16 Mayıs 2018 Çarşamba

Kapitalist Üretim İlişkilerinde Sınıfın Ruhsallığı: Kavramsal ve Yöntemsel Öneriler


Baran Gürsel

( Bu metin 5 Mayıs 2018'de, 4-6 Mayıs tarihlerinde İstanbul'da gerçekleşen Marksizm Sempozyumu'nda bildiri olarak sunulmuştur. 19 Mayıs 2018 tarihinde Vira Verita'nın internet sitesinde yayınlanmıştır: https://viraverita.org/yazilar/kapitalist-uretim-iliskilerinde-sinifin-ruhsalligi-kavramsal-ve-yontemsel-oneriler )

 İşçi sınıfının ruhsallığına ilişkin kuramsal bir tartışma yapmak bana göre ne toplumsal ilişkilerin ‘nesnelliğinden’ vazgeçmek, ne de bireylerin ‘öznelliğine’ gömülmek demek. Yani bu tartışma bizi ne tarihsel maddeleri gözden uzaklaştıracak, ne de psikolojizme kapılıp gitmemize yol açacaktır. Bana kalırsa, sınıfın ruhsallığı üzerine bir tartışma[1]; toplumsal ilişkiler ile öznellikler arasındaki zorunlu ve geçişli ilişkinin kavramsallaştırılması ve bu ikisi arasında Marksizm ve özellikle de Ellen Meiksins Wood’un tarihsel perspektifi tarafından açılan ara alanların daha çok işlenebilmesi açısından, oldukça zengin bir potansiyele sahip. Ben sınıfın ruhsallığı olgu/kavramını yerleştirebileceğimiz kavramsal çerçeveyi tartışırken Marksizm içindeki bu potansiyellerle temas kurduğumuzu düşünerek bunu yapıyor olacağım.

 Metnin birinci kısmında, tartışmanın üzerine kurulduğu zemini olabildiğince net bir biçimde hissedebilmemiz için üretim ilişkileri, öznellik ve süreç olarak sınıf konularında bazı fikirler öne süreceğim. Bu tartışmalar bize, sınıfın ruhsallığının yerleşerek genişletebileceği ara alanları gösteriyor olacak ve bu süreçte kavram şu tanıma kavuşacak: Sınıfın ruhsallığı; kapitalist üretim ilişkilerinin temel özelliği olan birincil güvencesizliğin, işçi olanlara yaptığı zorunlu ve evrensel etki ile oluşmaya başlayan, işçilik durumu ile sınıf olma süreci arasında yer alan, işçilerin bireysel veya kolektif olarak ürettiği sözel ve eylemsel ifadelerle açığa çıkabilen, bilinçdışı ve bilinçli çatışma, içselleştirme/özdeşleşme ve diğer ruhsal unsurlara işaret eder. Bu tanımı biraz açmak iyi olabilir.
 İnsanlar arası toplumsal ilişkilerin bir biçimi olan kapitalist üretim ilişkileri, bu ilişkilere giren insanlar üzerinde, onların bedenleri dolayımıyla duyumsadıkları ve yine bedenleri yoluyla eyleme çevrilen bazı etkilere sahiptir. Bu etkiler bir yandan, Thompson’un (1978, 2012) ‘deneyim’ kavramının kurulma/belirlenme özelliğinde ifade edildiği gibi, duyumsanır ve içselleştirilirken; diğer yandan da, kavramın kurma/belirleme özelliğinde ifade edildiği gibi, söz ve eylemlerle, toplumsal ilişkilerin kurucusu olacak şekilde dışsallaştırılırlar. Burada deneyimin iki özelliği arasında ve etki ile eylem arasında bir geçiş söz konusudur -bu geçişi pürüzsüz bir geçiştense, eğrileri, eksikleri, kalıntıları olan bir tercüme işlemi olarak düşünmek daha doğru olur. İşçilerin söz ve eylemlerindeki birçok örnek gibi Thompson’un tartışmasında merkezi önemi olan sınıf oluşumu da, kapitalist ilişkilerin güç alanına giren insanların, bu güç alanının etkilerini, çeşitli ortaklık fikirleri ve kolektif eylemlere tercüme etmesinin örneklerinden biridir. Üretim ilişkileri ile işçilerin türlü türlü eylemleri arasında kalan bu ara, deneyim alanını, buradaki tercüme işlemlerine daha sistematik bir gözle bakabilmek için sınıfın ruhsallığı olarak adlandırıyoruz.

 Sınıfın ruhsallığı bu bağlamda, üretim ilişkilerinin bıraktığı -bireysel ve kolektif düzeyler dâhil olmak üzere- farklı öznellik düzeylerinde incelenebilecek ve eylemsel sonuçları olan izlerdir. Sınıfın ruhsallığı kavramı vasıtasıyla, bu izlerin hareket ve dönüşme alanını, duyum, bilinçdışı, dürtü, duygulanım, duygu, arzu, çatışma, düşünce, bastırma, savunma, bilinç, dil, eylem vb. gibi olguların tanınabileceği bir alan haline getirmiş ve daha okunabilir kılmış oluruz. Böylece Thompson’la birlikte tarihsel sınıf perspektifimizin içinde vazgeçilmez bir yer bulan ‘deneyim’in işleyişi, psikanalitik bir düşünme biçimine açarak daha okunaklı ve inceltilmiş bir hale geliyor. Bu metinde değil de başka yerlerde daha ayrıntılı tartışma imkânımız olacaktır ama kısaca söylemek gerekirse, bu kavrayış bizi sınıfın bilinçdışı üzerine de düşünmeye açmaktadır[2]. Sınıfın bilinçdışı bana göre, üretim ilişkilerinin izlerinin söz ve eylemlerde görünür hale geldiği bilinçli biçimlerin ötesinde yer alması, nesnelliğin doğrudan basınç yaptığı bir alan olması ve sınıf bilincinin de öncesindeki zorunlu bir uğrak olması açısından adlandırılmayı ve tanınmayı hak etmektedir.

  Metin içerisinde yukarıdaki gibi şekillenmesini umduğum tanımın içine yerleştiği kuramsal çerçeveye biraz daha yakından bakmamız anlamlı olur. Öncelikle bu çerçeveye ilişkin tartışmalar yürütüp metnin ikinci kısmında da sınıfın ruhsallığını incelememize olanak tanıyacak ve sınıfın temel ruhsal çatışması ve içselleştirme/özdeşleşme düzeyleri üzerine kurulu bir model sunacağım. 

I.  Kavramsal Çerçeve:

a. Üretim İlişkileri ve İlişkideki Özneler/Öznellikler

 Tarihsel maddeciliğe göre tarihin maddesi nedir? Tarihin maddeleri, insanların eylemleri ve bu eylemlerle kurulan toplumsal ilişkilerdir (Marx & Engels, 2004; Wood, 2008b ). Toplumsal ilişki biçimlerinin yapısından dolayı üretici güçler ve metalar insan eylemlerinden bağımsızmış gibi gözükebilir ama fiziksel maddeler, doğa, üretim araçları, teknoloji, vb. insan eylemi sayesinde tarihselleştirilirler ve ancak bu eylemlere bağımlı şekilde toplumsal ilişkilerin ve toplumsal nesnelliğin unsurları olarak örgütlenirler. Bu mantığa göre insanların eylemleri ve eylemler vasıtasıyla kurulan toplumsal ilişkiler, sonraki kuşaklara bırakılan tarihsel doğayı, insanların kendilerine ve ötekilerine çizdiği sınırları ve öznelliklerini belirleyecek şekilde karşılarında bulacakları nesnel toplumsal düzenleri oluşturur (Marx & Engels, 2004; Thompson, 1995).

 Bu bağlamda üretimin bizzat kendisi de maddi insan eyleminin bir biçimi ve aynı zamanda toplumsal bir ilişkidir. Üretim, içerisindeki yasal, hukuki, siyasal ve ideolojik/kültürel unsurlarıyla birlikte, insanların içine girdikleri ve ürettikleri toplumsal bir ilişkidir (Wood 2008b). Wood (2008b, 2008c) Marx’ın radikalliğinin üretimin kendisini toplumsal bir faaliyet olarak ele alması olduğunu söylerken, üretimi mümkün kılan, çerçeveleyen ve onun tarafından içerilen örgütlenme, tahakküm, mülkiyet ilişkileri biçimlerini bizzat üretimin temel bileşenleri olarak ele alır. Dolayısıyla burada üretim ilişkileri derken, ‘üstyapısal’ unsurlardan sıyrılmış ‘iktisadi’ ilişkilerin özerk bir alanından söz etmiyor olduğumuzu söyleyebiliriz. Sömürünün ilke olarak ‘iktisat-dışı’ yollarla değil, ‘iktisadi’ alanda ve araçlarla gerçekleştiği özgün bir üretim biçimi olan kapitalizmde dahi Wood (2008b); hem siyasi-yasal güçlerin üretim ilişkileri açısından temel ve kurucu rolünü vurgular, hem de artığa el koyanların üretim üzerinde görülmemiş bir güce sahip olduklarına özellikle değinirken, bu gücün oluşmasının tarihini de ‘siyasal gücün özelleşmesi’nin tarihsel hattı çerçevesinde inceler. Dolayısıyla ne sadece bir üretim birimindeki çalışma süreci, ne de doğrudan, toplumsal ve ruhsal görüngülere dışsal olarak tanımlayabileceğimiz bir alandır, üretim.   

 Kapitalist üretim ilişkileri, kendi yaşamlarını yeniden üretmenin koşullarına ancak çalışmak yoluyla erişebilenlerin, içinde işçi pozisyonunda yer aldıkları ve onları kuşatan bir ilişki ağıdır. Bu ağ, sömürü koşullarını ve mülksüzlüğünü sürdüren yasalar ve devlet baskısından, emek sürecindeki tahakküme; ötekilerle kurulan bağların bastırılmasından, çalışma arzusunun yaratılmasına kadar birçok özelliğe, temel özellikleri olarak sahiptir.  Piyasa zorunluluklarının egemenlik alanının arttırılmasına yönelik sınıf mücadeleleri ile yaratılan, yerleştirilen ve yayılan bu ilişkilerin (Wood, 2003), yarattığı ve/veya tesir ettiği her işçi için geçerli kıldığı durum birincil güvencesizlik durumudur. Bu kavramı, Freud’un (1915/2013) tarif ettiği ve bebeklikte herkes için geçerli olan birincil çaresizlik durumuna benzeterek kullanıyorum. Bu çaresizlik durumu, baskı yapan gereksinimlerin yatıştırılması ve bakım için başka bir öğeye ihtiyaç duyuyor olma durumun tanımlar. Kapitalizmin temel bir özelliği olan birincil güvencesizlik, yaşamak için çalışmak zorunda olan herkesin içinde bulunduğu tanımladığı gibi, kapitalist nesnellikle sınıf öznelliği arasındaki bir geçiş kanalı (kavramı) olarak düşünülebilir.

Bu kavramı işçilik durumu ile sınıf olma arasındaki salınımlı süreç açısından nasıl bir önem taşıdığına birazdan değineceğim ama burada bizim açımızdan önemli olan, üretim ilişkilerinin içerisinde yer alan insanların öznelliklerinin bu ilişkilerin izlerini zorunlu olarak taşıyacağını tespit etmektir. Yani işçi olma durumunun evrensel içinde taşıdığı birincil güvencesizlik özelliği, evrensel olarak ortak görüngüler üretip üretmeyeceğinden bağımsız olarak, o ilişkilere giren insanları öyle ya da böyle etkileyecek bir durumdur. Bu anlayış bana göre, Thompson’un sınıf deneyimi kavramının da yola çıkış prensibi ve noktası olarak da düşünülebilir. Kapitalist güç alanı (Thompson, 1978), insanları birincil güvencesizliğe doğru ‘çeken’ bir güçtür. Burada Thomspon’ın yaklaşımının, kendisine getirilen öznelcilik (sınıfı kültürel süreçte eritmek) veya nesnelcilik (ekonomik indirgemecilik) eleştirilerindeki vurgulardan çok daha öte bir potansiyel taşıdığını da görmüş oluruz. Wood (2008a) Thompson’ın deneyim kavramıyla ‘yapısal konum’ ile ‘özne eylemi’ arasındaki ilişkiyi, bu ikilikten konuşmayan ve bu ikiliği aşmaya yönelik bir yöntembilim sunuyor olduğu özellikle vurgular. Sınıf meselesinde ‘yapısal konum’ ile ‘özne eylemi’ arasındaki ‘başlangıç noktasını’ ben burada birincil güvencesizlik olarak adlandırmış oluyorum, ki tartışma ilerledikçe göreceğiz ki özne eyleminin de ‘öncesi’, birincil güvencesizliğe karşı geliştirilen içselleştirme ve özdeşleşmelerle doludur. İşte bu ‘yapısal konum’ sonrası ‘özne eylemi’ öncesi alan, öznelliğin birincil güvencesizlikle yaralı ruhsallığıdır.

 Burada kullandığımız öznellik kavramı, ne sınıf algısına indirgenerek, ne de nesnellikten izole edilerek anlaşılabilir. Sınıf tartışmalarında sıklıkla dayanılan öznel-nesnel ayrımı, bu alanda tartışma ve politika yürütenleri, bu taraflardan birini ötekine göre daha çok savunmaya itmiştir. Bazen bu yalıtıcı ayrımdan kurtulma çabaları da bazen bu ikili ayrım üzerinden bu taraflardan birine sokularak değerlendirilmektedir. Buna karşın, bu ikici ve yalıtıcı ayrımın,  öznellik ile nesnellik arasındaki geçişi tanıyarak ve kuramsallaştırarak aşılabildiğine, aşılabileceğine ve aşılması gerektiğine inanıyorum. Üretim ilişkilerine giren tarihsel insanlar,  öznelliklerini bir kenara bırakarak bu ilişkilere giriyor değiller ve onlar bu ilişkilerin içinde bu ilişkileri deneyimleyerek, bu deneyimin öznel izleriyle uğraşarak, onları tercüme etmeye çalışarak var oluyorlar. Üretim ilişkileri bu yolla sembollere, sözlere ve eylemlere dönüşüyor ve toplumsallaşıyor. Bu noktada, sınıfın ruhsallığına dönmeden, toplumsal nesnellik ile öznellik arasındaki ilişkiye dair bir tartışma yürütmek anlamlı olacak.

.b. Öznellik-Nesnellik İlişkisi ve Geçişliliği

 Özne dediğimizde kavramın Batı dillerinde ve Latincedeki üç anlamını da kullanıyor olduğumuzu düşünebiliriz. Başer (2012) bunların şunlar olduğunu belirtir: konu, tebaa ve cümledeki faildir. Yani özne (a) merkeze aldığımız bir noktayı; (b) tabi olmayı ve (c) fail olmayı anlatır. Jourdain ve Naulin (2016) Bourdieu’nun fail (agent) tanımının da bu iki özelliği –eylemi yapma ve eyleme maruz kalma- barındırdığını vurgular. Bu metin bağlamında özne dediğimiz yerlerde her üç anlama da gönderme yaptığımızı düşünebiliriz. Yani özne, odak noktasında yer alan, tabi ve fail olandır. Tabii ki unutulmamalı ki, burada beden merkezli özne kavrayışından söz ediyoruz. Beden özne-nesne ilişkisinin, öznellik-nesnellik ilişkisinin oluşması için temel koşuldur. Öznellik, bedenin nesnelerle karşılaşması dolayısıyla nesnellikle karşılaşması ile oluşan, gelişen, bölünen, işleyen dinamik bir alanın adıdır. Beden metin boyunca söz ettiğimiz içselleştirme ve dışsallaştırmaların zorunlu aracısıdır. Bu demek değildir ki, beden merkezli özne anlayışımız bizi illa ki tekil bedende somutlaştığını tasavvur ettiğimiz birey düzeyinde bir öznellik bir anlayışa götürecek. Fakat öznelliği ister bireysel ister kolektif istersek başka düzeylerde soyutlayalım, beden duyumsama ve eyleme çevirmenin gerçekleştiği ‘yer’ olması nedeniyle öznellik-nesnellik diyalektiğinin geçiş noktasını oluşturur.  

 Bu geçiş ilişkisinde nesne, bir özneye göre öteki olabilmiş olandır (Tyler, 1998). Yani nesne, özneye göre nesnedir ve başka bir kişi ya da duyumsanabilecek herhangi bir şey olabilir. Bu, bir özneye göre öteki olmamış şeylerin var olmadığı anlamına gelmez ama herhangi bir özneye göre öteki olmamış nesnelerin tarihselleştirilmediği, onlarla özneler arasında bir ilişki, öznellik-nesnellik ilişkisi tanımlayamayacağımız anlamına gelir. Nesnellik derken, bu durumdaki nesnelerin, yani fiziksel şeyler ve bedenlerin sürekliliklerinden söz ettiğimizi düşünebiliriz. Bu süreklilikler -birbiriyle kaçınılmaz bir şekilde çeşitli pazarlıklar içerisinde olan- fiziksel ve toplumsal süreklilikler/zorunluluklar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Toplumsal nesnellik olarak toplumsal süreklilikler, aslında, insan eyleminin şeyler ve bedenlere etki etmesiyle oluşturduğu, toplumsal ilişkilerdeki süreklilikleri ifade eder. Şeyler ve bedenler toplumsallığın kurulmasında insan eyleminin nesneleri olmanın yanısıra, insanların toplumsallaşmasını, yani insan olmasını sağlayan toplumsal ilişkilerin aracılarıdırlar. Herhangi bir toplumsal sürekliliğin, duyumsanabilecek şeyler ve bedenler dışında bir yerden bir öznelliğe doğru gelebileceğini düşünemeyiz.  

 Marx’ın (Marx & Engels, 2004) düşüncesinde de Freud’un (2006) düşüncesinde özne eylemlerinin ötekiler (kişi, kuşak, grup, sınıf, vb.) için nesnelliğe; nesnelliğin de onunla karşılaşanlar için öznelliğe dönüşmesinin mantığını rahatlıkla bulabiliriz. İki kuram arasındaki önemli bir geçiş noktasını oluşturan bu mantığı şu şekilde ifade edebileceğimizi düşünüyorum: İnsanlar bedenleri dolayımıyla gerçekleştirdikleri eylemlerle, öteki şeyler ve bedenler üzerinde etkide bulunur, bunları dönüştürür ve toplumsallaştırırken; kendileri de, kendilerini içinde buldukları ve şeyler ve bedenler tarafından izleri taşınan, toplumsal ilişkilere maruz kalır ve bu yolla toplumsallaşarak insan olurlar.  Öznelliğin bir tezahürü olarak özne eylemi, toplumsal nesnelliğin, nesnelliğin bir tezahürü olarak nesne etkisi, öznelliğin kurucusudur.

 Bu noktada Marx’ın (Marx & Engels, 2004) maddi ilişkilerle ilgili bir vurgusunu hatırlamakta fayda var. Marx hayvanlar arasındaki ilişkilerin onlar için var olmadığını çünkü onların bu ilişkiyi bilmediklerini söyler. İnsan ve hayvan arasında yapılan bu ayrım yanlış olabilir ama burada önemli olan Marx’ın, ‘maddi olmayan’ tasarım boyutunun, maddi ilişkinin zorunlu bir koşulu olduğunu söylüyor olmasıdır. Ona göre maddi bir ilişki, onu ‘bilincinde’ içeren insan sayesinde ve ‘bilinci’ içeren bir biçimde vardır. Buradaki bilinç kavramı bizim psikanalitik bilinç-bilinçdışı ayrımımıza denk düşmeyebilir ama Marx’ın bu vurguyu özellikle temsiller dünyasının nesnel dünyadan özerkleştirilmesini temel bir eleştiri konusu yaptığı bir metninde bu vurguya vermesi oldukça önemlidir. Burada ‘idealizme bırakılmaması gereken’ aktif bir tasarımsal boyut mevcuttur ki bu tasarımsal boyut da az evvel çerçevesini çizdiğimiz üzere toplumsal nesnellik tarafından yapılandırılmıştır. Marx’ın düşüncesini biraz daha inceltirseki toplumsal nesnellik tarafından yapılandırılmış ‘insan özü’ olan bu aktif süzgeç bilinçdışı olarak düşünülebilir. Bilinçdışı, toplumsal nesnellik tarafından yapılandırılan, temas edilen birincil unsur olarak, bilinçli insan eyleminin de arkasında yer alan bir unsurdur. Hem bilinçli hem bilinçdışı tasarımlar olarak, maddi ilişkilerin bileşeni olan ruhsal tasarımları metafetişizmi düşüncesinde de rahatlıkla bulabiliriz (Marx, 2015; Tomsic, 2017).

  Toplumsal ilişkiler, öznel izdüşümleriyle birlikte var olmakla kalmaz, aynı zamanda onlar sayesinde de var olurlar. Somut ilişkiler ve zorunluluklar, yarattıkları, soyut ilişki ve zorunluluklarla paralel biçimde gelişir ve gerçek hale gelirler. Tersinden söylersek soyutlamalar, toplumsal ilişkilerin dinamik biçim ve çelişkilerinden kaynak alırlar (Ollman 2011). Marx’ın öznellik alanındaki çatışmalar, nesne ilişkileri ve yatırımların nasıl geliştiğine ilişkin bir kuramsallaştırma üzerinde çalıştığını söyleyemeyiz tabii ama insan eylemlerinin içerisinde bulunan, her zaman bilinçli olmayan ve toplumsallıkla kurulan tasarımlara ilişkin sezgisi bence çok önemlidir. Bir yanda özne ve öznellik meselesini psikolojik bir bireycilik ve yalıtmacılık ile ele alınmasına, diğer yanda nesnelerin ve nesnelliğin ‘yapısını’ özne ve öznellikten arındırılma çabasına karşı, üzerinden birçok fikrin üretilebileceği ve üretildiği aralıklardır buralar.

 Marksist ve psikanalitik kuramların, farklı yönlere doğru açılan ve incelen yaklaşımlar olmalarına karşın birbirleriyle üzerinden konuşabilecekleri, herhangi bir kuramı eksiltmek yerine zenginleştirecek, fetişleştirmek yerine harekete açacak bir öznellik-nesnellik ilişkisi kavrayışının yukarıdaki gibi olabileceğine inanıyorum[3]. Thompson’un yaklaşımının da bu salınıma eşlik etmeye yönelik güçlü potansiyeller taşıdığını düşündüğüm için, Wood’un Thompson’da yakaladığı noktaları özellikle önemsiyorum. Şimdi, bu salınımın, sınıf meselesi açısından kritik bir ağırlık merkezi olan sınıf deneyimi olgusu/kavramı üzerine kurulu bir sınıf kuramına dönerek ruhsallık tartışmamızı sürdüreceğiz.

c. Üretim İlişkilerinin Öznelliğe Dokunuşu: Bilinçdışı ve Bilinçli İzler

 Wood’un (2008a) Thompson’dan yola çıkarak geliştirdiği sınıf kuramına göre üretim ilişkilerindeki konum olarak işçi olma durumu ile sınıf olma arasında bir ayrım vardır. Bu ikisi arasındaki geçiş süreçleri ve biçimlerini tanıyabilmek için bu ayrımı yapmak da, bir yapısal konumu sınıf olma ile eşlemeye göre daha anlamlıdır. Ona göre ancak bu şekilde, bir üretim biçimi içerisindeki tarihsel hareketin gerçek temeli olan sınıf ilişkileri anlaşılabilir; bir üretim biçimi sürecinin içerisine, üretim ilişkileri etrafında birleşen, bileşimi, tutarlılığı, örgütleri, vb. açısından farklılaşan, sınıfsal oluşum ve ilişkiler yerleştirilebilir. Bu yaklaşıma göre insanlar, üretim ilişkileri içerisindeki konumlarından yola çıkarak, benzer konumda yer alanlarla ortak deneyimler üzerinden ortaklık ilişkileri geliştirir ve bu süreçte sınıf oluşumlarını kurarlar.

 İşçilik durumundan sınıf olmaya doğru giden bu sürecin zamanla paralel ilerlediğini iddia etmemize gerek yok. Tarih, zamanla aynı şey değildir; dolayısıyla sınıf tarihi de öyle değildir ve zamanla paralel akmaz. Başka bir deyişle süreç olarak sınıf, farklı niteliklerde ve ölçülerde, salınımlar, ilerleme ve gerilemeler, parçalanmalar ve birleşmelerden müteşekkildir. Peki sınıf sürecinin sonu veya sınıfın ‘en çok’ sınıf olduğu an neresidir? Bana göre bu anı ancak bir sınırla tanımlayabiliriz. Bu sınır da, sınıfın kendisinin var olmaktan çıktığı ‘an’dır. Yani sınıf oluşum süreci, kendisiyle birlikte tüm sınıf iktidarlarına son verene kadar devam edebilir ancak. Marx’ın da (Marx & Engels, 2004) belirttiği şekilde sınıf oluşumu ile birlikte kendini kapitalist ilişkilerin yıkımı olarak da kuracağı için sınıf potansiyel olarak bu yıkımı gerçekleştirecek kadar oluşana kadar, sınıf süreci salınımlarıyla birlikte devam edecektir. Bu yıkılma anı da sadece bir sınırdır ama önceden birçok detayını resmedebileceğimiz bir tablo değil.  Sınıf süreci ile ilgili buradaki vurgularımıza yöntem bölümünde de döneceğiz.

Burada ruhsallık tartışması açısından önemli olan, sınıf sürecinin kendisinin tanım itibariyle, işçilerin, üretim ilişkilerinin kendilerinde bıraktığı izleri işleme, tercüme etme ve yorumlama süreci olduğudur. Üretim ilişkilerinin nesnelliği işçi bedenler tarafından duyumsama ve içselleştirmeye çevrilir, bu yolla bilinçdışı içselleştirme/özdeşleşmeler ortaya çıkar ve/veya canlanır ve aynı zamanda da bu hareket bilinçli temsillerde ve eylemde değişimlere yol açar. Birazdan tanımlamaya çalışacağımız bu değişimlerin, ortada bilinçli sınıf oluşumları olmadığında da mevcut olduğu Thompson (1978) tarafından anlatılır. Bu bize, üretim ilişkilerinin öznelliğe dokunuşunu (hem temas hem nakış anlamında) sadece belirli görüngülerde aramamamız gerektiğini öğretir. Sınıf deneyimi ifadeleri çok bariz (ve arzulanır) şekillerde ortaya çıkmadığında bile araştırılmaya değerdir, çünkü varlardır. Wood’un çizdiği çerçeve sınıf oluşumları vasıtasıyla yürütülen sınıf mücadelelerinin de ötekiler gibi bir sınıf ifadesi olduğunu göstererek, onların da arkasında bir ruhsal işleme süreci olduğunu açığa çıkarmış olur. Neticede sınıf süreci, bir ilişki (üretim) nedeniyle ve ilişkiler (sınıf) kurarak gelişen bir söz ve eyleme tercüme etme süreciyse, bu tercüme süreçleri arkasındaki işleyişler özel bir inceleme konusu haline getirilebilir. Böylece işleyişi yaratan ve etkileyen unsurlar, daha önce de değindiğimiz gibi daha incelikle tanınabilir.

 Aşağıda sunacağım önerilerde birincil güvencesizliği sınıfsal ruhsal oluşumların başlangıç noktası olarak ele alıyorum ve ruhsal manada bu başlangıçtan sonra gelişen içselleştirme ve özdeşleşmeleri özellikle inceleme konusu yapıyorum. Neticede de çeşitli sınıf deneyimi ifadelerini sınıflandırma ve aralarındaki ilişkileri kurmaya ilişkin bir yöntem öneriyorum. Bununla birlikte şunu burada vurgulamam anlamlı olur. Sınıfın ruhsallığı, başka tip ruhsallıklarla ayrışmış biçimde, farklı tip ruhsallıklarla yan yana duran bir ruhsallık kategorisi değildir. Olguyu bu şekilde hayal etmemizin şu an için pek bir faydası yoktur. Sınıfın ruhsallığını bu aşamada ruhsallık alanının değil, sınıf kuramı ve oluşum sürecinin bir bileşeni olarak düşünmek daha anlamlı olacaktır.  

II. Sınıfın Ruhsallığının İncelenmesi için Bir Yöntem

a. Sınıf Sürecinde Temel Ruhsal Çatışma ve İki İçselleştirme/Özdeşleşme Düzeyi  
   
 Herhangi bir işçilik durumunun başlangıç deneyimini birincil güvencesizlik olarak tanımlamıştık. Bu kavram bir yandan temel bir durumu, bir yandan da ona denk düşen temel bir deneyimi anlatıyor. Bu deneyim, işçi konumunda olanlar için öyle bir deneyimdir ki onların, iş ve işsizlik hayatı içerisinde gezinirken bu hayatın çeşitli unsurlarına (kendi işçilik durumu, diğer işçiler, gruplaşma ve örgütlenmeler, sendika, yönetici, işveren, geçim araç, para, devlet ve siyaset vb.)  karşı geliştirecekleri içselleştirme ve özdeşleşmelerin arkasındaki temel itici gücü oluşturur.

 Birincil güvencesizlik deneyimi ‘ilk anda’ insanı, çevresini değiştiremediği, denetleyemediği, edilgen bir konumda, bir çaresizlik içinde bırakır ve içinden çıkmak için ondan güçlü olan ve onu gereksinimlerini karşılayacak ötekilere ihtiyaç duyar hale getirir. Tabii burada ‘an’ derken, illa tespit edilebilecek ve süresi ölçülebilecek bir zaman biriminden değil, sonraki sürece bir öncül oluşturacak ve güvencesizlik durumu sürdüğü sürece potansiyel olarak ruhsal düzende var olmayı sürdüren niteliksel bir andan söz ediyorum. İnsanın içinde kalacağı bu türden bir çaresizlik ve dolayısıyla kaygı anı, benliğin bazı parçalarının ruhsal bir gerileme içerisine girmesine sebep olur. Bu ruhsal gerileme insanın daha evvel bahsettiğimiz birincil çaresizliğine doğru gerçekleşir ve benlik bu durumun yarattığı huzursuzluğu yatıştırmak için nesnelere bağımlı bir konumdan ruhsal yatırımlar yapar, nesneleri belli şekil ve düzeylerde içselleştirir. Bu içselleştirmeler ve özdeşleşmeler etrafında bazı düşlemler oluşur, bu düşlemler duygulanımsal içerikle dolar.   Bu demek değildir ki işçilik durumunda olan her kişi kolaylıkla tespit edilebilir niteliksel ruhsal değişimler yaşayacak; fakat işçilik durumu her koşulda ruhsallığın ‘bazı parçalarını’ etkileyecek ve bu gerilemeye zorlayacaktır. Freud’un da (2004a) savaş durumuyla ruhsal gerilemeyi ilişkilendirmesine paralel bir biçimde düşünürsek, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı birincil güvencesizlik durumu, yaşamını sürdürme ihtimalinin risk altında olduğu bir savaş durumu gibidir. Bu sınırda olma deneyimi, temel kaygıları harekete geçiren ve güçlü pozisyonda olanın yüceleştirilmesine yol açan işleyişi harekete geçirir. İşçiler için sürekli bir ruhsal basınç kaynağı olan bu temel durum, kapitalist ilişkilerin sürmesi için sürekli yeniden üretilmesi gereken bir durumdur. Bu durum Bonefeld’in (2011) düşüncesiyle uyumlu biçimde ilksel birikimin sürekli olarak var olması ve kapitalist ilişkileri kurması olarak okunacaksa eğer, ruhsal dünyanın da bu ilksel yaraların canlandırılmasıyla yoluyla belli bir basınca tabii tutulduğu ve belli ölçülerde şekillendirildiği düşünülebilir. 

Üretim ilişkilerinin izleri, bu temel gerileme ve bağımlı konumdan yatırımlar yapma durumun yaratılmasından başlayarak çeşitli içselleştirmeler ve özdeşleşmeler geliştirmeyi içeren ve oradan da çeşitli sınıfsal görüngülerin ortaya çıkmasına doğru giden çatışmalı ve gerilemeli-ilerlemeli bir hareket alanıdır. Bu aşamada şunu da söylemek gerekir ki burada, sınıf deneyimi ve sürecinde önemli şekillerde belirleyici olan cinsiyet, cinsel yönelim, etnik köken, meslek, biyografik öykü, destek mekanizmaları, çalışma koşulları, örgütlenme ve diğer toplumsal koşulların, dikkate alınmaya muhtaç etkilerinden de bağımsız ve daha genel bir iddiada bulunuyorum.




      Sınıfın ruhsallığının
          temel çatışması 



İşçileşme
İşçileşmeye Direnme

Sınıf deneyimi ifadelerinin dayandığı iki içselleştirme/
özdeşleşme
düzeyi
Hiyerarşik İçselleştirmeler/
Özdeşleşmeler


A

B
Eşitlikçi
İçselleştirmeler/
Özdeşleşmeler


C

D


-Tablo 1-

Bu güvencesizlik durumunu onun üzerine kurulacak olan içselleştirme ve özdeşleşmeler için başlangıç noktası olarak kabul edip yola devam edersek, sınıfın ruhsallığının temel bir çatışma üzerine kurulu olacağını düşünebiliriz. Bu çatışma tabloda (bkz. Tablo 1) da görüleceği gibi işçileşme ile işçileşmeye direnme arasında gerçekleşmektedir. Söz ve eylem düzeyinde de karşılıkları olabilecek bu iki kavramı ruhsal dünyaya ilişkin kavramlar olarak kullandığımı özellikle belirtmek isterim. Holloway (2011a) insanların sınıflaştırılma ve sınıflaştırılmaya direnme olarak ele aldığı bu karşıtlık, soyut emeğin insanları tahakkümüne alma, onları emek gücüne çevirmeye yönelik evrensel çabasını, sınıflaştırma; buna karşı insanların geliştirdiği her türlü direnme biçimini ise sınıflaştırılmaya direnme olarak ele alıyor. Başka bir metninde (2011b) somut emek ile soyut emeğin mantıksal ve zorunlu mücadelesi olarak tasarladığı bu karşıtlığı ben burada doğrudan, ruhsal düzlemdeki bir çatışmaya gönderme olarak kullanıyorum; hem söz ve eylemleri, hem de bunların ötesindeki ruhsal gerilimleri tanımlayabilecek temel bir çatışmaya.

 Holloway’den farklı olarak sınıflaş(tır)ma kavramının yerine ise işçileşme kavramını kullanıyorum çünkü daha evvel de tartıştığımız gibi sınıfı, işçi olma durumunun yaratılması ile sınıfın, kendini bile yadsıyacak söz ve eylemi üretecek raddede oluşmuş olması, arasındaki süreç olarak ele alıyorum. Sınıf oluşumunun, sınıfın, sınıf olmayı yadsımayan birliği aşamasında sonlandırılması ve aslında kesintiye uğratılması, Marx’ın (Marx & Engels, 2004; Wood, 2015) kapitalizmin ve tüm sınıfsal iktidarların tümden yıkılmasında işçi sınıfına atfettiği yapısal ve stratejik rolle örtüşmediği gibi, sınıf mücadelesinin ufkunu da iyice daraltmaktadır. Holloway ve aynı akımdan diğer yazarlar (bkz. Emek Tartışması, 2011) böyle bir ufuk daralmasının da farkında olarak geliştirdikleri yaklaşımlarında ise, işçilik durumu ile sınıf oluşumu arasında bir fark koymuyorlar ve sınıf olma durumunu sadece pozitif bir birlik olma olarak okuma anlayışını sürdürüyorlar. Böylece sınıf ile kapitalizm arasındaki negatif ilişkiyi kaçırdıkları gibi, sınıf ile işçilik arasındaki negatif ilişkiyi de gözden kaçırıyorlar.  

 O halde kapitalist üretim ilişkilerinin insana dokunduğu zaman yarattığı temel gerilimi işçileşme ve işçileşmeye direnme arasında tanımlamış olduk. O zaman şunu söyleyebiliriz: sınıf deneyimi ifadeleri, ruhsallığın ya işçileşmiş boyutlarına veya ya da işçileşmeye direnen boyutlarına denk düşer. Bahsettiğimiz iki hattan birine yerleşmesi gereken sınıf ifadeleri aynı zamanda, iki içselleştirme/özdeşleşme düzeyinden de birine yerleşmelidir.

 Bunlardan ilk ve birincil güvencesizlik durumuna en ‘yakın’ düzeye hiyerarşik içselleştirmeler/özdeşleşmeler düzeyi diyorum. Birincil güvencesizlikten çıkış uğraşı içerisinde, iş ve işsizlik hayatında rastlanılan nesnelerle, bağımlı ve edilgen bir konum esas alınarak gerçekleşen, bilinçdışı ve bilinçli içselleştirmeler ve özdeşleşmeler bu kategoride yer alıyor. İş, işçi, sendika, devlet, vb. gibi nesnelere yapılan yatırımların, bir ‘ebeveyn’ pozisyonuna doğru yapıldığını gösteren, çeşitli sınıf deneyimi ifadelerinin bu kapsamda değerlendirilebilir. Yani, ruhsal dünyanın hiyerarşik içselleştirmeler düzeyinde işçileşmesi A kümesindeki ifadeleri doğurur; ruhsal dünyanın hiyerarşik içselleştirmeler düzeyinde işçileşmeye direnmesi ise B kümesindeki görüngüleri doğurur. A kümesinde yer alacak ifadeler, üretim ilişkilerinin çeşitli unsurlarının ve sermayenin çeşitli biçimlerinin yüceleştirilmesine işaret eder. Chibber’in (2017) kapitalizmin zorunlu olarak yarattığını söylediği çalışma arzusundan, de Gaulejac’nın (2013) çıkardığı haliyle bazı beyaz yakalıların şirketle ve işle kurduğu narsisistik yatırım ilişkisine, direnişteki işçilerin sözlerinde bile sıklıkla rastlanan siyasal iktidarla ‘uyumlu’ sözlerinden (örn. Direnişteki Tekel İşçileriyle Röportaj, 2009), yıkıcı rekabet ve mobbinge (Erdoğan, 2009), hatta belki de meta fetişizmine (Marx, 2015)  kadar birçok sınıf deneyimi ifadesi bu kapsamda ele alınabilir. B kümesine yerleşebilecek ifadeler, nesneye yine bağımlı ve edilgin bir konumdan yapılan yatırımlar içerir ama bu sefer aynı zamanda nesne ve onunla kurulan ilişkiler yadsınmaya ve iptal edilmeye çalışılır.  Türkiye emek tarihi literatüründe tartışma konusu olan ‘organize olmayan uyuşmazlık’ veya işçi tepkilerinden (Makal, 2006), bazı psikiyatrik rahatsızlıklara (Dejours’la Söyleşi, 2010), kafe açmak veya şekilde bağımsız çalışmayı hayal etmeye kadar çeşitli ifadeler bu kapsamda değerlendirilebilir.

 Üretim ilişkilerinin izlerinin temel çatışması çerçevesinde sınıf deneyimi ifadelerine dönüşeceği ikinci düzey de eşitlikçi içselleştirmeler/özdeşleşmeler düzeyidir. İş ve işsizlik hayatında rastlanılan nesnelerle, eşit ve etkin bir konum esas alınarak gerçekleşen bilinçdışı ve bilinçli içselleştirmeler ve özdeşleşmeler bu kategoride yer alıyor. İş ve işsizlik hayatındaki nesnelere ‘kardeşlik’ pozisyonundan yapılan yatırımların ortaya çıkardığı, eşitleştirmeye işaret eden sınıf ifadelerini bu düzeyde değerlendirebiliriz. Tabii bu düzeydeki ifadeler de temel gerilim çerçevesinde ikiye ayrılmaktadır. Bu bağlamda ruhsal dünyanın eşitlikçi içselleştirmeler/özdeşleşmeler düzeyinde işçileşmesi C kümesindeki, ruhsal dünyanın eşitlikçi içselleştirmeler/özdeşleşmeler düzeyinde işçileşmesi D kümesindeki görüngüleri ortaya çıkaracaktır. C kümesinde yer alabilecek ifadeler, diğer işçilere ortaklık düşünceleri etrafında yapılan eşitlikçi yatırımlara işaret eder. İşçiler arasında kurulan paylaşım ve dayanışma gruplarından (Plaza Eylem Platformu, 2016), tanınmak için mücadele etmeye (Birelma, 2014), sendikalaşmaya, Thompson’ın (2012) Metodizm ayini örneklerindeki gibi, işyeri dışında bir inanç etrafında bir araya gelip deneyimler paylaşmaya kadar çeşitli sınıf deneyimi ifadeleri bu kümede değerlendirilebilir. D kümesinde yer alabilecek ifadeler ise diğer işçilere ortaklık düşünceleri üzerinden geliştirilen yatırımlara ek olarak, işçilik durumunun kendisinin yadsınması ve iptal edilmesi eğilimlerini içerir. Mason’un (2009) “Küresel işçi sınıfı nasıl oluştu?” sorusu etrafında sıraladığı, sınıfın sınırlarında gezen Paris Komünü’nden, 1 Mayıs’ın eylemlerine, savaş karşıtı işçi eylemlerinden, fabrikalarda özyönetim deneyimlerine ve Gezi eylemlerine kadar (Gündoğdu, 2013) birçok sınıf deneyimi ifadesi bu kümede değerlendirilebilir.

  Bu tablonun mantığını anlatabilmek için çeşitli sınıf deneyimi ifadelerinden örnekler verdim ve aşağı yukarı onların yerleşebileceği yerlerden bahsettim. Ama tabii iddiam o ki bu model, herhangi bir kişi ya da grubun sınıf ifadelerinin yerleştirilebileceği ve üzerinden sınıfın ruhsallığına ilişkin yorumlar yapabileceği bir araçtır. Model, bir durumdaki sınıf sürecinin ruhsal manzarasını sunar ve bu manzarayı yaratan koşulların incelenmesi ve değiştirilmesinin olanaklarını arttırır. 

Bu aracı kullanarak, epey soyutlanmış bir kategoriyi de, bir göçmen işçinin anlatımlarını da, direnişte olan bir grup taşeron işçinin sözel ve eylemsel ifadelerini sınıf ruhsallığı temelli bir düşünme mantığına açabiliriz. Tabii bir kişi veya grubun ortaya çıkardığı ifadelerin kendiliğinden bu tabloya yerleşmesini bekleyemeyiz; bu yerleştirme süreci, bilinçli görünümlerin ardındaki bilinçdışı dinamik ve sürekliliklerin, ruhsal birçok unsurun (dürtü, arzu, bastırma, savunma, düşlem, nesne yatırımı, çatışma, vb.) yorumlanacağı bir yorum faaliyeti gerektirecektir.  Modelin kuramsal inşasında olduğu kadar, verilerin modele yerleştirilmesinde de psikanalitik bir kavrayış bu nedenle gereklidir. Aynı zamanda ifadelerin yerleştirilmesi sonucunda bunların tek bir kutuda birikmesi zorunluluğu yoktur; hatta çoğunlukla görüngüler kutular arasında dağılacaktır. Yani bu model üzerinden sınıfın ruhsallığının ve sınıf sürecinin incelenmesinde, tablodaki yoğunlaşmalar ve boşluklar kadar, kutular arasındaki ilişkiler de inceleme konusu olacaktır. Kutular arasındaki ilişkilerin şöyle ele alınabilir.

b. Sınıf Sürecinde Aracı Unsurlar ve Ruhsal İşlevleri

 Bu tablo, kişi ya da grup düzeyindeki sınıf sürecindeki özdeşimsel konumları gösterirken aslında, farklı konumlarda bulunmanın sebeplerinin, yani konumlar arasındaki ilişkilerin ne olduğunu sormamıza da vesile olur. Yani örneğin bir çağrı merkezi çalışanı işini kimliğinin temel bir parçası haline getirmişken, bir diğeri işinden nefret etmekte ve bu durumdan çıkamıyor durumdaysa, bu aradaki farkı yaratan nedir? Ya da örneğin, bir öğretmen işini kimliğinin temel bir parçası haline getirirken, aynı anda bir sendikal mücadele içinde bulunuyorsa, buradaki birliği yaratan nedir? Ya da örneğin bir grup işçi gündelik hayatı fiilen kaçınılmaz bir şekilde etkileyen bir eylem yaparken, diğer yandan siyasi yetkililerle ilişkisinde çok uyumlu bir tavır sergiliyorsa, bu aradaki çelişkiyi yaratan nedir? Bu sorular çoğaltılabilir ama temel derdimizin farklı özdeşimsel konumlar arasındaki ilişkiyi sormak olduğu anlaşılmıştır. İşte, bu aradaki ilişkiyi (farklılık ve birliktelik) yaratan ve tablodaki geçiş çizgilerine yerleşecek aracı unsurlar, sınıf süreçlerindeki gerileme ve ilerleme salınımlarını belirleyen uzay-zamansal konumlar ve bunlara bağlı unsurlardır. Bu konumların belirleyicileri biyografik öykülerden, mekânsal-tarihsel nokta ve bağlama kadar değişir; yani kişilerin hayat hikâyeleri, belli bir bağlamdaki toplumsal ilişkiler, sınıf mücadelesi ve diğer mücadeleler, kültürel ve ideolojik öğeler, siyasi baskı ve şiddet, belli bir işçilik durumuna özgü nitelikleri, işyerindeki pozisyon, vb. gibi birçok unsur bu belirleyiciler arasındadır. Her örnekte hepsini yeterince görüp tanıyamayabiliriz ama özdeşimsel konumlar arasındaki, yani kutulara yerleşen sınıf deneyimi ifadeleri arasındaki farkları yaratanlar, bizim dört kümemiz arasındaki ilişkileri belirleyen bu unsurlardır.

 Başka bir deyişle unsurlar sınıf sürecindeki ilerleme ve gerilemeleri belirler. Bu mantığa göre; sınıf sürecinin başını temsil eden, A kutucuğunda yer alabilecek görüngülerin ortaya çıkması ile, işçilik durumunun yok edilmesine ve kardeşlerin hukukunun toplumu yeniden kurmasına en çok yaklaşılan, D kutucuğuna girecek görüngülerin ortaya çıkması arasındaki süreç (süre değil) olarak sınıf oluşum süreci, ruhsal bir ilerleme süreci olarak düşünülebilir. Ama bu zamana paralel olan bir ruhsal ilerleme olarak düşünülmemelidir; daha evvel belirttiğimiz gibi sınıf süreci de zamana paralel ve onunla eş yönlü değildir. İlerleme, bizim belirlediğimiz –tabii bize havadan gelen, sınanmamış, praksisten çıkarsanmamış düşüncelerle değil- iki nokta arasındaki yolun tamamlanması için gerçekleşmesi beklenen değişimleri ifade eder. Bizim için bu, hem ruhsal, hem de sınıf sürecindeki ilerleme için, bir iktidar ilişkisinden, iktidar dışı ilişkilere doğrudur.

Tabloda A’dan B’ye, A’dan C’ye, B’den D’ye ve C’den D’ye geçişler ilerleyici geçişler, ters yöndeki geçişler ise gerileyici gelişler olarak düşünülebilir. Aradaki çizgilere yerleşecek olan aracı unsurlar böyle ilerletici ve geriletici etkiler yapan unsurlardır. Sınıf deneyimini D yönüne doğru götüren, yani D’ye yerleştirilebilecek deneyim ifadelerini yaratacak unsurların ilerletici işlevini dönüşmeci sembolleştirme olarak adlandırıyorum. Buradaki sembolleştirme, birincil güvencesizliğin yarattığı duygulanım, çatışma, gerileme, savunma ve diğer ruhsal deneyimlerin tasarımlara dönüştürülebilmesini ve buna eşlik eden yatırımsal ve duygulanımsal dönüşümleri anlatıyor. Her geçişin, aradaki uzay-zamansal unsur tarafından yaratılan böyle bir dönüşüm içereceğini varsayıyorum ya da şöyle de söylenebilir, her bir kümenin bir sonrakine kıyasla böyle bir sembolik eksiklikten muzdarip olduğunu düşünüyorum. Buna dönüşmeci dememin sebebi ise bu işlemin hem ruhsal anlamda dönüşme yanlısı olması hem de dönüştürücü söz ve eylemi yaratma potansiyeli ile toplumsal anlamda dönüşme yanlısı olması. Sınıf oluşumunu ilerleten unsurlar her ne ise (gelenekler ve alışkanlıklar; dayanışmacı toplumsal ilişkiler ve gruplaşmalar; eşitlikçi ideolojiler, vb.) onların işlevleri bu olmalı.

Tersinden düşündüğümüzde de, sınıf sürecini A yönüne doğru geriletecek unsurların işlevini sakınmacı savunma olarak adlandırıyorum. Yani D’den C’ye, D’den B’ye, C’den A’ya, B’den A’ya geçişler sınıf deneyimlerinin belli ölçülerde dışarıda tutulması ve bastırılmasına yönelik savunmaların devreye girdiği geçişler. Bu esnada nesnelerle kurulan bağımlı yatırım ilişkisinin muhafaza edilmesi ve statükoyu bozacak söz ve eylemlerden kaçınılması da söz konusu.  Araya bu gerilemeyi yaratacak biçimde giren uzay-zamansal unsurların (izole etme, yüceleştirme, düşmanlaştırmaya dayalı ideolojiler; devlet şiddeti; çalışma ve yaşam koşullarının acı verici olması, vb.) böyle işlevleri olmalı. 
 Sonuç olarak, üretim ilişkileri ile sınıf oluşumu arasına yerleştirdiğimiz sınıfın ruhsallığına bakmak için kullanılabileceğimiz bu model, bize; belli kişi veya grupların, sınıfsal oluşum sürecini belirleyen çatışmalı ruhsal manzaraları daha iyi tanımak, anlamak, yorumlamak ve değiştirmek için faydalı bir araç sunuyor olabilir. Gerek böyle bir kavramsallaştırma gerekse böyle bir yöntem önerisi yaparken, sınıf oluşum sürecinin kaçınılmaz bir şekilde içeriği olan, sınıf siyasetine ilişkin de, anlamlı bir düşünme tarzı sunmayı hedefliyorum. Sınıf siyaseti de, sınıf sürecine geriletici ve ilerletici etkiler yapabilen uzay-zamansal unsurlardan biridir ve sosyalist sınıf siyaseti, sınıf sürecine dâhil olurken dönüşmeci sembolleştirme işlevi görmek ister. Yani, sınıf oluşum sürecinin, sınıf iktidarının kendisini de yıkabilecek eşitlikçi içselleştirmeler/özdeşleşmeler düzeyinde gerçekleşmesi için aktif çaba sarf eder. Bu nedenle, sınıf ruhsallığına ilişkin bir perspektifin sınıf mücadelesine ve onu stratejilerine de katkı sağlayacağı söylenebilir.   

 İşçi sınıfının sosyalist dönüşümleri sağlayabilecek söz ve eylemleri, kapitalist üretim ilişkilerinin sınıfın ruhsallığına dokuduğu izlerin, eşitlikçi ve adaletli söz ve eylemlere tercüme edilmesi ise eğer; bu izlere yönelik merakımızı ve düşlerimizi canlandıracak, bu izleri okumamıza el verecek ve dönüştürücü eylemlere vesile olabilecek kavramsal ve yöntemsel öneriler olarak düşünülebilir, burada sözünü ettiklerim. Marx’ın sınıf ilişkilerinin ‘bastırılanına’ ve hayaletlere olan ilgisi apaçık ortadayken, Marksizm içerisinde bunları konuşacak ve uygulayacak geniş bir alanımız olduğuna inanıyorum.

Kaynakça

Başer, N. (2012), Lacan, İstanbul: Say.
Birelma, A. (2014) Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi, İstanbul: İletişim.
Bonefeld, W. (2011) “Sermaye, Emek ve İlksel Birikim: Sınıf ve Kuruluş Üzerine”, Emek Tartışması içinde, der. Ana C. Dinerstein ve Michael Neary, çev. Özgür Yalçın, İstanbul: Otonom, 99-134.
Chibber, V. (2017) “Rescuing Class From the Cultural Turn”, Catalyst, 1(1).
De Gaulejac, V. (2013) İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum, Çev. Özge Erbek, İstanbul: Ayrıntı.
Direnişteki Tekel işçileriyle Röportaj, 2009, kaynak: http://sendika62.org/2009/12/direnisteki-tekel-iscileri-ile-roportaj-sendika-org-39240/
Erdoğan, G. (2009). “Mobbing (İşyerine Psikolojik Taciz)”, TBB Dergisi, 83, 318-352.
Thompson, E.P. (1978) “Eighteenth-century English Society: Class Struggle wihtout Class?”, Social History, 3(2), 133-165.
Freud, S. (1915/2013). “İçgüdüler ve değişimleri”, Metapsikoloji içinde, çev. E. Kapkın ve A. Tekşen, İstanbul: Payel, 109-133.
Dejours’la Söyleşi (2010), Etik Acı, Ruhsal Acı, Acıların İnsani, Kaynak: http://m.bianet.org/biamag/emek/119480-etik-aci-ruhsal-aci-acilarin-insani
Freud, S. (2004b) “Grup Ruhbilimi ve Ego Çözümlemesi”, Uygarlık, Toplum ve Din içinde, çev. E. Kapkın, İstanbul: Payel, 87-164 .
Freud, S. (2004a) “Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine Düşünceler”, Uygarlık, Toplum ve Din içinde, çev. E. Kapkın, İstanbul: Payel, 57-82 .
Freud, S. (2006) Totem and Taboo, London: Routledge
Gündoğu, İ. (2013) “Haziran İsyanı’nın İki Temel Dinamiği Üzerine”, Praksis, Özel Sayı, 35-44.
Holloway, J. (2011a). Sınıf ve Sınıflaştırma: Emeğe Karşı, Emeğin İçinde ve Ötesinde, Emek Tartışması içinde, der. Ana C. Dinerstein ve Michael Neary, çev. Özgür Yalçın, İstanbul: Otonom, 49-66.
Holloway, J. (2011b) Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak, çev. B. Özçorlu ve ark., İstanbul: Otonom.
Makal, A. (2006). “Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi ve Tarihçiliği Üzerine Bir Değerlendirme”, A.Ü.S.B.F. GETA, Tartışma Metinleri, 91, 1-52.
Marx, K. & F. Engels (2004) Alman ideolojisi: Feurbach, çev. S. Belli, İstanbul: Sol.
Marx, K. (2015) Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, çev. M. Selik ve E. Özalp, İstanbul: Yordam.
Mason, P. (2009) Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek: Küresel İşçi Sınıfı Nasıl Oluştu?, çev. Gözde Orhan ve Mehmet Ertan, İstanbul: Yordam.
Ollman, B. (2011) Diyalektiğin Dans: Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev. C. Saraçoğlu, İstanbul: Yordam.
Plaza Eylem Platformu (2016) “Beyaz Yakalıların Psikososyal Dayanışma İlişkileri”, Kaynak: https://plazaeylem.org/2016/10/23/beyaz-yakalilarin-psikososyal-dayanisma-iliskileri-plaza-eylem-platformu-etkinlikleri/
Thompson, E.P. (1978) “Eighteenth-century English Society: Class Struggle wihtout Class?”, Social History, 3(2), 133-165.
Thompson, E. P. (2012) İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. U. Kocabaşoğlu, İstanbul: Birikim.
Thompson, E. P. (1995) The Poverty of Theory. Londra: Merlin Press.
Tomsic, S. (2017). Kapitalist Bilinçdışı, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis.
Tyler, S. A. (1998). “Them Others – Voices without Mirror”, Paideuma: Mitteilungen zur Kulturkunde, 44, 31-50. 
Wood, E. M. (2008a) “Bir Oluşum ve İlişki Olarak Sınıf”, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması içinde, çev. Ş. Artan, İstanbul: Yordam, 95-130.
Wood (2008b) “Kapitalizmde ‘İktisadi’ ile ‘Siyasi’nin Birbirinden Ayrılması”, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması içinde, çev. Ş. Artan, İstanbul: Yordam, 35-64.
Wood, E. M (2008c) “Altyapı ve Üstyapının Yeniden Değerlendirilmesi”, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması içinde, çev. Ş. Artan İstanbul: Yordam, 65-94.
Wood, E. M. (2003) Kapitalizmin Kökeni: Geniş Bir Bakış, çev. A.C. Aşkın, Ankara: Epos.
Wood, E. M. (2011) Sınıftan Kaçış, çev. Şükrü Alpagut, İstanbul: Yordam




[1] Bazı tartışmalar içerisinde emeğin ruhsallığı olarak da söz ettiğimiz bir kavram bu. Kavramın oluşturulmasına benim açıdan katkı sunan en güncel iki tartışmadan birini Eser Sandıkçı ve Eylem Akçay’ın Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Toplantıları Dizisi çerçevesinde yürüttü. Diğeri de farklı emek örgütlenmelerinden ve deneyim alanlarından gelen kişiler tarafından yürütülen, Yeni Emek Çalışmaları Ofisi çalışması kapsamında yürütüldü.
[2] Sınıfın bilinçdışı olgu/kavramına dair bir tartışmayı Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Toplantıları Dizisi kapsamında bir oturumda yürütmüştüm. Bu konuyu netleştirme çabam, henüz yayımlanmamış bir metinde yer almaktadır. Tabii ki net ifade edilsin veya edilmesin kavram okuyucunun her türlü eleştiri ve çağrışımına açıktır.
[3] Bu geçişlilik modelinin burada değinilemeyen ayrıntıları için bir önceki dipnot aynen geçerlidir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder