Ruhsal Hayat Sınıf Mücadelesinin Bir Alanı mıdır?
Eylem Akçay
PEP deneyimlerine dayanarak teorik olarak yetkin olmadığım bir alanda
konuşacağım. Aslında ele aldığım konu daha yetkin bir çalışma gerektiriyor.
Alanın kavramlarına da hakim değilim, mesela ruhsal hayat, duygular,
duygulanım, öznellik, kişilik ve davranışı birbirinin yerine kullanıyorum
çoğunlukla. Yine de PEP toplantılarında yaptığımız tartışmaları paylaşmanın
faydalı olacağını düşünüyorum.
Bireylerin ruhsal hayatının, sınıfın tıpkı ekonomik ve politik mücadele
alanları gibi bir mücadele alanı olmaya aday olduğunu iddia edeceğim. Bireyin
öznelliği kollektif bir üründür, dolayısıyla kollektif bir sorumluluk yaratması
beklenebilir. Sınıf mücadelesi, tıpkı sendikalar ve partiler gibi bu alanın da
özgün kurumlarına ihtiyaç duyuyor.
Politika ve mücadele söz konusu olduğunda ruhsal hayat ve duygular hep işin
içindeydi elbette. Öfke, umut, hırs gibi güçlü duygusal ifadeler olmadan
direnişten bahsedemiyoruz. Ancak bunlar konuşulurken duyguların hareketlere
etkisinden, nasıl kullanılacağından veya yönlendirileceğinden bahsediliyor
genellikle. Burada bu ikisi arasındaki ilişkiden değil, ruhsal hayatın
mücadelenin konusu edilmesinden bahsetmeye çalışacağım.
İş hayatı ruhsal hayat evreninde de işler
Ruhsal hayatın mücadelenin veya politikanın konusu edilmesi yeni bir konu
sayılmaz. Feminist mücadele, özellikle çoğunlukla tam hakkı verilemeyen “özel
olan politiktir” ifadesiyle ruhsal hayatı doğrudan konu edindi. Cinsiyete
dayalı adaletsizlik elbette duygular evreninde çalışan bir eşitsizlik türü ve
ister istemez duygularla yakından alakalı. Ancak bugün, iş hayatı da duygular,
ruhsal hayat evreninde çalışıyor -veya bugün bunun böyle olduğunu daha net
görebiliyoruz.
Buna ilişkin birkaç ipucu var. İlki, öncelikle emek sömürüsünün
fizikselliğinin yanı sıra zihinsel bir süreç olarak görülmeye başlanması. Başta
kafa emeği, kol emeğinden ayırdedilebiliyordu, hatta bu ayrım işçi
aristokrasisi diye adlandırılan durumun kaynaklarından biriydi. Bugün
teknolojinin ve denetim sistemlerinin gelişmesiyle, kayzen gibi Fordizmden daha
gelişkin yönetim metodlarıyla kol işçisinin zihinsel faaliyetlerinden üretimde
yararlanıldığı halde işçinin üretim sürecinin bütününe hakim olmaktan
dışlanması mümkün oluyor.
İkinci ipucu, 70lerde başlasa da son yıllarda kendini tümüyle dayatan iş
hayatıyla iş dışı hayatın birbirine girmesi, bir anlamda iş hayatının dinlenme
ve sosyal hayat gibi yeniden üretim alanlarını dolaysızca belirlemeye talip
olması olabilir. Üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişki, aile ve devlet
gibi iş dışı sosyalliklerce dolayımlanır. Ancak şirket kültürü ve kişisel
gelişim söylemleri, “kendini yönet” öğüdüyle özetlenebilecek bir ahlaki ilkeyle
bu alanın üretimle ilişkisinin dolaysızlaştığını işaret ediyor.
Üçüncü ipucu, hizmet sektörünün büyümesi ve özelleşmesiyle belirginleşen
çalışanların duygularını yönetmesini, duygu üretmesini gerektiren duygulanımsal
emek başlığı altında incelenen çalışma tarzı olabilir.
Bu üç ipucu emek sömürüsünün gelişkinliğini ifade ediyor. Kişiliğin çalışma
ilişkilerine dahil edilmesinin çalışanın iş üzerindeki hakimiyetini artırması
beklenirdi. Oysa işçiler yönetilebilir olmaya, patron için çalışmaya devam
ediyorlar. İşçinin iş üzerindeki hakimiyeti, ancak dev firmaya mal yetiştirmeye
çalışan kobinin ürettiği ayakkabı üzerindeki hakimiyeti kadar olabiliyor.
Taşeron işletmenin kendi işçilerini dev firmanın işi için ezdiği gibi, işçi de
kendi kendisini sömürüyor.
Ruhsal hayattaki sınıf mücadelesinin belirtileri
İşçi bireyin bedeni ve ruhu üzerinde yaşanan bir sınıf çatışması söz
konusu. Çalışma ilişkilerinde geliştirilen yönetim teknikleri ve söylemler
devletten aileye tüm toplumsal örgütlenmere yayıldığı için, bu ikiye yarılma
sadece işçilikle ve işçilerle sınırlı kalmıyor.
Yeni gündeme gelen emek temelli sorunların çoğu bu sınıf çatışmasının
yaşandığı cepheler gibi. Bu cephelerde işçilerin güçlü oldukları ve zayıf
oldukları yerler var. Ama sonuçta güçlü alanlar kontrol altında tutularak hep
kazanan bir kumar masası gibi sermaye hep galip geliyor. Mücadelenin bu
cepheleri yeni değil belki, ama bu noktalar ancak sınıf mücadelesi tarafından
işçilerin sınandığı anlarda, mücadele onları önümüze çıkarttığı zaman
tanınabiliyor. meseleyi nasıl ele aldığımı anlaşılır kılmak için işçilerin
zayıflatıldığı bazı noktaları, güçlü yanlarla ve birbirleriyle tümüyle iç içe
oldukları ve ayrılmaları mümkün olmadığı halde, bir kaç başlık altında
toplayacağım.
İlk olarak, iş tahribatı diyebileceğimiz, işçinin bedensel ve ruhsal
bütünlüğünün bozulmasını ele alalım. Bu alanda Türkiye’de ve dünyada 1970lerde
başlayan mücadele hattı ancak son yıllarda yol katetmeye başladı. Bugün Fransız
işçi sınıfının mücadelesiyle çalışma hayatının yol açtığı ölümler ceza
yasasının, cinayetle ilgili hükümlerin konusu oluyor. Türkiye’de ilk defa
1970lerde kullanılan iş cinayeti kavramı, İSİG meclisinin çalışmalarıyla artık
toplum tarafından bilinir oldu. Ruhsal rahatsızlıkların meslek hastalığı
sayılması da ancak yeni bir talep olarak ortaya çıkıyor. Bu konuda, yine 1970lerde
Amerika’da ortaya konduğu halde kadınların yaşadığı daha özel sorunlara çok
seyrek sıra geliyor. Bunun yanı sıra, iş yeri intiharları, daha doğrusu iş
kaynaklı intiharlar gündeme geliyor. Japonya’da yaygın olan iş kaynaklı
intiharlar, altına itildikleri kültürel açıklama örtüsünü deliyor.
Bu intiharları iş kaynaklı ruhsal bir tahribat veya iş cinayeti gibi ele
almak yeterli olmuyor. Sosyolojiyi bir bilim olarak kuran temel jest, intiharın
sosyal bir olgu olarak açıklanmasıydı. Bu intiharlar da sosyal olgulardır. Ben
bu intiharları sınıf savaşının kamikaze saldırıları gibi düşünüyorum. Mısır’da
intiharıyla Arap Baharı’nı başlatan Muhammet Buazizi’nin yanı sıra Türkiye’de
Soner Semih Sipahi, Hilmi Matlisa, Mehmet Pişkin ve isimsiz başka kahramanlar
birlikte düşünülmeli, aynı cephede görülmeliler. Bu intiharların genelinin
ortak bir özelliği, geri çekilme değil topluma seslenen, sonuç almaya yönelik,
son bir saldırı edimleri olmaları.
Duygu durumu düzenleyici ilaçların kullanımının artışını da ruhsal
tahribatın artışı olarak yorumlamak yeterli değil. Antidepresan, bir
rahatsızlığı ortadan kaldırmak için, hekim kontrolünde ve düzenli şekilde
kullanılmıyor. Antidepresanla birlikte vitamin haplarının kullanımı da
artıyor. İşçilerin bu ilaçlardan temel beklentisi tedavi etmesi değil,
duyguları kontrol etmeyi kolaylaştırması, kontrol edilemeyen duyguların
çalışmaya engel olmaması. Bütün bir kişisel gelişim yazınının işlevlerinden
birini paylaşıyor bu mucizevi ilaçlar.
Mücadelenin kazanananı, kaybedeni
Kısaca söylemek gerekirse, ruhsal tahribatı sadece çalışma düzeninin birey
üzerindeki olumsuz etkisi olarak görmemek gerekiyor. Ruhsal tahribat, birey
üzerinde geçen ve gelişen sınıf mücadelesinin bir görüngüsüdür.
Son yıllarda kullanımı özellikle yaygınlaşan mobbing kavramı da ruhsal alandaki sınıf mücadelesinin bir görüngüsü olarak ele alınmalı. Mobbing hem sermaye cephesi hem de emek cephesi tarafından tarif edilmeye çalışılıyor, öyle ki sadece kavramın anlamı üzerinde bile açıkça görülebilir bir sınıf mücadelesi yaşanıyor. Mobbing taciz gibi yapısal olarak güçlü olanın zayıf olana uyguladığı bir eziyet değil. Alttan üste ve yatayda uygulanabildiği gibi üstten alta da mobbing uygulanabilir. Mobbing bugün sermaye açısından kontrollü bir savaş stratejisi, bir yönetim stratejisidir, aynı zamanda mavi ve beyaz yakalı işçilerin elinde bir silaha dönüşmüştür. İşçiler iş yerinde ortaya çıkan her türlü sorunu mobbing olarak adlandırıyorlar. Hem kavramın içeriği üzerindeki mücadeleye doğrudan katılıyor, hem de yaşadıkları sorunu toplumsal bir soruna tercüme ediyorlar. Örneğin, işe geç kaldığı için soruşturma gören bir işçi kadın savunmasını, rahatsızlığı dolayısıyla geç kaldığını, yöneticinin soruşturma açmasının mobbing olduğunu söyleyerek yapıyor.
Gerçekten de performans sistemi, “hadi hadi” sistemi, işten çıkarmanın
kolaylaştırılması mobbingi bir yönetim stratejisi haline getiriyor. Çalışma
hayatının bu görüngüleri ruhsal alandaki mücadelede işçileri tümüyle silahsız
bırakmasa da sermayenin önde olmasını sağlıyor. Türkiye’deki mevcut kıdem
tazminatı tartışması ve mobing’in “zorba bireyin sağlıksız tavrı” olarak tarif
edilmeye çalışılması sermayenin en çok kullandığı stratejilerden biri olarak
savaşın ve sonuçlarının sınıfsal niteliğini kültürel ve bireysel açıklamalarla
örtmek oluyor. Kıdem tazminatının, BES’in, kiralık işçiliğin, performansın ve
işten çıkarmanın kolaylaşmasının ruhsal mücadele açısından ele alınması çok
öğretici olabilir. Sonunda hep masanın kazanmasını sağlayan adaletsizliğe
rağmen, ruhsal süreçler tümüyle mekanik süreçler değildir. Sermayenin her
hamlesi işçi sınıfının yeni silahlar edinmesini de kolaylaştırıyor.
Bir diğer görüngü, çalışma düzenini işçileri suç ortağı kılarak sürdürmek.
Bankacılar, çağrı merkezi çalışanları, kriminal işler yapan sektörlerde,
işletmelerde veya kriminal çalışma koşulları altında çalışanlar düşünüldüğünde
çalışma düzeninde suç ortaklığının yerinin daha bir belirginleştiği
söylenebilir. Bankacı, bankanın vergi vermemek ve türlü başka kurnazlıklar için
ana firma bünyesi dışında illegal olarak kurduğu bir kurumda, bir çağrı merkezi
çalışanı gibi telefonla, geri ödemesi mümkün olmadığı ve yüzde yüz işletmesinin
batmasıyla sonuçlanacağı halde bir kobiye zorla kredi satar; üstüne üstlük
yasaya aykırı şekilde fazla mesaiye kalabilmek için fazla mesai süresinin
sonunda turnikeden çıkarak turnikeden geçmeden çalışma alanına döner. İşçiler
yasaya aykırı olarak işverenin yatıracağı sigorta masrafı düşsün diye
maaşlarının bir kısmını elden alır; ya da bankaya yüksekten yatan maaşlarının
bir kısmını elden işverene geri öderler. Mühendis, üretilen arabanın egzos
ölçümlerini yanlış bildirir; maden kazasında patronun yerine hapis yatar. Suç
ortaklığı, sermayenin işçinin bedenindeki ve ruhundaki bir zaferidir bir
anlamda. Yine vurgulamak gerekir: Bu durumun işçiyi tümüyle silahsız bırakması
gerekmez.
Sermayenin ruhsal alandaki bir başka başarısı örgütsüzleştirmedir.
Sendikalar ve grevler yasaklanmakla kalmaz, işçi yalnızlaştırılır. BES ve
performans sistemi gibi uygulamalar, işçi-işveren sözleşmesinin tümüyle
bireyselleştirilmesini, iki birey arasında kalmasını sağlarken kıdem tazminatı
fonu ve kiralık işçilik gibi düzenlemeler de işçiyle işverenin başbaşa
kalmasının önüne geçer. Sermaye ilkinde işçinin güçsüz olduğu konumlanmayı kalıcılaştırır
ve işçi-işveren ilişkisini işçinin kollektif davranışının önüne geçecek şekilde
dolayımsızlaştırır. İkincisinde ise sınıf mücadelesinin yüzyıllara dayanan
kazanımını arkasına alan işçiyle yüz yüze gelmekten kaçınır ve işçi-işveren
ilişkisini çatışmasız kılacak şekilde dolayımlar. Bu yine ruhsal alanda bir
mücadeledir; işçi için somut karşılığı yalnızlık hissidir. Sermayenin son
hamlesi işçilerin kendi aralarındaki, yataydaki sosyal ilişkilerini yönetmek,
işletmeden dolayımlanmayan hiçbir sosyal ilişkiye yer bırakmamaktır. Şirketler
çalışanların sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri imkanlar oluşturmaz, bu
ihtiyaçları bizzat karşılamaya talip olurlar. Paintball turnuvalarını ve
piknikleri zorunlu tutar, kaçış oyunlarındaki performansı iş performansını
ölçmek için kullanırlar. İşletme, işçiye en yakın iş arkadaşından daha
yakındır, işçinin en derin sırlarını bilir ve bunları iş arkadaşlarının
bilmesini kesin olarak engeller. Sonuçta işçi ya yalnız kalır, ya da işletme
karşısında tek başınadır.
Bütün bunları, bugünkü iş düzeninin bireylerin arzularının, benlik
duygularının, kişiliklerinin ve ruhsal hayatlarının sömürülmesine dayandığını
örneklemek için anlattım. İşçilerin ruhları ve bedenleri sınıfsal olarak
bölünür, bedensel ve ruhsal hayat bir sınıf mücadelesi alanı olarak belirir.
Buradan çıkartılması gereken temel sonuç, işçilerin halihazırda ruhsal alanda
bir sınıf mücadelesi verdikleri olmalıdır.
Kollektif ruhsal mücadele
Bir sonraki adım, bu ruhsal mücadelenin kollektif bir mücadele haline
gelmesidir. Birey devrim yapamaz belki, devrim bireyde başlamaz ama iki insan
arasındaki ilişkide başlar. Bugünün devrimci hareketi ortak bir düşünce ve
duygu etrafında toplanıp ortak bir kimlik oluşturmak değil, arkadaşlığı
yalnızlığı ortadan kaldıracak kurumsal bir niteliğe büründürmektir. İşletmeden
dolayımlanmayan ve kültürel zorunluluğa veya dışsal bir ortaklığa dayanmayan
ama ruhsal çıkarları ortaklaştıran, ortak ruhsal talepler geliştiren arkadaşlık
bağları, devrimci örgütlerdir. İşçi örgütlenmelerinin “kişisel olan politiktir”
diyen ve kadın çemberlerinde toplanan kadın hareketinden öğrenmesi gereken çok
şey vardır.
Bu tür kurumları örnekleyerek bitirmek istiyorum.
Plaza Eylem Platformu, kuruluşu ve etkinlikleriyle değineceğim ilk örnek
olacak. PEP’in ilk toplantılarında toplumsal muhalefetin ve sınıf hareketinin
gündemlerinden gündem devşirilir ve sırayla tartışılırdı. İş çıkışı düzenli
haftalık toplantılar yapılmaya başlandığında, çalışma düzeninin belirsiz fazla
mesai sorunundan dolayı toplantılarda gecikmeler oldu. İşçiler toplantıya
başlamak için birbirlerini beklerken sohbet etmeye başladılar. Bu sohbetler
zamanla PEP’in niteliğini tümüyle belirlemeye başladı. Böylece bir emek örgütü
olarak PEP’in kendi gündemi, kendi çatışmaları ortaya çıktı. Toplantıların
temel işlevi, işletmeden dolayımlanmayan, yatayda gelişen, iş yerindeki
hiyerarşinin aksine eşitlik vaat eden bir toplumsal ilişki kurmaya dönüştü.
Kısa süre içinde bunun bir kamusal hizmet olduğunun farkına varıldı,
“deneyim paylaşımı atölyeleri” ile bu ilişki vaadi kurumsallaştırıldı. Bu
atölyeler, bir yandan katılan işçilerin zorunlu iş ilişkilerinin aksine
birbirlerinin yanında zayıf yanlarını gösterebilmelerini sağladı; diğer yandan
da ruhsal süreçlerinden yola çıkarak kollektif mücadele araçları, kavramlar ve
yeni duygulanımlar üretmelerine vesile oldu.
Deneyim paylaşımı atölyelerinde elde edilen örgütsel beceri, Soma katliamı
sonrası Levent’te Soma holding önünde yapılan oturma eylemi ve forumlarda
işlevli oldu.
PEP’in bir diğer çalışması, işten atıldım sitesiyle verilen duygusal kamu
hizmetidir. Sitenin sloganı “işten atıldım ama yalnız değilim” şeklinde. Hukuki
dayanışma ve bilgilendirme yapılıyor, ama gönüllülerin de katılacağını
düşündüğüm düşünceme göre sitenin gördüğü en temel işlev ruhsal alanda oluyor.
PEP’te yaptığımız tartışmalarda PEP faaliyetlerini bu işlevleri de kapsayan
kamusal hizmet olarak tarif ediyoruz. Benzer faaliyetlerin başka yerlerde de
oluştuğunu, işçiler arasında bu işlevleri gerçekleştirecek arkadaşlıklar ve
düzenlemelerin yaşandığını düşünmek mümkün. İşçi sınıfının ekonomik örgütleri,
sendikalar ve sandıkların başlangıçtaki işlevi, kadınların gün toplantılarına
benzer şekilde ortak kasalar oluşturmalarıydı. Bugün benzer şekilde duygusal,
psikososyal ortak kasalara ihtiyacımız var. Ruhsal sandıklara, ruhsal
güvencelere ve sendikalara ihtiyacımız var. Bu örgütler, mevcut talepleri
ruhsal, psikososyal bir yaklaşımla ele almanın yanı sıra yeni ruhsal,
psikososyal haklar ve talepler geliştirmek durumundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder