaratıcılığı arttıracak ve yansıtacak şekilde var olma potansiyelini güçlendireceğini iddia ettim. Belirli bir bağlamda sembollerin işlevleri üzerine düşünürken, bu eğilimlerin değerlendirilmesinin anlamlı olacağını düşünüyorum.

Taksim Tartışması

  Hangi eksenler çerçevesinde yürütüldüğüne değinmemiş olsak da bu metni doğuran “Taksim tartışması”dır. Bu nedenle mantığı bu tartışma özelinde somutlayak metni tamamlayalım. Esasında görünen o ki, tartışmanın arka planında yer alan temel sorulardan biri Taksim’in bir sembol olarak işlevinin ne olduğudur. Bu soruyu burada kurduğumuz mantık çerçevesinde şöyle sorabiliriz: Taksim yaratıcılığı, bir araya gelmeyi ve çoğulluğu arttıran bir sembol mü, yoksa katılaştırıcı, zihni ve birliktelikleri donuklaştıran, iletişimi engelleyen bir sembol müdür? Soruyu bu şekilde sorduğumuzda (bağlamsız) genel bir yanıt vermenin mümkün olmadığını yukarıda iddia etmiştik. Bu iddia aslında şu anlama da gelir: bu sorunun genel geçer bir yanıtı yoktur. Taksim tartışmalarının zorunlu olarak bir bağlam içerisinde yapıldığını düşündüğümüzde, soruyu cevaplayabilmek için bu bağlamın özelliklerini düşünmek gerekli hale gelir. Bu metindeki mantıktan yola çıkarsak, soruya cevap vermek için önce şu soruya cevap vermemiz gerekir: Bağlamımız soyut emeğin ve devletin katılaştırıcı, kategorikleştirici, dondurucu, baskıcı, hiyerarşikleştirici özelliklerinin yoğun olduğu bir dönem mi, yoksa sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadelelerin ve toplumun iktidar alanlarını açma eğilimlerinin güçlü olduğu bir dönem midir? Bu soruya verilecek yanıt bağlamın özelliklerini, bağlamın özellikleri ise Taksim’in o an ne yönde işlev gösterecek sembol olduğunu bize söyleyecektir.

 Böyle düşündüğümüzde Taksim’in bir sembol olarak hafıza taşıyıcı, yaratıcılığı ve çoğulluğu oluşturan, birliktelik ve paylaşımı arttıran, yas tutma ve mücadele etmeyi buluşturan özelliklerinin ortaya çıkması için soyut emeğinin ve devletin alanına karşı eğilimlerin güçlü olması gerekmektedir. Aksi takdirde sembolün iletişimin önünü kapayan, toplumsal ilişkilerden ve bir hafızadan oluştuğunu gizleyen, kullanıcısının zihnini tıkayan ve katılaştıran özelliklerin oraya çıkması söz konusu olur. İçinde bulunduğumuz dönemin de karşıt eğilimlerin güçlü olduğu bir dönem olduğunu söylemek kolay gözükmemektedir. Böyle bir durumda, karşıt eğilimleri güçlendirmeden bu sembolün kullanımı, yazıda bahsedilen donuklaştırıcı-yıkıcı eğilimleri güçlendirebilir. Bununla birlikte verilecek cevap ne olursa olsun burada önerilen yöntem veya başka bir yöntemle eleştirel bir tartışmanın yürütülmesi esas canlandırıcı ve yaratıcı olacak olandır. Kestirme çözümler ve cevaplar da –eğer bu şekilde tanımlayacaksak- kendi başlarına donuk, kopuk ve yabancı düşüncelerin temsili ve esasında bu yönde işleyen semboller olabilirler. Bundan kaçınmak için ilişki kurucu, yaratıcı ve ötekini katabilen düşünme biçimlerine yaslanmak koruyucu olacaktır. Tamamlayıcı bir argüman olarak şu ifade edilmelidir, bir sembolün sistem dinamiklerinin güçlü olduğu zamanlarda kenara konabilmesi, hafızada taşınabilmesi, yenilerinin yaratılabilmesi, anlamının taşınabilmesi bir “terk ediş” değil, o sembolü oluşturan toplumsal ilişkilerin kavranabilmesi ve yeni sembolleri yaratmak üzere kullanılabilmesidir. Gerçeklik düzleminde esas “terk ediş”, bir sembolün sonsuza kadar taşınabileceğini var sayıp arkasındaki toplumsal ilişkileri ve toplumsal gerçekliği terk etmektir.

Notlar:

* İki not düşmekte fayda var: 1. Nasıl ki semboller, toplumsal ilişkilerin “şey” olmuş biçimleri ise, yazıda bahsedilen eğilimler, dinamikler, çelişkiler, işlevler soyutlanmış yapılara değil, somut toplumsal gerçekliği (nesnelliği) kuran insan öznesinin eylemlerine dairdir. Bu bağlamda, tüm bu “doğal” eğilimleri taşıyan da onları değiştirebilecek olan da bu öznedir. 2. Bu metindeki akıl yürütmenin kapitalizm öncesi toplumlara aynı kavramlarla uygulanması mümkün olmadığı için –yazı için belki bir eksiklik olmakla birlikte- bu varsayımlar kapitalizmin tarihsel sınırlarını aşmamaktadır.

Baran

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder