Baran Gürsel
Korona virüsü salgınının toplumsal-sınıfsal boyutu üzerine düşünmenin bir yolu da bunu, yaşadığımız kaygıdan yola çıkarak yapmak.
Bana kalırsa bu türden, yaşamı, ilişkileri ve geleceği tehdit eden bir olgunun yarattığı “öznel” kaygı, yaslanacağımız toplumsal ilişkilerin ve kurumların hasarlı olduğu durumlarda, daha yoğun, ketleyici, bireyselleştirici ve bulaşıcı olabiliyor. Güncel toplumlarda yaslanabilecegimiz ilişki ve kurumlar bir yandan, gündelik-toplumsal hafızaya dayalı, kendiliğinden kurulan, dayanışmacı ve paylaşımcı ilişkilerden; diğer yandan da canlı işçi sınıfı örgütleri, topluma yerleşmiş muhalif toplumsal örgütlenmeler ve devletin hayatı daha yaşanabilir ve adil kılabilecek işlevlerinden oluşuyor. Bu ilişki ve kurumların sermaye birikiminin “ihtiyaçları” için ve/veya siyasi otoriterleşme eğilimleriyle ciddi ölçüde tahrip edildiği ve bizim bunları yenilemekte epey zorlandığımız güncel koşullarda, virüsün yarattığı tehditle harekete geçen kaygılarımızın bu ilişkilerdeki “yetersizliklerden” beslenerek büyüyebildiğini düşünüyorum. Bu kaygı bazen, düşüncenin “belli bir anda” donması, sabitleşmesi ve bedenin hareketsizleşmesi veya tekrarlayıcı acil hareketlere yönelmesi şeklinde; bazen, çıkış ihtimallerinin ve geleceğin düşünülemez olması şeklinde; bazen, toplumsal gerçekliğin ve kaygının inkâr edilmesi veya başkasında “yakalandığında” değersiz veya zararlı addedilmesi şeklinde; bazen de oluşan aciliyet hissiyle birlikte kontrolü kural/sınır tanımayan otoriter öznelere devretme arzusu şeklinde veya başka şekillerde görünür olabiliyor.
Kaygının tüm bu görünümleri -kuşkusuz başka şeylerle birlikte- bir şekilde onarılmayı ve yeniden inşa edilmeyi bekleyen toplumsal ilişki ve kurumlara işaret ediyor. Yani, kaygıyı ve kaybı ne şekilde deneyimlersek deneyimleyelim, temel bazı ihtiyaçlarımızın benzer olduğunu da hatırlatıyor. Hepimizin sağlıklı olmaya ihtiyacı ve hakkı olduğu gibi, “toplumsal-ruhsal bir bağışıklık” için alternatif toplumsal düzenlere ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın çağrısına kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. İster “panik”, ister “inkâr”, isterse bazı referanslara (duygusal, düşünsel, bilimsel, kurumsal, vb.) tutunmaya çalışan pozisyonda olalım, ortak ihtiyacımız öncelikle, eşitlikçi ve dayanışmacı kurum ve ilişkileri düşleyebilmek, sonra bunları tasarıma, onarıma ve yeniden inşa eylemlerine dönüştürebilmektir. Bu “toplumsal” eylemler, fiziken birbirimizden ayrı durmamızın gerekebileceği bir düzende, duygu ve düşüncelerimizi farklı şekillerde buluşturmanın ve toplumsallaştırmanın olanaklarını bulmakla gerçekleşecektir diye tahmin diyorum. Şimdiden dünyada ve Türkiye’de hızla üretilen duygu-fikir, kamusal-bilimsel nitelikli bilgi, talep, grev, eylem ve tartışmaların açık ya da örtük olarak eşitlikçi/eşitleyen özellikte olanları, böyle bir toplumsallaşmanın, bağın ve stratejinin -tamamına erip ermemesi tabii ki birçok koşula bağlı- güncel kökleri olarak düşünülebilir.
Tek özelliği değil ama -hem genel olarak hem de salgınla ilişkimiz açısından- kayda değer bir özelliği kapitalist olmak olan toplumsal düzenlerimizin “toplumsal bağılışıklık” ilkesi çerçevesinde yeniden kuruluşunda önemli bir rolü olan ve olacak olan işçi sınıf mücadelesine değinmeden de bu alternatif toplumsallaşmadan söz etmek mümkün değil. Bu değiniyi, Gazete Duvar’da yayımlanan ve özellikle ufuk açıcı olduğunu düşündüğüm Ümit Kıvanç’ın “Nasıl bir dünyaya döneceğiz?”* yazısına ufak bir eleştiri getirerek yapmak isterim.
İlgili yazıda olduğu gibi işçi sınıfının eğitimli, vasıflı, meslek sahibi kesimlerini “orta sınıf” olarak tanımldığımızda, işçi sınıfı örgütlerinin sınıfın güncel kesimlerine doğru kendini genişletme sorumluluğunu ve daha önemlisi, işçi mücadelesinin kapitalizmi bertaraf etmekteki rolünü gündem dışı bırakmış oluyoruz diye düşünüyorum. Dolayısıyla işçi sınıfının farklı kesimlerinin, virüs ve kapitalizm karşısında kökten farklı çıkarlara sahip gruplarmış gibi görüyoruz. Bir yandan işçi sınıfının orta sınıf görünümlü kesimine ve orta sınıflara, gerçekçi görünmeyen ve bağımsız bir güç (ve tüm hayal kırıklığını da üstlenme sorumluluğu); bir yandan da sınıfın yoksul kesimlerine, “dışarıdan” ve eksik müttefiklerle tamamlanması beklenen bir görev (yoksul emekçi kesimlerin dünyanın ezilenleri kimliğinde buluşup dünyayı değiştirmesi) yüklemiş oluyoruz.
Hâlbuki yaşamını idame ettirmek için çalışmak zorunda olan göçmen ya da AVM çalışanı, sağlık personeli ya da fabrika çalışanı, katık atık toplayıcısı ya da çevirmen, her kesimden işçinin katılımını sağlayarak, onlara ve topluma, kapitalizmsiz ve her türden tehtide karşı bağışıklık geliştirmeye daha müsait toplumlar hediye edebilecek işçi sınıfı örgütlerine ihtiyaç var. Salgın zamanları ve sonrasını kuracak tek güç işçi sınıfı olmayabilir ama bu dönemde bu gücün, yıkıcı, onarıcı ve yeniden inşacı kapasitesini tartışmalarımıza daha çok getirmeliyiz diye düşünüyorum. Bunu da sadece, aklımıza, işçi sınıfı oluşumunun “uygar” aşamasını ve bu aşamaya odaklanan örgütlenmeleri (işçileri grup yapan sendika, dernek, platform, vb.) getirerek değil, aynı zamanda, sınıf oluşumunun “uygarlık sonrası” , yani toplumu yıkacak/kuracak “sembolik/etik” aşamasını hayal etmeye çalışarak ve sınıf örgütlerinin bu aşamayı canlandırabilecek alanlar olarak düşünüp tasarlayarak yapabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder