(Bu yazı Psikoloji ve Toplum Bülteni'nin 10. sayısında yayımlanmıştır: http://psikolojivetoplum.todap.org/2020/05/psikoloji-ve-toplum-say-10.html)
Salgının yarattığı belirsizlik ve kaygı ortamına herkes küfesindeki alet edavatla cevap vermeye çalışıyor, ama yeni araçlar üretmek de zorunlu görünüyor bir yandan. Kendi adıma, bireysel hayatımdaki ciddi belirsizlikler, yakınlarımın sağlığına ilişkin yoğun kaygılar ve hayatımdaki beklenmedik köklü değişikliklerin ardından yakalandım salgına ve “gönüllü” karantinaya. Karantinanın gönüllü olmamasını, yani böyle bir kararın yükünü kendi dışıma atabilmeyi dilerdim. Bu, evden çalışamayan ve çalışmak zorunda olan başkaları hakkındaki suçluluk duygularımı da azaltırdı, ama en azından kendimi biraz daha güvende hissettiğim için şanslı sayılmalıyım.
Karantina koşulları, evde kalmanın yanı sıra hijyen kurallarını ve sosyal mesafelendirmeyi de içeriyor. Yani kamu idaresi üzerimizden sokağa çıkma zorunluluğunu kaldırmış veya sokağa çıkma isteğimizi bastırma kararının yükünü almış olsaydı bile, dışsallaştıramayacağımız ve “gönüllü” olarak kaybedeceğimiz çok şey kalıyor geriye. Sokağa çıkma zorunluluğu üzerlerinden alınmayanlar kendilerinin ve yakınlarının hastalığa yakalanma riskinin baskısını benden daha yoğun hissediyor olmalı, Türkiye’de tespit edilen “iş cinayetleri” verilerinde Kovid-19’un şimdiden dördüncü sıraya yükseldiği söyleniyor. Evden çalışanlar, kaygıyla ücretsiz izni tercih eden veya ücretsiz izne zorlananlar için de bu endişeye ek olarak yoğun belirsizlikler, kayıp riskleri söz konusu: Masraflar nasıl ödenecek, işten atılacak mıyım, bu böyle daha ne kadar sürecek?
Belirsizlik
Yakın zaman içinde kendi hayatımda yaşadığım belirsizlikler ve şimdi tüm dünyayla paylaştıklarımı birbirinden ayıramıyorum. Hatta kayıpları da. Yazı boyunca da ayıramayacak gibiyim, çünkü (bunun için kendimi yetkin görmemenin yanı sıra) kaygılarımdan sıyrılarak dünyanın veya yaşadığım coğrafyanın toplumsal sorunlarına uzaktan bakma ve değerlendirmeler yapma gücü hissetmiyorum. Bundan çok da şikayetçi değilim. Dediğim gibi, yeni kayıplar karşısında yeni araçlarla donatılmış değiliz ve belki kendime bu belirsizliğe karşı biraz bağışıklık atfedebilirim. Mesela yaşadığım deneyimlerde şimdi belirsizlik ve kaygı arasındaki sürekliliği takip edebildiğimi düşünüyorum. Bir süre önce annemin bir türlü teşhis konamayan bir rahatsızlığı vardı. Sonunda teşhis konduğunda benim kaygım öncesine göre çok daha arttığı halde annemin rahatlamış olduğunu fark ettim. Hastalığının ciddiyetine rağmen belirsizliğin yarattığı kaygıdan kurtulmak ona iyi gelmişti. Salgın konusunda yetkililerin çeşitli açıklamaları ve ortalıkta dönen söylentiler, hastalığa yakalanmamak veya ondan kurtulmak için ne yapılacağının bilinmemesi ve bu konuda uzmanlardan gelen bilgilerin de sürekli değişmesi benzer bir belirsizlik yaratıyor bana göre. Buna salgın sonrası nasıl bir hayatla karşılaşacağımıza dair belirsizlik de ekleniyor. “Yeni normal” diye anılan gelecek, normal olmadığından (ama belki ona alışabileceğimizden) başka hiçbir şey söylemiyor bize. Bu belirsizlikle farklı kişiler farklı şekillerde başa çıkmaya çalışıyor. Tüm dünyada bu konuda yazılar yazılıyor, tartışmalar yapılıyor. Bana kalırsa bu yazıları yazanlar da meseleye dışarıdan bakamazlar ve bu yüzden esasında kendi başa çıkma yöntemlerini paylaşmakla yetiniyorlar.
Kendiminkiler, anneminkiler ve eli kaleme giden düşünürler dahil insanların bu belirsizliğin yarattığı kaygıyla başa çıkma yöntemlerinin bazılarını paylaştığını düşünüyorum. Örneğin, kimileri her şeyin kökten değişeceğini, kimileri de hiçbir şeyin değişmeyeceğini öngörüyor. Her şeyin kökten değişeceğini söyleyenlerin bazıları iyimser: Salgının bazı gerçekleri ve sahtelikleri, mesela toplumdaki eşitsizlikleri ve yanılgıları açığa çıkardığını, bunun da bizi iyiye yönelteceğini umuyorlar. Kötümser olanlarsa gücü elinde tutanların yeni durumu kendi çıkarlarına çevireceğinden, daha distopik bir gelecekten endişe ediyorlar. Ama hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyleyenler de var. Bu yaklaşım da kötümser, ama karantina sonrasındaki “felaketin” yeni bir şey olmayacağını, sadece öncenin devamı olacağını düşünüyorlar.
Bu yaklaşımlar içinde bulunduğumuz zor zamanı tarihin durduğu bir parantez olarak değerlendiriyorlar. Önceyle, yani normalle gelecek arasında, “yeni normal” arasında bir bekleme odası. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünenler için bekletme tuşuna tekrar basılmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Ama büyük değişim bekleyenler arasında bu zamanı nasıl geçirdiğimizin kaderimizi belirleyeceğine inananlar da var. Bu elbette tartışma götürmez bir gerçek, ama bu yaklaşımlar da bekleme odasının dışına dair kehanetvari bir çıkarıma sırtını yaslıyor: Eğer insanlar bu krizle açığa çıkan gerçeklere uygun bir tavır alırsa hayat bayram, almazsa felaket olacak. Bu insanlık için eskisi kadar zor bir görev, belki şimdi daha da zor.
Belirsizlikle başa çıkmaya çalışan başka yaklaşımlardan da bahsetmek istiyorum. Kimileri, virüsün ve insanların tümünün yaşadığı bu krizin daha büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyor. Virüsün insan yapısı olduğuna ve belli değişimleri amaçlayan bazı güçlerde üretilip yayıldığına dair komplo teorilerine inananlar bunlara bir örnek. Bu amaçlanan değişim, acımasızlığı teslim edilse de o kadar kötücül bile sayılmayabiliyor bazen: Örneğin nüfusun hızla azalması kötü bir şey olmayabilir. Ama “büyük planın” sahibinin insanlar değil doğa olduğunu düşünenler de var: Doğa insandan öcünü alıyor veya insan doğaya ve gezegene yaşattığı yıkımın ceremesini çekiyor. Son olarak da virüsün hiç var olmadığına, hiçbir önlem almamıza gerek olmadığına inananlardan ve salgının hâlihazırda trafik kazaları ve iş kazalarından ölenlerden daha fazla insanı öldürmediği gerçeğini ısrarla vurgulayanlardan bahsetmiş olayım.
Kehanette bulunan veya komplo teorileri kuran, iyimser veya kötümser olabilen tüm bu yaklaşımların şu iki cümleyi tekrar edebileceğini düşünüyorum: “Bu durum hâlihazırda bildiğim, tanıdığım bir şeye benziyor” ve “hepsi geçecek ve yerini tanıdığım, tanıyabileceğim bir şeye bırakacak”. Yaklaşımların taşıdığı aşırılık da belirsizliğin aşırılığına uygun bana kalırsa. Elbette bilime, tarihe, dünyanın bugüne kadarki birikimine başvurmak ve olup bitenleri anlamaya çalışmak zorundayız. Ama karantina uzadıkça bu kötü zamanı paranteze almak ve onu hızlıca bildiğimiz bir şeye benzetmek belirsizliğin kaygısını gidermeye yetmiyor. Ne kadar sabırsız ve aceleci olursak olalım öngörülerimizi doğrulama ve onlara uygun tavır alma imkanımız gittikçe daralıyor.
Belki de belirsizliği ve bizde yarattığı kaygıyı böyle hızla reddetmeyi bırakmalıyız. Belki de toplumsal bağlamda “bir şey değişecek mi” veya “değişince neye benzeyecek” sorularına hızla cevap aramamalıyız. Uzayıp giden karantinanın içinde, halihazırda değişimin yaşanıyor olduğunu görmek ve birikimimizi bu değişimin ipuçlarını yakalamaya hasretmek daha doğru olabilir. Zaman durmuyor ve dünya sonunda neye benzeyecek olursa olsun biz de bu zamanın içinden geçerken değişiyoruz.
Peki bizde değişen ve kriz başladığından bu yana değişmiş olan nedir? Bu sorunun cevaplarından biri, herkesin değişiminin kendine özgü olduğu olabilir. Herkesin kendine has sorunları, kaygıları vardır. Kimileri salgın sebebiyle hayatlarında köklü değişiklikler yaşamıştır, yeni kaygılar edinmiştir, hatta belki yeni ve iyi alışkanlıklar edinmiştir. Bir cevabı da, herkesle, belki de tüm insanlarla paylaştığımız, bizi birbirimize bağlayan değişiklikler içinde aranabilir. Benim için bu, kayıp yaşamak: Beni hareketsiz kılan, günlük hayatımı felce uğratan ve görevlerimi yerine getirmemi engelleyen bir kayıp hissiyle uğraşıyorum. Bu süreçteki kaybın bende ve toplumda birçok veçhesi var, ancak en genel şekliyle ifade etmem gerekirse bildiğimiz ve içinde yaşamaya alıştığımız dünyayı kaybettik.
Kayıp
Bir dinin çok ayrıntılı ibadet ritüellerini takip ediyor gibiyiz. Her türlü dokunmanın kuralları var. Önce ellerimizi sabunla yirmi saniye yıkamalıyız. Kendi ağzımıza, gözümüze, burnumuza dokunmamalıyız. Kalabalık yerlerdeki nesnelere dokunmamalıyız. Kalabalık yerlere girmemeliyiz. Birbirimize dokunmamalıyız. Ellerimizin yanı sıra diğer temas olasılıklarını da engellemeliyiz. Birbirimizden bir buçuk metre, belki daha fazla mesafede durmalıyız. Hatta evlerimizden çıkmamalıyız. Eve çağırdığımız market çalışanıyla temas etmemeliyiz. Getirdiği şeyleri içeri almadan önce temizlemeliyiz.
İbadet gibi, çünkü bizi daha yüce bir şeye de bağlıyor bütün bunlar. Kurallara sadece kendi sağlığımızı korumak için uyuyor değiliz, bunlar kamu sağlığının yeni kuralları. Birbirimize doğru öksürmek cinayete teşebbüs sayılır. Kendimizi virüsün yayılmasını engellemek için korumalıyız, çünkü dünyanın öbür ucundaki rastgele biriyle tükürüklerimizi paylaştığımızı öğrendik. Ama aynı zamanda ibadetteki gibi kimileri için istisnalar var ve farklar da söz konusu. 65 yaş üstü insanlar ve çocuklar için özel kurallar var. Farkı belirleyen şeyin bazı durumlarda çalışma olduğunu söyleyebiliriz: Gönüllü karantinaya girebilen evden çalışanlarla sokağa çıkma zorunluluğu kaldırılmayan çeşitli iş kollarında çalışanlar farklı kurallara tabi.
Her durumda bu ritüeller bir kaybı ifade ediyor aynı zamanda. Sosyal ve yakın ilişki kurma ihtiyacımızı karşılamaktan vazgeçiyoruz veya bunu sınırlıyoruz. Tanıdığımız ve tanımadığımız insanlara güven mesajları verme yöntemlerimiz değişti. Eskiden olsa güvensizlik verecek davranışları gösteriyor ve başkalarından da talep ediyoruz. Sosyal mesafe veya mesafelendirme kavramı üzerine çok konuşuldu, bunun yerine fiziksel mesafe denmesi gerektiği söylendi. Bu tartışma bile neyi kaybettiğimizi ve korumaya çalıştığımızı açığa vuruyor.
Elbette başkasına dokunabilmeyi, sarılabilmeyi, onun bedeniyle, yüzüyle arama mesafe koymamayı özlüyorum. Karantinadan sonra artık bunun mümkün olmasını da bekliyorum, bunu istemem de gayet meşru. Ama bugün bunu kaybetmiş olduğumu da reddedemem. Fiziksel mesafenin aynı zamanda sosyal olduğunu, sosyal ilişkinin ve iletişimin aynı zamanda bedenlerimizin ilişkisi olduğunu kabul etmeliyiz. Dünyanın öbür ucundaki birinin bedeninden çıkan bir tükürüğün bana ulaşmasını mümkün kılan sosyal ilişkiler ağının uluslararası ticaretle, tedarik zincirleriyle, internetle alakasını görmeliyiz. Özlemim ve düzeleceğine dair beklentim kadar bu kaybın yasını tutmak da hakkım olmalı. Bunu “fiziksel mesafe” olarak adlandırıp reddetmek öfkemi hafifletmediği gibi onu bilgisayar ekranlarında, emaillerde ve telefon ahizelerinde yeniden yeniden kurmaya çalıştığım sosyal ilişkilerime yönlendirmeme de sebep olabilir.
Mesafenin sosyal olduğunu kabul etmenin yanı sıra, bu kaybın bir sosyal düzenleme olduğunu düşünmek de rahatlatıcı geliyor bana. Bu yüzden “sosyal mesafelendirme” kavramını daha çok kullanıyorum. Bu benim bencilce veya fedakarca kendi kendime aldığım bir karar ve gönüllü bir kayıp değil sadece. Hep beraber veya gönüllü-gönülsüz irade devrettiğimiz kamusal, profesyonel otoritelerle birlikte sosyal ilişkilerimizi alışageldiğimizden farklı bir şekle zorluyoruz. Adımlarını sayan bir kırkayak gibiyiz, yürürken ayaklarımızın karışması, hareketsiz kalmamız şaşılacak bir şey değil. Düzenlemeye ihtiyaç duyuyoruz, en geniş ölçeklerde bile: Küresel tükürük alışverişinin, mesela uluslararası ticaretin ve korkunç sebepleriyle birlikte göçmenliğin de düzenlenmesi bir ihtiyaç. Ekonomik ilişkiler ayrı bir doğa değil, onlar da fazlasıyla sosyal ve bedensel ilişkiler. Krizden muaf olmaları veya bir zaman sonra “normale” dönmeleri beklenmemeli.
Kayıpla başa çıkabilmek için bir düzenlemeye başvurmak her zaman mümkün olmayabilir. Ev gezmelerini, akraba ziyaretlerini kaybettik. Parkta çocuklarımızın arkadaşlar bulmasını, yaşıtlarıyla birbirlerini sınamalarını huzurlu ve tedirgin bir şekilde izlemeyi kaybettik. Hafta sonu arkadaşlarla bir yerde oturmayı, konsere veya futbol maçına gitmeyi kaybettik. Belki hepsi tekrar geri gelecek ama şimdi yoklar, sosyal mesafelendirme düzenlemesi onların anlamını ve formunu şimdiden değiştirdi. Ama bu sosyal rutinlerimizin yanı sıra gelecek planlarımıza dair de kayıplarımız var. Tatil planlarımızı kaybettik, örneğin. Bir arkadaşım karantinayla birlikte çok ilgi duyduğu alanında yurtdışında alacağı eğitime dair onu heyecanlandıran planlarının bozulduğunu ve “plan yapmak gerektiğini” iyice anladığını yazmıştı. Ben de ona “planlamanın” ne kadar önemli olduğunu karantinayla birlikte benim de anladığımı söylemiştim. Elbette plan yapmak gerektiğini değil, yapmamak gerektiğini söylemek istiyordu, yanlış yazmıştı. Arkadaşımın düzeltmesine rağmen “planlama” ihtiyacına dair fikrim değişmemişti, bir süre daha planlamanın öneminden filan bahsedebileceğimi hissettim o an. Bunun üzerine düşündüm sonrasında, neden bu kadar açık bir çelişkiyi görememiştim ve gördükten sonra da kabul etmeye direnmiştim? Bu soruyu başka bir şekilde sorabiliriz şimdi: Plan yapamıyor oluşumuza dair nasıl bir “planlama” yapabiliriz? Soruyu biraz daha geliştirmeye çalışayım: Kişisel düzlemdeki planlarımızın sosyal düzlemde bir güvenceye kavuşmasını (yani plan kayıplarımızın sosyal telafisini) nasıl sağlayabiliriz? Mesafenin sosyal olduğunu ve kaybın sosyal bir kayıp olduğunu teslim etmek, onunla başa çıkabilmek için de sosyal araçlara ihtiyacımız olduğunu görmeyi gerektiriyor.
Araçlar
Salgınla başa çıkmak için sosyal araçlarımız yeterli mi? Hastalığın asıl korkutucu yanının dünyadaki sağlık sistemlerini hızla kilitleyecek bir yoğunluğa ulaşılması ve virüsle alakalı olmasa da sağlık hizmetlerinden yararlanmanın mümkün olmaması riski olduğunu öğrendik. “Gerektiğinde” bu gerekçelerin akılcı olup olmamasına bakmadan zor ve hatta acımasız şiddet kullanabilen kamu idareleri, bu gerçeğe rağmen iyice zora düşmedikçe radikal kararlar almadılar. Dünya toplumları olarak yaşlı ve hastaların gözden çıkarılmasına ve acil servislerin aciliyet sırasını düzenleyen triyaj bölümlerinin kimin öleceğine kimin yaşayacağına karar verilen araçlara dönüşüvermesine ne kadar hazır olduğumuzu sezdik. Dünyanın bilimsel bilgi birikimi açısından komplo teorilerine kaynaklık sağlayacak derecede öngörülü olduğu pandemi konusunda kamu idarelerinin hazırlıksız ve mevcut kurumların yetersiz olduğunu gördük. Sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere hizmet sunumundaki sorunlar ve kamusal sunumuna olan ihtiyaç da ortaya çıktı. Bu sorunların çoğu yeni değil ama salgınla görünür olan diğer meselelerle birlikte belirginleştiler. Elbette bütün bunlar karantinada, koltuklarında, ekranlarının başında veya çalışmak üzere sokakta tedirgin insanların boyunu aşan konular. Çoğunlukla bu kadar “büyük” meseleler, günlük kaygıların zeminini oluştursalar da, bu kaygılarla kaplanan yüzeyin altında görünmez olur. Dünya toplumları olarak paylaştığımız ortak medeniyetimiz, bu zeminin güvenilmezliğini de içeriyor veya ona alışkın. Bu zeminin sarsılarak yer yer görünür olması durumunda ise en yakınlarımızla tek başımıza hal çareleri arıyoruz genelde.
Salgının pandemi olduğunun kabulü, insan “türünün” bütün dünyada benzer tepkiler vermesine yol açtı. Araştırma şirketinde çalışan bir arkadaşım, tuvalet kağıdının “medeniyet sembolü” olduğunu ve karantinada tuvalet kâğıdı stoklama çılgınlığının ona medeniyete tutunmayı çağrıştırdığını söylemişti. Hamit Bozarslan, medeniyeti bir çeşit değişime güvenle tarif ediyor:
Zamana güvenebilmek şu anlama gelmekte: Geçmişin anlamlı olduğunu ve bugünkü ânın geleceği kurmayı mümkün kılan bir an olarak değerlendirilmesi. Mekâna güvenebilmek ise mekânda barışçıl bir şekilde dolaşılabildiğine, mekânın barışçıl ve sürekli bir biçimde değiştirilebileceğine inanabilmek.
Bu tarifin isabetli olduğunu düşünüyorum. Salgının yarattığı belirsizlik, kayıp ve değişiklikler zamana ve mekâna güvenimizi sarsıyor. Tutunabileceğimiz, sabit bir şey arıyoruz bunun karşısında. Oysa “medeniyetin” sağladığı güven böyle bir sabitlikte değil, anlayabildiğimiz ve bize düşman gibi görünmeyen bir değişimde yatıyor.
Ben salgın başladığından beri çeşitli kişilerin, uzmanların, düşünürlerin neler söylediğini takip etmeye ve ipuçları bulmaya çalıştım. Şu an eksikliğini çektiğimiz, neden bu salgınla karşı karşıya geldiğimiz veya sonrasında neyle karşılaşacağımız hakkında tutarlı bilgiler medeniyete tekrar kavuşma konusunda belki işimizi görürdü. Sonunda tuvalet kâğıdı veya başka herhangi bir ürün kadar bize söylenen nedenler ve kehanetlerin de bizi başkalarına, zamana ve mekâna yeniden bağlamakta yeterli olmadığını fark ettim. Sonra, en yakınımdaki, birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımı ekran buluşmalarıyla “harekete geçirmeye”, hatta “fırsatı değerlendirmeye” çağırmaya filan gayret ettim. Sonra bir arkadaşım bana “durmayı” önerdi. İçinde bulunduğumuz durum hayret vericiydi, basitçe “yeni bir durum” karşısında yapıp ettiklerimizi yapmaya devam edemezdik. Şaşırmaya, korkmaya ve neye uğradığımızı hissetmeye hakkımız vardı.
Beyaz yakalı çalışanların oluşturduğu “emek mücadelesi” başlığı altına konabilecek bir platforma üyeyim. Emek örgütleri, kadın örgütleri ve benzerleri doğal olarak salgın öncesi yapmakta oldukları işleri yeni durumda güncelleyerek yollarına devam etme refleksi gösteriyorlar. 1 Mayıs kutlaması için yapılan planlar bile meydanlarda yapılacak şeyleri bu sefer ekranda tekrar etmeye çalışıyor. Sanki düşmemek için durmamaya çalışıyoruz. Bir yere dikkat kesilmiş gibiyiz ama salgının kaygısını uzaklaştırmak için dikkatimizi dağıtıyoruz belki de. Geçmişten beri taşıdığımız kaygıların zemindeki mevcut sarsıntıyla ilişkisini kurmaya çalışıyoruz, ama bu şimdi yaşadığımız kaygılarla uğraşmayı ertelememize yol açmamalı. Eski ama iş görür araçlarımızı hatırlamamız önemli ama belki yeni araçlar imal etmemiz gerekiyor hâlâ: Geri çevirmenin, sabit tutmanın veya reddetmenin değil, güvenle değiştirmenin ve değişikliği kabul etmenin araçlarını.
Dikkatimizi ne yaşadığımıza yoğunlaştırmak ve düşünmeye başlamak için “durmak” kulak vermemiz gereken bir öneri olabilir. Durmak için, tümüyle hareketsiz kalmak veya durdurulmaktan farklı olarak, aktif olmamız gerekir. Tıpkı sosyal mesafelendirmenin sosyal ilişkilerimizi sonlandırmaması ama bizi sosyal ilişkilerimizi yeniden ayarlamaya yöneltmesi gibi. Tıpkı sosyal mesafeyi yeniden ayarlamak gibi durmak da adımlarını sayan bir kırkayağın heyecanını duymamızı sağlayabilir: Özellikle de zemin böyle sarsılırken. Dururken düşünebiliriz: Sosyal ilişkilerimiz belirsizliği nasıl ve ne şartlarda kaldırıyor? Sosyal araçlarımız bu sarsıntıyı, belirsizlik ve kaygıyı karşılamak için yeterli mi? Yetersizse neresi yetersiz ve nasıl yeterli olur? Dururken hayal de kurabiliriz: Belirsizliği ve kaygıyı taşıyabilen, paylaşabilen ve kendini buna göre yeniden ayarlayabilen ilişkilerimiz daha neler üretebilir ve nasıl bir dünya/dünyalar kurabiliriz daha?
Üyesi olduğum örgütün hayallerinden biri, “duygu sandıkları” kurmaktı, bunlar tıpkı emekli sandığı gibi, ruhsal birikimlerimizi işten atılma, mobbing gibi sosyal sorunlar ve kriz anlarında birbirimizle paylaşmamızı sağlayacak, sosyoekonomik olduğu kadar psikososyal dayanışma kurumlarıydı. Salgın, böyle “sandıklara” dünya insanları olarak ne çok ihtiyacımız olduğunu ortaya çıkarıyor. Nasıl koruyucu sağlık hizmetleri ve halk sağlığı ile tedavinin birbirinden ayrılmaması gerektiğini, biri olmadıkça diğerinin de olmadığını öğrendiysek şunu da anladık: Ruhsal ve bedensel açıdan kendimizi korumak, toplumu da korumak anlamına geliyor ve toplumu korumadan kendimizi koruyamıyoruz.
Türkiye’de kamu idaresi durmayı veya durdurmayı göze alamadı, çalışanların büyük çoğunluğunun üzerinden sokağa çıkma zorunluluğunu kaldırmadı. Salgınsız bir yakın gelecek hayali satarak toplumu borçlanmaya teşvik etmekle yetindi, ama toplumsal birikimi ve kaynağı topluma yeniden dağıtmaya yanaşmadı. Bu kararların çoğu kişi için sosyal krizin kişisel krize, aile trajedilerine çevrilmesiyle ve yalnızlaşmakla sonuçlanması çok mümkün. Duygu sandıkları, sosyal krizi ruhsal boyutlarıyla birlikte ve bireyi/aileyi aşan sosyal bir ölçekte karşılamak açısından işlevli olabilir. Ancak pandemi boyutundaki bir krizle birlikte krizde düşmemizi engellemekten ve acil destek vermekten fazlasını içermeleri, içlerine kaygıyı koyduğumuzda taşıyabilmeleri gerektiğini de öğrendik.
Salgının bizi, toplumu ve insanlığı değiştirdiğini, değiştirmekte olduğunu unutmamalı ve bu değişimle yüzleşebilmeliyiz. Belirsizlik, kaygı ve kayıplarımız karşısında dikkatimizi dağıtmaya çalışmaktan fazlasını yapabiliriz. Durmak, düşünmek, hayal kurmak, yakınlıklarımızı artırmak, büyütmek ve daha güvenceli hale sokmak işiyle uğraşmak, eskiden beri faydalandığımız bize ait kaynaklarla yeni ilişkiler kurmamızı ve ortalığın biraz daha yatıştığı bir zamana daha iyi hazırlanmamızı sağlayabilir. Şimdi insana ait olanın berraklaştığı, kişisel olanla toplumsal olanın nasıl bir arada olduğunun görüldüğü ve birbirinden hakkını istediği bir zamanın içinden geçiyoruz. Bu zamanın hakkını vermekten imtina etmeyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder