26 Aralık 2017 Salı

Godot Sendromu ve Devrimcilik

( Temsiliyetsiz blogunda çağrısı yapılan kolektif politik aktörlük tartışmasında yer alan yazılara bu blogda da yer verilmektedir. Tartışmaları başlatan çağrıya şuradan ulaşabilirsiniz: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/10/26/100/ 
Yazının kaynağı: https://temsiliyetsiz.wordpress.com/2017/11/16/godot-sendromu-ve-devrimcilik-umut-kocagoz/ )

Godot Sendromu ve Devrimcilik / Umut Kocagöz
 
*Bu yazının bir versiyonu daha önce Yeşil Gazete blogunda yayınlanmıştır.

Türkiye’de bugün kötü ve genel olarak bilindiği anlamda nihilist olmak, yahut hadi diyelim sinizme kapılmak için yeterli koşul, her türlü neden var: savaş, iç savaş, dış savaş, darbe, kriz, faşizm, diktatörlük, örgütsüzlük… Örgütlü kötülük, yani kapitalizm, hem çok güçlü, hem çok örgütlü, hem silaha kaba şiddete çok dayalı, hem sevimsiz, hem binbir renk ve çeşit altında hayatlarımızı esir almış durumda. Güçsüz hissetmemek, güçsüzlüğün içine çekilmemek için hiç bir sebep bulunmuyor. Herkes haklı.

Spinoza, kederin bir iktidar mekanizması olduğunu söylediğinde böyle bir Türkiye hayal etmemişti. Evet, bugün örgütlü keder, örgütsüz neşeyi çoktan boğdu, onu binbir velvelenin içine hapsetti; dahası, neşeli olmak bir lüks, bir orta sınıf fantazisi haline geldi. Bu biraz da Türkiye’yi daha çok böldü. Çünkü neşenin yaşanmasını da küçük gündelik hayatlar içerisine sıkıştırdılar. Bu da bizleri daha fazla karamsarlığa, bir vicdani zayıflığa, kedere itti.

Bunun tespiti de belki bir çok defa yapıldı, yapılıyor. Ancak bunun adını koymak önemli. Türkiye’de ciddi bir Godot sendromu ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bekliyoruz; Godot’u bekler gibi bekliyoruz. Güçsüzlük, keder, zayıflık, bekledikçe gelmeyen, gelmedikçe daha çok beklenen bir şeyleri güçlendiriyor. Ancak, bunun da adını koymak gerekir: Godot hiç bir zaman gelmedi, ve gelmeyecek. Toplumun küçük bir kısmı olsa da, umudun ve neşenin örgütlü gücü olarak sol dahi bugün Godot’u, gelmeyecek olan Godot’u bekliyor: tıpkı barışın olmasını beklemek gibi, tıpkı devrim’in olmasını beklemek gibi… Barış 40 yıldır bir hayal, bir görünüp bir kayboluyor; devirmse yüzylerce yıllık bir hayal, en güzel parçası hayallerin. Gelmeyecek.

Çünkü biz yapmadıkça, bunlar olmayacak, gelmeyecek. Çünkü “gelecek”, gelmeyecek. Gelecek hiç bir zaman gelecek bir şey değildir; gelecek her daim ötededir; bir zaman fonksiyonu olarak gelmemek üzerine kurgulanmıştır. Yapılacak şeyler en fazla, gelecekte bir zamana ertelenebilir; ancak bu “ertelenme” fiili de bugüne aittir; gelecek ise gelecek bir şeyi ifade etmez; bir şeyin geleceğinin kesin olması, yalnızca bugünden belirli olması ile ilgilidir, yani bugüne ait bir kesinliktir.

Ursula Leguin’in Mülksüzler kitabı, en azından eleştirel sol içerisinden gelen, veya entelektüel angajmanları Türkiye’deki örgütlü sol dışında konumlanan bir çok kişi için pek sevilen bir kitaptır. Kitabın en çok sevilen bir bölümünde Le guin, bizlerin “devrimi satın alamayacağı”nı, “devrim yapamayacağımızı”, ancak “devrim olabileceğimizi” söyler. Bu ifadeler, yine ufkunu “gelecekle sınırlamış” bir düşünce pratiği için pek değerli değildir. Ancak ufku “bugünde dünyayı değiştirmek” ve bunun için de “örgütlenme faaliyeti” içerisinde konumlananlar için büyüleyicidir. Ancak bundan büyülenmenin, bir edebiyat tadı dışında, yaşama ait, yaşamdan çıkan, yaşamı dönüştüren bir felsefi tekabüliyeti olmak zorundadır. Le guin, Godot’yu beklemeyin diyor, yaşamı bugünde dönüştürmek için örgütlenin, yaşamı bugünde dönüştürün.

Türkiye’de sol umut ve neşe vaat eden bir örgütlenme pratiği içinde olsaydı, her şeye rağmen, yani Türkiye’nin mevcut konjonktürüne rağmen bunu başaracak inanca, umuda ve alternatif bir siyasal projeye sahip olsaydı, belki toplum çok daha fazla örgütlü olabilirdi. Ancak toplum kendi kendisini örgütleyecek yetenek ve kapasiteden son derece yoksun ve yoksul bırakılmış durumdadır. Sol da, bu toplumu örgütleyecek bir projeden yoksun ve yoksul durumda. Başka bir ifadeyle, bir sol örgüt, gelenek, partileşecek, ve toplumu alıp devrime götürecek gibi bir durum söz konusu değil. Toplum da, en fazla Gezi gibi ayaklanacak, ancak sonra kendi kurumlarını inşa ederek bu ayaklanmayı bir devrimci dönüşüme çevirecek durumda değil. Velhasıl Godot, iki farklı özne içerisinde de görünmüyor. Ve işin kötü tarafı, bu iki özne de Godot’u bekliyor, Godot’u özlüyor, Godot sendromu içerisinde yaşamını idame ettiriyor.

Daha yakıcı başka bir soruyu şimdi sorabiliriz. İnsanlar durup dururken örgütlenir mi? Bu sorunun antropolojik bir soruyu çağırdığı söylenebilir: insanlar neden örgütlenir? Mevcut örgütlenme pratikleri, esasında sol’un geneli, bir fikir etrafında yan yana gelen topluluklardan oluşuyor. İnsanların fikirlerini değiştirerek toplumu değiştirebileceğini düşünüyor. Bu bir yaklaşım tarzıdır elbette, ancak fikirler azınlıkta kaldığı sürece halk iktidarı kurulamayacak. Türkiye’de de, her şeyin erozyona uğradığı düşünüldüğünde, bizim fikirlerimizin iktidara gelmesi Godot’u beklemekten daha fena bir şeye tekabül ediyor.

Sol içinde konumlanmayan insanlar da farklı şekillerde elbette örgütleniyor. Sosyal ağlar, arkadaş çevreleri, iş ortamı, cemaatler, tarikatlar, çıkar birlikleri, şirketler, aile, akrabalar… Bunların hepsi, devasa toplum mekanizmasını oluşturan irili ufaklı örgütlenme biçimleri. Genelde çıkar birliklerine dayanıyor, rıza mekanizmaları işliyor, gelenekler, örf ve adetler işliyor, aç kalmama-ekmek davası işliyor. Bunların, yani bu örgütlerin yönetimini de devlet üstleniyor, düzenliyor.

Peki, Godot’un fonksiyonu burada nerede? Bu ilişkileri biz istediğimiz şekilde örgütleyemiyoruz, istediğimiz gibi özgür hayatlar yaşayamıyoruz, bir gün devletin bu ilişkileri bizim istediğimiz gibi örgütleyeceği düşüncesi ile bekliyoruz. Savaşı savaşan tarafların bitirmesini bekliyoruz. Sağlıklı gıdaları şirketlerin önümüze koymasını bekliyoruz. Devletin kamu olmasını, sivil toplumun şirketler tarafından gasp edilmesini bekliyoruz. Birilerinin gelip bu kaderi değiştireceğini bekliyoruz. Yani sistemle ilişkimiz, sigarayı bırakmak gibi, diyete başlamak gibi, pazartesi iş sendromu gibi… Sürekli ertelemek ve yapmamak üzerine kurulu, sürekli birilerinin bizim yerimize, bizim adımıza yapması üzerine kurulu…

Oysa, bunu kendimiz yapmak dışında bir çıkış yok. Bir çıkış’a ihtiyaç var ise, bunu yapacak tek güç, kendi hayalgücümüz, kendi yüreğimiz, ve örgütlenme kapasitemizi arttırmaktan geçiyor. Başka bir çıkış yolu yok. Bu enerjinin aklımızı, bedenimizi, ruhumuzu ele geçirmesine izin vermek, bulunduğumuz her yerde örgütlenme çalışması içerisine girmemiz gerekir. Her yerin kendi özgün dinamikleri, kendine has ilişkileri, kendi ihtiyaçları vardır. Bir yerde, bir kooperatif kurarsınız, kolektivite yaratırsınız; başka bir yerde, bir sendika kurarsınız, haklarınızı örgütlersiniz. Bambaşka bir yerde bir dernek, bir platform, bir başka araç geliştirirsiniz. Bir yerde futbol takımı kurarsınızı; öbür yerde hayvanları korumak için bir kolektif kurarsınız. Bunu, bulunduğunuz yerdeki insanların ve kendinizin ihtiyaçlarına göre yaparsınız. Hiç bir ihtiyacınız yok mu? Gündelik ihtiyaçlarınız üzerinden yaparsınız. Ancak bir örgütlenme pratiği geliştirir, bunun peşinden gider, bunu toplumsallaştırırsınız. Topluma örnek olur, Godot’u beklememek gerektiğini gösterirsiniz.
Örgütlü kötlüğe karşı, iyiyi, güzeli, hayattan yana olanı, doğal olanı, ekolojik olanı, aşk ve sevgiye dair olanı yayarsınız, örgütlersiniz. Bu, kendinizi örgütlemek, hayatı örgütlemek anlamına gelir. Başka bir çıkış yolu yok, yoktur yani. Örgütlendikçe çoğalacak, hayatı kuracak, yeniden ve yeniden örgütleyeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder