Umut Kocagöz
Gıda ve tarım politikaları bir süredir memleketin ağır gündemleri
içerisinde kendine yer buldu. Milli Tarım Projesi, yerlileşme
/ millileşme tartışmaları, ithalat bağımlılığı, ucuz et ve en son şeker
fabrikalarının özelleştirilmesi meselesi gıda ve tarım üzerine konuşmayı popüler
bir mesele haline getirdi. Bu yazıda gıda meselesini nasıl ele alabileceğimiz üzerine
bir tartışma açmak ve bu meselenin aktörlerini tartışmak istiyorum.
Sorunu Tanımlamak
Gıda meselesini politik bir sorunsal olarak ifade etmek, gıda
ile ilgili sorunu tespit etmek, bize ne ile ilgili politika yapacağımız
konusunda perspektif oluşturmamızı sağlayacaktır. Gıda, malum herkesin temel ihtiyacı
olması açısından herkesi ilgilendiren bir mesele. Günümüzde farklı toplumsal
kesimlerin sağlıklı, nitelikli, besleyici gıdaya erişim sorununa kendi
yordamlarıyla farklı çözüm yolları geliştirdiği ifade edilebilir. Dolayısıyla,
farklı kesimlerin bu meseleye dair bir arayış içinde olduğunu, mevcut gıda
sistemini sorunsallaştırdıklarını söylemek mümkün.
Sorunu, üretim ve tüketim ilişkilerinin tamamını kat etmesi
bakımından “gıda sistemi” sorunu olarak tanımlayabiliriz. Gıda sistemi,
gıdanın üretiminden masaya gelmesine kadar -tohumdan sofraya- bütün ilişkileri
ve aktörleri içine katan, çok boyutlu ve çok katmanlı bir sistem olarak tanımlanabilir.
Gıdanın üretim mekânlarından işlenme süreçlerine, dağıtımından tüketim mekânlarına
kadar çok çeşitli mekânları tartışma içine alır. Aynı zamanda, gıda üretiminin
-tarımın- bütün bileşenlerini -toprak, tohum, mera, orman, bahçe, dere, vadi,
hayvan, bitki, kır, köy, fabrika, atölye, kent- ve bütün aktörlerini -çiftçi,
tarım emekçisi, mevsimlik işçi, fabrika emekçisi- içine alan karmaşık ve bütünsel
boyutu görmemizi zorunlu kılar. Elbette bu, gıdanın dağıtım ve tüketim boyutu için
de geçerlidir.
Dolayısıyla sorunu tanımlamak için mevcut gıda sistemine
bakmamız gerekir. Dev bir endüstri olan mevcut gıda sistemi, tarım şirketleri
(ya da şirket tarımcılığı -agribusiness), dağıtım ve lojistik şirketleri,
ilaç şirketleri ve süpermarket zincirleri tarafından domine edilmektedir. Gıdanın
nasıl üretileceğine, dağıtılacağına ve tüketileceğine bu aktörler karar verir.
Dolayısıyla bütün bir gıda sistemi üzerinde şirket mantığı hakimdir. Gıda
üzerinde şirket egemenliği mevcuttur. Şirketler, kâr eden kurumlar
olarak, gıda üretim ve tüketim ilişkilerini bu mantık üzerinden örgütler. Daha
fazla kâr elde etmek, mevcut gıda sisteminin temel hedefidir.
Bu bağlamda temel sorunumuz mevcut endüstriyel, kâr odaklı,
şirket egemenliğine bağlı olan gıda sistemidir. Şirket mantığı çerçevesinde
dizayn olan bu ilişkiler, tohumdan sofraya bütün ilişkileri bu mantık içerisinde
çalıştırmaktadır. Örneğin, kâr amacına yönelik olmayan köylü tarımı tasfiye
edilmekte, tarımsal dönüşüm şirketlerin mantığına uygun olarak köylüleri
proleterleştirmekte, tarım emekçilerinin kötü koşullarda çalışmasını dayatmakta;
besleyici özellikten yoksun sanayi ürünleri süpermarketler yoluyla kitlesel
pazarda “gıda” adı altında satılmaktadır.
Bunlar elbette herkesin kendi hayatlarında deneyimledikleri
süreçler olduğundan daha ayrıntısına girmek istemiyorum. Herkesi ilgilendiren böylesi
büyük meselede, gıda sistemi içinde yer alan üreticiler ve tüketiciler olarak
bir kıskacın içindeyiz. Dolayısıyla, bundan çıkabilmek için alternatifler inşa
etmek, bu alternatifleri kamusallaştırmak, kamunun imkânlarını da (maddi ve
teknik altyapı, ekonomiyi yönetme gücü, hangi tarım ve gıda politikalarının
belirleneceği ve hangi modellerin destekleneceği meselesi) bu minvalde talep
etmek ve işletmek zorundayız.
Gıda Egemenliği
Endüstriyel gıda sistemine karşı yerel, bölgesel ve küresel
çapta, büyük bir çeşitlilik yelpazesinde örgütlenmeler ve mücadeleler
bulunuyor. Bu mücadelelerin temel aktörlerinden biri olan La Via Campesina
(LVC), 81 ülkeden, 182 örgütün üye olduğu, 200.000’den fazla çiftçiyi, topraksız
kır işçisini, köylüyü, göçeri, yerli halk mensuplarını bir araya getiren küresel
bir hareket. Kendini “toprağın insanları” olarak ifade eden La Via Campesina,
tarla ölçeğinden küresel ölçeğe, çok çeşitli mücadele biçimleri kullanarak
toprağın insanlarının hak ve taleplerini savunuyor, inşa ediyor, hayata geçiriyor.
1996 yılındaki 2. kongresinde “gıda egemenliği” kavramı ve
perspektifini ortaya koyan LVC böylece kendini sadece gıda üretiminin kendisini
sorunsallaştıran ve gıda sisteminin aktörlerini gizli kılan “gıda güvenliği”
kavramından ayrıştırarak yeni bir paradigma geliştirdi. Bu paradigma, aktör
sorunsalını gıda meselesinin merkezine alarak kır ile kent arasındaki ilişkinin
kır ve kent emekçileri cephesinde yeniden tanımlanmasını mümkün kılan bir
perspektif geliştirmiş oldu. 2007 yılında Mali’nin Nyeleni kasabasında, yukarıda
tariflediğimiz bütün aktörlerin katıldığı uluslararası Nyeleni Gıda Egemenliği
Forumu yapıldı[2]. Bu forumla beraber, küresel gıda egemenliği hareketinin
kuruluş süreci daha bütünlüklü bir düzleme taşınmış oldu.
Şirketleşen gıda üretimi,
gıdanın kâr amaçlı üretimi, yukarıda bahsettiğimiz birçok
sorunun temel kaynağı. Peki, buna karşı gıda egemenliği nasıl bir toplumsal
alternatif önermekte? Öncelikle, gıda egemenliği en basit ifadesiyle, gıda üretimi
meselesini toplumsal bir mesele olarak ele almayı, üretimden tüketim sürecine
kadar giden sürecin bütününe bu süreçte yer alan aktörlerin
katılımını ve egemenliğini savunmaktır.
1. Gıda Hakkı:
Herkesin yeterli, sağlıklı, toplumun kültürüne uygun gıdaya erişim hakkı vardır.
Gıda ticari bir mal değildir ve küresel şirketler tarafından yönetilmemelidir.
2. Gıda Üreticilerin
Hakları: Geleneksel olarak gıda üreten bütün
kesimlerin üretme ve yaşamlarını devam ettirme hakkı vardır. Gıda üreticilerinin
üretim hakkı tasfiye edilemez. Ayrıca, kadınların her alanda söz hakkı olmalıdır.
3. Yerel gıda sistemleri: Gıda sistemi yerelleşmelidir. Gıda sistemleri üzerinde üretici
ve tüketicilerin karşılıklı inisiyatifine dayanan karar alma yöntemleri
geliştirilmelidir. Üreticilere nitelikli, sağlıklı ve
besleyici gıda üretme, bu ürünleri tüketicilere sunma hakkı tanınmalıdır.
4. Ortak varlıklar:
Köylülerin ortak varlıkları olan meralar, dereler, ormanlar;
aynı zamanda üretim yapılan tarımsal araziler üreticiler lehine güvence altına alınmalı, ticarileştirilmesi
reddedilmelidir.
5. Bilgi ve deneyim aktarımı: Çiftçilerin yerel ve pratik deneyimine dayanan bilgi güvence altına alınmalı, yeni kuşaklara aktarılmalı ve ticarileştirilmemelidir.
6. Ekoloji:
Doğa ile dost ekolojik tarım modeli desteklenmelidir. Bu tarım modeli ve
pratikleri gezegeni korur, ve iklim değişikliğine karşı gezegeni soğutur, toprağı ve iklimi onarır.
Dolayısıyla gıda egemenliği, üreticilerin ne üreteceklerine
karar verme, bunu nasıl işleyeceklerine karar verme, bunu da tüketiciler ile
beraber yapma hakkı olarak anlaşılabilir. Gıda egemenliği, gıda sistemindeki
temel aktörlerin gıda sistemini belirlemesidir. O halde, kır ve kentte yaşayan üretici
ve tüketicileri esas sosyal aktör olarak tanımlamalı ve bu aktörler üzerinden
bir perspektif geliştirmek zorundayız.
Kırda Dönüşüm ve Agroekoloji
Gıda sistemini sorunsallaştırmak karşımızda kırdaki büyük dönüşümü
anlamayı zorunlu kılıyor. Böylesi bir yazıda bu dönüşümün bütünlüğünü yansıtmak
olanaksız ve indirgeyici olma riski taşısa da, şu iki aks üzerinden ifade
edebiliriz: birincisi, tarımsal yapının dönüşümü, çiftçinin/köylünün dönüşümü
ve tarımda şirketleşme; ikincisi de, kır mekânı ve ekolojisinin dönüşümü,
yaşam alanlarının/müştereklerin çitlenmesi. Tartışmamız bağlamında bizim için
temel olan şey, bu iki aks üzerinden ceryan eden kırsal dönüşümün “kır” olarak
gıda üretim mekânlarını ve aktörlerini dönüştürmesi.
Kırda yaşayan ve çiftçilik yapan köylüler bu süreçte
dönüşümü yaşayan esas toplumsal kesim[4]. Küçük köylülüğün temel önemi
ise şurada: küçük üretim yapan köylü ekolojik / doğa dostu / bilge köylü
tarımının hem bilgi hem de pratik itibariyle taşıyıcısı konumdadır. Tarihsel ve
toplumsal olarak küçük üretim yapan köylü, çiftçilik mesleğini icra ederek
toplumun gıda ihtiyacını karşılar. Dolayısıyla, hem alternatif gıda ağları hem
de kamu politikaları köylünün çiftçilik yapmaya devam etme hakkını savunmalı, şirketlerin
boyunduruğuna karşı köylülerin ekolojik tarım yapabileceği sistemler geliştirmelidir.
Ayrıca ekolojik tarım modeli ve pratiklerinin kamunun imkanlarıyla destekleneceği
politikalar talep etmek elzemdir.[5]
Bu bağlamda, bir yandan gıda üretiminin kim tarafından nasıl
yapılacağı asli önemde ise (gıda egemenliği), agroekoloji (ekolojik tarım)
olmadan gıda egemenliğinin de mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. Çünkü agroekoloji,
bir tarımsal model olarak, şirket tarımı modelinin karşısında, hem kırdaki emekçi
kesimleri güçlendiren, hem de piyasa rasyonalitesi dışında sağlıklı ve
besleyici gıda üretiminin temelidir.
Kırda çiftçilerin kurduğu örgütler ve yeni örgütlenme çabaları
bu açıdan takip edilmesi ve ittifak kurulması gereken aktörler olarak karşımızda
duruyor. Küçük çiftçilerin bizzat özne olarak yer aldığı kooperatifler, üretici
sendikaları, dernekler ve inisiyatifler, bu aktörleşme sürecinin hem aktüel uğrakları
hem de önümüzdeki dönemin potansiyelleridir. Gıda egemenliği ve agroekoloji
perspektifi, bu aktörler üzerinden takip edilerek güçlendirilebilir.
Kentte aktörleri tanımlamak
Gıda egemenliğinin bir diğeri ayağı ise gıdanın tüketicileridir.
Bu anlamda, kır mekânını aktörleri üzerinden düşünmek, kentte yaşayan
tüketiciler olarak, kendimizi düşünmektir. Çünkü dayanışma ve işbirliği aktörler
arasında gerçekleşir.
Bizim tartışmamız açısından esas olan şey elbetteki
kentteki emekçi sınıflardır. Kentteki emekçi sınıflar çeşitli biçimlerde farklılaşmakla
beraber, yukarıda tanımladığımız itibariyle sağlıklı ve besleyici gıdaya erişim
meselesi emekçi sınıfların bütününü kesen temel bir meseledir. Bu açıdan, gıda
egemenliği meselesini emekçi sınıfların ortak bir sorunu olarak tanımlamak ve
ortak mücadele araçları kurmak elzem[6].
Emekçi sınıfların herhangi bir türdeki mücadele hattını kurarken,
bu mücadeleyi hangi sorun alanına dayandıracağımız ve hangi
toplumsal kesimlerin bu hat içinde örgütleneceği aktör sorunsalının
temelinde yatar. Gıda egemenliği bağlamında düşündüğümüzde, emekçi sınıflar için
temel mesele sağlıklı ve besleyici gıdaya erişim meselesi olarak
tariflenebilir. Dolayısıya, gıda meselesi, kentli tüketici-emekçilerin gıdaya
erişim sorunsalı olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda düşündüğümüzde, kısa ölçekte
kentli-tüketicileri/emekçileri örgütlemeyi hedefleyen alternatif örgütlenme
pratikleri (tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları, gıda kolektifleri vb.),
gıda sorununu ve aktörü tanımlamak için bize önemli bir ipucu vermektedir. Gıda
sorunu böylece bir yandan genel tüketim sorunu, bir yandan işyeri ve ücret
sorunu, bir yandan tarım ve gıda politikaları meselesi olarak tanımlanmış ve
sorunu üstlenecek aktör de işaretlenmiş olur.
Mücadele ağları
Örneğin, “şeker fabrikalarının özelleştirilmesi” gibi güncel
bir meseleyi ele alalım. Bu mesele, bir yandan çok katmanlı bir meseledir: şeker
pancarı üreticilerinin üretme hakkı; kamu politikaları bağlamında özelleştirme
meselesi; halk sağlığı bağlamında sağlıklı gıda ve Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ)
tehdidi. Bu üç katmanı aynı anda yürüten politik bir hat inşa edebilmek yine
aktör inşa edebilmekle yakından alakalı ve bunun orta ve uzun vadeli örgütlenme
meselesi olduğunu ifade etmek gerekir. Zira birincisi, şeker pancarı üreticilerinin
örgütlenme meselesidir. İkincisi, bir bütün olarak özelleştirme politikalarına
karşı mücadele edecek aktörleri inşa etme meselesidir. Üçüncüsü, gıdasına ve sağlığına
sahip çıkacak tüketicilerin/emekçilerin örgütlenme meselesi olarak düşünülebilir.
Yukarıda kentli aktörün gıda sorunsalı üzerinden nasıl tanımlanabileceğini
kısaca tartışmaya çalıştım. Gıda egemenliği sorunsalı ekseninde, kentte yaşayan
tüketiciler olarak kentsel mekânlarda örgütlenme çabasının içinde olmamız
elzem. Bu konuda gıda üzerine çalışan tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları
vb. tüketici inisiyatifleri, gıda egemenliğini hem bugünden inşa etmek açısından
hem de bu konuda politika üretmek açısından temel aktörler olarak düşünülebilir.
Yine aynı alanda çalışan çeşitli sendikalar, meslek odaları, üretici
kooperatifleri gibi kitle örgütleri, farklı kesimleri temsil etmesi ve
birikimini geliştirmesi açısından tüketici kesimlerin ittifak kuracağı aktörlerdir.
Bu aktörler kendi bulundukları kent mekânlarında hem gıdayı savunmak hem de
alternatif bir gıda ağı inşa etmek için yerel gıda egemenliği ağlarında
yan yana gelebilir. Bu ağlar, ortak pratikleri ve bağları güçlendirmenin ve
ortak politikalar üretmenin zemini olabilir. Ancak bu ağların oluşma ve gelişme
dinamiklerinin bu aktörlerin beraber çalışma ve ortak deneyimler inşa etme süreçlerine
bağlı olması açısından hem uzun vadeli, hem de somut alternatifler ve
politikalar üretecek tarzda olacağını unutmamak gerekir.
Örneğin, bir kentin bir ilçesinde, böyle ağların kurulması süreci
ile NBŞ gibi tüketicileri etkileyen bir süreci sorunsallaştırmak, bu mesele üzerinden
kamusal bir politika oluşturmak eş zamanlı olarak düşünülebilir. Bu tür bir ağın
ve politikanın örgütlenmesi, en geniş toplumsal kesimleri ortak bir zeminde bir
araya getirmek, kalıcı ilişkiler inşa etmek ve bu ilişkileri güçlendirmekle mümkün
olabilir. Bu da uzun erimli ve sabırlı çalışmalar yapmayı, tabanda (yani örgütlenme
sorunsalı ve alanı belirlenmiş bir kesim içinde) bu çalışmayı örmeyi
gerektiriyor.
Elbette ki şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ve NBŞ gibi
büyük bir meselenin karşısında konumlanacak tek aktörün böylesi yerel ağlar
olduğunu söylemek yetersiz. Bu tür meseleler karşısında, kamusal politika
talebini güçlü bir şekilde ifade etmek gerekir. Ancak bunu salt ajitasyon şeklinde,
geçici kampanyalar veya popülist stratejiler üzerinden yapmak da yetersiz
olacaktır. Kır ve kentteki kapitalist dönüşüme karşı çıkacak, farklı mekânsallıklarda
oluşan emekçi sınıfların bir ittifakını inşa etmek, yukarıda tariflediğimiz
soruna gerçekçi bir alternatif çözüm üretmek için elzem görünüyor. Kır ve kent
emekçilerinin kendini kurma ve göstermesinin farklı biçimleri olarak, örneğin fındık
üreticileri, tüketici kooperatifleri, iş yeri komiteleri vb. olarak örgütlenmesi,
ve kendi öz örgütlenmeleri dolayımıyla egemenliklerini
icra etmesini gerekir. Bu bütünlük, gıda üzerindeki tahakkümü kaldıracak ve gıda
egemenliğini inşa edecek bir perspektif olarak düşünülebilir.
[1] Bu yazı Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları
serisi kapsamında 31 Mart 2018 tarihinde Orkun Doğan ile beraber yaptığımız “Kırsal
Dönüşüm ve Gıda Rabıtası: Gıda Egemenliği Üzerinden Toplumsal Alternatif Nasıl
Düşünülebilir” başlıklı sunumdan ve yapılan tartışmadan ilhamla yazılmıştır.
[2] Forum sonucunda kamuoyuyla paylaşılan bildirge için bknz: https://www.karasaban.net/nyeleni-bildirgesi-ceviri-erhan-kelesoglu/
[3] Bu ilkeler, Gıda Egemenliği hareketinin tartışmaları sonucunda
ortaya çıktı. Türkiye’de tartışmaları yapılmakta olan “gıda egemenliği ağı” kapsamında
yaptığımız araştırma sürecinde bu ilkeleri Başak Durgun, Caner Murat Doğançayır
ve Ezgi Çatori ile beraber Türkçeleştirdik. İlkeleri kendimce kısaltarak burada
kullanıyorum.
[4] Dolayısıyla, kırdaki dönüşüme karşı çıkan aktörleri radikal,
bütünlüklü ve alternatif bir kimlik olarak inşa edilen ekolojist kimliği
içine yerleştirmektense, ekolojiyi bu aktörlerin verdiği mücadelenin bir sıfatı
olarak konumlandırmak daha doğru olabilir. Böylece, esasında aktörü belirsiz kılan
bir kimliğe gönderme yapmak yerine, gerçek toplumsal ilişkileri baz alan sosyal
aktörlerin politikleşme dinamiklerini takip ederek aktörleri ve mücadeleleri
anlamayı öne çıkaran bir metodoloji önerisinde bulunuyorum.
[5] Küçük üreticinin / köylünün / çiftçinin tanımı ve toplumsal
rolüne dair ciddi bir akademik yazın ve politik tartışma mevcut. Bu tartışmaların
konumuz açısından en dikkat çeken kısmı, köylünün piyasa mantığı çerçevesinde
monokültür üretim yaparak ekolojik tarımdan uzaklaştığı ve gıda üreticisi olma
vasfını yitirdiğine yönelik tartışmadır. Bu durum sosyolojik açıdan güçlü bir
gerçeklik ifade etmekle birlikte, burada işaret ettiğim bir toplumsal kesim olarak
köylülüğün politik bir düzlemde ele alınması ve alternatif bir modelin temel öznesi
olarak konumlandırılması. Yaşadığımız toplumsal çözülme sürecinde bütün emekçi
kesimlerin yeni sınıfsal kompozisyonlar içinde olduğu ve yeniden inşa edilmesi
gerektiğini bu tartışma bağlamında hatırlatmak isterim. Dolayısıyla, bir tür
romantizme düşmeden, meseleyi aktör sorunsalı bağlamında politik bir mesele
olarak düşünmeyi öneriyorum.
[6] Bu konuyu başka bir bağlamda değerlendiren bir metin için
bknz: Çetin Durukanoğlu, “Bir birleşik mücadele alanı olarak İşçi Sağlığı
İş Güvenliği ve İSİG MECLİSİ” http://www.guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=19332:bir-birlesik-mucadele-alani-olarak-isci-sagligi-is-guvenligi-ve-isig-meclisi-cetin-durukanoglu&catid=130:makaleler&Itemid=240
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder