6 Haziran 2017 Salı

Kapitalist Saldırılara Karşı Sınıfın 'Gizli' Güçleri: Deneyim ve Bağlar

Baran Gürsel

 Bireysel emeklilik sistemi, kıdem tazminatını fona aktarma planı, kamu emekçilerini işsiz bırakan kararnameler, kamu emekçilerinin iş güvencesini sağlayan kanun maddesini değiştirme hedefi… Bunların, sermaye birikimi koşullarını 'onarmak' için hayata geçirilmeye çalışıldığından ve işçi sınıfının maddi gücünde, kazanılmış haklarında ve bizzat gündelik hayatlarında ve toplumsal ilişkilerinde yıkıcı etkileri olacağından kuşku yok. Ben burada sınıfın bu yakıcı gündemlerine nasıl yöntemlerle doğrudan müdahale edilebileceğini tartışmayacağım ama kullandığımız yöntemleri doğrudan etkileyen yaklaşımlarımıza dair, üç başlık altında toparladığım bazı fikirler sunacağım. Aslında temel arzum yer yer sınıf siyasetine de sirayet eden ‘sınıftan kaçışımızı’, tersine çevirme mücadelesine kendi açımdan katkıda bulunmak. Bu mücadeleyi aynı zamanda kapitalist saldırıları ve kapitalizmi aşmanın yollarını sınıfın kendisinde arama şevkini canlandırmaya dair bir arayış olarak görüyorum.

1. Sınıf bazen bakmadığımız yerde, duymadığımız sözdedir. Sınıf merakımızı kuşanıp ‘gizli’ olanın peşine düşmeliyiz.

 Bu dönemde işçi ve sınıf kavramının zihnimizde yarattığı çağrışımların epey zayıfladığını söyleyebiliriz. Hatta bu gündemleri düşünürken heyecanlanmıyor, coşku hissetmiyor oluşumuzu da bu zayıflamanın bir göstergesi olarak ele alabiliriz. Sınıf meselesini düşünürken fikirlerimiz iyice kategorilere ve sabit imgelere sıkışabiliyor ve bu düşüncelerin içinde zihinsel çağrışımların ve gerçek hayatın akışını/zenginliğini bulmak kolay olmayabiliyor. Hepimizin bir ölçüde içinde olduğu bu zayıflama süreci; sınıf dediğimizde, sadece yoksulluk ve onur kırıcı çalışma koşullarını içeren tabloların gözümüzde canlanmasından, yaşam tarzlarının ‘sosyolojik’ sınıflandırılması ile sınıfı eşleştirmeye; aklımıza ilk olarak belli bir kategoride olan işçilerin (örn. mavi yakalı) gelmesinden, toplu çalışma ortamları dışında sınıfı bulamamaya kadar birçok durumda yansımasını buluyor. Ve genellikle işçi olmaktan bahsederken ‘kendimizden başka’ bir kişiden söz ediyor oluyoruz. Aynı zamanda sınıf mücadelesi dediğimizde de sadece apaçık görünür olan bir grev/direniş olabiliyor.

 Bu metnin yazarı olarak ben ve bu yazdıklarımı okuyan kişiler, zaten sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesini böyle yerlerde bulsak da böyle biçimlere indirgemediğimizi ileri sürebiliriz. Belki bu doğru da olabilir ama bu bizi bazı düşünme biçimlerinden muaf olduğumuzu düşünmeye, düşünme tembelliğine itmemeli. Unutmamamız gereken şu ki, mesele sadece işin aslını ‘bilmek’ değil. Bildiğimizi düşündüğümüzün ötesinde, söz ve eylemimizde ortaya dökülen bazı şeyler var ve bunlar, bildiğimizi aslında o kadar da bilmediğimizi gösterebiliyor. Sınıf siyaseti açısından baktığımızda, sınıf siyasetindeki söz ve eylemlerimiz -biz bazı bilgileri taşıyor olsak da- belli imgelere/kimliklere (belli bir tür işçi, sosyoekonomik statü, vb.) ve belli imgesel sahnelere (toplu çalışma, grev/direniş, vb.) hapsolmaya meyilli olan ve doğrudan ‘görmeye odaklı’ (ve görmediğine inanmayan) bir düşünme biçiminden kolay kolay uzaklaşamadığımızı gösterebiliyor. Bu perspektifin canlılık içermediğini ve dokunduğu birini canlandırma ihtimalinin oldukça düşük olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda sınıf siyaseti içerisinde ürettiğimiz söz, eylem ve kurumlarımızın canlılığı ve canlandırıcılığı da sorgulanır hale geliyor, ve odağımızı, coşku veremediğimiz insanları harekete geçmemekle suçlamaktan başka bir yere çevirmemiz gerektiği ortaya çıkıyor.

 Perspektifimizi böyle bir noktada tuttuğumuzda ilişkilerin ve insanların sürekli çelişki ve değişim içerdiğini, hayatın ‘aktığını’ gözden kaçırmış oluyoruz. Ve tabii sınıf dediğimiz şeyin de bu şekilde akan, insanların ilişkilerinde ve iç dünyalarında somut şeyler ifade eden bir süreç olduğunu unutuyoruz, bastırıyoruz. Burada önemli olan, sınıfın belli bir ana ait bir imge (put anlamıyla birlikte düşünelim) gibi ölü değil, capcanlı bir süreç olduğunu anımsamaktır. İnsanların ilişki, düşünce ve eylemlerinde yaşanan/yaşatılan, içinde çelişkiler taşıyan, değişim içeren, farklı ilişkilerdeki etkileri kapsayan bir süreç. Sınıf bu bağlamda, üretim ilişkilerinin etkilerinin ve bu etkilerin yorumlarının insanlar arası ilişkilerde yaşanması ve yaşatılması anlamına gelir. Bu süreç hem sınıfsal öznelerin iç dünyasındaki bazı ilişkileri, hem sınıfın içindeki ilişikleri, hem de sınıflar arasındaki ilişkileri kurar. ‘Bilinçli’ ve ‘bilinçsiz’ sınıf oluşumlarını/hareketlerini içerebildiği gibi, sınıf olmaya karşı ‘bilinçli’ ve ‘bilinçsiz’ hareketleri de içerir. Sınıf mücadelesi de bu üç alanda kendini kurar: bireysel özne içi, sınıf içi, sınıflar arası.

 Burada sınıf meselesini çektiğimiz somut insan ilişkileri düzlemi, sınıfın sadece göze doğrudan görünende, ampirik ve ‘bilinçli’ olanda aranmasına neden olmamalı. Sınıf bir süreçse eğer, söz ve eylemde bize görünenin, bazen görünüp bazen yok olanın, tutarsız ve süreksiz olabilenin ötesindeki bir sürekliliği ifade ediyor olmalı. Bastırılanları da içeren ‘gizli’ bir sürekliliği. Belki de ‘gizli’ olanı aramanın verdiği tedirginlik hissine karşı ‘gizli’ye duyduğumuz merakın sesini yeniden yükseltirsek sınıfı da ‘yeniden’ bulabiliriz. Bunun için sınıf merakımızı diriltmeli ve sınıfı bu cazibenin nesnesi olarak hak ettiği yere tekrar koymalıyız.

 Meselenin soyut bir giz meselesi olmadığını şu şekilde de ifade edebiliriz. Eğer üretim ilişkileri içinde belli bir konumu işgal eden, yaşamak için çalışması gereken bizler bu ilişkilerden izler taşıyorsak, ilişkilerimize de bu izleri yansıtabiliriz. Bu izler birbirimizle ortaklıklarımız olduğuna dair düşüncelere dönüşebilir; o zaman biz bu düşüncelere (yani kökünde de üretim ilişkilerinin deneyimde bıraktığı izlere) yaslanarak eyleme geçer, talepler oluşturur, ilişkilerimizi daha düzenli hale getirir, belli amaçlar çerçevesinde kurumlarımızı kurarız. Yani ortaya ‘bilinçli’ sınıf oluşumları çıkarmış oluruz. Ama bunu yapmadığımız zaman –ya da göze pek hoş gözükmeyen şeyler yaptığımız zaman- da sınıfsal ilişkilerimiz, sınıfsal paylaşımımız, sınıfsal öfkemiz, birbirimize hasetimiz, birbirimizle dayanışmamız, vb. yoktur diyemeyiz. İlişkilerimiz ve deneyimlerimiz bazen göze doğrudan görünmeyen, ‘bilinçsiz’ şekillerde sınıf olmayı içinde taşır. Yani ilk bakışta öyle gözükmez belki ama bazı ilişki ve deneyimler üretim ilişkilerinin deneyimde bıraktığı izler/çelişkiler üzerine kuruludur. Biz sınıfı sadece görmek istediğimiz yerde (yukarıda saydıklarım gibiler) duymak istediğimiz sözde (‘ben işçiyim ve diğer işçi kardeşimi çok seviyorum’) ararsak –ve kendimizde aramazsak- örgütlü sınıf ilişkilerini yaratmaya doğru akabilecek bu gerçek potansiyellerden ve gerçek çelişkilerden vazgeçmiş oluruz. Bastırılanı bastırmakta bastıranla işbirliği yapmış oluruz. O zaman –tabii dışsal süreçler siyasetin hatalarını telafi edecek güçte olmadıkça- sınıf siyasetinin sözü ve eylemi bir tercüme ve dönüştürme çalışması değil; farkında olmadan yine deneyime yaslanan ama bir monolog ve tekrara/tekrarlatmaya dayalı bir süreç olarak kalır, donuklaşır.

 Gerçek çelişki tam da deneyimin içinde yuvalanır ve örgütlü bir sınıf mücadelesine tercüme edilmek üzere ‘bekler’. İşçi sınıfının ‘devrimci potansiyeli’ burada yatar ve kapitalizmin bertaraf edilmesinde onu zorunlu aktör kılar.

 2. Korku ve aciliyet hissi örgütsüz olanı parçalar, güçlü gözükene bağımlı hale getirir. Sınıfsal kurumlarımızı korku ve aciliyetin karşısında örgütlemeliyiz.

 Belki de imgelere fazla ‘takılmamızla’ bağlantılı olarak, hızlı ve gözle görülebilir sonuçları oldukça fazla önemsiyoruz ve kapitalist saldırıları her seferinde bir ölüm-kalım meselesi olarak sunuyoruz. Bana göre korku ve aciliyet hissini arttırarak hareket ettiğimiz durumlarda, yani duruma müdahale edemezsek yok olacağımız korkusunu yaydığımızda tam da değişim olanağının karşısında duran bir eğilimi harekete geçiriyoruz. Aciliyet hissinin varlığında bir kazanım elde ettiğimiz durumlarda dahi, kazanım bu aciliyet hissinden değil, aksine ona karşı işleyen eğilimlerin aktif olması sayesinde mümkün olabiliyor. Sorun bu hissin hedefe ulaştırmama özelliğini ve müdahalemizin iddia ettiğimiz kadar kurtarıcı bir etkisi olmayacağını ‘bile bile’ bu aciliyet hissine ve büyük değişiklikleri hemen acilen yaratabileceğimiz, yoksa da yok olup gideceğimiz hissine yaslanmakta ısrar etmemiz. Böyle bir durumda sadece büyük şeyleri önemsiyor, büyük umutlarla mücadele ediyor gözüküyor olabiliriz ama kavganın da imgesel (‘hayali’ anlamıyla birlikte düşünelim) bir düzleme kayması potansiyelini arttırdığımızı gözden kaçırmamalıyız. Bu nedenle konu çok kritik olduğu için ve/veya insanlara ‘acı verici gerçeği söylemek yerine, onları motive etmek için’ yüklendiğimiz propaganda görevinde hayali bir savaşımın içinde kalmaktan ve benzer trajedileri tekrarlamaktan kaçınamayabiliyoruz. Bu durumda bir ideal olarak karşımızdakine sunduğumuzu düşündüğümüz şey ise aslında, gerçek bir ideal gibi birleştirici, ortaklaştırıcı ve motive edici bir etki değil, aksine karşısında sessiz, düşüncesiz, minik kalınan bir ‘dev ideal’ olarak işlev görüyor. 

 Bunun üzerine düşünmeyi, işçi sınıfının kurumsal ve ruhsal örgütlenmesinin zayıf olduğu şu zamanlarda özellikle önemli buluyorum. Sınıfın amaçlı ve örgütlü bağlar kurma konusunda zayıf olduğu bir dönemdeyiz. Bağlılıklarını, gerginlikleri üretime çevirmek için kullanma konusunda da. Bu kurumsal zayıflığımıza işaret ediyor. Aynı zamanda ruhsal olarak da zayıflıyor olabiliriz. Baskı ve şiddet, korku ve acı yaratırken, bunları işlemleme kapasitelerini de zedeliyor. Sınıfın yaşadığı iç parçalanmalar, eşit ötekilere yapılan yatırımların geri çekilmesi ve büyük ötekilerle özdeşleşmelerin güçlenmesi, böyle bir toplumsal süreçle ciddi anlamda besleniyor. Sınıf bağları çözülüyor.
 Bana göre birbirimize ‘şu da olursa yok olacağız, o yüzden acilen bir şeyler yapmalıyız!’ demeye ve/veya bunu hissettirmeye devam ettikçe düşünsel kapasitemizi, gerçek ve geçerli alternatifler üretecek yaratıcılığımızı baskı altında tutuyoruz. Böyle süreçlerde bu bizi -gerçek alternatiflerimiz olduğu halde- ruhsal ve kurumsal olarak daha çok parçalanmaya, çözülmeye, kopmaya götürebilir. Diğer yandan da kendimizi devlete, devleti yönetenlere, sınıf kurumlarımızı yönetenlere, kapitalist sınıfa daha bağımlı hissedebiliriz. Ve bu süreç içerisinde birbirimizle (sınıf kardeşlerimizle) değil, onlarla ve onların arzularıyla özdeşleşmemiz ise pek muhtemel.

 Bu nedenle kendi içimizdeki aciliyet hissine direnerek, sıkılmaya ve etkisiz olduğumuz hissine tahammül etmeli ve 'küçük’ işlerle uğraşmayı ertelememeliyiz. Bizim yapacağımız, birbirimize dayanarak (katlanma anlamıyla da birlikte düşünelim) sınıf hukukumuzu yeniden kurmak olabilir. Bu, sınıf deneyiminin içinde bastıranla ve sesi daha gür çıkanla değil, bastırılanla, ifadesiz, sessiz kalanla özdeşleşmemizi kuvvetlendirmemiz gerektiği anlamına da geliyor. Buna olanak sağlamak için de korku ve aciliyetin karşısında örgütlenmiş, yenilenmiş sınıfsal kurumlara ihtiyacımız var. Yani belli şekillerde koruyucu olan kurumsal ilişkilere. İşlevsel bir kurum sadece talep ifade eden bir yapı değil, aynı zamanda korku ve aciliyetin boğuculuğu karşısında soluklanmaya imkan veren bir ara alan, bir kaçak noktasıdır.

Düşünebilme, fikir ve eylem üretebilme, boğulurken değil ancak bu kaçaktan aldığımız soluklarla yapabileceğimiz şeyler.  Bu kaçak noktalarını birbirimize taşıdığımız korku ve aciliyet hisleriyle kendi ellerimizle yamamamalıyız.

3. Sınıfın ‘gizli’ gücü potansiyel bağlarındadır. Sınıf siyasetini, potansiyel bağları gerçekleştirme siyaseti olarak düşünmeliyiz.

  Sınıf üzerine düşünürken düşünsel çağrışımlarımızın tıkanmasının bir göstergesinin, işçinin düşünce dünyamızda bir imge/kimlik haline gelmesi, sabitleşmesi olduğunu düşündüğümü ifade etmeye çalıştım. Bunun aynı zamanda bir yalıtma içerdiğini de eklemeliyim. Bir yandan ‘işçi’yi zihnimizde böyle ilişkisiz ve değişimsiz hale getirirken, aslında sınıf siyasetini de böyle bir yalıtma anlayışı üzerine kuruyor olabiliriz. İşçiliğin bir süreç, bir yaşam, bir ilişki olmaktan uzaklaşması, sınıf siyasetinin de bir ilişki (ilişki dönüştürme/düzenleme) siyaseti değil, bir ‘birey olarak işçi’ siyaseti ve birey talebi/hakkı siyaseti olarak kurulması ile paralel ilerleyebiliyor. Sınıfın dinamik, ilişkisel ve orada olan dinamik ve ilişkisel bir süreç olduğu gerçeğinin geri kazanılmasının sınıf siyasetine yaklaşımımız açısından da bir anlamı olabilir. Sınıf siyasetinin ne olduğunu burada yeniden düşünelim.

 Sınıf siyaseti, işçilerin deneyimlerine bir şekilde temas eden, deneyimdeki bazı dinamiklerden yola çıkarak araçlar (söz, eylem, kurum, vb.) geliştiren ve bu araçlarla işçilerin deneyimlerini etkileyen bir siyaset tarzıdır. Böyle deyince belki sadece bireysel bir düzlemde kaldığımız düşünülebilir ama olan şey sadece bireysel değildir: bu etki insanlar arasındaki ilişkilerde yansımasını bulur, kolektif etkiye dönüşür, toplumsallaşır. Bu noktada sınıf siyaseti işlevi tanımlanır: sınıf siyaseti, deneyimden yola çıkıp onu dönüştürürken, sınıf içi ilişkileri, sınıflar arası ilişkileri ve toplumsal ilişkileri düzenler, dönüştürür. (Şu an için fiziksel dünyanın bu sürece nasıl katıldığına girmeyelim.) Yine benim baktığım yerden bu süreç, sosyalist ideallerle ilişki içerisinde ve ilişkilerin sosyalist düzenlemesine yönelik çerçevesel düzenlemelerle ile yürür.

 Böylece sınıf siyasetinin işçilerin sınıf oluş süreçlerine yönelik ara müdahaleler olduğunu söylemiş oluyorum. Peki, bu ara müdahaleler –ister söz, ister eylem, ister iletişim tarzı, ister bir sendika üretelim- ne yapmış oluyor? Bu soruya farklı açılardan yaklaşmak mümkün belki ama bana göre bu müdahalenin en önemli işlevlerinden biri bağ kurma işlevi. (Burada sınıf siyaseti aracılığıyla ruhsal dünyada kurulan ve yenilenen –diğeri kadar önemli- bağlardan söz etmeyi es geçip, toplumsal bağları vurgulayacağım.) Sınıf siyaseti önemli bir etkisini, işçiler arasındaki bağlara yapar. İşçilerin deneyiminde yer alan ‘üretim ilişkileri izleri’ bu bağların temelini oluşturur. Bu izler birimizden ötekine her zaman aynı güce, aynı öneme ve aynı anlama sahip olmayabilir ama burada bizi ilgilendiren bu ‘bağ potansiyelinin’ orada var olması. Önemli olan bu bağ potansiyelini orada yapan toplumsal ilişkiler orada oldukça da orada olmaya devam edecek olması ve kapitalist toplumsal ilişkileri değiştirmenin kaynağının tam da buraya ekilmesi.

 Bu potansiyel, başka bir adıyla baskı ve sömürünün ortak deneyimi, başka bir adıyla eşdeğer öteki ile kurulan özdeşleşme, işçilerin ilişkilerine ve sınıfın oluşumuna etki eder. İlk maddede bahsettiğim gibi bu izler canlı bir şekilde hayatın içinde etkisini gösterir. Sınıf siyaseti ise bunların doğrudan görünür olmadığı durumlarda da bunları görmenin, bunların bilinçsiz ya da bilinçli gerçekleşen tezahürlerini izlemeyi hedefler. İzlemek sadece takip etmek değil, aynı zamanda onların yolunu izlemek, bastırılan ‘bağ potansiyelleri’ni görünür olmadıkları durumlarda da görmek, onları sözel ve eylemsel temsillere dönüştürmek anlamına geliyor. Bu nedenle başkalarının (egemen ötekilerin) bakışını kendine bakış yapıp sadece görünene ve imgeye takılı kalmış bir çağrışım zayıflığı halinde (onların görmek istediklerine) duraklamak yerine sınıfın ‘gizli’ gücüne yönelebiliriz. Böylece potansiyel bağlara gerçek bağlara, soyut emek altında bastırılan somut emeği gerçek yaratıcılığa çevirebiliriz. Kendi sınıf deneyimimizi de ancak öteki ile ilişki içinde anlayabileceğimizi ve ötekine yönelmenin kendi sınıf deneyimimize yönelmek anlamına geldiğini de tekrar anımsayarak. Özellikle böyle sözel ve eylemsel tercüme/dönüştürme işlemleri için ara alanlar olarak işlev görebilecek, birbirimizle paylaşımımızı sağladığı kadar birbirimize olan mesafemizi de koruyacak, bağ kurucu sınıfsal kurumlara ihtiyacımız var.

Bana öyle geliyor ki, yazının başında adını andığım kapitalist saldırıları gündemimize alırken, ancak onlara müdahale etme ve mücadele mantığımızı da tartışırsak önemli dönüşümlerin önünü açmış olacağız. Ben burada bu mantığı oluşturan bazı temel gündemler üzerine (sınıf kavrayışı, kurumsallığın işlevi ve sınıfın potansiyel gücü) bir tartışma yürütmüş oldum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder