25 Eylül 2020 Cuma

Sınıf yarası ve kurum yoksunluğumuz üzerine birkaç not

Baran Gürsel

Genç bir kargo işçisinin intihar mektubunun yaygın şekilde paylaşılmasının düşündürdüğü birkaç şeyi tartışmaya açmak istedim. 

* Güncel toplumsal koşulların, sermaye ve devlet otoriterliğinin sınırsızlığının, ne kadar incitici, bağ zedeleyici ve içe döndürücü olabileceğine, ötekileri/ötesini içeren hayallerin önünü tıkayabileceğine katılmamak mümkün değil. Ama bu potansiyel ve güncel gerçeklikler bana kalırsa, perdeler arkasına saklanan, bastırılan gerçekler olmaktan daha çok, aynı anda hem sahnede olan hem inkâr edilen, aynı anda hem bilinen hem de bilinmeyen gerçeklikler. Bu ikircikli hal ve sıkışıklık korunabildikçe sürdürülen, sürdükçe sıkışan ve sıkıştıran bir bağlam içindeyiz. Bu bize, bir şeylerin tam görülemediğini, bazı bağlantıların kurulamadığını düşündürüyor ama çözümün, kapitalizmin ve otoriter devlet düzeninin sırlarını teşhir etmeye odaklanmaktan ve düzenin yıkıcılığının tüm çıplaklığıyla sunulmasından geçtiğinden şüpheliyim.

 * Böyle bir bağlamda ve bağsızlık ortamında, gerçekliği sunma şeklimiz ne kadar çıplak ve filtrelenmemiş olursa, ortaklık duygusundan ve mücadele arzusundan çok, korku ve içe dönmeye vesile veya en azından ortak olmamız daha muhtemel geliyor bana. Zihinlerde, trajik olanla mücadeleci hayal/eylem arasındaki mesafenin katedilebilmesi için daha başka şeylere ihtiyaç var. Bu mesafeyi almaya yarayacak özdeşleşmeleri (kurumlar ve kurumsal karakterler, trajik olanı aşan söylemler, tekrarı aşan eylemler, vb.) hâlâ bulmuş, yaratmış değiliz veya unutmuşuz gibi düşünüyorum. Dolayısıyla o mesafenin yerinde, içine kolayca düşülebilecek bir boşluk durmakta.

* Bir sınıf yarasını, çalışma acısını, sınıfsal bir eylemi, toplumsal koşulların bir görünümü olarak yorumlamak ve bu yolla toplumsallaştırmakla, bireysel/biyografik olanı "olduğu gibi" alenileştirmek arasına da bir fark koyulmalı belki. Bir yandan toplumsal yorumun/eylemin yorumlayıcı/dönüştürücü niteliğini hatırlamak ve korumak için bu gerekli görünüyor. Öte yandan da, öznellikle toplumsal gerçeklik arasındaki farkı gündemde tutmak, her şeye rağmen öznelliğin toplumsal gerçeklik tarafından yutulması, yok edilmesi dışında bir seçeneğin var olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak için bunu yapmak gerekiyor. Bireysel ya da kolektif olsun, dünyaya yönelen bir canlılığın dayanağı ancak bu olabilir gibi geliyor bana.

* Sunuşumuzun; yaranın ve eylemin işaret ettiği, taşıdığı, kişinin çevresine ve topluma yayılması muhtemel tahribata nasıl bir etkisi olacağını düşünmekten de vazgeçmemeliyiz bana kalırsa. Dayanağımız toplumsal sorumluluksa, bunu da bir toplumsal sorumluluk kabul ederek hareket edebiliriz. Gidene ve kalana karşı sorumluluğumuzun ne olduğuna bu kadar hızlı karar vermemeliyiz belki de –evet tam da bu ortamda. Alımlayış ile sunuş arasına bir duraksama zamanı koymamızın önünde çok fazla engel olduğunu hissediyor olabiliriz ama bu biraz da kurumsuzluktan kaynaklanıyor sanırım.   

* Bireysel deneyim ile toplumsal yorum/eylem, duymak ile duyurmak ve -en başa dönersek- yara ile arzu arasındaki mesafeyi koruyacak, ikincilerin birinciler üzerine çökmesine engel olacak ve birincilerin ikincilere bağlanmasına zemin sunacak sınıf kurumlarına ihtiyacımız var. Sınıf kurumlarını onarmak ve yeniden kurmak için önemli bir neden de bu bence.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder