Baran Gürsel
Referandum sonuçları hem yarattığı güvensizlik hem de iki kanattaki oy oranlarının her koşulda uç uca oluşu ile birçok gerilim, yeniden düzenlenme ve mücadeleye gebe. Bu sürecin neler getireceğini hep beraber hem yaşıyor hem de hararetle tartışıyor olacağız. Ben burada, referandum öncesinde de 'eşit ve özgürleştirici bir birliktelik için referandumun ötesine bakma’ iddiası ile benim de katıldığım[1], referandum sonrasında mücadelenin nasıl sürebileceğine dair tartışmaya bir katkı sunmak istiyorum. Artık bu konuları daha ciddi, daha samimi ve daha beraberce konuşmalıyız. Bu metinde kendi fikirlerimi referandum öncesi yazılan bir metnin[2] eleştirisinden yola çıkarak bizleri, önümüzdeki dönemdeki uzun erimli ve geniş perspektif sahibi kurumsallıklarda ‘Gezi’nin izlerini’ni takip etmeye ve ‘Gezi işlevi’ni canlandırmanın yollarını aramaya davet edeceğim.
Birlikte mücadele ve tartışma arzularını paylaştığım Fırat Seymen’in yazdığı “Bu nasıl başlangıç! Hani nerede devamı?” başlıklı metin bir ruh çağırma anekdotu ile başlıyor ve ‘Gezi’nin ruhu’lakırdısının gereksiz tekrarlanışını batıl olarak tanımladığı bir ruh çağırma eylemine benzetiyor. Yazar daha sonra Gezi’yi bir demokratik devrim girişimi olarak değerlendirip, onun artçısı olan hareketleri sıralıyor. Bunun üzerine de bu artçıların eleştirisini yapıp veya neden işlerliklerini korumadıklarını söyleyip, bizim demokratik devrim perspektifine sahip birlikteliklerde bir araya gelmeyi tartışmamızın esas ihtiyaç olduğunu vurgulayarak tamamlanıyor. Yazıya dair, benim kendi çıkarımlarım için de temel teşkil edecek iki eleştirim var: Yazının, biçimlere aşırı bağlı kalan analiz yöntemi ve kendi aradığını bulmaya odaklı döngüsel mantığı.
Burada yapacağım eleştirilerde amacım, ele alacağım metni ve teorik arka planını basit bir mantığa indirgeyerek anlamlı önerileri/düşünceleri yok saymak değil. Sadece, bu alttan alta aktığını düşündüğüm mantığın güncel mücadelede önümüzde tıkanıklıklar yaratabileceğini düşündüğüm için aksine, bu görüşleri ciddi bir biçimde ve yoldaşça dikkate alıyorum
'Gezi’nin Ruhu’ Meselesi
Yazının biçimselci analiz yönteminin belirgin bir örneğini, bir metafor olarak kullanılan ruh çağırma eylemini ele alışında bulabiliriz. Ruh çağırmanın 'ilk bakışta’ batıl bir eylem olduğunu reddetmek zorunda değiliz ama analizi bu noktada bırakırsak kendi bakışımız da bir tür batıllıkla malul olur. Bu şekilde, kullandığımız metaforun kendisinin de başka bir şeyin metaforu, dolaylaması, türevi olduğu gerçeğini es geçmiş olur ve metafor oyununu daha baştan bozmuş oluruz. Demek istediğim şu: Ruh çağırma eyleminin kendisi de toplumsal ilişkilerin bir biçimi yani toplumsal ilişkilerdeki sürekliliğin metaforlarından biridir[3].
Yazarın da amacına paralel olarak 'materyalist’ bir perspektiften bakarsak ruh çağırmak, insanlar arasında, bilinçli faaliyetin/temsillerin askıya alınmaya çalışıldığı (“Başka bir güç bizi kontrol ediyor.”), öznelerin 'sezgisel’, doğru adıyla bilinçdışı[4] süreçlerinin birbirleriyle çatıştığı/uzlaştığı dinamik bir eylemdir. Bu eylemin sonucunda toptancı ‘Evet-Hayır’ gibi toptancı cevaplara ulaşılıyor olabilir ama ulaşılan bu sonuç, kendisini yaratan dinamizmin sadece ‘anlık’ bir örtüsüdür. Bir adım daha öteye gidersek öznelere ait bilinçdışıların, insanın –yaşamın başından sonuna kadar- ‘kültürelleşme/toplumsallaşma’ süreçlerinin izleri olduğunu hatırlarız. Yani, özneler arasındaki arasında cereyan eden mevcut ruh çağırma eylemi bir açıdan da, bilinçdışılar aracılığıyla bu toplumsallıkların somutlaşması ve çarpışmasıdır. Ki bu çarpışmada toplumsallık öznelerce yeniden yaratılır ve yaratılan şey sadece batıllığa indirgenemeyecek bir ilişkiler düzenidir.
Yazar, ‘Gezi ruhu’nu çağırmak ile ruh çağırma eylemini birbirine benzetirken, eylemin biz seküler bireylerle ‘görünüşü’ üzerinden tek yönlü biçimsel bir benzetme yapıyor. Bu benzetmenin açabileceği düşünsel oyun alanında gezinmektense, onu önceden varsaydığı şeye (Gezi ruhunu anmanın gereksizliğine) temel olarak kullanıyor. Yazarın bu bakış açısının, Gezi’ye bakışını da belirlediğini görebiliriz. Ve belki daha ileri giderek metnin 'ruh’ kelimesinin sadece ölüme ilişkin çağrışımlarında kalıp, yaşamsallığa ve ilişkin çağrışımlarına doğru geçmemesinden de bu yaklaşımı sorumlu tutabiliriz.
Bana göre metinde Gezi, öncesi, kendisi ve devamı belli bir süreklilik içinde –ki bu süreklilik başkalaşımlar da içerebilir- ve süreçlerle ifade edilebilecek bir toplumsal olgu olarak ele alınmıyor. Gezi de birey ya da grup olarak öznelerin bilinçdışı veya bilinçli temas ve çarpışmalarıyla oluşan bir toplumsal ilişkiler düzeni olarak ve bu düzenin metaforu olarak değil, tam sınırları ve özü tespit edilebilecek, başladı dediysek başlayacak, bitti dediysek bitecek bir olay olarak tasarlanıyor. Dolayısıyla ancak bu metafor oyununu ve toplumsal ilişkilerin sürekliliğini donduran bakış açısı, Gezi'nin çöktüğünü verili kabul edip, onu anmayı total olarak bir ölüyü anmayla eş tutuyor. Hâlbuki insanlar birey ya da grup olarak, fark ettikleri ve etmedikleri şekillerde, bu güçlü toplumsal eylemin ve kopuş gibi hissettiren bu toplumsal ilişki biçiminin izlerini taşıyorlar. Bizler bu izleri taşıyoruz. Bu izler de kuşkusuz, başka ilişki ve eylemler tarafından önceden yaratılmış bireysel ve toplumsal izlerin devamcısı, alternatifi, keseni, vb. olarak var oluyor.
Bana göre Seymen’in yazısındaki sorun, Gezi’nin adını anma biçimlerini eleştirmesi değil -ki bunlardan katıldıklarım da olacaktır- yeni bir örgütlenme ve mücadele tartışmasına yönelik ihtiyaca vurgu yaptığı yerde tarihsellikten uzaklaşması ve kendi önerisini de donuklaştırma riski taşıyan bir şekilde, Gezi’yi donuklaştırmış olması. Tam da yazarın yakındığı batıllaştırma durumu ile birlikte düşünürsek, böyle bir bakış açısının, Gezi Direnişi’nin 'yası’nın tutulmasını ve onunla (ve varsayılan özleriyle) gerçek bir özdeşleşmeyi engelleyeceğini söyleyebiliriz.
Gezi’nin Özü?
Metnin kendi aradığını bulmaya odaklı mantığı aslında yukarıda söz ettiğim yaklaşımıyla paralel. Buna dair örneği ise yine Gezi’nin 'özünün’ tespit edilişinde bulabileceğimizi düşünüyorum. Yazar, Gezi'nin dinamik süreçsel işleyişini bir öze indirgiyor: “Gezi bir demokratik devrim girişimiydi”. Bu tespiti bende, bu indirgeme işlemini de kendi demokratik devrimci yöneliminden dolayı bu yönde yaptığı izlenimini yaratıyor. Dahası böyle bir tespit yaptığı için de, döngüsel olarak, Gezi’nin ‘çöktüğüne’ yönelik kendi varsayımına temel oluşturmuş oluyor. Yani bu mantıkla, Gezi başarısız olmuş bir demokratik devrim girişiminden ibaret; yani gerçekleşmesi yarım kalmış bir özün hikayesinden. Böyle olunca da Gezi’nin devam ettiğini, hatta bir öncesi olduğunu varsaymak için gerekli mantıksal araçlar elimizden alınmış oluyor.
Gezi’yi tarihsel bir perspektiften tanımlamak, onu doğuran ve orada doğan fikirleri, duyguları, amaçları, eylemleri, yani tarihsel süreçleri adlandırma girişimlerinden vazgeçmek anlamına gelemez; kastettiğim bu değil. Esas olarak eleştirilebilir bulduğum şey, Gezi'nin öncesindeki ve içindeki (sınıfsal/kültürel) süreçlerin beslediği, öznelerdeki yaratıcı potansiyelin ürünü olan çeşitli arzu ve çatışmaların zenginliğini, Gezi’ye öz atfetme pahasına yok saymaktır. Bana kalırsa, Gezi’nin ‘demokratik devrim girişimi’ olduğunu söylemek için veri bulmanın kendisi bile epey zor bir iş. Orada üretilen slogan, söylem, talep, ilişki ve eylem biçimlerinin demokratik özlemler içerdiği, orada ve daha geniş alanlarda (şehir, ülke, vb.) demokratik ilişkiler yaratmak için çaba sarf edildiği söylenebilir- ki bunu derken bile bunu böyle çatışmasız bir noktada bırakamayız. Fakat bu demokratik özlemleri ve çabaları (bilinçli veya bilinçsiz olsunlar), bir devrim girişiminin çağrıştırdığı amaçlı ve görece bütünlüklü bir etkinlikle bir tutmak bana zor gözüküyor. Eğer böyle bütünlük anları yakalanabileceği iddia ediliyorsa da, bunun başka tür bir devrim girişiminden ve özellikle de amaçlı girişim içermeyen birçok hareket biçiminden nasıl ayrıştırıldığı özellikle anlatılmalı. Bunlar, yazarın açabileceği –belki de açtığı ve benim bilmediğim- üzerine tartışılabilecek konular. Bununla birlikte bu yazıdaki yöntem eleştirisi açısından önemli olan, bu tip bir indirgeyici kavramsallaştırmanın, Gezi’yi kuşatıcı bir tanımlama olarak ortaya konmuş olması ve bunun Gezi’ye dair düşünmemizi de bir noktada tutması.
Yazarın Gezi’nin ‘çökmüş’ olduğunu ve projesiz olduğu için başarısız olduğunu söylemesini ve bizim de şu an demokratik devrimci bir özne yaratmamızı önermesini birlikte düşününce şöyle bir şey anlıyorum: ‘Çöken’ girişim, ‘sağlam temellere’ oturmuyordu; bu sefer ‘sağlam temellere’ oturan bir tanesini yapmalı ve bunun için tartışmalar yürütmeliyiz. Ben bu tartışma ve birliktelik arzusunu kesinlikle sahipleniyor ve biraz da bu nedenle böyle bir açıklıkta yazıyorum. Bununla birlikte yazarın önerisi, yazının başındaki tekrar ritüelinin eleştirisine karşın, bir tekrar önerisinin ötesine geçiyor gibi durmuyor. Gezi’den aldığımız demokratik devrim mesajını, bu sefer ‘doğru’ bir yola doğru götürmek ve bu yolda bizi yürütecek doğru aygıtı kurmak olmalı bizim amacımız, yazara göre. Tabii, bu hem döngüsel bir tekrar önerisi (O zaman Gezi sadece demokratik devrimci olmanın ne kadar doğru olduğunun kanıtı mı oldu?); hem de başka şeyler değil, adı ‘demokratik devrim’ olan bir öneri. Yani başka tür ‘devrimleri’ hem yola çıktığı yerde (Gezi’de) hem de vardığı yerde (aygıt projesi) bulmayan, kendini aşmayı vaat etmeyen bir öneri. Peki bu çıkarımların yapılabilmesi için gerçekten Gezi’ye gerek var mıydı? Bu tahlil ve önerilerin içinde takip edebileceğimiz Gezi izleri nerede?
Ele aldığım yazıda kısıtlı olarak görebildiğimiz Gezi izleri meselesine, güncel ‘aygıt’ ve ‘program’ sorunları çerçevesinde Gezi'ye dönerek kendi adıma katkı yapmaya çalışmak isterim.
Gezi’nin Sürekliliği ve ‘Gezi İşlevi’
Gezi, katılaştırıldıkça ölümü andırıyor olabilir ama onun hem toplumsal pratiğimizdeki hem de zihnimizdeki canlandırıcı etkisini hatırlamak, onu hafızamıza çağırmak, bir ruh çağırma eyleminin batıllığına karşı bir ‘ruh kazanma’, yani canlılık çağrısı olarak da düşünülebilir. Gezi sürecinin ayırıcı bir özelliği, canlı ve yaratıcı eğilimlerin taşındığı ve çoğaltıldığı bir kolektif ilişkiler düzenini temsil edebilmiş olmasıdır. Bu eğilimler sürekli olarak -bazen toplumsal düzenin egemen eğilimlerinin de devamı olan- 'ölü/yıkıcı' eğilimlerle çatışma içinde var olmuş; Gezi bu çatışmaları da kapsayarak, kendi içinde yaratıcılığı çoğaltabilen ve onu baskın hale getirebilen bir çerçeve olarak var olmuştur. Bu bağlamda Gezi'nin kolektif ilişkiler düzeni donmaya, biçimselleşmeye, şeyleşmeye karşı dinamik karşı çıkışların alanı olmuştur. Bu karşı çıkışlar, bir ağacı savunmaktan paylaşıma, sloganlardan alternatif karar alma biçimlerine kadar çeşitli kılıklara girmiştir. Gezi’nin kolektif ilişkilerinde ortaya çıkabilen bu tür eğilimler bir yandan, kapitalizmin, güncel neoliberal politikaların ve toplumsal tahakküm ilişkilerinin bastırma gayreti gösterdiği yaratıcı eğilimlerden oluşur (ve onları aşar), diğer yandan da bunların aldığı çeşitli tarihsel biçimlerle (semboller, kurumlar, örgütler, görünüşler, tavırlar, eylemler,.vb) ortak alana taşınır. Ve burada oluşan ‘Gezi ruhu’, hiç de ‘antimateryalist’ bir yolla değil, insanların (bilinçli ve bilinçdışı süreçleri içeren) etkileşimleri sayesinde, toplumsallaşarak yeni sınırlara, yerlere, ‘ruhlara’ doğru yayılır. Kuşkusuz pürüzsüz yayılma yoktur; aynı ilişkiler, başka tür eğilimlerin de taşıyıcısıdır.
Devlet şiddeti, egemen toplumsal ilişkilerin kuvveti, öznelerin eylemleri gibi birçok etmen Gezi’nin kolektif ilişkilerinin çözülmesine yol açmış olabilir, bu tartışılır, tartışılıyor. Bununla birlikte bu çözülme bana göre salt bir program ve hedef eksikliği ile açıklanamaz. Sorun, bir devrim projesinin eksik olması değildir. Bana göre, Gezi’nin dağılmasının önüne geçilememesi, ortak mekânın şiddetle dağıtılması sonrasında bir araya geldiğimiz alanlarda, kolektif ilişkileri, Gezi’nin yaratıcılığını onaracak bir düzende yeniden örgütleyememiş olmamızdandır. Yani gerek Gezi’deki fiziksel ortamın, gerekse orada kurulan hayatın kurucu özelliklerini ve bunların harekete geçirici işlevini, insanların yaratıcı eğilimlerinin yeşermesine izin verecek şekillerde yeniden kuramadık. ‘Gezi’nin çerçevesinin’ yarattığı ‘işlevi’ yeniden yaratamadık. Bu bir program ve hedef sorunu olarak tanımlanacaksa da ancak ‘devrimci’ programların gelişeceği bir ortamın yaratılamamasını içeren bir program sorunu olarak tanımlanabilir. Ve tam bu noktada Gezi’nin çerçevesinin ne olduğunu ve neden o kesitte geçerli olduğunu; yeni mekânlar ve ilişkilere geçildiğinde, ‘Gezi işlevinin’ kazanılması için o çerçevenin nasıl yenilenmesi gerektiğini yeterince yeniden ‘programlaştırmış’ olamadığımızı söyleyebiliriz.
Bunun önemli bir sebebinin şu olduğunu düşünüyorum. Gezi, insanların etkileşim ve paylaşımının önünü açacak, görünür mekanizmalara ek olarak aslında ‘görünmez olan’ mekanizmalara da sahipti ve iletişim ve paylaşımın kendisi böyle ilişkisel mekanizmalar üzerinden akıyordu. Deneyimler bu şekilde ifade bulduğu gibi, bu şekilde yeniden de düzenleniyordu. İnsanlar daha rahat konuşabiliyor, hareket edebiliyor, daha rahat düşünebiliyor ve tahakküm ilişkilerinin dışına çıkmanın olanaklarını bulabiliyordu. Baskıcı eğilimler ortaya çıktığında buna karşı söz söyleme, örgütlenme ve bunları kısıtlama hakları ‘verili’ kabul ediliyor, genellikle bunlar parçalanma ve dağılma ile sonuçlanmıyordu. Bununla birlikte bunları çoğunlukla sağlayan, üzerinde bilinçli bir şekilde uzlaşılmış hukuk, kural ve çerçeveler değil, oradaki çerçevede gelişen –kesinlikle tarihsel ama nadiren bilinçli- ilişkiler düzeniydi.
Özellikle şu an içinde bulunduğumuz, şiddetin türlü biçimleriyle dolup taşan bir toplumsal ortamda, kendini rahatça ifade etmenin, yaratıcı ve özgürleştirici ilişkilerin, kendi alanlarımızda bilinçli düzenlemeler yapmadan gelişmesini bekleyemeyiz. Bu düzenlemeler aynı zamanda, çatışmaları da bir arada tutabilecek ve yeniden örgütleyebilecek şekilde, dağılmalara değil, bir arada kalabilmeye imkân yaratacak şekilde işlev görmeli. Bana göre Gezi böyle bir işlev görmüştür. Hayatlarımızda ve alanlarımızda bu işlevi canlandırmak, uzun erimli program ve hedefler oluşturabilme yolunda, birbirimize yaslanarak ayakta kalabilmek için önümüzdeki en önemli görevlerdendir. Devam etmek üzere yeniden ‘başlayacağımız’ önemli bir yer burasıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2017/03/kolektif-yaz-hayr-zamanlarndan-oteye.html
Bu konuda başka bir yazı: http://baslangicdergi.org/kazanimlar-ve-olasiliklar/
[2] http://zorgecilennehirler.blogspot.com.tr/2017/04/bu-nasl-baslangc-hani-nerede-devam.html
[3] Hem 'nesnel' varoluşu hem de 'öznel' temsili açısından.
[4] Tabii ki bilinçli-önbilinçli temsilleri olmadan değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder