26 Aralık 2017 Salı

#Hayır, Hiç Olmamış Gibi Başlamak

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
 Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/11/12/hayir-hic-olmamis-gibi-baslamak/ )

#Hayır, hiç olmamış gibi başlamak: Ezilenlerin Kendini Örgütlemesi Üzerine  / Atıf Güney
 
Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel süreç birtakım yenilikler ile beraber eskinin birçok dinamiğini de içinde barındırıyor. Esas yeniliğin, Gezi direnişi ile birlikte devlet-olmayan cephesinde önemli bir gelişim sağlanmışken açılan o tarihsel dönemin bugün bir anlamda sonunun görünmesi olduğu söylenebilir.1 Gezi, Türkiye’nin yakın döneminde, büyük bir kalabalığı devletin karşısında örgütlemesi, devletin egemenlik alanını daraltması ve kendine demokratik örgütlenme alanları açması ile politik tarihimizde önemli bir açılım yaratmıştı.
 
Çeşitli seçimler ve nihayet 7 Haziran sonrasında devletin gösterdiği reaksiyon ile, açılan bu dönemin kapandığı söylenebilir. Bu nedenle referandum devletin kendisini yeniden örgütlemesi açısından tarihsel anlam ifade ediyor. Nihayetinde, Gezi ile açılan dönem karşısında devletin temel tutumu devlet olduğu gerçeğini hatırlamak ve hatırlatmak oldu. Devletin bekası için ve devlet adına devlet içi iktidar çatışmalarının olabileceğini, devletin egemenlik alanında olmayan bölgelere kadar uzanan çatışmalar ve savaşlar yaşanabileceğini, devletin kırılganlığını ve gerektiğinde ne ölçüde kudretli olabileceğini gösterdi. Referandum ile birlikte, devlet kendi konsolidasyon çalışmasını daha da güçlendirecek bir zemin buldu. Ancak bu zemin hala daha kırılganlıklar beslemekte.
 
Esasında bu rejimin iktisadi sistemi daha önceleri birçok defa en geniş tanımıyla neoliberalizm olarak ifade edilmişti. Ancak mevcut rejimin geçiş süreci içerisinde atılan adımlar, neoliberal şok doktrini ile otoriter ve merkezi bir yapı arasında bir gerilim içerisinde olunduğunu da gösteriyor. Örneğin, KHK ile işten çıkarılan birçok kişinin mevcut durumu Türkiye’de çalışma rejiminin ne tür bir güvencesizlik rejimi ile kurumsallaşacağının önemli bir göstergesi. Benzer şekilde, 2012 yılı sonbaharında yeni YÖK yasa tasarısı ile üniversitelerde inşa edilmek istenen, ancak o dönemin konjonktürü nedeniyle başarılamayan yeni üniversite rejimi bugünün KHK tipi kurumsallaştırma biçim kazanarak hayata geçiriliyor. Aynı şey Varlık Fonu ve benzeri kurumsallaşma biçimleriyle de kendini göstermekte.
 
Anayasa referandumu sürecindeki “hayır” çalışmaları, “kendimiz dışına çıkmalıyız” gibi hayati birçok şeyi sezmesine, özellikle sokak çalışmaları yaparak da bunu gerçekleştirmeyi arzulamasına rağmen devletin bu mücadeleyi kendi sahasında kurduğunu hatırlamak gerekiyor. –Evet-Hayır gerilimi, yüzde50’lik bölünme arasında gerçekleşiyor. Yani bölünme devletin sahipleri ile devlet-olmayan arasında değil; devletin konsolide edebildiği ve kendi projesi etrafında toplayabildiği “millet” ile bu projeyi farklı nedenlerle kabul etmeyen ve millet olmaktan dışlanan hayli kalabalık bir toplam arasındaki gerilim olarak örgütleniyor. Tam da bu nedenle, devletin sahipleri esas olarak milletin arkasına gizlenmiştir ve milletten aldığı güç ve onu radikalleştirebilme eğilimiyle halk olmaktan dışlananı korkutmayı, sindirmeyi, yenmeyi amaçlamaktadır.
 
Pat Durumu
 
Burada bir şirket-parti modeline dönüşmüş ve kemikleşmiş iktidarın, ana muhalefetin, devletin sibop partisinin ve Kürt hareketi ve çevresinde oluşan bloğun esas olarak belirli sınırlara dayanmış olmasını da gözlemleyebiliriz. Bir “pat durumu” söz konusu ki bu durum yeni de değil aslında. Lakin sınırları karikatürize edilmiş haliyle yüzde50 üzerinden düşünürsek, yüzde50’lik dengenin mevcut siyaset araçları ve enstrümanları ile çözülmesinin pek de gerçekçi olmadığı söylenebilir.
 
Şirket-partinin kemikleşmiş ve belirli bir tahayyüle dayanan, esasında “aynı gemideyiz” metaforu ile çıkarlarını özdeşleştirmeyi başardığı geniş halk kitlelerindeki mevcut dizilimini değiştirmenin bu koşullarda mümkün olmadığı açık.2 Aynı şey dışlanan yüzde50 için de geçerli. Siyaseti kuran temel dinamik belirli kimliklere referansa bağlı olduğunda, siyaset değişikliği “kimliğini değiştir” gibi varoluşsal bir düzleme taşınarak imkânsızlaşabiliyor. Kaldı ki bu kimlikler belli birtakım kültürel ve sosyal kodlara ve iktisadi ortaklıklara dayandığında, diyalog ve değişim neredeyse imkânsız hale geliyor. Ufkumuzu da darlaştıran çıkmaz biraz burada başlıyor, bunu kırmak için de önce bu ufku var eden algıyı kırmak gerekiyor.
 
Nihayetinde bir şirket-partinin geniş halk kesimlerini örgütleme pratiği, birtakım somut çıkar ilişkilerine dayanıyor. Parti bir şirket yönetir gibi bu ilişkileri kurarak, düzenleyerek ve dağıtarak yönetiyor. Dolayısıyla, partiye bağlı kitleler bu şirketin kazanımlarını kendi çıkarları ile özdeş olarak görüyor. Bugüne kadar rıza-sadaka ilişkisi üzerinden anlamlandırılan bu modelin çok daha köklü birçok somut ilişkiyi harekete geçirdiğini ve örgütleyebildiğini her daim akılda tutmak gerekiyor.
 
yüzde99
 
O halde mevcut dengeleri değiştirmek için bazı somut adımlara ihtiyaç var. Öncelikle devletin uzun yıllardır toplumu bölme ekseni olarak kullandığı yüzde50 metaforundan kurtulmak, örgütlenme çıtasını (“Wall Street’i İşgal Et” (Occupy Wall Street) eylemlerinde kullanılan metaforla) yüzde99’a çekebilmeyi başarabilen bir ufuk oluşturmak önemli. Sol’un bugün ihtiyaç duyduğu temel şey yüzde99’un kendisini örgütleyebileceği politika araçları, enstrümanları, yöntemleri icat etmektir. Böyle bir perspektif maddi gerçekliğe dayanmayan çeşitli ideolojik bölünmelerin önüne geçmeyi, dahası örgütlenme probleminin kendisini bir toplumsal mesele olarak inşa etmeyi gerektirir. Böylece “örgütlenmek nedir” sorusu, sadece çeşitli partilerin kendilerini örgütleme problemi olmaktan çıkar, toplum içinde toplumun örgütlenmesi gibi somut bir yaklaşımın parçası haline gelir.
 
Böylece toplumun örgütlenmesi meselesi, birtakım örgütleyici figürlerin ne için çalışması gerektiğinin çerçevesini çizer. Nihayetinde toplum çeşitli eşitsizlikler, moleküler ilişkiler, ağlar ve maddi pratikler üzerine kurulmaktadır. Dolayısıyla örgütlenme sorunsalı da eşitsizliklere bağlı ilişkilerin örgütlenerek ezilenlerin güçlenmeleri, kendilerini ifade etmeleri ve toplumsal bir güç haline gelmeleri gibi bir sonuç üretir. Bu bağlamda ezilenlerin güçlenmeleri ve örgütlenmeleri adına yapılacak somut çalışmalar, klasik şekilde “halk içinde çalışma”, “taban çalışması”, “kitle çalışması” gibi ifade edilmiş birtakım pratikleri zorunlu kılar.
 
Diğer bir deyişle, çeşitli partileri örgütlemek için yola çıkmak ile toplumun kendisini örgütlemek için yola çıkmak arasında önemli bir fark vardır. İkincisinde örgütleyici, kendi içinde bulunduğu alanın somut ihtiyaçlarını tespit ederek eşitsizlikleri ezilenlerin lehine çözmeyi ve ezilenlerin kendilerini güçlendirecek araçları keşfetmeyi amaçlar. Bunun nihai sonucu bir parti de olabilir; ancak ezilenlerin ihtiyaçlarını öncelikli kılan, onlarla beraber bu ihtiyaçları keşfeden ve örgütleyen bir çalışma hem siyasetin başlangıç prensipleri ve amaçlarıyla uyumludur hem de daha kalıcı sonuçlar vermesi açısından pratiktir. Bir yandan da bu tarz bir yaklaşım, siyaseti kendi siyasal yaklaşımını kitlelere aktarmak/tanzim etmek ve onların rızalarını kazanmak perspektifi olmaktan çıkarır ve kendimiz dışındakilerle beraber, dolayısıyla “herkes-için” siyaset kurabilmenin olanaklarını açar.
 
Özellikle referandum, başkanlık seçimleri ve hatta parlamento seçimleri döneminde kampanyalar yapmak, geniş kitleler arasında politikaya ilgi duyulan bir dönemde ilgi ve ihtiyaçlara yönelik çeşitli iletişim araçları geliştirmek son derece önemlidir. Bir siyaset modeli olarak kampanya, dönemsel ve taktiksel bazı ihtiyaçlara cevap vermek üzere yapılır. Lakin ülkemizde kampanya, taktiksel bir araç olarak ele alınmaktansa siyasetin kendisi olarak inşa edilmektedir. Bunun esas olarak üç nedeni olduğu söylenebilir. İlk olarak özellikle son yıllarda art arda seçim dönemleri yaşanmakta ve bu seçim dönemlerinin hepsine de son derece kritik işlevler yüklenmektedir. Kampanyalar, bu seçim dönemlerinde ortaya çıkan atmosfere bir cevap üretmek ve toplumsal hareketlerin sesini iletmek için önemli bir araç (hatta bazen tek araç) konumunda olmaktadır.3
 
İkinci neden, Türkiye’de geniş kitlelerin siyasetle kurduğu ilişkinin genelde oy verme pratiği ile sınırlı kalması ve bunun ötesine geçememesidir. Oy vermek bir etkinlik olarak düşünüldüğünde, kampanyacılık gibi sınırlı etki alanı olan bir siyaset tarzı ile örtüşmektedir. Halbuki Sol’un daimi politikalarından biri, hayatın birkaç senelik parlamento ve benzeri seçim pratiklerine sıkıştırılamayacağı düşüncesinden hareketle hayatın her alanında karar verme hakkının kazanılması ve icra edilmesidir. Bu nedenle seçimlere odaklı bir siyaset, her daim siyasetin eksenini seçilenlere yöneltme eğilimi taşıyarak demokratik katılımcılığın önünü kapar.
 
Üçüncü neden ise sol’un, kitlesel örgütlenme mekanizmaları oluşturamamasından kaynaklı olarak küçük gruplara, fikir birliklerine ve ideolojik kadro örgütlerine dönüşmüş olmasıdır. Bu zeminde yapılan siyaset, bir kitle çalışması örgütlemekten ziyade kampanyacılık tarzında yaygınca görüldüğü üzere, kendi örgütüne, kimliğine, ideolojisine, cemaatine veya grubuna “çağrı” yapmak üzerine kurulmuştur. Böyle bir siyaset, kampanyacılığın alet edevatını başka bir biçimde kullanır ve kendi alet edevatını da kampanyacılığın kullanımına açar.
 
Kurucu, Örgütleyici Siyaset
 
Bir politik faaliyetin doğasının ne olduğu bu açıdan önemli bir sorudur ve bu soruya verilecek yanıt siyaset içerisinde bir pozisyon belirlemek anlamına da gelmektedir. Burada esas olarak iki eğilim gözlemleyebiliriz: temsil siyaseti ve temsiliyetsiz siyaset. Temsil siyaseti ezilenlerin, azınlıkların, belli bir sınıfın veya grubun “çıkar” siyasetini yapma iddiasıdır. Herhangi bir örgüt formunda, o örgütün ayak bastığını iddia ettiği kesimin çıkar sözcülüğü ve politik liderliği bu siyasi tarzın esasını oluşturur. Günümüzde birçok politik hareket, şu veya bu şekilde bu siyasi tarzın bir parçası olarak konumlanmaktadır.
 
Temsiliyetsiz siyaset ise ezilenlerin kendi bilgi ve birikimlerini yine kendi kurdukları araçlar üzerinden örgütlemelerini amaçlar. Bu açıdan ezilenler adına, onların sözcülüğünü yapmak yerine ezilenlerin örgütlenmelerini, dümeni ellerine almalarını, siyaset yapmalarını ve kendilerini ifade etmelerini örgütler. Temsiliyetsiz siyaset olarak ifade ettiğimiz şey bu açıdan kurucu, örgütleyici bir siyasettir. Dünyanın merkezinde kendisini görmez; siyaseti bir “doğruyu taşımak ve yaygınlaştırmak” meselesi olarak değil, somut ve pratik bir mesele olarak görür. Böyle bir siyasette örgütleyicinin esas görevi, ezilenlerin örgütlenişini kolaylaştırmak, kendi bilgi ve becerisini ezilenlerin “hizmetine” sunmaktır.4
 
Siyaset hayatımızın son döneminde gördüğümüz gibi, #Hayır kampanyalarının hissi düzeyde gösterdiği şey, geniş kitleler arasında kalıcı, onların hayatlarını örgütleyen, maddi sorunları merkezine alan, güvenilir ve çözüm üreten bir siyaset tarzını gündeme almanın önemidir. Farklı toplumsal alanlardaki çatışmaları örgütlemeli, kendini kurumsallaştırabilen, güçlendiren, insanların somut hayatlarını dönüştürebilen, güven veren, katılımcı ve demokratik örgütlenme pratikleri geliştirmelidir. Bunlar, “halk için” değil, “halk ile birlikte” yapabilmenin gerekliliğidir.
 
Bu farklı yerlerde, farklı sektörlerde, farklı mahallelerde ve farklı kentlerde, farklı araçlar ve enstrümanlar ile gerçekleştirilebilir. Bir yerde sendikal çalışma, başka bir yerde tüketim kooperatifi, bir yerde açık uçlu bir inisiyatif, bir yerde mahalle dayanışması, başka yerde ise bir platform şeklini alabilir. Önemli olan, odağına toplumsal sorunları koyan ve bunun sorumluluk bilinciyle çalışmasını örgütleyen, böylece toplumun geniş kesimlerini birleştirebilen, kolayca yeniden üretilebilir bir politik örgütlenme formu/formları yaratmaktır.
 
Bu anlamda ezilenlerin kendilerini ifade edebildikleri araçlar, yalnızca çeşitli söylemler üretmekle, hak üretimi ve talebiyle sınırlı kalamaz. Özellikle bugün içinden geçtiğimiz dönemin, çok önemli dayanışma araçları üretme, gündelik hayatları ve somut ilişkileri dönüştürebilecek ve güçlendirebilecek pratikler geliştirme imkanı ve zorunluluğu bulunuyor. Başka bir ifadeyle bugünün dayanışma pratikleri, bir şeyleri talep etmenin yanında kurmayı da zorunlu kılıyor; çünkü tek tek hayatlarımıza yapılan saldırılar bu süreçten ancak kolektif bir biçimde çıkabileceğimiz düşüncesini pekiştirmektedir. Hayatı kolektif olarak örgütlemek ve dönüştürmek, bu amaçla örgütlenme formları kurmak, hayatı tabandan/aşağıdan üretmenin ve dönüştürmenin en temel araçları olacaktır.
 
Bugün politik bir çalışma alanına dışarıdan doğrularını taşıyan kadrolara değil, o alanın özgün dinamiklerini ve çatışma eksenlerini analiz edebilen ve örgütleyebilen kadrolara ihtiyaç var. Bu durum aynı zamanda bir politika önerisi için de geçerli. Önemli olan yüzde 50 algısını kırmak, devlet-olmayan’ı ifade eden yüzde99’u, yani “hakiki milleti”, bu ülkenin her türden ezilenlerini örgütlemektir.

Bunun için, bunun doğru örgütlenme formlarını da inşa etmek gerekir. Esasında Gezi’de adı konduğu şekliyle bugün, kendi “doğru fikirleri” üzerine kurulu örgütlenme biçimlerinin sonu geldi. Bugün artık ideolojik kimliklere ve bu kimlikler üzerinden kurulan politik cemaatlere dayanmayan, başka türlü topluluklara ihtiyacımız var. Hakiki somut ihtiyaçlar ve talepleri müşterek bir zeminde örgütleyebilen taban örgütlerine; ekonomik, sosyal ve politik hak üreten ve inşa eden kitle örgütlerine ve toplumsal hareketlere ihtiyacımız var. Belki de ancak bu şekilde, Türkiye’nin makûs talihinden kurtulabiliriz. Yeni bir Türkiye’yi, Türkiye’nin bütün ezilenleri olarak inşa edebiliriz.
 
***
 
1 Giorgio Agamben’in Gelmekte Olan Ortaklık kitabında kullandığı devlet-olmayan ifadesinin Gezi bağlamında kullanıldığı bazı yazılar için bkz: Eylem Akçay ve Umut Kocagöz (2014) “Herkes-İçin”: Müşterekler Siyaseti Stratejisi ve Siyasetin Müşterekleşmesi. Müştereklerimiz. http://mustereklerimiz.org/herkes-icin-musterekler-siyaseti-stratejisi-ve-siyasetin-mustereklesmesi/ ve Umut Kocagöz (2014) Forumlar ve Öz-örgütlenme. Temsiliyetsiz. https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2014/06/05/forumlar_ve_ozorgutlenme/
2 Bu konuda daha ayrıntılı bir değerlendirme için bkz: Can Evren (2017) Müteşebbislik, Rekabet, Dinamizm. https://canevren.wordpress.com/2017/02/04/mutesebbislik-rekabet-dinamizm
3 Kampanya temelli siyasetin Boğaziçi Üniversitesi öğrenci hareketi üzerinden bir eleştirisi için bkz: Ali Aslan ve Hasret Bingöl (2012) Boğaziçi Üniversitesi Öğrencilik Hareketi. Sol Defter. http://www.soldefter.com/2012/03/15/bogazici-universitesi-ogrencilik-hareketi
4 Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz: Umut Kocagöz (2013) Tercüme Politika ve Özerk Politika. Kolektif Dergi. https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2014/06/02/tercume-politika-ve-ozerk-politika-umut-kocagoz/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder