Yazarlar (Yazma Sırasına Göre):
Baran Gürsel, Barış Şensoy, Can Evren, Bilgesu Şişman, Sidar
Güdüzalp, Umut Kocagöz
Giriş:
Bu metnin
yazarları referandum sonucu ne olursa olsun bize korumamız gereken enerjinin
'ne’ olduğunu hatırlatan farklı türden 'hayır’ birlikteliklerinin yoğun olduğu
bir dönemde, belli bir sürekliliğe ve uzun erimli dönüştürücü hedeflere sahip,
eşit ve özgürleştirici bir birlikteliği düşünme çabasında buluşmuşlardır.
Metnin yazılma amacı ise, böyle bir birlikteliğin, üzerinde düşünülmeye değecek
bazı yönlerine dair fikirler paylaşmak, bu çerçevede yürütülen tartışmalara
katkı sunmak ve yenilerine vesile olmaktır. Bu bağlamda aşağıda okuyacağınız
fikirler, buraya kadar olduğu gibi bundan sonra da, ötekilerle diyaloga girdiği
ölçüde zenginleşecektir.
***
Baran Gürsel:
Ben, kurulma biçimi ve hedefleri açısından
böyle bir birlikteliği 'sosyalist’ olarak tanımlarım. Böyle bir tanımlayıcı
ifade kullandıktan sonra açılması gereken pek çok konu olabilir ama burada üç
başlığı öne çıkarabileceğimi düşündüm: sosyalist
bir örgütlü grup olmanın tanımlanması, kardeşler
hukuku ve yasa(k)lar meselesi, deneyime
yaslanma ihtiyacı. Bu başlıkların mevcut yakıcı gündemlerden uzak olduğu
söylenebilir ve soyutluğu eleştirilebilir. Bununla birlikte benim aklımda,
güncelliğimizle bu başlıklar arasında iki tür bağlantı var. Birincisi, ‘hayır
zamanları’ Gezi sürecine benzer olarak birlikte olmaya, farklı kişi ve gruplar
arası iletişime ve ortaklık projelerine dair alışılmış düşünme biçimlerinde
irili ufaklı yarıklar açıyor. Bu yarıkların yeni pratiklerle olduğu kadar yeni
düşüncelerle de işlenmesini, örülmesini ve dönüştürülmesini önemli buluyorum.
Aynı zamanda da bir ülkede toplumsal iktidarın, toplumsal hayatın ve
‘ekonomi’nin nasıl düzenlenebileceği üzerine birçok tartışma yapılan bu
ortamda, aklımıza kurucu sosyalist birliktelik ve projelerinin gelmeme
eğilimini tersine çevirme çabasına katkı sunmak istiyorum.
1. İlk olarak, sosyalist bir örgütlü grup olmayı nasıl ele aldığımı aktarayım.
Herhangi bir düzeyde örgütlenmiş bir gruptan
söz ettiğimizde, bu gruba ne ad verirsek verelim, insanlar arasındaki toplumsal
ilişkilerin belli süreklilikler içerecek şekilde düzenlenişine gönderme
yaparız. Toplumsal ilişkiler hem ‘dış gerçeklik’, hem de ‘ruhsal gerçeklik’
düzlemlerinde (düzlemleri, sabit ayrı katmanlar değil, karşılıklı ve geçişli
varoluşlar olarak düşünelim) belli süreklilikler etrafında örgütlenerek grupları oluştururlar. Bu örgütlenme süreci aynı
zamanda öteki ilişki grupları ve biçimlerinden de farklılaşmayı içerir.
Bir grubu tarif ederken iki tür ilişkiye
referans veririz: Grubun 'içindeki’ ilişkiler ve grubun 'dışarıyla’ ilişkileri.
Grup içi alanı tarif ederken sürekliliklere ve benzerliklere atıf yaparız. Bu
sürekliliklerin belli ölçülerde 'bilinçsiz’, belli ölçülerde 'bilinçli’ olarak
belirlendiğini düşünebilir ve bu süreklilikleri farklı kavramlarla soyutlarız:
sınıf, aile, devlet, örgüt, ekonomi, vb. Bir ‘kapsam’ içinde ele aldığımız bu
toplumsal ilişkiler, aynı zamanda grup dışı toplumsal ilişkilerle de ilişki
içerisindedir. Dışarıyla olan ilişkiye bakarken de süreklilik ve benzerlik
yerine, başkalaşma ve farklılığa odaklanırız.
Bu varsayımlar etrafında tartışmayı biraz
ilerletebilmek için, ilişkisel süreklilik ve farklılığın gerçekte asla
tamamlanmış soyut biçimler olamayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Süreklileşmeyi
ve farklılaşmayı, birer ‘süreç’ olarak ele alabiliriz. Böyle düşünmek örgütün
varsayılan (kavramsal/soyut) durağanlığına karşı taşıdığı çelişki, hareket ve
değişimi göstermek açısından da faydalı olur. Ben bu anlayıştan yola çıkarak,
örgütlenmenin sahip olduğu iki merkezi çelişkiden söz edeceğim: a. (İç)
sürekliliğin/benzerliğin, (iç) başkalaşma/farklılaşma ile çelişmesi; b.
(Dışarıdan) başkalaşma/farklılaşmanın, (dışarı ile olan) süreklilik/benzerlik
ile çelişmesi.
Birinci çelişkiyi şöyle açabiliriz. Örgüt içi
ilişkiler belli ortaklıkların, benzerliklerin üzerine kurulsa da bu ortaklıklar
aynı zamanda her zaman belli bir ölçülerde ortaklaş(a)mama noktalarıdır. Deneyim,
arzu, amaç, ilke, vb. asla tam anlamıyla aynılaşamayacağı için burada her zaman
devindirici gerilimler var olur. Bu gerilimi somutlamak istersek, bunun
gündelik basit bir görüngüsünü, farklı fikirde olan konuşmaların,
suskunlukların, itiraz etmelerin, yol vermelerin olduğu bir toplantıda
bulabiliriz. Bu gerilimler örgütlülük tarafından yeniden ve yeniden çözümlenir,
örgütlenir ve yeni gerilimlere çevrilir. Bazen çözümleme süreçleri bazı
yerlerde tıkanır; gerilim, geriye rahatsızlığı katlanılamaz boyutlara ulaştıracak
kalıntılar bırakır -kuşkusuz bu gerilim ve kalıntılar, dışarısı olarak kabul
edilen toplumsal ilişkiler tarafından beslenir ve harlanır. Böyle durumlar da,
gerilimlere yönelik yeni içe alma ve çözümleme yöntemleri geliştirilmediği takdirde,
ya grupta parçalanma ya da grubun parçalı ve hiyerarşik bir birliğe dönüşmesi
ile sonuçlanır.
Gerilim nereye doğru giderse gitsin
(çözümlenerek çoğunlukla özümsenme veya kalıcılaşarak uyarmaya devam etme)
burada vurgulamak istediğim bu gerilimin hep var olduğu ve bilinçli ya da
bilinçsiz bir diyalektik akış içinde olduğudur. Ben bahsettiğim türden gerilimlerin mutlak
çözümlerinin olmaması ile bunu çözmeyi reddetme eğilimini ise birbirine
karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Bana göre gerilimi çözmeyi reddetmek
veya ‘rastgele kendiliğindeliğe’ ve ‘akış’a bırakmak, esasında onu ‘bilinçdışı’
süreçlerin hâkim olduğu bir işleyiş içerisinde çözülmeye bırakmak demektir.
‘Bilinçdışı’nın saf ‘yaratıcı bir arzu’dan değil, bastırılmış ve
bağlamsızlaşmış öğeler, savunmalar, çatışmalar ve -bir anlamda- ‘yıkıcılık’tan
da müteşekkil olduğunu düşündüğümüzde akışa bırakmanın çekiciliğine kapılmak uygun
bir seçim olmaz. Tabii uygun olmaz derken, eşit ve özgürleştirici bir düzen
kurma amacı doğrultusunda uygun olmayacağını kastediyorum. İşte bu noktada
bahsettiğimiz birlikteliğin sosyalist bir örgütlenme olmasının ayırıcı özelliği
devreye girer. Önce diğer çelişkiyi biraz açıklayıp bu konuya döneyim.
İkinci çelişkiyi şöyle açabiliriz: Dışarıdan
farklılaşma, dışarıda olduğu varsayılan toplumsal ilişkilerden gerçekten
bağımsız olma anlamına gelmez ve onların içeri 'sızması’ ile el ele gider.
Örgüt bağımsız bir ‘alan’ olmadığı için, içeride yeniden üretilen dışsal
ilişkilerin yeniden nasıl düzenleneceği hep canlı olan bir gerilim ve gündemdir.
Çünkü bir yandan bu iç-dış geçişkenliği, toplumdaki egemenlik ilişkilerini
(diyelim eril tahakkümü), diğer yandan da direnme ilişkilerini (diyelim
dayanışmacılığı) içeri aktarır ve örgütlenmenin kendisinin topluma
'yayılmasına’ izin verir. Bu geçişkenliğin hangi noktalarda hangi katılıklarda
ayarlanmaya çalışılacağı konusu, yukarıda da bahsettiğim mantıktan yola
çıkarak, sistematik bir özenle düşünülmesi gereken bir konudur. Mesela bu
gerilimin bir örneğini, halk geleneklerinin devrimci potansiyeli ile mi yoksa
egemen sistemi yeniden üretici potansiyeli ile mi ele alınacağı sorusunu
tartışırken yaşarız.
Bu iki çelişki bize, önemli düşünme ve pratik
alanları açıyor. Konumuz olan örgütlenmenin eşit ve özgürlükçü, sosyalist bir
örgütlenme oluşunun önemi ise burada devreye giriyor. Sosyalist bir birliktelik
olmak, çelişkileri sosyalist bir şekilde çözme gayretini de içermelidir. Söz
ettiğim, sorunlara tarih üstü formüller uygulamak değil. ‘Sosyalist olmak’ iki
şeyi ifade eder. Birincisi, bu bir kavrayış
çerçevesidir. Bu çerçeve; gerilimin, tarihselliğin, bağlamın bir tür
okumasını mümkün kılar. İkincisi, bir amaçtır;
yani bir gelecek temsili. Bu minvalde sosyalist bir birliktelik, çelişkileri/gerilimleri
eş zamanlı ve dinamik olarak hem bir sosyalizm çerçevesine, hem de sosyalizm
amacına referansla ele almayı hedeflemelidir. Zaten bizzat bu tür ele alışların
kendisi şu an gördüğümüz sosyalizm çerçevelerini ve sosyalizm amaçlarını oluşturmuştur.
Yine bu yolla bu ikili yeniden ve
yeniden yaratılacaktır. Ve eş zamanlı olarak sosyalist düşüncelerin hem
özgülleşmesinin hem de evrenselleşmesinin potansiyelleri çoğalacaktır.
Yani bahsettiğimiz iki alandaki sürekli
çelişkilerin sonu gelmeyen çözümlerinden sosyalist
bir hukukun içeriği ve biçimi oluşur. (1) Örgütlenmenin içindeki
ortaklaşmanın, içerideki farklılıklar ile girdiği gerilimin yaratıcı çözümleri,
örgütün uzlaşma noktalarının (hem ilke ve amaçlar, hem de işleyiş ve
çerçeve olarak) ve örgüt içi ayrı
alanların (farklı faaliyet alanları, gruplaşma biçimleri, komisyonlar, vb.)
oluşturulmasıyla sonuçlanır. (2) Dışarıdan farklılığın, dışarıya benzerlikle
yaşadığı çelişmenin yaratıcı çözümleri, örgütü
dışarıdan ayrıştıran özelliklerin (yine hem ilke ve amaçlar, hem de işleyiş
ve çerçeve olarak) ve toplumla temas
biçimlerinin (toplumsallaşma biçimleri, alan faaliyetleri, iletişim kurma
ve iletişimi değerlendirme yöntemleri, vb.) oluşmasıyla sonuçlanır. Bu
bahsettiğim dört oluşuma rengini, o bağlamda mevcut bir çelişkinin nasıl değerlendirildiği
veya değerlendirilmeden kendiliğinden nasıl bir hareketle karşılandığı verir.
Çeşitli düşünsel gelenekler, alışkanlıklar ve
etkiler sosyalist bir örgütlenmeyi tanımlarken bu çelişkilerin varlığını es
geçmemize sebep olabiliyor. Ben burada, hem bu çelişkilerin varlığını hem de
bunların eleştirel düşüncenin nesnesi yapıldığı takdirde ortaya çıkartacağı
kurucu potansiyeli temellendirmek istedim. Somut olarak da bu mantığın önümüze
çıkardığı ve üzerine düşünmeyi belli bir düzeyde sistematikleştirmemiz
gerektiğini düşündüğüm ilk elden aklıma gelen bazı soruları da şöyle
sıralayabilirim: Örgütlenme olarak nelerde uzlaşıyoruz; bu uzlaşmaları neleri
kenara koyarak yaratıyoruz; kenara koyduklarımızın bize etkisi ne oluyor;
(yeniden) değerlendirmesi gereken uzlaşma/uzlaşamama noktaları neler?
Örgütlenme biçimiz ne tür farklı katılım biçimlerine izin veriyor ve vermeli;
grup içindeki farklı işlevler neler olabilir; grup içi gruplar ya da kişiler
arasındaki hangi konulardaki hangi farklılıklar hangi aşamaya geldiğinde
ayrılık, hangi aşamaya kadar birlikte kalmak ile karşılanmalı? Toplumsal
egemenlik biçimlerinin grubun içinde nasıl tekrar ediyor ve bunlar nasıl,
kimler tarafından, ne sıklıkla düzenlenebilir? Toplumsal direnme dayanışma
biçimlerini nereden buluyor, alıyor, bulmalı ve almalıyız; dışarıyla kurulan
iletişimin araçları neler olabilir, karşılıklı olması için neler yapılabilir ve
iletişimin geçirgenliği ne zaman, nasıl düzenlenebilir?...
2. Buradan ikinci başlığa
geçebilir ve kardeşler hukuku ve yasa(k)
meselesini biraz ele alabilirim.
Kardeşler hukuku metaforunu Freud'a referansla
kullanıyorum. Meseleyi buraya uygun şekilde ifade etmeye çalışırsak hikâyede,
sınırsız bir şefin buyruğu altında örgütlenmiş bir grup, şefin sınırsızlığının
yerine kardeşlerin yasasının konulmasıyla yasalarca/yasaklarca düzenlenen bir
topluluğa dönüşmekte ve böylece hem liderin sınırsızlığı ortadan kalkmakta hem
de kardeşlerin ilişkisi düzenlenmektedir. Kardeşlerin ilişkisinin düzenlenmesi
bir yandan eşitler bir yandan da farklılar hukukunun oluşmasını içerir.
Kardeşlerin iç farklılıkları (akrabalık konumları, toplumsal konumlar) ve
dışarı gruplarla olan farklar bu hukukun parçasıdır. Tabii bu durum iki tür
çelişki barındırır. En azından bu mitolojik-tarihsel aşamada ‘erkek’lerin
‘baba’, ‘baba’ların da ‘şef’ olma potansiyeline işaret eden ataerkil bir
regresyon hattı da kurulmuştur. Başka bir regresyon hattının da grubun
(‘aile’nin) dışarıyla ilişkide kurduğu bulunan farklılığın yabancılığa,
yabancılığın da düşmanlığa kayma potansiyeli doğrultusunda çizildiğini
düşünebiliriz.
Bizim açımızdan burada bu hikayenin üzerine
düşünülebileceğimiz üç noktası var.
Birincisi, ‘hukuk’un ne olduğu meselesi. Bana
göre burada hukuku iki olgu/anlam üzerine oturtabiliriz: yasak ve yasa.
Freud’un hikayesinde ‘evrensel bir yasak’, kardeşlerin bundan sonraki
ilişkilerinin ‘yasasının’ tanımlayıcısıdır.
Kardeşler hukuku, iki anlam potansiyelini de
taşıyor olmakla birlikte bana göre sosyalist bir çerçeve/amaç, sürekli bir çaba
içerisinde yasa anlamını yasak anlamının önüne çıkarmalıdır. Güncel sosyalist
gelenekler içerisinde hukukun ikincisi ile tanımlanması ve daha da ötesi hukuku
yasak ve ceza olarak yaşa(t)ması bir yandan liberal demokrasi anlayışının, daha
özelde de güncel devlet şiddetinin ürünüdür. Özellikle günümüz koşullarında
devlet şiddetinin yoğunlaşması ve kayıplar -80 darbesinin etkisiyle paralel
olarak- toplumsal ilişkileri daha ‘yakıcı/yıkıcı’ şekilde yaşanır ve algılanır
hale getiriyor. Bu algı da hızla bulaşıyor; toplumsal ilişkilerin (ve örgütlü olanlarının)
ortak hukuk oluşturma yolu ile uzlaştırabilecek olağan çatışma ve gerilimlerini
yargı ve ceza gündemleri haline geliyor. Tabii her zaman yargı mekanizmaları
kurulmuyor ama bazen kopuşlar, parçalanmalar ve bazen de gerçek mahkum etme
eylemlerinin sertliği böyle bir etkiden kaynaklanıyor. ‘Yasa/söz verme-sözünü
tutmama’ meselesi, ‘yasak-ceza’ meselesine kolayca dönüşebiliyor.
İnsanların eşit ve özgür bir şekilde birlikte
yaşamasını olmasını hedefleyen bir örgütlenmenin, insanların –örneğin-
arzularının birbiriyle çatışmayacağını varsayması anlamlı olmaz ama
çatışmaların uzlaşmalara dönüştürülmesinde yasa ve sözleşmeye, yani birlikte yaratılacak
sembolizasyonlara gönderme yapması beklenebilir. Bu bağlamda yasak ve bunun
ihlalinin sonucu olan ceza mekanizması tamamiyle dışarıda bırakılmasa da
hukukun anlamı öncelikli olarak söz verme eylemine referansla
sosyalistleştirilmiş olur. Ve bu yolla da bu anlayış toplumsallaşmış ve yeniden
bireyselleşmiş/içselleşmiş olur. Topluluğun yasalarının ihlali (örneğin
toplantıda söz kesme) bu sayede, dışarıdan gelecek ya da iç dünyada yer alan
‘ayrık’ bir yapı olarak düşünülebilecek bir cezalandırıcı mekanizmayla değil
(bu yönde oluşmuş ayrışmış işlevlerin de bazen kurucu ve gerekli olduğu inkâr
etmiyorum); grubun ve içsel mekanizmanın
düzenleyici özelliğiyle karşılanır. İhlal, topluluğun uzlaşmasıyla karşılanıyor
ya da topluluğun önceki uzlaşmalarında karşılık bulamıyorsa yeni uzlaşmaların,
ortak sözleşmeye entegre olmasına vesile olur.
İkincisi Kardeşler hukuku metaforunu bu yönde
ilerletirken, aslında bir yönde daha ilerletmemize ihtiyaç vardır. Erkek egemen
bir toplumda kardeşlik, erkeklerin kardeşliği olmaya meyleder: babalara özenen
erkeklerin kardeşliği. Freud’un hikayesine referansla konuşursak, ‘baba’yı
öldüren kardeşler erkek kardeşlerdir. O zaman, egemen hale gelmesi muhtemel
‘erkek kardeşler hukuku’ sosyalist bir hukuksallığın oluşması için, ‘kız
kardeşler hukuku’ tarafından, ‘kız kardeşler hukuku’ da, ‘queer hukuk’
tarafından sürekli olarak yerinden edilmelidir. Sosyalist bir örgütlenmenin bu
‘döngüsel’ yerinden etmeleri sağlayacak mekanizmaları sağlaması ve süreklileştirmesi
anlamlı olur.
Ve üçüncüsü, kardeşler hukukunun aile-grup
metaforunu sürekli genişletecek şekilde aşma çabası, kardeşler hukukunun
sosyalistleştirilmesi için elzemdir. Grup dışını yabancılaştırma ve
düşmanlaştırmaya doğru gerileme potansiyeline karşı içsel farklılıkları (kardeş
rekabetini) düzenleyen hukuk ve dışarıyla farklılıkları düzenleyen hukuk,
üzerlerine sürekli çalışılması gereken konular olarak önümüzde durmaktadır. Bir
önceki maddede bu çelişkilerin düzenlenme ihtiyacından bahsetmiştim. Bu
çelişkileri düzenlerken, her zaman ‘ailedeki düşman erkek kardeşler hukuku’
potansiyelinin karşısına ‘öteki/dünyadaki insanlar’, onun da önüne ‘öteki/dünyadaki canlılar’,
onun önüne de ‘ötekiler’ hedeflerini koyarak bu çelişkinin kurucu ve
evrenselleştirici tarafını güçlendirmek için çabalayabiliriz.
3. Buradan da son başlık olan deneyime yaslanma meselesine
geçebilirim.
Bu geldiğimiz noktada, toplumsal ilişkilerin
sosyalist bir örgütlenmesinin ‘ne’ üzerine kurulu olacağı sorusunu sorabiliriz.
Bu soru aynı zamanda her aşamada ‘kardeşler hukuku’nun da ‘nereye’ dayanacağı,
ortak yasalarımızın ‘neyi’ düzenleyeceği sorusudur da. Ellen Meiksins Wood’un
liberal demokrasinin, antik demokrasinin ‘demosun egemenliği’ ilkesinden
koparılmış bir biçimi olduğu tezini kaynak olarak alalım. Buna göre antik
demokrasi köylülerin ‘siyasal’ alana girerken aynı zamanda üretim ilişkilerine
ve sömürü koşullarına da doğrudan müdahale etmesine izin verir. Demokrasi
doğrudan sınıf mücadelesinin bir alanı olarak iş görür. Bununla birlikte
liberal demokrasi, kapitalizmin siyasal ile ekonomik alanlarının ayrışması
üzerine kurulu olduğu için biçimseldir. O halde sosyalist bir demokrasinin,
maddi koşullarımız ve hayatımızın yeniden üretimi üzerinde doğrudan tasarrufa
imkân veren bir iktidar biçimi olması gerektiğini hatırlar ve kapitalizm
içindeki sosyalist bir çaba için buradan bir çıkarım yaparsak sosyalist hukuk,
doğrudan deneyime yaslanarak deneyime dönmelidir.
Bundan kastım, insanların doğrudan
hayatlarından yola çıkan ve hayatlarında somutlaşan bir hukuktur. Elbette bu
tür bir hukukun ve bunu sağlayacak politikanın karşı karşıya olduğu birçok
gerilim vardır. Bir yandan deneyimin nasıl anlaşılacağı konusu üzerine üzerine
düşünülmesi gereken bir konudur. Diğer yandan böyle bir doğrudanlığın doğmasına
vesile olacak dolaylayıcı unsurların neler olabileceği konusu zihnimizi
kurcalamalıdır. Aynı zamanda da sosyalist bir hukukun/politikanın etkisinin ne
vadede deneyime (yani o insanın hayatına) dönerek etki yapacağı sorusu önemli
bir tartışma konusu olarak önümüze durmaktadır. Daha önceden bahsettiğim
çelişki noktalarında olduğu gibi buradan çıkış, önceden belirlenmiş olmadığı
gibi mutlak da değildir. Bununla birlikte bu bakış açısı sosyalist bir
birliktelik içerisinde sınıf siyasetini kurarken olduğu gibi, kadın siyasetini
de, queer siyaseti de kurarken vazgeçilmezdir. Bana göre insanlarca yürütülen
ve sosyalist bir birlikteliğin içermesi gereken hayvan özgürleşmesi politikası
dahi insan deneyimini (özellikle de bastırılmış boyutlarını) referans
almalıdır.
Soruların gerilimden fazla gerilip ‘deneyimden
kaçma’ eğilimleri sosyalist bir örgütü ideal kimliklere, ahlaki pozisyonlara, salt
makro olarak tanımlanan bir siyasetle uğraşma iddiasına ve/veya belli
özgürleştirici imkânları sistematik olarak dışarıda bırakmayla sonuçlanabilir.
Ya da fazla gerilip bu soruları cevapsızlaştırma yönünde eğilimler geliştirmek
ve akışta erime iddiası ile bu cevapsızlıştırmayı katı bir konum olarak
savunmaya meyletmek de mümkündür. Bizim gerilimlerden kaçınmacı eğilimlerin
tersine hem açılmaya hem de kendi eşit ve özgürleştirici birlikteliklerimizi
düşünsel ve pratik olarak daha eleştirel hale getirmeye ihtiyacımız var.
Eleştirel bir düşünme çabası, politikanın
deneyime yaslanması ile doğrudan bağlantılı olarak, ancak; insanların belli bir
çerçeve içerisinde karşılaşmalarına, fikirsel/duygulanımsal çatışmalara
girmelerine olanak veren, bu karşılaşma ve çatışmaları üretken soyutlamalara
çevirebilen, liderliklerin sürekli kişi-bedenlerden alınıp lider düşüncelere
havale edilmesi süreçlerini örgütleyen ve ilişkileri, bir arada kalmanın
devamlılığını sağlayacak şekilde yeniden düzenleyebilen meclislerin varlığı ile canlı tutulabilir. Şanslı olduğumuz ve/veya
yarattığımız ölçüde içinde bulunduğumuz bu tip mecraların, daha geniş yaşam
dönüşümleri ile ilişkisi olacak sosyalist biçimlerini yaratmak için uygun bir
yerde ve aşamada olduğumuzu düşünüyorum.
***
Barış Şensoy:
Mevlüt Yakışıklı’nın hikâyesi ile başlamak
istiyorum. Mevlüt Yakışıklı, çektiği videoda vicdanlı bir devlet memurunu
göreve çağırıp işyerindeki elektrik kesintisiyle ilgili hakkaniyetli bir
araştırma yapılması çağrısında bulunuyordu. Bir çalışanıyla yaşadığı sürtüşme
sonucu elektriğinin kesildiğini, keyfi nedenlerden dolayı elektriğinin
verilmediğini, bu yüzden de aslında devletin zarar gördüğünü anlatıyordu.
Yakışıklı’nın hikâyesi “hukukun bağımsızlığı
ve üstünlüğü” kavramlarının tedavülden kalkmasının gündelik tezahürlerinden
biri olarak değerlendirilebilir. Üniversiteden ihraçlar, gazetecilerin
tutuklanması ve kayyımlar ile gündemi dönem dönem gündemi meşgul eden
hukuksuzluk halinin başka bir yansıması. Devlet-parti işbirliği içerisinde
belirli kadroların keyfi uygulamalarının yarattığı mağduriyetlerin başka bir
örneği.
Son anayasa değişikliği önerisi ile birlikte,
tek kişi iktidarının bu kadar alenileşmesi ve belirecek keyfiliğin olası
sonuçlarının kitleler nezdinde endişeye yol açtığını düşünüyorum. Zira partiye
yakın olmak, partinin içinde olmak ekonomik ve siyasi olarak hayatta kalmanın
öncelikli koşulu hale geldikçe ortaya çıkacak mağduriyetlere dair bir sezgi var
gibi görünüyor. Bir tür “nomenklatür” endişesi sarmış gibi: Birçok insan AKP
içinde yer bulmak konusunda zorlanacağının farkında. Nihayetinde AKP içinde
yükselip belirli bağlar kurabilmek çok değişkenli bir denklem ve kadroların
kısıtlı olduğu ve yükselmenin giderek zorlaştığı ortada.
Hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı ise, AKP,
hatta bizzat Tayyip Erdoğan zırhını giymemiş kitleler söz konusu olduğunda hala
baştan çıkarıcı bir ilke olarak var olmaya devam ediyor. Bu açıdan Hayır çağrısı aynı zamanda
toplumsal gerginliklerin adının koyulması olarak bir imkân olarak da belirme
potansiyeline sahip.
Peki hukukun üstünlüğünü ve bağımsızlığını
savunmak, keyfiyete karşı hukuk demek fazlasıyla liberal değil mi? Nihayetinde
hukukun egemenlerin hukuku olduğu, o yüzden esas meselenin hukuk değil meşruiyet
olduğu fikri solun ön kabullerindendir. Hayır çağrısının, bu açıdan salt bir
evrensel hukuka, yurttaş kimliğine ve rasyonel akla çağrı olmakla kalmayıp,
AKP’nin yumuşak karnını görünür ve konuşulabilir kılabileceğinin mümkün
olduğunu düşünüyorum. AKP inşaat ve kamu ihalelerinden gelen çıkarları yeniden
dağıtması vesilesiyle güçlenmiş olsa da, güvencesiz işçilik ve pastadan alınan
paylar arasındaki uçurumun bir gerilim potansiyeli olduğu noktasından yola
çıkmak gerekiyor gibi görünüyor. Hayır kampanyası, tek adam etrafında dağıtılan
rantın dışladığı zorunlu kitleleri vurgulamak için de bir şans olabilir. Mevlüt
Yakışıklı’nın örneğinde söz ister istemez Berat Albayrak ve onun çevresinden
olup da enerji dağıtım sektörünün rantını yiyenlere geliyor. AKP bir fırsatlar
kapısıyken giderek bir mağduriyet kapısına dönüşüyor. Dolayısıyla Hayır
kampanyası bir tür sendikalaşma, toplumsal hukuk ve adalet fikri için
potansiyel taşıyabilir: Bizi tanıdıklarımız değil yasa korusun.
Dolayısıyla Hayır kampanyası yükselen
toplumsal gerginlikte ezilen sınıfların elinin güçlendirilmesi için bir araç
olarak kurgulanabilir. AKP’nin saldırdığı diğer kurumlar da benzer bir şekilde
ele alınabilir. Özellikle bilimsel eğitimin bu açıdan önemli olduğunu
düşünüyorum. Şöyle ki, ezilen sınıflardan olan insanların çocukları için
bilimsel eğitim, toplumsal çatışmada farklı müzakare imkânları yapabilmek
açısından bir imkân olabilir ve olduğu derecede önemlidir. Bilimsel eğitim
“hakkı”, yalnızca ideolojik saldırı ve gericiliğe mahkumiyeti reddetme yerine,
kişinin kendi emeğini değerlendirme imkanı olarak savunulabilir. Ya da
tersinden söylersek, kişinin sınıfsal konumunun dayatılmasına karşı (işçisin
sen işçi kal) kendi zihninin sınırları vesilesiyle kendi emeğini değerli
kılmasının aracı olarak ele alınabilir bilimsel eğitim ve bu noktada da bir hak
olarak anlamı farklılaşır. Bugün sosyalist devlet örneklerini totaliter
rejimlere indirgeyip çöpe atan kitaplarda bile, ki Svetlana Aleksiyeviç’in
İkinci El Zaman’ının da son tahlilde böyle bir kitap olduğunu düşünüyorum, şu
sesler belirir: Ne olursa olsun, nomenklatür köylü çocuklarıydı, yoksulların
çocuklarıydı, yetimdiler, okumaktan başka şansı olmayan gariban çocuklardı.
Toparlarsak; parti-devlete biat rekabeti
üzerinden şekillenen bir toplumun iktisadi ve siyasi bir krize girdiği
günümüzde oldukça yoğun bir biçimde deneyimleniyor diye düşünüyorum. Hayır
kampanyası, bu krizin halihazırdaki ya da olası mağdurlarına yönelik bir
güçlenme umudu olarak belirebilirse, kitlelerle devrimci fikirlerin bir araya
gelmesi için çeşitli potansiyeller doğabilir, ki sinik bir karamsarlık ve
kaçışı yücelten bir uyuşukluğa düşmek istemiyorsak AKP’yi tümgüçlü bir şer
odağı olarak görmek yerine içindeki yarıklar analiz edip seslenilebilir bir
ittifak olarak değerlendirmek zorundayız da.
***
Can Evren:
Baran üç başlık atmış ortaya.
1.
Sosyalist ve örgütlü bir grup olmanın çelişkileri. Bir taraftan, bir topluluğun
ister istemez diğer topluluklardan farkını vurgulayarak oluşacağı gerçeği.
Kendi rengini belli etme ihtiyacı. Öte taraftan bu ötekilerden farklılığı
vurgulamanın iç farkları örtebilmesi ve dışarıdakilerle dayanışmayı
zorlaştırabilmesi. Aslında bir bayrak bir de tüzük sorunundan bahsediyor Baran
biraz çetrefilli bir dille de olsa. Bayrak, diğer bayraklardan (dışarıdan)
farklılığın, tüzük (içeriden) anlaşmazlıkların hangi yöntemle ‘çözüleceğinin’
simgesi. Ayrıca buna sosyalist tanımını yakıştırmasını şöyle açıklıyor:
tarihsel analiz (kapitalizmin tarihini temele almak) ve tarihsel ufuk
(dayanışmacı bir ekonomiye yol almak) için bir tür sabitleyici kavramsal çapa.
2.
Bu çelişkilerle yaratıcı ve özgürce baş etmek için ortak bir yasa, yani ‘iç
tüzük’ tesis etmenin gerekliliği. Yasaklayıcı ve kısıtlayıcı niteliklerin
yaratıcı ve teşvik edici niteliklerin altında olmasını vurguluyor Baran.
Kendini ortaklaşa gerçekleştirmeye yönelik pozitif bir süreç: yani ortaklık
şartlarını hazırlop bir miras sanmamak veya başkasından devralmamak veya iradi,
yaratıcı bir süreç sonunda kendi kurallarını kendin koymak. Kuralları koyan
olma bilincini taşıyabilen ve tam bu nedenle yasaların iradi süreçlerle,
deneyimlenen zorluklarla ve çelişkilerle diyalektik bir ilişki içerisinde
‘eğilip bükülebileceği’ fakat bir kuralsızlığa veya oluruna bırakırsak sorunlar
erir gider gibi boşlamalara kapılmamak. Yasaklardan çok teşebbüs, inisiyatif ve
sorumluluk temeline oturan bir pro-aktif kardeşlik hukuku: kardeşliğin fazla
denetimci, erk odaklı tınısına karşı buna queer
bir kardeşlik diyor. Bizim birkaç sene önce ‘kırmızı pazartesiler’
toplantılarımızda dostluk veya yoldaşlık hukuku kavramlarına dair yürüttüğümüz
tartışmalara yeni bir çerçeve getiriyor.
3.
Son olarak, bu pozitif özgürlük tanımıyla biçimsel, resmi, negatif bir özgürlük
çerçevesinden, deneyime ve özgürlüğü tatmaya dayanan bir özgürlük yaklaşımı.
Bastırmalara karşı duyulan tıkanıklığı aşma, özgür olamama hissiyatını
gidermek, aşabilmek mücadelesi gibi soyut değil somut bir zemine oturmuş bir
dayanışmacı ‘yükselme’ isteği.
Barış’ın daha kısa katkısında, Baran’ın öne
sürdükleriyle ‘göbekten’ kesişen bir nokta var: liberalizmi ve liberalizmin
yasaklar ve sınırlara odaklanan, dayanışmanın inşasını öngörmeyen negatif
özgürlük çerçevesini eleştirirken, içinde bulunduğumuz keyfilik rejimi ve
külliyen hukuksuzluk ve fiili durumun (nitekim fiilen kuvvetli olanın)
hakimiyetine da karşı çıkmak gerekliliği. Barış burada abartılı kıyakçılığın ve
keyfiliğin mağduru Mevlüt Yakışıklı figüründe giriş yapsa bile, asıl vurgusu,
müşterek hukuk tesis etmenin sınıfsal içeriğine dair. ‘Kimsesizlerin’ kimsesi
olabilecek, rasyonel bir ‘öğretmen devlet’ modelinin sınıfsal eşitsizlikte
alttakiler için faydalı olduğunu hatırlamalıyız, diyor. Hukuksuzluğa ve kişiye
ve ‘aile kütüğüne’ fazla bağlı iktidar yapısına karşı çıkmak ile sosyalist
program arasında bağ olduğuna dikkat çekiyor zira babasından miras devir
almayanlar için sosyalist bir kamu hizmeti bir tür kendini var edebilme,
özgürlüğü deneyimlemese bile ‘deneyebilmenin’ vaadini taşır. Hem Baran’ın yasak
değil yasa vurgusunda ve kardeşlik hukuku sorgulamasında hem Barış’ın keyfiliğe
karşı kamusal bir rasyonalite (örn. bilimsel eğitim) çağrısında, bir süredir
post-anarşist akımların etkisine biraz fazla giren sol ortamın bir düşünsel ve
eylemsel sınıra çarptığını düşündüm. İki öneri de bu sınırı test etme
girişimleri taşıyor. Anayasa, meşruiyet, idare, dernek tüzüğü gibi Mülkiye
sorunsallarıyla, ekonomik dayanışma, toplumsal eşitlik, çatışmalı ama ortaklaşa
özgürlük gibi Sosyoloji/Sosyal Psikoloji/Sosyal Ontoloji sorunsallarını bir
diyalektik içinde düşünmenin yollarını arıyorlar. İki alandan birinin diğeri
içinde tam çözünemediğini kabul eden, homojen bir çözünme yerine heterojen bir
karışım içinde düşünmeyi öneriyorlar. Şahsen ben, sosyalist düşüncenin ikinci
kanalda oldukça yol aldığını, ilk kanalda geri kaldığını düşünüyorum ve günümüz
düşünsel regresyonunu aşmanın ibreyi biraz daha ilk kanala çevirmekte olduğunu
hissediyorum. Bu ikisini birbirine bağlayacak temel zincir halkası, yeni bir
sosyalizmin hangi toplumsal sınıflar ittifakı ile kurulacağı sorusudur,
meşruiyet zemininin hangi ‘ad’ ile yeniden tanımlayacağı sorusuna verilecek
tarihsel sosyolojik bir tahlildir: yeni bir halk birliği mi? birçok halkın
mozaiği mi? işyeri meclisleri federasyonu mu? çeşitli kültürlerin ‘birlik
içinde çeşitliliğinden’ oluşan bir kültürel bölgeler mozaiği mi? kültürle
bağını koparmaya çalışan coğrafi bölgeler arası, çok-bölgeli bir üniter
cumhuriyet inşası mı? maaşlı çalışıp düşük ücret alanlar, küçük çiftçiler, topraksız
işçiler ve topraksız köylüler ittifakına dayanan bir esnaf, müteahhit ve
sanayici karşıtlığı mı?
Sosyalist düşüncenin ortaya çıktığı 19.
yüzyılda, anayasal ve soysuz/halkçı bir meşruiyet rejimi için mücadele etmek
ile sosyalist bir ekonomi ve dayanışmacı bir toplum inşa etmek arasında daha
çok örtüşme vardı. Fransız Devrimi’nin güncelliği, anayasallaşma ile eşitliği,
kardeşliği, özgürlüğü sosyal bir içerikle kurma arasında bağ kurmayı mümkün
kılıyordu – 1848 ayaklanmaları, eşitliğe toplumsal, kardeşliğe sınıfsal bir
içerik katan büyük açılma noktasıydı. Örneğin Marx Almanya’da anayasal mücadele
içindeki faaliyetleri yüzünden sürülmüştü daha 1848’de. 1917 ile ise sosyalist
devrimcilik Avrupa’nın yakın çeperine (Rusya), daha sonra Asya’ya (Çin’e) ve giderek
Avrupa sömürgeci imparatorluklarının, birçoğu Avrupa istilası öncesi anayasal
olmayan iktidarlarla yönetilmiş, sömürgeci bürokrasiler dışında bir bürokrasi
geleneği olmayan coğrafyalara ve genelde kırsal nüfusun ayaklanmalarıyla
kurulan devrimci süreçlere taşındı. Türkiye’de de 1968 sonrasında özellikle
Maoculuk ve Kürt hareketinin yükselişi ile sosyalist düşünce ve eylemin giderek
merkezden çepere, kentten kıra taşındığını, kurucu meclis ve anayasal rejim
tartışmalarından, basın yayın aracılığıyla hegemonya inşa etmek ve rıza (consent) kazanmak mücadelesinden silahlı
ayaklanma ve zor kullanmada (coercion)
devlete rakip olabilme stratejilerine ağırlık verdiği söylenebilir. Nitekim
siyasi atmosferimiz de, giderek Kemalizm ve düşman iktidar ile özdeşleşen kurucu
meclis ve anayasal kuruculuk temalarından uzaklaşırken, iç savaş teorileri ve
silahlı devrim stratejilerine yaklaştı. Soğuk Savaş’ın bitişinin yarattığı
boşluk ve küresel ölçekte dizginsizleşen egemen devlet şiddeti örnekleri
kapitalist ve anayasal dünyanın merkezinden doğan köklü devlet ve hukuk
eleştirilerini tetikleyip, liberal demokrasi eleştirilerini küresel düşünce
ortamında hâkim kıldıkça, kapitalist çeperde de bir atılım yapmak ile
anayasal/soysuz ama ortak meşruiyete dayanan bir sosyalist devlet inşası
arasında bir uyumluluk düşünmek giderek zorlaştı. Neticede ekonomik dayanışma,
siyasi mücadele ve temel hak ve özgürlükleri meşru bir düzen içinde güvenceye
alabilecek bir anayasal rejim inşa etme çabaları arasındaki bağ zayıfladı. Bu
bağ kurulduğu zaman ise, ancak bir liberal sosyal demokrasi ve Soğuk Savaş
sonrası bir refah devleti kapitalizminin olanaklarına tıkıldı.
Anayasa ile meclis arasındaki bağı koparacak,
gayri-şahsi/şahıslar üstü bir hükümet modelini tedavülden kaldıracak ve bunu
mega kapitalist bir parti-devlet-şirket modeline oturtacak bir referanduma
hayır demek, bizi sosyalist mücadelenin tarihselliği içinde anayasallığı,
adem-i merkeziyetçi ve itirazlar çokluğuna yer açan bir idari sistemi,
dayanışma/işbirliği temelinde bir ekonomiyi kurma konusunda yaratıcı düşünmeye
teşvik etmeli. Baran’ın makalesi daha çok bir yeni dernekleşme ahlakının
felsefi ve sosyal psikolojik temelleri hakkında bir deneme gibi geldi bana.
Barış’ınki ise kurumsal bir akılcılık ile işçi sınıfı kuvvetlenmesi arasında,
sosyalist bir devletin pedagojik ‘ilericiliğini’ hatırlatma çabası. Ben ise, bu
heterojen karışımın ilhamları için 1968 öncesine, sosyalist mirasın daha erken
safhalarına dönmek gerektiğini, bu erken dönem ilhamlar ile günümüz
çelişkilerini bir diyalektik öğrenime sokma gerekliliğini önermek istedim.
***
Bilgesu Şişman:
Eşit
ve özgürleştirici bir beraberliği kuracak ve koruyacak olan enerjiyi nasıl
düşünnmek ve nasıl hayata geçirmek gerek? Bence soru her şeyden önce sunu
soruyor: katılaşmadan, durağanlaşmadan, bürokratik olarak kurumsallaşmadan öte
ve bunlara aksi bir örgütlülük nasil mumkundur? Baran’ın yazısında bu soru,
beraberliğin hukukunun ne olacağı, bu hukukun kendini ne üzerinde
temellendirmesi, ne üzerinden hareket etmesi gerektiği sorusuna içkin olarak
soruluyor. Baran yazının sonunda nihai temelin deneyim olması gerektiğini
tartışıyor. Ben bu soruyu bir de diğer yönden sormak istiyorum: deneyime
yaslanan, deneyimle sekillenen hukuk, deneyimin kendisini etkileyebilir mi, onu
nasıl şekillendirir, bu hukuka tabi olanların hayatlarına ne getirebilir?
Deneyimde somutlaşabilir mi? Başka bir deyişle bir örgüt, en genel anlamıyla
bir beraberlik, bizim hayatlarımıza dolaysız olarak nasıl değer ya da
değmelidir? Bu sorunun altında şu ilk kabulu tutuyorum: eğer deneyim hukuktan
etkilenmeyecekse, eğer hukukun deneyimi etkileyecek bir şekli ya da kuvveti
yoksa içi boş bir formdan öteye gitmesi imkânsız değilse bile hayli olanaksızdır.
Baran
örgütün hukukunun oluşumunu sözleşme fikri üzerinden açıklıyor. Ben sözleşmenin
kurucu öncesinde, ya da sözleşmeyi mümkün kılacak olan karşılıklı sorumluluk meselesine
dönmek istiyorum. Burada atıfta bulunduğum sorumluluk, hukuki (en genel anlamıyla)
sorumluluk, ve hatta (dar anlamıyla) ahlaki zorunluluktan (Kant’ın evrenseli) öte,
kişinin tek tek bireylere, daha da doğru tasvir etmek gerekirse, benim sana,
ona ve ötekine olan sorumluluğum, yani tekil sorumluluk. Etik/metafizik bir “Ötekine
Sorumluluk”tan bahsetmiyorum. Bahsettiğim, birbirimizi hayatlarımız icin
sorumlu görme ve sorumlu tutma. Birbirimizi eleştirebilme, örtük bıraktığımız
gerilimlerimizi yeniden ortaya çıkarabilme, en yakınımızın gelir geçerini
sorguya tutabilme özgürlüğü ve sorumlululuğu. Bunu küçümsemeye, önemsememeye,
dalga gecmeye, ötelemeye dönüştürmeden. Burada birbirimiz dediğim kim? Biz,
arkadaşlar, arkadaşlarımız. Eğer hukukun içsel ve dışsal farklarından,
hayatlarımızı ve birbirimizle olan ilişkilerimizi etkilemesinden, deneyimde
somutlaşmasından bahsedeceksek, bu arkadaslık anlayışını da düşünmemiz gerekir.
Burada
Baran’ın önerdiği “kardeşlik” yerine arkadaşlığı koymuyorum, bu ikisinin farklı
yerlerde varolduklarını öne sürüyorum. Kardeşlik kavramı, aydınlanmacı/humanist
gelenekte de en çok sözü soylemis olan kavram, herkesin aklına ilk geldiği
şekliyle, “eşitlik” ve “özgürlük” arkadaşlık ile değil kardeşlik beraber
zikredilmiş (düşünelim, mottosu “eşitlik, özgürlük, arkadaşlık” olan bir devrim
nasıl bir devrim olurdu?). Kardeşlik kavramının arkasında bir aile imgelemi
(kardeş halklar, kızkardeşler, Siyahi kardeşlik, Müslüman Kardeşler vs.
örnekler çoğaltılabilir), kardeşliğin aynı genus’a dâhil olmakla belirlenen bir
şey olması yatıyor. Başka bir deyişle, kardeşler birbirlerinden başka bir
varlığa atıfla (bir anne, bir baba, bir ideal, bir tarih) kardeşler (yetim
kardeşler için de aynı şey geçerli, Baba’yı öldüren kardeşler için de). Arkadaşlıkta
ise her zaman birebir, yüzyüze ve sonlu bir iliski var. Kardeşin her zaman
kardeşindir, arkadaşın ise bir noktadan önce arkadaşın değildir ve bir noktadan
sonra arkadaşın olmayabilir. Kaç kardeşin olduğu ya da olacaği senin
seçebileceğin bir şey değildir (ve teorik olarak düşünürsek, sonsuz sayıda
kardeşin olabilir, humanizm belki bu yuzden arkadaşlık değil de kardeşlik demiştir),
fakat ancak sinirliınırlı sayıda arkadaşın olabilir (İngilizce daha net
anlatabileceğim belki demek istediğimi: “you can only have so many friends”).
Ancak, eğer birlikteliği gerilim ve deneyim üzerinden düşüneceksek, kardeşler
hukukundan ziyade ya da bu hukuktan önce arkadaslar hukukunu düşünmemiz
gerekir. Çünkü baskı, sömürü ve şiddet bizi bir araya getirse, bize bir ortaklık
verse de, bu ortaklığın gerçekleşmesi, ete kemiğe bürünmesi (yani bir datum ya
da fact olmaktan cikip normatiflesmesi ya da hukukilesmesi), onun yalnızca
varsayılmayıp aynı zamanda etkinleştirilmesini de gerektirir. Bu etkinleştirme
nerelerde ve nasıl gerçekleştirilecektir? Arkadaşlar arasında.
Arkadaşlık
hukuku nedir? Bence bir anlamıyla topu kitlelere atmaktan, kurtuluşu kitlelere
kitlemekten önce, birbirimizin hayatındaki etkilerdeki sorumluluğumuzdur. Bu,
kendi korunaklı ilişkilerimize kapanalım anlamına gelmiyor. Aksine, Alev’in
dediği “yerellerde bir araya gelen yapılar, kendi mahallesindekileri muhatap
alma ve ikna çabaları” ile ilgili.
Arkadaşlık
hukuku ile örgüt iç hukukundan (tüzükten) öte ya da önce bir şeye gönderme
yapıyorum. Bu yüzden de tüzük gibi işlemeyen bir şeyden bahsediyoruz, çünkü
ancak sınırlı bir grup için işleyebilen (daha doğru bir deyişle, sınırlı
olması, herkesi kapsaması ona içkin olan) bir hukuk. İç hukuk belki bu arkadaş
gruplarını bir araya getirecek hukuktur, onları birbirine bağlayan, birlikte iş
gördürebilen, aralarındaki ilişkiyi kuran ve koruyan. Fakat eğer süreçten ve süreklilikten
bahsedeceksek bunun yalnizca iç hukukla mumkun olmadığını, fakat kendi
ilişkilerimizdeki süreklilikle birebir ilişkili olduğunu görmek gerekiyor.
Bunun bir nedeni örgütsel formların, o an için politik olarak yapilmasi
gerekenlere cevap olarak şekillenmesi gerekliliği (örgütün plastikliği
diyebiliriz), bir başka nedeni de gerilimlerin her an için örgütün çözülümüne
meyletme potansiyeli. Bu, örgütt hukukunun altında yaslanacağı arkadaşlık
hukuklarının olması ve arkadaslık ilişkilerinin örgüt sürecinde genişleyip
derinleştirilmesi ihtiyacını göz önüne koyuyor. Kanaatimce, demokratik kazanım
için ‘hayır’ın ötesini görebilecek ve oraya gidebilecek bir örgüt için
arkadaşlık hukukunun kurulması ve korunması şart, cünkü Baran’ın bahsettigi,
hukukun “yaratıcı ve teşvik edici nitelikleri”nin besleneceği damar bizim
halihazirdaki iliskilerimiz olacak. Başka bir deyişle, ortaklaşmayı gerçekleştirecek
ilk adım kendi ilişkilerimizde yatıyor.
Bu
anlamda sosyalist bir birliktelik, kendi başına anarşist olmasa da, düşüncesini
otonomiden alan bir birliktelik üzerinde mümkün. Yani, birbirimizden güç
aldığımız, birbirimizin hayatını dönüştürdüğümüz, ve hayatı beraber, pratikte
kurmaya calıştığımız bir birliktelik. Örgütlenmenin yayılması da, içsel/dışsal
fark gerilimlerinin durmaksız çözülümlerinin yanında, bir arkadaşlık
ağı/şebekesi kurulması olarak da okunabilir. Bu arkadaşlıklar politik olanın öte
tarafinda duran ‘şahsi’ arkadaşıklar degildir: bir işyeri meclisleri
federasyonu da, bir sınıf ittifakı da bir arkadaşlık sebekesi olarak
okunabilir. Kardeşlik, nihayetinde sorunlu bir evrenselliğe atıf yaparken
(Kapitalistler, faşistler de benim kardeşim midir? Değillerse neden
değilllerdir?), arkadaşlık seçiciliği, seçmeyi, bir anlamıyla özgürlüğü,
beraber pozisyon almayı ve ortak bir arzuyu akla getirir. Burada kavramı esnete
esnete içini boşalttığım sanılmasın: örneğin bir grevde en hızlı giden kuvvet
kollarından biri (yani grevdeki enerjilerin en aktif olanlarindan biri),
arkadaşlıkların kurulması, pekişmesi, yenilenmesi değil midir? Direnişle ortaya
çıkan somut dayanışma kültürü bir arkadaşlık kültürü değil midir? Gezi’de yeni
kardeşler bulmaktan ziyade yeni arkadaşlar edinmedik mi?
*
‘Ögretmen
devlet’ meselesine gelirsek: bulunduğumuz politik koşulları bize hareket alanı
bırakacak, olanaklarını kendimiz icin kullanabileceğimiz hukuki bir zemin
gerekli, hem de acilen. Fakat nihai ufkun bundan öte olmasi lazim. Uzun süreç
için analizi nereye doğrultacağımız, hangi modeller üzerinden pratiği
kuracağımız, farklı direniş gruplarını birbirine bağlayacak olan stratejiyi
nasıl oluşturacağımız soruları kolay cevapları olan sorular değil, ya da biz bu
cevabı hemen veremiyoruz. Bunun nedenini de belli bir gelenekten kopmuş
olmamızda değil, sürekli olarak degişen politik baglamda buluyorum. En
basitinden şunu söylemek önemli gibime geliyor: eğer “sosyalizm” diyeceksek,
bunun her zaman zeminden yukarı bir sosyalizm olması gerektiğini de bıkmadan
söylemeliyiz. Yani merkezi, meşruiyet hattı üzerinden zorlarken, esas yıkıcı
enerjiye sahip olanın merkezsizleşme hareketi olduğunu unutmamak (bu anlamda
Can’ın politikadaki sıkışmayı post-anarşist düşünceye fazla itibar edilmesi ile
açıklamasına katılmıyorum). Nihayetinde
sorumuz “güç kimin gücü olacak?”
Kendi
örgütsel stratejimize gelirsek, bunun yine kendi hayat deneyimimizi
degiştirmekten geçmesi gerektiğine inanıyorum. Mesela çok gerekli bir ek
tartışma: “kafa emekçileri” olarak biz kendi konumumuza dair ne yapıyoruz,
içinde bulunduğumuz kurumlarla nasıl ilişkiye geciyoruz? Neden akademisyenler
işten çıkarıldıktan sonra neredeyse refleks olarak yine başka “akademiler”
(sokak dersleri vs.) kurmak icin seferber oluyorlar? Mesela bu işten çıkarmalar
neden bizlerin kendi emeğimizin doğasına, konumuna, kullanılışına dair bir
tartışmaya neden olmuyor, neden sadece defansif ya da reaktif cevaplar
veriliyor bu şekilde saldırılara? Neden yeni bir şey, yeniye dair bir şey söylenemiyor?
Biz, birbirimiz arasında, birbirimizi hayatta yaptığımız seçimlere dair daha fazla
sorumlu tutmuyoruz? Sevinç’in kitabının sonundaki bir örnek geliyor aklıma: konservatuara
gitmek isteyen genç, onun yerine AKP Gençlik Kolları’nda buluyor kendini. Bunu
düşünmek; yalnızca uzak, öteki bir örnek olarak değil kendi hayatlarımızın da
bir metaforu olarak düşünmek gerekiyor.
***
Sidar Gündüzalp:
Aslında nereden başlanması gerektiğini
çok iyi bilemiyorum. Bir araya gelebilmenin türlü koşulu ve yolu var tabi ki.
Uzun ve kurucu bir metnin çekirdeğini oluşturmak için olup bitenler üzerine belli
tahlillerde uyuşabilmek elzem. Bunun koşulları ve iç hukuku ise başka bir
konu.Özneler bir işleyişe/örgüte nasıl dahil olurlar?’, vb. sorular bir araya
gelmeye ihtiyaç duyan insanların cevap vermek zorunda olmadığı sorulardır. En
azından başlangıç için. Bu noktada yapmak istediğimiz şeyi inceleme nesnesi
haline getirmek işi biraz zorlaştırıyor. Uzatmayayım, böylesi bir açıklama
girişiminin i) mürekkep yalamış olmamızdan, ii) bunun bir sonucu olarak,
sosyalist örgütlenme biçimleri üzerine yapılagelen tarihsel, sosyolojik ve
psikolojik eleştirilerin bu alanın kurucu düşüncesi olduğuna dair yanılgıları
tetiklemesinden, iii) büyük anlatıya duyduğumuz ihtiyaca bir şekilde kulak
tıkıyor oluşumuzdan kaynaklandığını düşünüyorum.
Bunca şey olup biterken oturup izlemek
rahatsız edici kuşkusuz. Bunun ülke genelinde bir itki yarattığı da aşikâr.
Ancak yükseltilmeye çalışılan mücadelelere bakınca bunun bir alternatiften
ziyade doğrulmaya çalışmak olduğunu söylemek daha doğru geliyor. Bu onun boş
olduğunu değil ama sosyalist bir karakterden giderek uzaklaştığını gösteriyor.
Sürekli cephe savaşı yaptığımız ve sonunda bütün cepheleri de teker teker
kaybettiğimiz bir süreçten geçiyoruz. Devlet her kazandığında daha da
güçleniyor ya da daha fazlasına hamle ediyor. Kuşkusuz devletin gücünü
görmezden gelmemek gerekir. Toplumsal muhalefeti adım adım sindirebilecek güce
sahipler. Her zamanki gibi önce Kürt siyasal özneleri, sonra sosyalistler, vs.
Dolayısıyla, bunu bilerek hareket etmek gerekiyor. Yoksa, neden mevcut sosyalist
yapılardan birinde olmadığımız sorusunu yanıtlamak güçleşir.
Örgütlü hareket edebilmenin elle tutulur
gözle görünür bir takım gereklilikleri var. Yalnızca beraber hareket etme
isteğinden öte fiziki bir organizasyon gerektiriyor. Aslında bu tip bir organize
olma halini ıskaladığımızı ya da içinde bulunduğumuz (sınıfsal, sosyolojik,
psikolojik, örgütsel ya da her nasıl tanımlayacaksak öyle) durumların buna
bizzat engel olduğunu da not etmek lazım. Dolayısıyla sınıfsal konumlarından
kurtulmuş bir grup kaygılı entelektüel olduğumuzu varsayıyorum. Bizim
açımızdan, uzun süreli ilişkileri kurgulamaktansa, bu düşünceyi aklımızın bir
kenarında tutarak kısa süreli flörtlerin imkân ve koşullarını yaratmak daha
gerçekçiymiş gibi duruyor.
Bu koşullar nelerdir? diye sorulduğunda
bir cevap vermekte zorlanıyorum açıkçası. Önümüzdeki süreç içerisinde,
referandumun sonucu ne olursa olsun, işlerin daha da kızışacağını ve muhalefete
daha çok
iş düşeceğini düşünüyorum. Amacımız şimdilik daha çok bir
araya gelmek, bol bol tartışmak olabilir. Ama orta vadede (Referandum meselesi
1 ay içinde olup biteceği için bir kenara bırakıyorum) ortaklaşabildiğimiz her
alanda az da olsa ivmelenmek gerekir. Barış’ın ve Alev’in de değindiği gibi
ortada bir sürü çatlak var ve bu çatlaklara sızmak, sızamıyorsak en azından
denemek ve deneyim biriktirmek lazım.
***
Umut Kocagöz:
Öncelikle, örgüt-örgütlenme-ağ-şebeke
tartışmalarının başında, benim aklıma her daim şu soru gelir: bir örgüte, bir kişinin
başkalarıyla beraber örgütlenmesine neden ihtiyacı vardır? Bu basit gibi
görünen ve aslında çok da basit olan soruyu nasıl cevaplayacağımız, bütün
tartışmanın genel gidişatına önemli ölçüde yön verecektir, diye düşünüyorum.
Baran’ın soruyu ortaya koyarken ve cevaplarken
bu soruyu a priori olarak “sosyalist bir örgüt olmalı” şeklinde ele aldığını,
ve tartışmayı bu minvalde kurduğunu hissediyorum. Bu minvalde geliştirilen
öneriler, en fazla örgütün nasıl olacağını, “içerisi” ile “dışarısı” arasındaki
ilişkinin nasıl düzenleneceğini, ve bu düzenleme sürecinde örgütün ne tür bir
fonksiyonu, yönergeleri olabileceğini ifade ediyor.
Bu tanımlanmış haliyle sosyalist örgüt bana,
bir çeşit topluluk kurmaktan farklı görünmüyor. Toplulukların da, evet, Bilgesu’nun
ifade ettiği şekilde daha çok arkadaşlıklara, daha kuir bir hukuka, daha yakın
ilişkilere, ki bu yakınlığı duygusal, zihinsel veya coğrafi olarak alabiliriz,
bu açıdan daha çok deneyim paylaşımına göre tanımlamak mümkün, hatta sanki
zorunlu. Nihayetinde bir topluluk, belirli iç ve dış ilişkileri, çelişki ve
gerilimleri, kendi iç düzenlemelerini ve dış dünya ile ilişkisini tarif
edecek/eden yazılı veya sözlü veya geçişken bir takım tanımlayıcı ve
düzenleyici prensipleri barındıracaktır.
Buna ek olarak, belirlenen bir takım amaçlar,
bu topluluğu başka/diğer topluluklardan ayıran temel bir özellik olabilir.
Ancak burada, örgütlenmenin “keyfi” bir takım ilişkilerin sonucu olduğu, bir
tarih, kültür, coğrafya bağlamı içerisinde benzer özlem ve arzulara sahip
insanların, sırf bu özlem ve arzuları taşımaları hasebiyle yan yana
gelmelerinin keyfiliğinin bu topluluk modelinin bir parçası olduğunu ifade
etmek gerekir. Buna keyfilik diyorum, çünkü bu insanlar ne yaşamak ne de
mücadele etmek için birbirlerine zorunlu olarak ihtiyaç duymazlar, ancak
kendilerinde “fazla” olan bir şeyi, bir arzuyu taşıdıkları için yan yana
gelirler. Arzu, eksiklik değil, fazladır.
Lakin, örgütlenmenin başlangıç noktası, belki
arzunun başka şekilde örgütlenmesiyle de düşünülebilir. Nihayetinde bu arzu,
bir yandan yaşamı arzulamak, yaşamı dönüştürme istenci olarak ifade edilecek
ise, bunu illaki “sevdiğimiz insanlarla” yapmak zorunda değiliz; hatta belki
de, sevdiğimiz insanlara bağlı olarak politikayı ve örgütlenmeyi düşündüğümüz
ilk anda problemli bir alanda tartışmanın içerisinde olabiliriz.
Eğer örgütlenme ve devrim meselesi güç
ilişkileri ve kalabalıkların özneleşmesi meselesi olarak düşünülebilir ise,
birbirini tanıyan, seven, fikirlerine değer veren ve fikirleriyle anlam kazanan
kişilerin bu kalabalıklar içerisinde birbirleriyle koordineli bir şekilde
çalışması; politikayı kalabalıkların özneleşmesi süreci olarak ele alması,
kendini kalabalıkların içerisinde kaybetmesi ve yeniden yaratması, devrimci
arzunun çok daha real bir düzlemde pratikleşmesini ifade edebilir. Çünkü
değiştirilecek dünya, bütünlüklü bir sistem olarak karşımızda duruyor ise, onu
değiştirme faaliyeti de bu bütünlük içerisinde sistematik çalışmak, koordineli
çalışmak ve “kendimiz” dışına taşarak çalışmayı zorunlu kılıyor.
Başta altını çizmeye çalıştığım soruya geri
dönecek olursak, örgütlenme meselesi bu açıdan kalabalıklar içinde,
kalabalıklarla beraber özneleşme meselesi olarak, baskı ve zülme, sömürü ve
ezilme ilişkilerine karşı yaşamı arzulamanın bir ifadesi şeklinde ortaya çıkar.
Ancak, örgütlenmek, benzer baskı, sömürü, ezilme ve zulüm koşullarından geçen
kişilerin, yani benzer ve ortak maddi koşulları paylaşan, bu koşulları
deneyimleyen kişilerin bu koşullara karşı örgütlenmesi olarak ortaya çıkabilir.
Bu açıdan, bir devrimci örgüt tasarımından önce düşünülmesi gereken şey,
ezilenlerin küçüklü büyüklü gruplar halinde örgütlenmesi, politik kadrolaşması,
ve başka ezilenlerle ilişki kurması gerekliliğidir. Amacı sosyalizm olan ve bir
takım tanışıklıklar sonucu birbirlerini bularak aralarındaki ilişkiye çeşitli
politik dolayımlar katan bir arkadaşlar/tanışıklıklar grubunun çeşitli
düzeylerde politik etkileri ve etkinlikleri olabilir; ancak bu etki ve
etkinliğin hakiki bir toplumsal zemine basması, benzer koşulların
paylaşılmasından ve deneyimlenmesinden kaynaklanması, o örgütlenme girişimini
daha hakiki bir örgütlenme girişimi olarak ifade edecektir. Bu da, toplumdaki
çeşitli eşitsizlik ilişkilerini ve heterojenliği atlamayı değil, tam da bu
heterojenlik üzerinden farklı toplum kesimlerinin örgütlenmesini ve çıkar
ortaklığı kurmasını zorunlu kılar. Başka bir ifadeyle, hepimiz “kapitalizme
karşıyız” diyerek “kapitalizm karşıtları” öznesi etrafında bir örgüt kurmanın,
kapitalizme karşı olmanın farklı toplumsal gerçeklikleri homojenleştirme
tehlikesini bypass etme şansı yoktur; aksine, bu sosyal farklılıkları
bastırarak arada farklı hiyerarşiler üretmeye fırsat verir. Bu tarz bir
örgütlenmede ortaya çıkan bir diğer husus ise, her farklı sosyal kesimi bir
kimlik altında eşitlemesi ve ortaya hayali (maddi gerçekliğe dayanmayan) bir
cemaat/kimlik yaratmasıdır. Bu da, sahte bir özneleşme deneyimi olarak, bu
kimliği icat edenlerin iktidarda olduğu ve diğerlerini bir şekilde düzenlediği
bir sistemi varsayar.
Oysa örgütlenme pratiği, yukarıda ifade
ettiğimiz gibi, benzer maddi koşulları paylaşan ezilenlerin kendilerini
örgütleme deneyimi olarak, yani her koşulda bir “özörgütlenme” deneyimi olarak
ortaya çıkar ve her koşulda kendi yaşamı üzerinde egemen olmak açısından bir
“özyönetim” pratiği olarak icra edilir. Bu iki koşul, bir örgütlenmenin amacı
değil, daha en baştan kendisi olmak zorundadır; ve esas olarak, bu ikisi
haricinde hiç bir prensip de olmamalıdır; çünkü diğer bütün prensipler,
ezilenlerin maddi gerçekliği içerisinde ortaya çıkacak, deneyimlenecek ve
çözümlenecek çatışmaların sonuçları olabilir; yoksa, dışarıdan biçilmiş
gömlekler olacak ve çatışmaları gizleyeceklerdir.
Peki, bu koşulda, “arkadaşlar” ne yapacak?
Öncelikle, koordinasyon, bilgi alışverişi, farklı ezilenlerin aktörleşme
süreçlerine beraber katılma, farklı ezilenlerin aktörleşme süreçlerini
birbirine bağlama gibi, yakınlık gruplarına düşen, daha derin, tarihsel bir
takım görevler vardır. Kendini özörgüt olarak örgütleyen her deneyim bir
diğerini onun tekilliği üzerinden tanır; bu, bir yerde kendi özneleşmesini bir
özgünlük olarak, yani “fark” olarak gösteren örgütler için de, çok daha geniş
kalabalıkları içerisinde barındıran örgütler için de böyledir. Önemli olan,
ezilenlerin “görünebilecek” şekilde kendilerini örgütlemesi, bu örgütlerin
birbirleriyle ilişkilenmesi, birbirlerini görmesi ve birbirleriyle
“kardeşleşmesidir”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder