2 Kasım 2021 Salı

Sosyalist strateji, restorasyon ve sınıf siyaseti: Bugünle geleceğin ilişkisi nasıl kurulacak?

Eylem Akçay – Baran Gürsel

Erdoğan yönetiminin gücünde gözle görülür bir zayıflama tespit edenler çoğaldı. Bunun önemli bir belirtisi gündemi belirleme gücünü yitirmesi ve gündeme cevap vermeye çalışması olmalı. Kamplaşma siyasetinin yerine restorasyon arzusu belirleyici olmaya başlıyor.

Erdoğan yönetiminin işleyişi ve sürmesi, gündelik hayatın tüm gözeneklerini siyasileştirerek siyaseti kapatmaya dayanıyordu ve bunun en kuvvetli aracı yoğun bir çabayla gerilimi korunan sert bir kamplaşmaydı. Muhalefet kampının, formel ve anaakım siyasi örgüt ve partiler dahil olmak üzere, bu kapalı siyasi atmosferde hamle alanı çok dardı. Sol partiler, solcu figürler, emek ve meslek örgütleri, kadın örgütleri, öğrenciler ve benzeri, toplumsal değişimi arzu eden özneler ve kalabalıklar, Erdoğan ve genel muhalefet kampının temsilcilerinin çatışmalarında genelde ahlaki tutum almakla ehvenişeri seçmek arasında salındı. Ahlaki tutumların ve öfkenin kristalleştiği sokak eylemlerinin ve sesini yükseltmenin giderek zorlaşması, öfkenin -Erdoğan yönetiminin henüz vazgeçemediği- seçimler ve oy kullanma vasıtasıyla işlev kazanmasını sağlayarak ehvenişeri güçlendirdi. Kürt siyasi cephesi ise, bir yanıyla bu salınıma dahil olurken diğer yanıyla formel siyasette zaman zaman çok etkili bir figür olma imkânını yakaladı. HDP’nin son bildirgesiyle -ve CHP’nin tezkereye hayır oyu verme hamlesiyle- Kürt siyasi temsilinin önümüzdeki dönemde bu etkili pozisyona yatırım yapacağı belli oldu. Bu gelişmeler, son safhada CHP liderliğindeki Millet İttifakının muhalefeti temsil gücünü yavaşça konsolide etmeye başladığının işareti. Bu rolü üstlenen CHP’nin ve liderinin geleceği ülkede siyaseti –“yapısal” sınırları ve kalıcılığı/geçiciliği tartışmaya değer de olsa- yeniden açabilmelerine bağlı.

Sınıf mücadelesini amaçlayanlar ve sosyalistler için de karamsar durumun -en azından kendilerine dair algılarının- son safhada bir miktar değiştiğini söylemek mümkün. Belediyelerin muhalefete geçmesiyle ve Erdoğan’a eklemlenen çıkar çevrelerinin merkezkaç etkisi sonucu dağılma eğilimine girmesiyle talan daha bir görünür oldu. Bununla birlikte “ekonominin” sürdürülebilirliğine dair şüphelerin siyasete yansıması, yani gelir düzeyi düşük nüfusun Erdoğan yönetiminden kopma ihtimali, sınıfı temel alan politikaların geleceğine dair umutlanmaya vesile oluyor. Ancak elbette bir bütün olarak işçi sınıfının kolektif arzusunu tanıyacak, inşa edecek ve temsil edecek bir öznenin yokluğunda bu umutlar gözlerin Millet İttifakına, aslında CHP’ye -ve son süreçte bir üst lige ayrılmış olan HDP’ye- çevrilmesine de sebep oluyor.

Solun CHP ile İlişkisi

Tarih boyunca bazı sosyalist gruplarla/kişilerle CHP’nin ilişkisi, toplumsal ve formel siyasette önemli bir yer tuttu, bir anlamda bazen CHP sosyalist siyaset için formel siyasete -en azından fikren/duygusal olarak- sızmanın ve yerellerde örgütlenmenin “yumuşak” bir aracısı oldu. Ancak CHP’nin “yumuşaklığı” da hiçbir zaman tam güven yaratmadı; bazen de hayal kırıklığı, devletin şiddetiyle katmerlendi. Her durumda bu ilişkinin politik ve ideolojik bir temeli olduğunu söylemek çok zordur. İlişki güven vermeyecek kadar zayıftır: bir tarafta sosyalistler CHP için tehdit olarak görülür; diğer tarafta sosyal demokrasinin, ehvenişer göründüğü bazı zamanlar olsa da, sınıf siyaseti açısından yetersiz olduğu ve özünde ona engel teşkil ettiği tespit edilir. Bize öyle geliyor ki bu ilişki tarzı, aynı anda hem CHP’nin aşırı kudretli olduğu bir eşitsizlik varsayımına, hem de bunun reddine dayanmaktadır; bu tarz, o ya da bu açıdan biraz ikirciklidir. Bunun temeli de toplumsal alanda olmalıdır.

Siyasi alanın yeniden açılması çabası ve ihtimalinde bu toplumsal temelin tartışılmasını ve sınıf siyasetine açabileceği alanları ele almayı anlamlı buluyoruz. İçinde bulunduğumuz tarihsel koşullar altında sosyalistlerin bu ilişkide CHP’den bağımsız bir pozisyon edinmekte zorlandığını düşünüyoruz: Biraz genelleştirerek söylersek ya kendini yeterince ayrıştıramayıp CHP’nin belirli siyasi söylemleri ve tavırları alması yönünde aşırı beklenti içinde bulunuluyor (ve bu karşılanmadığı için cesaretsizlik, beceriksizlik, hainlik gibi suçlamalar yapılarak tavır alınıyor) , ya da zaten herhangi bir beklenti geliştirilmeden, ahlaki tonlarla çizilmiş tam bir ilişkisizlik, “temiz kalmak” arzulanıyor. Buna rağmen, mevcut koşullar hem bağımsız bir pozisyon hem de “dozunda” bir ilişki için imkanlar yaratıyor olabilir.

Politik bir sınıf oluşumunun ve bir sınıf hareketinin var olmaması, bu iki uçlu bağımsızlaşamama tavrının hem toplumsal koşulları hem de bahaneleri arasında sayılmalı: Sınıfı politik bir özne olarak formel ve toplumsal siyaset sahasına sokacak bütünlüklü bir örgütlenme olmadığı gibi, toplum adına sınıfın takip edeceği bir toplumsal-politik program da tarif edilemiyor. Oysa başlı başına bu “bahane”, sosyalistler açısından bağımsız bir hat çizerek ilişkilenmenin gerekçesi olmalıydı; hem Erdoğan’ın kapattığı siyasetin açılması yönündeki mevcut toplumsal arzuyla ilişki kurabilmek hem de bu arzuya sınıf siyasetinin katkısını taşımayı denemek için.

Erdoğan’ı taşıyan, Erdoğan’ın taşıdığı program


Başka bir açıdan, Erdoğan yönetiminin, neoliberal projenin başarısızlığa meyletmesi ve cumhuriyet projesinin dışlayıcı pratiklerinin ortaya konması karşısında “kalkınma” ve “adalet” taleplerinin ve bunlar etrafında şekillenen toplumsal programın taşıyıcısı olduğu iddia edilebilir. AKP, bir anlamda 80’lerin sonu ve 90’ların başında yerellerde ve ülke çapında yükselen işçi sınıfı taleplerini bu programla –elbette dönemin koşullarının belirlenimi altında- sosyalistler, sosyal demokratlar veya milli görüşçüler yerine derlemeyi başaran parti oldu. Böylece egemen sınıfların yanında, neoliberal politikalarla iyice güçsüzleştirilen sınıfların adına da, yönetilemez “ekonomiyi” yönetebilir olan -ekonomi dışı- bir güç olarak belirebildi. Kemal Derviş ve IMF tarafından temsil edilebilecek olan “ekonominin” bir doğa gibi kendi kendine işlediği ve kendi değişmez kuralları olduğu -teknokratik- fikri karşısında, Erdoğan’ın Cem Uzan’la başlayan sermaye tasfiyesinden faiz-enflasyon arasında kurduğu aykırı ilişkiye ve damadını ekonominin başına getirmesine kadar, ekonomiyi kendi otoritesi altına alabildiği görünümünü inşa etme becerisi -burada, “becerinin” kaynak aldığı ve/veya içerisine yerleştiği toplumsal koşulları tartışmayı amaçlamadığımızı hatırlatalım-- onu -hem de bürokrat, teknokrat vs. değil bir insan olarak- güçlü kılıyordu. Bu tarihin akışına kafa tutma imajı, başkanlık sistemine kadar büyüdü.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sosyal demokratlarla veya milli görüşçülerle girdiği toplumsal programın taşıyıcısı olma konusundaki rekabeti kazanmasını kolaylaştıran şeylerden biri, cumhuriyetten öncesini veya bütün cumhuriyeti içerecek bir programa eklemlenmesi olabilir. Bu içerikte iki başlık sayılabilir: siyasi anlamda meclis ve sosyal anlamda yardıma dayalı sosyal güvenlik yapılanması. Siyasal düzlemde Erdoğan demokrasi söylemiyle ülke siyasetinin cumhuriyetten öncesine dayanan meclis geleneğini üstlendi, onun cumhuriyetle bağını sarstı. Siyasetin yerine oy kullanma davranışını yerleştirmeyi becerdi. Nihayet meclisi tamamına erdirerek işlevsizleştirdi. Egemenlik, bir avatarmış gibi, Erdoğan’da olduğu sürece “milletin” oldu. Toplumsal düzlemde ise cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olma vaadindeki başarısızlığın karşısında, “SSK’yı” yine cumhuriyet öncesine uzanan cemaat-vakıf-hayırsever gibi kurumlara dayalı bir yeniden dağıtımla değiştirdi.

Adaletsizliğin dışlayıcılık boyutundaki düzeltmelere gelince, öncelikle başörtüsünün temsil ettiği parçayı güçlendirdi, fakat bu gücü kurumsal kılamadı, böylece cemaatleri -kimileri kendi ayağına dolanacak kadar- güçlendirdi ve bu “düzeltmeyi” ancak bir karşı-dışlayıcılıkla koruyabilir oldu. Bu büyük oranda adaletle hukukun arasındaki bağı koparmakla sağlandı. Nihayet hukukun itibarsızlaşmasıyla ve düz bir zor aygıtına dönüşmeye başlamasıyla sonuçlandı. Kürt nüfusun içerilmesi konusunda da aynı sorun yaşandı: “Çözüm süreci” söylemiyle yaratılan olumlu atmosfer, gayrinizami ve kurumsal olmayan bazı göstermelik hamlelerle ilerledi. Ancak buna rağmen ortaya çıkan kontrolsüz arzu (Gezi Direnişi de bu arzuyla ilişkilendirilebilir) Erdoğan’ın, gücünü kaybetme riskiyle karşılaşmasına yol açtı. Bundan ancak elindeki keyfiyet gücünü şiddeti artırmaya harcayarak sıyrıldı. Bu noktalarda kurumsal çözümlere hiç meyletmemesinin sebebi bu kurumların yerine, kendini güvence olarak koymaya devam edebilmesiydi. Bu anlamda tek kurumsal çözümü başkanlık sistemiydi ve onun da şartı zaten kendi başkanlığıydı. Erdoğan bu noktada kalmadı, hepsinin yerine sadece kendisi kalıncaya kadar tüm kurumsal yapının yıkımına girişti. Cumhuriyetten eski ve cumhuriyeti de ayakta tutan kurumları itibarsızlaştırdı, çevrelerinde örülmüş toplumsal ilişkileri temelsizleştirdi, yerlerine güvensiz bir keyfi güç bıraktı: İstediği üniversitenin, kurumun, belediyenin yöneticisini istediği an değiştirebiliyor. Ancak artık adalet vaat etmeyen ve “ekonominin” yönetilemezliğe geri döndüğünü düşündüren, Ayasofya ve benzeri sembolik başarıları tükettikten sonra artık gidecek yolu ve varılacak yeni kıtası da kalmayan fetih hamlesi inişe geçti.

“Yeni” program: Restorasyon

Bize göre hegemonyadaki bu iniş her ne kadar kendi kendine gerçekleşmiş veya “ekonominin" kötüye gidişine bağlı gibi görünse de bunda formel muhalefetin politikalarının ve yeni bir programın belirmesinin payı görmezden gelinemez. Bu bağlamda örneğin “adalet yürüyüşü,” adalet söylemini Erdoğan’ın elinden alıyor ve hukukla yeniden bağlantılandırıyordu. Ekonominin yönetilemezliğini de içeren restorasyon talebi, ittifak politikalarıyla bir toplumsal arzuya dönüşme potansiyeli taşıyor. Elbette bu program, kapitalizmin ve devletin yıkıcılığına tamamen sınır çekmeyecektir, ayrıca kendimizden beklememiz gereken sosyalizmi, sosyalist olmayan güçlerden bekleyemeyiz. Ancak burada restorasyon arzusuyla Erdoğan’a karşı en başından beri var olan ve bazen yükselen tepkisel karşı çıkışı birbirinden ayrıştırmamız gerekiyor. Bir politik program olarak restorasyonun bunu aşan bir yanı olduğu düşünülebilir. Elbette bu yanın, en başta bahsedildiği gibi, formel ve toplumsal siyaset alanlarını kısıtlama eğilimlerine boyun eğilerek ve belli çıkarların odağa alınmasıyla köreltilmesi ve yeniliğin o ya da bu şekilde akamete uğraması ihtimal dışı değil. Ama bir ilişki kurulacaksa bu, programın Erdoğan’ı çağıran koşullara geri dönme anlamına gelmeyen yanı üzerine olabilir. Bu açıdan, tam olarak Erdoğan öncesini özleyen siyasi figürlerin sahneden çekilmiş olmasıyla birlikte, Erdoğan’ı güçsüz düşüren unsurlardan birinin “ekonomi”nin yönetilemezliğine teslim olması olduğu hesaba katılırsa tam bir Erdoğan öncesine dönüşün restorasyonu başarısız bir proje haline getireceği açık. Restorasyon talebi parlamenter demokrasiye dönüş programıyla ete kemiğe büründü. Artık parlamenter demokrasi talebi, bu eski ve halihazırda başarısızlığa uğramış talep, başkanlık deneyimi sayesinde yeniden dirilmiş, yeni programın bir anlamda sembolü olmuştur.

Sosyal adalet veya sosyal güvenlik konusunda da Erdoğan’ın keyfî, yardım temelli ve bağımlı kılıcı ama pratik ve hızla işlev gören hamlelerinden farklı olarak muhalefet belediyelerinin kurumsal sosyal politikalarının da bu programla ve onun bir parçası olarak anlam kazanmış olması dikkate değerdir. Bu politikalar büyük oranda CHP’nin vaatleri arasındaydı ancak alıcı bulmak için belki de böyle bir programa eklemlenmeyi bekledi.

Son olarak parlamenter demokrasi talebine barış talebinin de eklendiğini vurgulamalıyız. Adalet kapsamında ele alınan ve Erdoğan’ın bu bağlamda çözmeye aday olduğu dışlayıcılık sorunu, Kılıçdaroğlu’nun ardından Demirtaş’ın ve HDP’nin birbiriyle uyumlu açıklamalarıyla bir anda barış talebine ve kurumsal bir çözüm arzusuna tercüme edildi.

Bu durum ülke siyaseti için yenidir. Ülke yönetimine -ve bazı yerel yönetimlere de- talip olanların Kürt nüfusu “ikna” etmeden başarılı olamayacağı sıklıkla söylenir. Buna işçi sınıfının da içerilmesi zorunluluğunu eklemek zorundayız. Muhalif program, meclisi geri çağırırken Kürt siyasetini de ikna edilecek seçmenler olarak kodlamak yerine tanımayı vaat ediyor. Böylece mevcut restorasyon programı, parlamenter demokrasi ve barış taleplerini yan getirerek kendini kamu önünde sınamayı deniyor. Sınıf mücadelesini amaçlayanların bir görevi de sınıf siyasetinin hatlarını belirginleştirmek ve işçi sınıfının program dahilinde görünür olmasını sağlamak olabilir.

Sol bunun neresinde?

Bu programın bütünü sınıf perspektifiyle bakılarak eleştirilebilir elbette ve sosyalizme dair arzu ve tasarımlarımızı beslediği ölçüde eleştirileri zenginleştirmeyi biz de anlamlı buluyoruz. Ama mevcut durumda bu tür eleştiriler, “burjuva” olduğu belli olan programla ilgilenmeyi bir kenara bırakıp yakınmaya veya akıl vermeye, (olduğundan, olabileceğinden başka türlü bir CHP -veya hatta HDP- arzusuna) dönüşüyor. Oysa bize göre CHP’nin (Millet İttifakı’nın, HDP’nin) başlı başına siyasi özneler olduğunu kabul etmek ve kendini de onunla iletişime/etkileşime geçen bir siyasi özne olarak görebilmek veya kurabilmek de mümkün. Bunu yapmadığımız takdirde siyaset adına elimizde kalan şey seçimlerde alacağımız tavır, vereceğimiz oy hakkında konuşmak ve bizim dışımızda açılan siyasi alanda ajitasyon ve propaganda yapmakla sınırlı kalacak.

Biz bunun yerine iki ayaklı bir yaklaşım öneriyoruz. Birincisi; restorasyon programı parlamenter demokrasi, sosyal güvenlik ve barış talepleri çerçevesinde tanınabilir ve onunla ilişkilenebilecek ve tartışabilecek bir sınıf siyaseti geliştirmenin imkânları zorlanabilir. Taleplerin ve programın tarihsel ve toplumsal temelleriyle, onlarla (karşı) özdeşleşme baskısı hissetmeden bağ kurulabilir. Eğer sınıfın halihazırda tüm topluma güven verecek yepyeni kurumları yoksa öncelikle ülkenin kurumsal ve siyasi geleneğinin görece olumlu noktalarının restorasyonu, üzerinde hiçbir şey yetişmeyecek güvensizlik toprağından kurtulmak için anlamlı görünmektedir. Çökmenin eşiğine gelen kurumların yeniden düzenlenmesi için de bu güvene ihtiyaç vardır -meclisin ihyası da faydalı olacaktır. Ve bizce sınıf kavramı, CHP veya sosyalistler tarafından kurtarılmayı bekleyen dezavantajlılar grubunu ifade etmek için değil, toplumu kurtaracak toplumsal gücü tarif etmek için kullanılmalıdır. Parlamenter demokrasi, gerçek demokrasiye giden bir ara durak değildir, gerçek demokrasi kapitalizmin ilgasını gerektirir; ancak önerdiğimiz ilişki tarzının bizzat sınıfın politik ve toplumsal kapasitesini geliştirebileceğini düşünüyoruz.

Burada yaklaşımımızın ikinci ayağına geliyoruz, ki o da bizim sınıf deneyimiyle sınıf kurumları arasındaki bağı onarmamız gerekliliğidir. Yani tüm bu tartışmaların bize hatırlattığı önemli bir şey, bizim kurumsuzluğumuzdur. Bazen görünürde kurum vardır ama sınıfın deneyimine (bazen duygusal bir tezahürüne, bazen katı bir düşünceye dönüşmüşüne, bazen yönünü şaşıranına) yabancıdır; bazen görünürde deneyimin mücadeleci biçimleri vardır ama kurumlar yetersiz kalır (örneğin deneyimden ve mücadeleden öğrenerek yenilenmekte). Bizce ortak kurum, ortak duygu ve talepleri tanıyabilen, onlara ad verme sürecine enerji ayırabilen, farklılıkların hiyerarşilere dönüşmesine mâni olan, sınıfın ortak toplumsal programının yeşereceği bir zemindir. Ortak kurumlar ne aceleyle ne de sonsuza doğru bir ertelemeyle kurulabilir. Ne de kendi sınıf deneyiminde (çoğunlukla “ortada” olmaktan değil işçi olmaktan kaynaklanan deneyimden) kaçınmayı sorunsallaştırmayan sosyalistlerin “dışarıdan” dilekleriyle. Büyük çoğunluğumuzun bizzat içinde olması, yoğrulması gereken bir süreç bu.

Bu çerçevede “sınıftan kaçışın”, bizlerde, sosyalistlerdeki görünümlerini tartışmaya açmamız gerektiğini de düşünüyoruz. Çoğumuzun işçi olduğu koşullarda ne biz sınıf deneyiminden azadeyiz, ne de sosyalizm sadece "dezavantajlı" başkaları için arzuladığımız bir toplumsal düzen. Aynı zamanda, hayatlarımızdaki sınıf deneyimini/mücadelesini tanımaktan uzaklaşmakla, restorasyon arzusunun içerdiği sınıf taleplerini tanımaktan uzaklaşmak arasında bir paralellik kuruyoruz. Ve bu eğilimlerimizin tersine çevrilmesini, sınıf deneyiminin ilk bakışta "sevmediğimiz" yönlerini de tanımaya çalışmayı, bütünlüklü bir sınıf perspektifi inşa etmek açısından önemsiyoruz. Ancak tanıma ve inşa ilişkisini kurma işini -ki bu bazen tatsız veya meşakkatli olabilir- birlikte yapabilirsek, daha gündelik ve “pragmatik” hedeflerle, uzun vadeli ve “ideal" hedefler arasındaki mesafeyi de daha iyi görebilir, bu mesafeyi aşmak için yapmamız gerekenleri de daha iyi anlayabiliriz. Biz sosyalist stratejinin, kısa vadeli ile uzun vadeli hedefler, “pragmatik” ile “ideal" arasında sürekli mekik dokuyarak geliştirebileceğini düşünüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder