İlker Belek, soL haber sitesinde 29 Temmuz’da Kadıköy’de
yapılan kıyafet eylemiyle ilgili bir yazı yazdı.* Kadın eyleminin “şortuma da
başörtüme de karışma” şeklindeki sloganını eleştirerek kadınların AKP
ideolojisinin etkisinde olduklarını söyledi. Yazının can alıcı ana fikri “kadın
sorunu kadınlara bırakılmayacak kadar toplumsaldır” retorik ifadesiyle dile
getirilmişti.
Öyle midir gerçekten? Soruyu böyle sorunca bir tuzağa düşme
tehlikemiz var; kadın kim, kadın sorunu ne, toplumsal sorun ne, herkesin
üzerinde anlaşması zor. Bu ifadenin doğruluğu veya yanlışlığını göstermek
yerine, Türkiye’de solcuların solculukla yüzleşmesine vesile etmek daha doğru
olacak. “Solcular”, evet, çünkü bir süredir Türkiye’de solculuk bir kimlik ve
kimlik savunusu haline geldi. (Size başka bir soru sorayım: İlk solcular kadın
mıydı erkek mi?)
Belek’in kullandığı retorik ifade kaynağını, Hannah
Arendt’in “Atom bombası (nükleer güç) siyasetçilere ve bilim insanlarına
bırakılamayacak kadar kamusal bir meseledir” sözünden alıyor. Arendt bunu
derken, kamusal bir meselenin profesyonel bir yaklaşımla ele alınamayacağını,
konuya “daha hâkim” olması beklenen belli sayıda insanın politik bir meselede
karar vermede yalnız bırakılamayacağını, politikanın ancak kamusal araçlarla ve
kamusal olarak yapılabileceğini vurgulamaya çalışıyordu. Belek ise, tam tersini
vurgulamak istiyor: Bilgili ve öngörülü bir siyaset lazım, o da meseleden
çıkarı olan “kadınların” yapabileceği bir şey değil. Belek “Olacaksa kadın
hareketi sosyalist mücadelenin içinde, kadının kurtuluşunu toplumsal kurtuluşa
bağlayarak olur,” diyerek bitiriyor. Belek’e göre kadın hareketi olsa da olur, ama
ikincil ve bağımlı; toplumsal kurtuluşun bir eki olarak.
Belek’in söyledikleri elbette cinsiyetçi; kadınların
cinsiyetçiliğe karşı çıkması mümkün ve meşru görülebilir. Ancak acaba mesele
bununla sınırlı mı? Mesela, kadın hareketlerinin belirlediği sloganlar üzerine
“erkekler” bir şey söylememeli mi? Kadın sorunu da dâhil toplumsal meseleler,
kadınlara bırakılabilir mi?
Belek kadın sorununun nasıl toplumsal sorun olduğunu “Kadını
kontrol etmek demek erkeği ve toplumu kontrol etmek, gerici siyaseti
toplumsallaştırmak demektir,” sözleriyle özetliyor. Bunu yapan dinci
gericiliktir. Aynadaki görüntümüz kadar doğru** olan bu yaklaşımı biraz daha
düzeltmek gerek: Kadını kontrol etmek erkeği kontrol etmek değildir. İktidar
erkekleri (yani toplumu?) kontrol etmek için kadını kontrol etmiyor, erkeklerle
işbirliği yaparak onlara kadının kontrolünde yardımcı olma sözü veriyor. Yani,
özel olan elbette politik, toplumsal oluyor. Bir düzeltme daha: Bu kontrol
ekonomisi “dinci gericilikten” kaynaklanmıyor, aksine dinci gericiliği besleyip
kuvvetlendiren şey bu. Dolayısıyla, kendine “sosyalist” diyen bir iktidarın da
(mesela bağımsız politika geliştirmeye çalışarak toplumsal alanda kafa
karışıklığı yaratan) kadınları kontrol etmekte erkeklerle işbirliğine gittiği
hayal edilebilir. Kadını kontrol ederek yönetmek dincilerin ayrıcalığı değil,
her türlü iktidarın özüne ilişkin bir pratik. Ayrımcılığın ideolojik olarak
doğallaştırılmasına yancı oluyor iktidar (ırkın, etnisitenin ve tembel=yoksulun
doğallaştırılmasından yararlandığı gibi).
İşin ilginci, eğer sorun sadece dinci gericilik olsaydı,
karşısında sosyalistlerin değil Belek’in AKP’nin ideolojik olarak kandırdığını
ima ettiği liberallerin olması gerekmez miydi? Yani teorik olarak sosyalist
alternatifin bu politikada “hakiki karşıt” olarak yer alması daha zor değil mi?
Peki sosyalizmi “dinci gericiliğin” karşısına koymak, yaşam tarzı mücadelesinin
esas yüklenicisi olarak kurmak nasıl mümkün oluyor Türkiye’de? Kültür
politikası, yaşam tarzı politikası, hadi şöyle diyelim: “kimlik politikası”
nasıl oluyor da “sınıf politikasını” bu derece dolayımlayıp sosyalist, komünist
bir politikanın merkezine yerleşebiliyor? Ben bundan yakınmıyorum, yanlış da
bulmuyorum: Bence doğrudur. Ama soru baki. Dinci gerici iktidarın aynı zamanda
sermayenin uşağı olduğu kaçamak cevabıyla kurtulamayız bu sorudan.
Benim cevabım şöyle: Belirli sayıda düşünce sahibi, bilgili,
okumuş insanın, geleneksel toplumun baskısı altında dışlanmaları ve kendilerini
korumaya çalışmaları; solculuğu bir kimlik olarak görüp korumaya, savunmaya,
kollamaya çalışmaları bu yer değiştirmeyi kolaylaştırıyor. Yani “solcular”
AKP’nin gösterdiği gibi elit kesim değil, hiç olmadı bu ülkede. Her zaman
dışlandılar. Entelektüel her türlü hareketten iğrendi bu toplum, “meriç” dedi,
“ibnece” buldu. (Bu yüzden “delikanlılığını” fazlaca vurgulamak zorunda
kalanlarımız oldu aramızda.) Devlet iktidarları da bu erkeklerle işbirliğine
giderek kadınlarla birlikte solcuları da ezdi: Mahalle esnafına dövdürttü, ev ve
iş vermedi. Solculuk Türkiye’de bir ezilen ulus, ezilen azınlık oldu.
Karşısındaki ezen ulus da -aynı zamanda sermayenin uşağı olan- dinci gerici
iktidarla temsil ediliyor artık.
Erdoğan’a kadar devlet iktidarları bu politikayı zorunluluk
hallerinde işe yarayacak ve yaklaşan sınıf tepkisi tehlikesine karşı faydalı
bir önlem olarak sürdürdü. Erdoğan ise, “ailenin” normal işleyişinde ne kadar
işlevsel olabileceğini çözdü, bambaşka bir şey denedi. Eski iktidarlar
(istihbaratın gerektirdiği haricinde), solcuları tanımaz, ayırt edemezdi,
toptan muğlak bir öznellik olarak saldırırdı solculara sadece. Erdoğan her
örgütü ayrı ayrı tanıyıp dikkate aldığı ittifaklar kurdu, teker teker ezdi,
teröristleri sayarken adlarını ayrı ayrı dile getirdi. Erdoğan’ın karşısında
solcular bir kimliktir: O marjinal olun derse marjinal olurlar, çapulcu derse
çapulcu olurlar, elitist derse bunu üstlenip ya utanırlar ya da sahip çıkıp
karşılarındaki dinci gericileri aşağılarlar. Erdoğan, bizim babamızdır.
Bu noktadan, yukarıdaki soruları bir daha ele alırsak, kadın
sorununun neden toplumsal bir sorun olduğunu daha iyi ortaya koyabiliriz. Bugün
kadınların çıkarı, toplumun çıkarıdır. Erdoğan’ın iktidarı toplumun sürekli
“adam gibi adamlar” ve “karı kılıklı, şeytani, aciz, iğrenilesi teröristler”
olarak bölünmesine dayanıyor. Sosyalistlerin ve komünistlerin bu tablodaki yeri
bellidir. Sosyalistlerin ve komünistlerin kurtuluşu, kadının kurtuluşuna sıkı
sıkıya bağlıdır.
Kadının kurtuluşu da bugünün Türkiye’sinde Erdoğan’ın
kutuplaştırıcı politikasının aşılmasına bağlıdır. Kadınlar bu yüzden toplumun
her kesiminden kadınlara (ve erkeklere) sesleniyorlar eylemlerinde. Belek “tek
başına kadın hareketi olmaz. Olursa böyle AKP ideolojisini içermek zorunda
kalır,” diyor. Ancak “başörtüme de karışma”
talebi, Erdoğan’ın kafa karışıklığını netleştirip toplumu kutuplaştırma (ve
kadınları sonsuza kadar alt etme) politikasına direnmeyi ifade ediyor. Bu
sloganın pasif kaldığı, devlete bir dilekçe vermeye benzediği söylenebilir;
belki başörtüsü/şort ikiliğini tekrar etmek zorunda olmayan bir slogan da
bulunabilirdi. Ama şimdilik “biz kadınlar senin ayrıştırıcı gücüne direniyoruz,
birlikteyiz” mesajı verdiği de düşünülebilir pekâlâ.
Türkiye’de kadın hareketi ve kadın politikası, Erdoğan’ın
politikasını ve iktidarını alaşağı etmeyi, kamplaşmayı ortadan kaldırmayı,
eşitliğe dayalı bir toplum kurmayı zorunlu olarak üstlenmiştir. Bu yüzden, her
kadın eyleminin sınırlı bir “kimlik eylemi” olmayıp toplumsal bir eylem olduğu
görülmelidir. Yeni yeni ama hızla güçlenen LGBTİ hareketi de zorunlu
müttefiktir: Onlar olmaksızın cinsiyete dayalı adaletsizlik, aşılmak bir yana,
tarif bile edilemez. Sosyalist ve komünistler, yani solcular, kadın hareketinin
bu onurlu yükselişi için elinden geleni yapmak ve kadınları yalnız bırakmamakla
mükelleftir.
* AKP ideolojisinin etkisinde
kıyafetime karışma eylemi, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/akp-ideolojisinin-etkisinde-kiyafetime-karisma-eylemi-204623
** Marx
ideolojiyi tarif etmek için fotoğraf makinesinin içini (camera obscura) örnek
verir: Gerçeklik bir şekilde görünür, ama tepetaklak. Demek ister ki,
ideolojiler dünyayı ters göstererek toplumu bu görüntüye kandırmaz, aksine
dünyada terstir (çarpıktır, eşitsizlik vardır), ama ideolojinin vasıtasıyla düz
görünür. Bu düz görüntü kandırmaca değil, bir şeyler yapabilmek, yaşayabilmek
için kullanmayı tercih ettiğimiz bir kolaylık gibi düşünülebilir: Din işe
yarar, kalpsiz toplumların kalbidir. Başörtülü kadın eşitsizliğe maruz
kaldığına bakmaz (kalpsiz toplum), ahlaka bakar (kalp). Kısaca işimize gelir
bu, kırmızı hapı içmek gerekmiyor. Peki ya fotoğraf makinesi değil de aynaysa?
Fotoğraf makinesinin içinden çıkabilirsiniz mesela, dünyayı “aslında olduğu
gibi” görebilirsiniz. Ama kendinizi aynasız göremezsiniz. Ayna görüntüsü yalan
değil doğrudur, güvenilir bilgidir, çok işe yarar. Ama dikkat etmek gerekir:
Taranacaksak işimizi kolaylaştırır ama tıraş olacaksak çok dikkat etmek, gerçek
gerçekliği hesaba katmak zorundayızdır. Bunu erkekler gayet iyi bilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder