18 Mart 2020 Çarşamba

Virüs Zamanlarında Toplumsal-Ruhsal "Bağışıklık" ve Sınıf Mücadelesi

(Bu yazı ilk olarak şurada yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/17/virus-zamanlarinda-toplumsal-ruhsal-bagisiklik-ve-sinif-mucadelesi/)

Baran Gürsel

Korona virüsü salgınının toplumsal-sınıfsal boyutu üzerine düşünmenin bir yolu da bunu, yaşadığımız kaygıdan yola çıkarak yapmak.

Bana kalırsa bu türden, yaşamı, ilişkileri ve geleceği tehdit eden bir olgunun yarattığı “öznel” kaygı, yaslanacağımız toplumsal ilişkilerin ve kurumların hasarlı olduğu durumlarda, daha yoğun, ketleyici, bireyselleştirici ve bulaşıcı olabiliyor. Güncel toplumlarda yaslanabilecegimiz ilişki ve kurumlar bir yandan, gündelik-toplumsal hafızaya dayalı, kendiliğinden kurulan, dayanışmacı ve paylaşımcı ilişkilerden; diğer yandan da canlı işçi sınıfı örgütleri, topluma yerleşmiş muhalif toplumsal örgütlenmeler ve devletin hayatı daha yaşanabilir ve adil kılabilecek işlevlerinden oluşuyor. Bu ilişki ve kurumların sermaye birikiminin “ihtiyaçları” için ve/veya siyasi otoriterleşme eğilimleriyle ciddi ölçüde tahrip edildiği ve bizim bunları yenilemekte epey zorlandığımız güncel koşullarda, virüsün yarattığı tehditle harekete geçen kaygılarımızın bu ilişkilerdeki “yetersizliklerden” beslenerek büyüyebildiğini düşünüyorum. Bu kaygı bazen, düşüncenin “belli bir anda” donması, sabitleşmesi ve bedenin hareketsizleşmesi veya tekrarlayıcı acil hareketlere yönelmesi şeklinde; bazen, çıkış ihtimallerinin ve geleceğin düşünülemez olması şeklinde; bazen, toplumsal gerçekliğin ve kaygının inkâr edilmesi veya başkasında “yakalandığında” değersiz veya zararlı addedilmesi şeklinde; bazen de oluşan aciliyet hissiyle birlikte kontrolü kural/sınır tanımayan otoriter öznelere devretme arzusu şeklinde veya başka şekillerde görünür olabiliyor.

Kaygının tüm bu görünümleri -kuşkusuz başka şeylerle birlikte- bir şekilde onarılmayı ve yeniden inşa edilmeyi bekleyen toplumsal ilişki ve kurumlara işaret ediyor. Yani, kaygıyı ve kaybı ne şekilde deneyimlersek deneyimleyelim, temel bazı ihtiyaçlarımızın benzer olduğunu da hatırlatıyor. Hepimizin sağlıklı olmaya ihtiyacı ve hakkı olduğu gibi, “toplumsal-ruhsal bir bağışıklık” için alternatif toplumsal düzenlere ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın çağrısına kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. İster “panik”, ister “inkâr”, isterse bazı referanslara (duygusal, düşünsel, bilimsel, kurumsal, vb.) tutunmaya çalışan pozisyonda olalım, ortak ihtiyacımız öncelikle, eşitlikçi ve dayanışmacı kurum ve ilişkileri düşleyebilmek, sonra bunları tasarıma, onarıma ve yeniden inşa eylemlerine dönüştürebilmektir. Bu “toplumsal” eylemler, fiziken birbirimizden ayrı durmamızın gerekebileceği bir düzende, duygu ve düşüncelerimizi farklı şekillerde buluşturmanın ve toplumsallaştırmanın olanaklarını bulmakla gerçekleşecektir diye tahmin diyorum. Şimdiden dünyada ve Türkiye’de hızla üretilen duygu-fikir, kamusal-bilimsel nitelikli bilgi, talep, grev, eylem ve tartışmaların açık ya da örtük olarak eşitlikçi/eşitleyen özellikte olanları, böyle bir toplumsallaşmanın, bağın ve stratejinin -tamamına erip ermemesi tabii ki birçok koşula bağlı- güncel kökleri olarak düşünülebilir.

Tek özelliği değil ama -hem genel olarak hem de salgınla ilişkimiz açısından- kayda değer bir özelliği kapitalist olmak olan toplumsal düzenlerimizin “toplumsal bağılışıklık” ilkesi çerçevesinde yeniden kuruluşunda önemli bir rolü olan ve olacak olan işçi sınıf mücadelesine değinmeden de bu alternatif toplumsallaşmadan söz etmek mümkün değil. Bu değiniyi, Gazete Duvar’da yayımlanan ve özellikle ufuk açıcı olduğunu düşündüğüm Ümit Kıvanç’ın “Nasıl bir dünyaya döneceğiz?”* yazısına ufak bir eleştiri getirerek yapmak isterim.

İlgili yazıda olduğu gibi işçi sınıfının eğitimli, vasıflı, meslek sahibi kesimlerini “orta sınıf” olarak tanımldığımızda, işçi sınıfı örgütlerinin sınıfın güncel kesimlerine doğru kendini genişletme sorumluluğunu ve daha önemlisi, işçi mücadelesinin kapitalizmi bertaraf etmekteki rolünü gündem dışı bırakmış oluyoruz diye düşünüyorum. Dolayısıyla işçi sınıfının farklı kesimlerinin, virüs ve kapitalizm karşısında kökten farklı çıkarlara sahip gruplarmış gibi görüyoruz. Bir yandan işçi sınıfının orta sınıf görünümlü kesimine ve orta sınıflara, gerçekçi görünmeyen ve bağımsız bir güç (ve tüm hayal kırıklığını da üstlenme sorumluluğu); bir yandan da sınıfın yoksul kesimlerine, “dışarıdan” ve eksik müttefiklerle tamamlanması beklenen bir görev (yoksul emekçi kesimlerin dünyanın ezilenleri kimliğinde buluşup dünyayı değiştirmesi) yüklemiş oluyoruz.

Hâlbuki yaşamını idame ettirmek için çalışmak zorunda olan göçmen ya da AVM çalışanı, sağlık personeli ya da fabrika çalışanı, katık atık toplayıcısı ya da çevirmen, her kesimden işçinin katılımını sağlayarak, onlara ve topluma, kapitalizmsiz ve her türden tehtide karşı bağışıklık geliştirmeye daha müsait toplumlar hediye edebilecek işçi sınıfı örgütlerine ihtiyaç var. Salgın zamanları ve sonrasını kuracak tek güç işçi sınıfı olmayabilir ama bu dönemde bu gücün, yıkıcı, onarıcı ve yeniden inşacı kapasitesini tartışmalarımıza daha çok getirmeliyiz diye düşünüyorum. Bunu da sadece, aklımıza, işçi sınıfı oluşumunun “uygar” aşamasını ve bu aşamaya odaklanan örgütlenmeleri (işçileri grup yapan sendika, dernek, platform, vb.) getirerek değil, aynı zamanda, sınıf oluşumunun “uygarlık sonrası” , yani toplumu yıkacak/kuracak “sembolik/etik” aşamasını hayal etmeye çalışarak ve sınıf örgütlerinin bu aşamayı canlandırabilecek alanlar olarak düşünüp tasarlayarak yapabiliriz.


2 Mart 2020 Pazartesi

Misafir filmi üzerine: Yerde bulacakken gökte aramak

Baran Gürsel

(Bu yazı 20.01.2020'de şu adreste yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/sinema/2020/01/26/misafir-yerde-bulacakken-gokte-aramak/ )

Andaç Haznedaroğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Misafir filminin doğrudan ya da dolaylı olarak işlediği ve işlemeden bıraktığı bazı unsurların göçmenliğin ruhsallığından izler olarak yorumlanabileceğini düşünüyorum. Bu izleri takip etmeyi sadece “göçmenleri anlamak” açısından değil, göçmenliğe bakan bizlerin (yönetmen, izleyici, yorumcu, yerli işçi, göçmen, yurt içi göçmen, eski göçmen vb.) gerilimlerini ve bu gerilimlerde savaş ve göçün payını anlamak açısından önemli buluyorum. Bu anlama çabası bana kalırsa, toplumsal dönüşümlere ihtiyaç duyanlar arasında “içten bağlar” kurulması açısından da vazgeçilmez bir çaba.

KAYBEDİLENLER VE GÖMÜLENLER

Film, sanki “iyi babaların” ölümüyle başlıyor. Yıkıma rağmen inşa eden, yanılsamalı da olsa bir umudu taşıyan, çocuklarıyla şakalaşan ve sınırları aşmayan “iyi babalar”, Lena ve Meryem’in babaları. Filmde “anne”nin kaybı konusunda bir tereddüt olsa da babaların öldüğünden emin gibiyiz. Meryem’in babasını gömdüğünü biliyoruz, Lena da babasının yaşadığına ilişkin bir inanç taşımıyor. Dolayısıyla burada savaş ve yıkımın, “iyi babaların” tereddüde yer bırakmayacak biçimde kaybedilmesi ile ilişkilendirildiğini düşünebiliriz. Filmin başında İsa’dan bir alıntı yapılması da herhalde bununla paralel düşünülebilir: İsa, onun hikayesiyle ilişki kuranlar için öldürülmüş, kaybedilmiş iyi bir babadır. Bununla birlikte İsa’nın hikâyesinin bir suç-suçluluk hikayesi olduğunu hatırlarsak ve suçluluk duygusunun göçmenlik deneyiminde temel bir yeri olduğunu düşünürsek suçluluğun film boyunca yok denecek kadar az işlenmiş olması daha dikkat çekici olur. Daha sonra dönmek üzere bunu kenara not edip devam edelim.

Filmde “iyi babaların” hayatta olduğu zamanlarda hem “suç” hem de “öfke” yıkıcı olmayan şekillerde var olabilmektedir. Örneğin çocuklar filmin başında bir evden eşyalar çalarlar, burada bir “suç” vardır ama bu faaliyet bir oyuna dönüşmüştür. Başka bir sahnede Lena ile Meryem birbirlerine laf atarlar, Meryem Lena’ya yatağını ıslattığını söyler, Lena da onun evlenmemiş olmasıyla dalga geçer ama bu bir şakalaşma olarak kalır, kavgaya dönüşmez. Ama sanki evler yıkılıp da “iyi babalar” öldükten sonra işler değişir. Örneğin yıkım sonrası sınıra doğru yürünürken militanlar tarafından alıkonulma sahnesinde “çiş”, laf atma sahnesindeki “çiş” (yatak ıslatma) gibi bir şakanın unsuru ya da belki bir tür öfkenin/ihtiyacın görüldüğüne işaret bir eden diyaloğun (Meryem Lena’nın gizlemeye çalıştığı bir şeyi görmüştür) parçası değil, artık apaçık iki uçlu bir durumun, bir hayat memat meselesinin unsuru haline gelmiştir. Bir durum, zulme uğrama ile zulümden kurtulma, yok olma ile hayatta kalma meselesi olarak deneyimlendiğinde bazı duyguların gözardı edilmesinin, gözden ıraklaştırılmasının de zemini oluşur. İşte filmdeki o kesitte Lena ile Meryem’in toprağa bir şeyler gömme çabasını da böyle düşünebiliriz. Filmde eksikliği hissedilen iki duygudur belki yıkım sonrası insanın gömmek zorunda hissettiği: Suçluluk ve öfke.

EV SAHİPLERİ VE GÖÇMENLER

“İyi babaların” yerini alan ev sahibi, tavuk sahibi, mahallenin gençleri gibi “kötü erkekler” sanki filmin, savaşın ürettiği erkekliği tanıtma biçimidir. Bununla birlikte “ev sahibinin” göçmen deneyiminde ikircikli duyguların, hem sevgi hem nefretin, hem öfke hem korkunun nesnesi olabileceğini de düşündüğümüzde, filmde çok açık olmasa da buna dair de bir emare buluruz. Lena’nın Meryem’den ısrarla masal okumasını istediği, Meryem’in bir masal okumaya başladığı ama sahnenin tavuk sahibinin (ve ev sahibinin) cama vuruşuyla kesildiği kesiti düşünelim. Burada bir yorum; masalın, hayalin ve anne-çocuk ilişkisinin travmatik bir şekilde bölündüğü üzerine olabilir -ki cama vurma sesi filmin başındaki savaş helikopterinin sesine de benziyor gibi geldi bana. Aynı zamanda başka bir yorum da mümkündür ve Meryem’in aslında orada masal anlat(a)mıyor olması üzerine kurulabilir. Meryem’in söze “bir zamanlar bir ülkede” diye başladığını gördüğümüz ama nasıl devam ettiğini bilmediğimiz için orada bir masal anlatabiliyor mu, yoksa masal yerine acı anıları mı tekrarlıyor bunu da bilmiyoruz. Eğer orada bir masal anlat(a)mama durumu söz konusuysa, araya giren üçüncü kişinin işlevi başka bir şekilde yorumlanabilir; travmatik anneyle çocuğu ayırma, travmatik anıyla benlik arasına girme ve masala alan açma işlevi olarak. En azından filmdeki belirsizlik, iki yöndeki yorumları da mümkün kılar ve göçmen deneyiminde “ev sahibinin” ikircikli algılanışına açık bir kapı bırakır: Ev sahibi bölen biri mi, koruyan biri mi? Akla gelebilecek soruları devam ettirelim: Bana yardım mı ediyor, beni kendine bağımlı mı yapmak istiyor? Bana açtığı alanda özgür müyüm, keyfi cezalara açık mıyım? Bana beni düşünerek mi kendisini düşünerek mi yardım ediyor? Tabii bir göçmenin hayatında gerçek ev sahiplerinden sivil toplum kuruluşlarına, uluslararası kuruluşlardan devletlere, devlet yöneticilerinden başka siyasetçilere kadar birçok kişinin bu “ev sahibi” konumunda olabileceğini de hatırlamalıyız.

Filmdeki ikinci ev sahibine geçtiğimizde de, göçmen deneyiminin taşıdığı başka çatışmalarla karşılaşıyoruz. Kadın ev sahibi Lena ve hasta kardeşini hastaneye götürdüğünde Lena ve Meryem birbirlerini kaybediyorlar. Bazen sağ kalmak, sağlıklı kalmak, sevilen birinin kaybı anlamına gelir. Sağ kalmak, annenin, anayurdun, anadilin belirsizlik içerisinde geride bırakılması anlamına gelir.

Öte yandan ev sahibinin içine girdiği sorgulamaların da bize söyledikleri var. Kadının eşine “yarın savaş çıksa ne yaparsın” sorusunu, “yarın ölecek olduğunu bilsen ne yaparsın” sorusuyla devam ettirmesi özellikle dikkat çekicidir çünkü savaş çoğunlukla büyük bir belirsizlik ve bilememe hâlidir, ölümü yakında hissetmemize rağmen, ne zaman ve ne şekilde öleceğimizi ya da ölüp ölmeyeceğimizi bile bilemediğimiz bir durumdur. Oysa “yarın ölecek olduğunu bilmek” ifadesi bu deneyimin tam karşısında yer alan bir belirliliğe ve bilebilirliğe dayanıyor gibidir. Dolayısıyla buradaki sorular bir yandan derin endişelere dayanır ama öte yandan da savaşın ve göçün çekirdeğindeki belirsizlik, tekinsizlik, kontrol kaybı ve çaresizliğin taşınabilmesine ve anlaşılabilmesine değil de örtük bırakılmasına işaret eder. Bu nedenle bu sahne, savaşın ve göçün, göçmen ile ev sahibi tarafından deneyimlenme biçimlerinin bazen ne kadar zıt, hatta kopuk olabileceğini gösteren bir sahne olarak düşünülebilir.

ÇOCUKLUĞUN KAYBI VE BÖLÜNMÜŞLÜK

Film, savaş ve göçün sadece “kötü” değil aynı zamanda “güçsüz” babalar/erkekler yaratmasına da işaret ediyor. Bir ikame baba olarak düşünülebilecek Ahmet’in, Meryem’e yardım etme konusunda tereddütlü yaklaşımları, ev sahibine karşı koymasının sonuçsuz kalması, aile grubunu bir arada tutamaması, güçsüz, çaresiz babalığa gönderme yaparken, çaresizliğin kadın ve çocuklara yıkılarak bertaraf edilmeye çalışılması savaşta ve göçte hem kadınlar hem de çocukların sadece “kendi” yüklerini üstlenmiyor olduklarının da bir göstergesi. Lena’nın “evlendirilen” akranıyla vedalaşması sonrasında içine girdiği çocukluk-annelik karmaşasını da buradan düşünebiliriz: bebeği gibi baktığı kardeşini bırakıp çocuk gibi oyun oynamaya, aşık olmaya, kavga etmeye doğru gittiğinde bunun ağır bir bedeli olur, kardeşi yalnız kalır ve hastalanır. Yani savaş ve göçle “eksik” kalmış üst kuşakların çocuklara aktardıkları (roller, hayaller, hayal kırıklıkları, duygular, kayıplar, boşluklar…) çocukların/çocukluğun, altında ezileceği yüklere dönüşür.

Çocukluk karmaşasının bu kadar yoğun yaşanmasından sonra Lena ile Meryem’in birbirini kaybetmesi, bana kalırsa filmin başından beri geçerli olan ve filmin sonuna kadar da geçerli olacak bir bölünmenin somutlaşmasına denk düşüyor. Bu da bazen göçmen deneyiminin içinde gerçekleşen bir bölünmenin temsili gibi düşünülebilir. Bu bölünmenin bir yanında -Lena’nın Meryem’i kaybettikten sonra yaşadıklarını düşünürsek- inkâr düzeyinde bir reddetme ve unutma, aşk ve hayaller, kuralsız bir özgürlük hayali ve ideal bir çocukluk (örneğin bebek arabası çalma durumunu düşünelim) var. Diğer yanda ise -Meryem’in yaşadıklarını düşünürsek- aklından atamama düzeyinde bir hatırlama, melankoli ve çaresizlik, keyfi bir şekilde cezalandırılma ve gerçeklik altında ezilmiş bir yetişkinlik (örneğin suçsuzken suçlanma ve karakola götürülme durumunu düşünelim) var. Bu iki dünya, acı verici ve yoksun bırakıcı bir “dış” dünya karşısında “iç” dünyanın birbirine iki zıt iki deneyim kümesine bölünmesini anlatır gibidir.

Aynı zamanda bu iki dünya/deneyim bir suç/hata temasıyla birbirine bağlanır. Lena’nın “görülmeyen”, Meryem’inse “üzerine atılan” suçlarında olduğu gibi. Belki bu, bölünmüşlüğün işlenememiş suçluluk duygusuyla olan bağlantısına bir işarettir ama yine de işlenemeden, gömülmüş bir şekilde bırakılır. Meryem’le Lena bir araya geldiklerinde öfkeli, suçlayan, pişman olan, suçluluk dolu duygular içinden geçip, sonrasında ilişkilerini sevgiyle, uzlaşma ve affetme yönünde onardıklarını görmeyiz. Bu nedenle buradan bir yüzleşme ve hesaplaşmanın olduğu şüpheli hale gelir. Meryem’in “Yeterince büyüdün, annenin öldüğünü kabul et, ben senin annen olayım” dediği sahne de bir çözüme işaret etmekten çok, farklı sorulara açık gibidir: Çocukluğun kaybedilmesine dair birçok ipucu olan bir öyküde çocuğun büyüdüğünü duymak/bilmek kimin ihtiyacıdır? Anayurdun kaybedilmesi üzerine kurulu bir öyküde annelerin hayatta olup olmadığına ilişkin belirsizliği taşıyamayan kimdir? Savaş ortamında yetişkin olmanın türlü acısıyla karşılaşılan bir bağlamda yetişkin olmayı düşünmekte zorlanan kimdir? Bu sorulara doğrudan ve sadece “Lena” diye cevap verip de bunu bir kapanış gibi düşünemeyiz.

UMUDUN KAYIP MEKÂNI

Filmin neyi yapıp neyi yapmadığından öte, belki de göçmenlik deneyiminin bir parçası olan, çözülmemişlik ve belirsizlik hissini filmin sonunda da yaşarız: Deniz Lena’ya kucak mı açacak yoksa onu yutacak mı? Bu aynı zamanda, kayıpların anılarına dair bir sorudur: Bu anılar yeni deneyimlerin yerleşebileceği bir beşik olabilecek mi yoksa ruhumu mu yutacak? Bana geçit verecek mi yoksa önüme dikilmeye devam mı edecek? Bu noktada kadın ev sahibinin, “yarın öleceğini bilse deniz kenarına gidecek olması” meselesine de dönebiliriz. Demek ki ev sahibiyle göçmeni birleştiren bir (deniz kenarında) veda sahnesi/düşüncesi/kaygısı vardır. Bununla birlikte, nasıl veda edeceği endişesini yaşayanla, veda etmeye fırsatı olmadan terk edenin nasıl bir ilişkide, nasıl bir dilde, nasıl bir evde buluşabileceği de cevaplanmadan kalan sorulardandır.

Filmin sonundaki vedada, ruhsal deneyimin, toplumsal gerçeğin ve -bir ara alan olan- film kurgusunun çelişkisi düğümlenir. Tekrarlanan söz şudur: canın sıkılırsa gökyüzüne bak, orada seni görecek biri hep var / sen mi / yok, her şeyden herkesten daha büyük. Belki de hikayenin başında yer altına gömülenlerin yer yüzüne (deneyimde/kurguda/gerçeklikte) çıkarılamamış olması, insanın, umudu yer yüzünde değil de gökyüzündeki aramasına neden olur. Filmin başında alıntılanan “İsa’nın sözünde” olduğu gibi, bakışın ve görülme arzusunun varacağı son yer göklerdeki babadır. Yer yüzündeki “kardeş” değil de gökyüzündeki “kayıp anne/baba”. Nesnesiz, ifadesiz ve çıkışsız kalan öfke ve ona eşlik eden suçluluk işlenemediğinde, göçmenliğin öznelliğine yeterli alan açılamadığında, hesaplaşmalar, yeni çözümler ve kardeşçe umutlar da engellenmiş olur. “Gökyüzünden bakan ve benim gökyüzünde gördüğüm sen mi olacaksın?” esprisinin ve umudunun önü kesilir. Filmin sonundaki mekân olan Bodrum’la Cizre arasındaki; göçmenlerle, “yerli” olup da savaş ve göçle yoğrulmuş insanlar arasındaki bağlar da görülemez, hissedilemez hâle gelir. Ama kuşkusuz bu gömülenleri görmeye, konuşmaya, birlikte deneyimlemeye ve bağlantılar kurmaya ihtiyacımız var, eğer bir kardeşleşmenin imkânını arıyorsak.




17 Ocak 2020 Cuma

Ekonomik kriz ve intihar üzerine: İfşa yerine inşaya yönelmek

( Bu metin başka bir başlıkla ilk olarak 09.11.2019 tarihinde evrensel.net'te yayımlanmıştır: https://www.evrensel.net/haber/390599/psikolog-baran-gursel-ekonomik-krizle-intiharin-iliskisini-ele-aldi )

Baran Gürsel

Çoğumuzun yaşamımızı sürdürmek için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri piyasadan satın almak ve bunu yapabilmek için de çalışmak zorunda olduğu bir düzende yaşıyoruz. "Kapitalist ekonomi" bu zorunlulukları da içeren birtakım toplumsal ilişkilere verdiğimiz bir ad neticede; dolayısıyla "ekonomik krizin" toplumsal ilişkilerdeki krizler anlamına da geldiğini söyleyebiliriz. Yani "ekonomik krizin" insanlardan ve insanlar arasındaki ilişkilerden bağımsız var olabileceğini düşünmek pek mümkün değil. Kriz, çeşitli vesilelerle ilişkilerimizin ve hayatlarımızın ortasına yerleşiyor.

Örneğin bir yandan "hayat pahalılığı" olarak; hayatı sürdürmek için ihtiyaç ve istek duyduğumuz şeylere erişimi zorlaştırıyor, erişimin bedelini ağırlaştırıyor ya da imkansız kılıyor. Diğer yandan -eğer çalışıyorsak- çalışma hayatındaki ilişkiler daha gerilim yüklü ilişkiler haline gelebiliyor. İşverenlerin maliyet azaltma ve benzeri sebeplerle çalışanlar üzerindeki denetimi arttırması, maddi ve sosyal haklarda kesintiler yapması ve hayatlarından çalınan gücü/zamanı arttırmasına, işsizliğin -zaten hiçbir zaman çok uzaklaşmamış- bir tehdit olarak varlığı eşlik ediyor. Bu türden durumların hayalkırıklığı, engellenmişlik, yoksunluk, çaresizlik, hınç, öfke, geleceksizlik... türünden deneyimleri çoğaltabileceğini düşünebiliriz. Aynı zamnda zaten kısıtlı olan hareket alanlarımızın daha da kısıtlandığını hissettirmesi, içimizdeki baskı ve sıkışma hislerini, kaybetme duygu ve kaygılarını canlandıran/çoğalması ihtimal dahilindedir. Herhalde özellikle borçluluğun etkisini de bunlara eklememiz gerekir. Çünkü borçluluğu görece sürdürülebilir biçimlerde yaşadığımız durumların da, kriz zamanında daha zorlayıcı içsel sıkışmalara dönmesi ihtimaller dahilinde.

Tüm bu etkilerin insanlardan insanlara, ilişkilerden ilişkilere doğru akma ve toplumsallaşma potansiyelini taşıdığını da aklımızda tutmalıyız.  Dolayısıyla krizin tekil olarak insanları etkilediğini söylemek yeterli olmaz; ilişkiler, kurumlar, topluluklar, toplumlar krizden etkilenir, krizin etkilerini taşır ve yaşar. Ama bu noktada şunu eklememiz gerekir: tüm bu yaralar aynı zamanda yeni ortaklıkların inşası için de zemin teşkil edebilirler ve tüm bu yaralar açılırken aynı zamanda onarıcı ve eşitlikçi bağlar o ya da bu ilişkide, o ya da bu formda var olmaya devam edebilirler.
Belki bu noktada ruhsallıkla toplumsallığın arasındaki ilişkiye dair bir not düşmekte fayda var. Toplumsallıkla ruhsallık ilişkisini konuşurken bunları birbirini dışlayan ve birbirinden bağımsız iki alan olarak düşünemeyiz. Toplumsal/nesnel ilişkiler -belli şekillerde- ruhsal/öznel dünyadaki ilişkilere dönüşür, ruhsal dünyadaki ilişkiler de -belli şekillerde- toplumsal ilişkilere dönüşür. Dolayısıyla her olgu belli ölçülerde ve şekillerde toplumsal ve ruhsal boyutlar içerir. Farklı yaklaşımlar olgulara farklı pencerelerden bakabilirler ama herhangi bir olgu ne sadece ruhsal ne de sadece toplumsal olarak kodlanabilir.

Ekonomik krizle intiharın ilişkisini tartışırken birkaç nokta üzerine daha fazla düşünmek gerektiğini düşünüyorum. Birincisi yukarıda sözünü edilen etkiler, ekonomik, dolayısıyla toplumsal ilişkilerdeki birtakım krizlerin nasıl içsel krizlere dönüşebileceğine dair bazı ihtimalleri ifade ediyor. İşçiler arasındaki "kardeşlik" bağlarının zedelenmiş olduğu, şiddet ve baskının yoğun olduğu koşullarda bu deneyimlerin daha zorlayıcı etkiler yapacağını düşünebiliriz. Bununla birlikte intihar dahil türlü ruhsal etkiyle ekonomik kriz arasındaki bağları daha sistematik ve özenli kurabilmek için bizim bu işlevi görecek sınıfsal kurumlara ihtiyacımız var. Belki de bu tür kurumların ve uygun tartışma ortamlarının eksikliği bizleri medya (sosyal medya dahil) üzerinden tartışmaya itiyor. Ama medya üzerinden tartışmak kişilere ve yakınlarının deneyimlerine saygıyla yaklaşmayı engelleyebildiği gibi, krizin ruhsallığına ilişkin kavrayışımızı da ne yazık ki geliştirmiyor. Bu nedenle sanırım bu meseleye ilişkin merakımız her canlandığında bu konuyu ele alacak sınıfsal kurumları nasıl yaratabileceğimizi düşünmeye daha çok enerji ayırmalıyız.

İkincisi ise muhalif konum almanın kendini, sistemin gizlediklerini ifşa etme ve duymayanlara duyurma" çabasına sıkıştırma riskiyle ilgili. Tabii intihar çarpıcı bir durum olduğu ve yakıcı deneyimlerin varlığına işaret ettiği için toplumun ortak kaygısının yöneldiği bir olgu oluyor. Dolayısıyla böyle bir gündem içerisinde sisteme dair huzursuzluklar ve muhalif sözlerin aktarılabilmesi için iletişim kanalları da açılmış gibi hissediliyor. Bunun anlamsız olduğunu düşünmüyorum ama intihar ve son zamanlarda gündeme gelen çeşitli çarpıcı ölüm vakaları üzerine hızlıca ve topluca yoğunlaşmanın başka bir soruna işaret ediyor olabileceğini düşünüyorum. Bu vakaları sistemin gizlemeye çalıştığı gerçek ve çirkin yüzü olarak düşünüp, onların sistemle bağlantısını ifşa etmeye çabalamak biraz da, bunu duyanların bu dehşet verici gerçeklik karşısında kendine gelip mücadeleye girişeceği hayaline dayanıyor. Bununla birlikte sistemin toplumun geniş kesimlerinden gizlemediği ve gizleyemediği yoğun bir yıkıcılık var. Bunlar bilinmeyen şeyler değil; hem bilinen hem de bilinmek istenmeyen şeyler. Burada bir gizlemeden ziyade inkarı canlı tutma çabası söz konusu. Sanırım neoliberal politikalarla otoriter politikaların ortaklaştığı bir nokta da bu.
İntiharların medya üzerinden yayılması sorusu üzerine de şöyle düşünebiliriz. Sınıf bağlarının ve kurumlarının bu kadar zayıf olduğu durumlarda medya insanların duygusal yatırımları için önemli bir odak noktası oluyor, olabilir ve kendimizi bu nedenle "medyanın dilini" daha fazla tartışmak zorunda hissediyor olabilir veya medya aracılığıyla "etkilenmeler" daha fazla oluyor da olabilir. Bununla birlikte bu gündemde ruhsal bir tutum alırken öne çıkarmamız gereken şey yine ortaklaşmacı ve dönüştürücü sınıf kurumlarının onarımı ve inşası olmalı bana göre. Bu kurumlar bu gündemleri ele alma ve düzeni değiştirme gücünü geri kazandıkça toplumsal acıların yaşam dolu yollarla ifade bulma olasılığının artacağını düşünebiliriz.

Bu nedenle sistemin çirkinliğini, çarpıklığını yıkıcılığını ifşa etme yönteminin ötesine geçip inşaya yönelmemizin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü esas "bilinmeyen" ifşa edilen gerçekliğin yerine neyi ne şekilde koyacağımız. Esas "bilinmeyen" yaralı sınıfı nasıl inşa edeceğimiz ve bu yolla ruhsal ve toplumsal krizlerin önünü nasıl alacağınız. Bu nedenle ifşa ettiğimiz yıkıcılığın yerine ne inşa etmek istediğimizi, bunu nasıl yapacağımızı daha çok düşünmek ve konuşmak, bu tartışmalar için daha kolektif ve yaratıcı alanlar açmak zorundayız. Ben her şeye rağmen bu türden arzu ve çabalar açısından çok canlı bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum ve ciddi derecede umutlanıyorum.

5 Aralık 2019 Perşembe

Duyuru: ESD Tartışmaları 2019 - 6. Oturum



2017 senesinden beri yürüttüğümüz tartışmaların bu seneki üst başlığı "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine". Bu bağlamda üç konu üzerine tartışmalar düzenliyoruz: Nasıl Amaçlarla, Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle, Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde. Bu senenin 6. oturumu bu başlıklardan ikisi, "amaç" ve "kurumsallık-işlev" konuları üzerine olacak. Etkinlik, ilgilenen herkese açıktır.

Konuşmacı/tartışmacılar:


Özlem Işıl
Yeni Dönem Örgütlenme Pratikleri:
Gıda İnsiyatiflerinin Sınır ve İmkânları

Deniz Yürür
Alternatif Üretim/Tüketim Kurguları Neden Gerekli?

Hakan Koçak
Sınıf Mücadelesinin Toplum Kurucu Rolü Üzerine Düşünmek

***

Duyurular ve yazılar için:

elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce ,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel

3 Ekim 2019 Perşembe

Duyuru: ESD Tartışmaları 2019 - 5. Oturum



2017'de başladığımız tartışmaları bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" yürütüyoruz. Bu başlık altında üç alt konumuz var: nasıl amaçlarla, nasıl kurumsallıklar ve işlevlerle, nasıl etik ilkeler ve hukuklar çerçevesinde. Ekim oturumu üçüncü defa "nasıl kurumsallıklar ve işlevlerle" konusu üzerine olacak. Bu oturumda toplumsal mücadelelerin nasıl işlevleri yerine getirmek üzere ortaklaşabileceği ve ortak mecraların, nasıl yaklaşım ve özellikler temelinde kurulabileceği üzerine tartışmalar yürütülecek. Etkinlik herkesin katılımına açıktır.

konuşmacı/tartışmacılar:

Özlem Işıl
  Yeni Dönem Örgütlenme Pratiklerinin İmkân ve Sınırları

Kaan Dinç  
  Kamu Emekçilerinin Örgütlenme Profili

Özgür Narin
  Sermaye Erkine ve Ata Erke Karşı Mücadelenin Çifte Sarmalı:
  Komünist Enternasyonal ve Yatay Hareketler

zaman:

 5 Ekim Cumartesi, 15.00-18.30

yer:

 Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV)
 Osmanağa Mah. General Asım Gündüz
 Cad. Üner Tan İş Merkezi, No:35, Kat:4,
 D:14, Kadıköy.

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce , twitter.com/Elest_Sosyalist
İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel



13 Eylül 2019 Cuma

Ara Duyuru: ESD Tartışmaları - 2019

2017'de başladığımız Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmalarını bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" yapıyoruz. 2020'de devam etmesi muhtemel olan bu programın üç alt başlığı var: Nasıl Amaçlarla?, Nasıl Kurumsallık ve İşlevlerle?, Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde?. Şimdiye kadar biri İzmir'de, üçü İstanbul'da olmak üzere, iki "amaç", iki de "kurumsallık" oturumu yaptık. Biraz ara verdiğimiz oturumlara ekim ayından itibaren devam edeceğiz. Duyuruları blogdan ve sosyal medya adreslerimizden takip edebilirsiniz.

Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook: facebook.com/elestirelsosyalistdusunce
Twitter: twitter.com/Elest_Sosyalist 

6 Ağustos 2019 Salı

Hepimiz Göçmeniz, Hepimiz İşçiyiz, Hepimiz Toplumuz

( Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar'da yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/08/01/hepimiz-gocmeniz-hepimiz-isciyiz-hepimiz-toplumuz/ )

Baran Gürsel

Devletin ve sermayenin hem kriz hem de bir fırsat olarak gördüğü göçmenlik meselesine tabandan ve eşitlikçi bir yaklaşımın nasıl geliştirileceğine dair tartışmalar yapılıyor. Ben böyle bir yaklaşımın şu üç düşünceyi referans alabileceğini düşünüyorum:
1. Hepimiz -ruhsal olarak- göçmeniz.

Göçmenlik durumunun/ruhsallığının özgünlüğünü tanımak ne kadar önemliyse, yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bağlantıyı, yakınlıkları görünür hale getirmek de o kadar önemli geliyor bana. Hepimizin göçmenliğini vurgulamayı, güncel göçmenlerin durumunu/ruhsallığını inkâr etmek değil, daha yerleşik gözüken bizlerle güncel göçmenler arasındaki bağları hissetmemize olanak tanıyacak bir girişim olarak görüyorum.

Hepimizin ruhsal göçmenliğinin temelde, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizden oluştuğunu düşünebiliriz Koparılma, kaybetme, kaybolma, engellenme, yoksunluk, tanınmama, zorlanma, sürgün edilme, güçsüzlük, zulüm görme vb. birçok deneyim güncel olarak göçmenlik durumunda olmayanlara da tanıdıktır. Göçmenlik durumu/ruhsallığı bu deneyimlerin özgün bir bileşimi olabilir ama yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bu ortaklık bize şunu söyler: Göçmenlikle/göçmenlerle ilişkili olarak yaşanan kayıtsızlık, yabancılık, garipseme, nefret ve öfke sadece dışarıdaki başka insanlara yönelik değildir. Bu türden "duygular" aynı zamanda kendi göçmenliğimizle, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizle kurduğumuz ve kuramadığımız ilişkilerin ifadelerdir. Bunlar, göçmenlerle yaşanan karşılaşmalarda, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizin bize fazlasıyla yakıcı ve taşınamaz gelmesiyle alakalı olabilir. Özellikle örneğin göçmenlere yönelik nefret ve öfke ifadeleri ve eylemleri, güçsüzlük hissini tersine çeviren "gücü yeniden kazanma" hayalleri üzerine oturur. Bugün olduğu gibi, toplumsal baskı ve "ekonomik sıkıntıların" bu türden ruhsal deneyimleri (güçsüzlük, kontrolsüzlük, yoksunluk...) daha yakıcı hale getirdiği durumlarda devletin ve sermayenin de işe koşmak istediği -ruhsal krizlere dönüşmüş düzen krizini konuşulmaz tutarak, yani bir yandan onun işlenmesini engelleyerek- bu "ezilmişliğin" karşısında "gücü yeniden kazanma" arzusudur. Onların topluma çağrısı bu yüzden "birlikte güçlü/zorba olmaya" yöneliktir.

Bu ruhsal göçmenliğimiz üst kuşaklarımızın göçleri, göç etme ihtimalinin baskısı ve/veya göçmen durumuma geçmemizle de şekillenebilir, beslenebilir. 

Bazılarımızın üst kuşaklarının yakın hikâyesinde, büyük çoğunluğumuzun da üst kuşaklarının hikayelerinin bir yerlerinde bulunan göçmenlik durumu/deneyimi, güncel dünyamıza çeşitli biçimlerde sızabilir. Göçmenlik; unutulan, unutulmak istenen, unutulamayan, kısmi olarak hatırlanan, konuşulamayan, hayal ve hayal kırıklıkları uyandıran, heyecan ve acı veren, umut ve keder yaratan, güncel yaşama ne yerleşen ne yerleşmeyen,... bir "şey" halinde var olabilir. Hatta belki yerleşiklik, bir yere ait olma, bir yere sahip olmaya ilişkin kurgularımızın bu göçmenlik ve göçmenliğe benzer deneyimlerimizle ilgili ve bunlara "karşı" geliştirilmiş hikâyeler olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı aşırı sahiplenici tutumların derin tedirginliklerle ilişkili olduğunu iddia edebileceğimiz gibi. 

Kendi göçmenliğimize, bir nedenle başka bir ülkeye göç etme ihtimalimiz de katılabilir; iki taraflı bir biçimde: Bir kaygı unsuru ya da bir ortaklaşma unsuru olarak. Devlet ve sermayenin bugün tedirginliği canlı, ortaklığı da olabildiğince yaralı tutmak istediğini varsayabiliriz. Bu durumda bizim gibi -kısmen- yerleşik göçmenlerle, henüz buraya gelmiş göçmenler arasındaki bağları kurmak için, destek faaliyetlerinin yanında ortaklaştırıcı kurumların, devlet ve sermayenin politikalarına karşı sahici, kurucu ve sürekli müdahalelerine ihtiyaç vardır. Bu müdahalelerin neler olabileceğini başka yerlerde tartışabiliriz* ama burada değindiğimiz konu (hepimizin göçmenliği) açısından şunu vurgulamayı özellikle önemli buluyorum: Ortaklaştırıcı müdahaleler, yerleşik göçmenler olarak bizlerin, henüz buraya gelmiş göçmenlere destek verme isteğinde/söyleminde takılı kalmamalı; dolayısıyla bizim de sorunu bu şekilde dışsallaştırmamıza, dışarı atmamıza izin vermemeli. Aksine bu müdahaleler bizlere, kendi göçmenlikle ilgili zorluklarımızı çözme/sindirme alanları açmalı ve bunun sorumluluğunu bize özellikle hatırlatmalı.

2. Hepimiz nesnel olarak işçi, potansiyel olarak Türkiye'nin ve dünyanın işçi sınıfıyız.

Yaşamak için çalışmak zorunda olanlar olarak ister işsiz ister aktif çalışan olalım; ister iyi ister kötü koşullarda çalışalım; ister "orta sınıf" ister "halktan" gözükelim; ister burada büyümüş ister buraya başka yerden gelmiş olalım, hepimiz işçiyiz. Tabii bu gerçek, hem göçmen olmayan işçilerin kendi aralarında, hem göçmen işçilerin kendi aralarında, hem de iki grubun kendi arasında bağlar kuracağı, birbirine dolaşık kaderlerini ve ortak kök deneyimlerini yeni bir dile tercüme edecekleri sonucunu kendiliğinden bir şekilde doğurmuyor. Hatta böyle bir ortaklaşma ve sınıf olma süreci, bizzat Türkiye'de büyümüş işçilerin sınıf olma konusundaki direnç ve engellenmişlikleri nedeniyle de sekteye uğruyor. Türkiye'deki işçiler arasındaki kamplaşma nasıl ki her iki mahallenin kendi içlerinde bile sınıf olmaya gayret etmekten "geri durmalarıyla" eş zamanlı işliyorsa; yerleşik ve göçmen işçiler arasındaki kamplaşma da benzer şekilde işçilerin kendi gruplarında sınıflaşmaktan kaçınmalarıyla eş zamanlı ilerliyor. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: yerleşik ve göçmen işçilerin sınıf olma yolunda birlikte ilerlemekte zorlanmaları önemli ölçüde, yerleşik işçiler olarak bizlerin kendi içimizde sınıf olma yolunda ilerlemekte zorlanmamızdan kaynak alıyor. Ayrımcılık da, sınıf olma sürecindeki "gerilemeci" eğilimlerin bir belirtisi. Bununla birlikte sadece bu belirtiye odaklanarak insanlardan "iyi bireyler" olmalarını talep etmek, meselenin kısmi ve etkisiz bir ele alınışına işaret ediyor. "İyilik", yani öteki için sorumluluk alabilmek, ancak tabandan örgütlü eylemle mümkün olur.

3. Hepimiz toplum için işçi sınıfı kurumlarının müdahalelerine ihtiyaç duyuyoruz.

Ancak gücünü tabandan alan işçi sınıfı kurumları, yerleşik işçilerle göçmen olan işçilerin deneyimlerini birbirine dokuyabilir ve tercüme edebilir. Bununla birlikte bu türden kurumların tek etkisinin işçilerin bağlarını onarmak/yaratmak olduğunu düşünemeyiz çünkü bu onarma/yaratma süreci aslında kaçınılmazdır olarak toplumu da yeniden düzenleme sürecidir; yeni ilkeler, değerler, pratikler ve ilişkiler vasıtasıyla.

Aslında işçi sınıfının kurumlarının toplumu düzenlemekteki -kapitalizme özgü- sorumluluğu ve rolü üzerine genelde usulen konuşuruz, hatta söz konusu olan herhangi bir türden ayrımcılıksa bu konu üzerinde pek durmayız. Galiba toplumun baskı altındaki tüm kesimlerinin örgütlenerek güçlü olabileceği ve baskıcı ilişikleri dönüştürebileceği gerçeğiyle, işçi sınıfının kapitalist ilişkileri dönüştürmekteki merkezi rolünü birlikte düşünmekte bazen hâlâ zorlanıyoruz. Bu zorlanmayı demokratik birçok yaklaşımla olduğu gibi birçok sınıfsal kurumla da paylaştığımızı söyleyebiliriz -ama bir yandan bu da başka bir tartışma. Bununla birlikte bugün göçmenlik meselesiyle yaşadığımız karşılaşma, sınıf kurumlarının toplumsal -toplumu yeniden düzenlemekteki ve toplum kurmaktaki- sorumluluğu ve işlevi üzerine yeniden düşünmemizin de önünü açıyor. İşçi sınıfı kurumlarının "sadece işçiler için" olmadığını ve olamayacağını yeniden düşünmeye belki bu vesileyle daha hazır hale geliyoruz. 

Bu üç maddeyi birbirine bağlayarak özet olarak ifade edersem, işçi sınıfı kurumlarının şu üç sorumluluğu iç içe geçmiş ve büyük ölçüde başkalarına devredilemez gibi gözüküyor:
-Göçmenlik meselesiyle karşılaşan işçilerin kendi göçmenlikleriyle kurdukları ilişkileri konuşmaları, görmeleri, işlemeleri için alanlar açmak.
 -Yerleşik işçilerle güncel olarak göçmen olan işçilerin buluşma/karşılaşma alanlarını oluşturmak ve düzenlemek; karşılaşmaları ortak dil ve eylemlere tercüme etmek.
 -Kendi içinde eşitlikçi ilişkiler, sözler ve eylemlerle topluma yeni bir etik çerçeve sunmak ve bu çerçevenin takipçisi olmak. 

Benim de buradaki fikirlerle katılmak istediğim göçmenlik meselesi üzerine soldan yürütülen tartışmaların, hem yerleşik hem de göçmen olanlarımızın -ruhsal ve toplumsal- yaşam koşullarının birlikte değişmesine vesile olması dileğiyle...

*Kendi adıma Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'ni bu türden perspektif ve yöntemler üzerine düşünülebilecek yerlerden biri olarak bir görüyorum. Çalışmayı merak edenler siteye göz atabilir: yeniemek.org





25 Temmuz 2019 Perşembe

İşçiler Arasındaki ve Sınıf Mücadelesindeki Kuşak İlişkilerine Dair Düşünceler

( Bu metin ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin web sayfasında yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/isciler-arasindaki-ve-sinif-mucadelesindeki-kusak-ilisiklerine-dair-dusunceler/ )
Baran Gürsel
Tez Koop İş Sendikası gençemek Dergisi ile Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin birlikte düzenlediği Genç İşçiler Çalıştayı işçiler arasındaki ve sınıf mücadelesindeki kuşak ilişkileri üzerine daha çok düşünmek için bir fırsat oldu. Ben de bu vesileyle aklıma gelen bazı düşünceleri burada paylaşmak ve tartışmaya açmak isterim.   
“İşçi soyundan” olmayı reddetmek
Kuşak meselesini düşünmeye kuşaklar arasındaki farktan değil de kuşaklar arasındaki benzerlikten başlayalım. Çünkü “kuşak” kavramı öncelikle, birbiri ardı sıra geldiğini düşündüğümüz grupların birbirine bir şekilde bağlı olduğunu, birlikte bir zincir oluşturduklarını anlatır. Kendimizi farklı bağlamlara göre farklı türden kuşak zincirleri içinde düşünebiliriz: canlılar, insanlar, topluluklar, aileler, sınıflar, gelenekler vb. Bu zincirlerin nesnel olarak –“doğal” değil “toplumsal” anlamda- bir parçası olmakla birlikte, öznel dünyalarımızda bunlarla farklı türden ilişkiler kurabiliriz. 
Örneğin bir şekilde parçası olduğumuz ve üzerimizde belli etkileri olan bir zincirle (örn. bir aileden olmak, bir sınıftan olmak, bir düşünsel gelenekten olmak, vb.) olan bağımızı yok sayabiliriz. Bir işçi olarak -bilinçli/bilinçdışı şekillerde- patronumuzun koşullarıyla kendi koşullarımız arasındaki bir fark olduğunu yok saydığımız, kendimizi işimizle tamamen “bir” tuttuğumuz, bu hayatta çalışmaktan keyfi biçiminde vazgeçebileceğimizi düşündüğümüz zamanlarda “işçi soyundan” olmadığımızı belirtiyor gibiyizdir. Dolayısıyla deriz ki, “Benim -üst kuşak ya da kendi kuşağımdan- işçilerle özel bir bağlantım yok, onlarla beni birbirine bağlayan bir şey yok.”. Şimdilik şu önemli soru üzerine düşünmeyi başka ortamlara bırakalım: Ne oluyor da kendimizi işçi olma fikrine karşı savunurken buluyoruz; burada kendimizi neden koruyoruz? Ama burada en azından bu tepkiyi, kuşaklar arasında bir çatışmaya bile girmeden bu zincirin dışında kalma çabası olarak adlandırabiliriz. Bunu, bir işçi olarak zaman zaman içine girebileceğimiz olası durumlardan biri olarak düşünelim.  
İşçiler arasındaki kuşak farkları
Öte yandan, çalışmanın keyfi değil, keyifli olabilse bile zorunlu olduğunu düşünebilmeye başladığımız zaman, hayattaki hareket kabiliyetimizin o ya da bu ölçüde kısıtlanmış olduğu hissini de yaşamaya başlarız. İşte bu kısıtlanmayla, yani hareket kabiliyeti açısından yaşadığımız kayıpla biraz temas kurduğumuzda –onu doğrudan yok saymadığımız zamanlarda- kendimizi “işçi soyunun” bir parçası olarak da düşünürüz. Yani üst kuşaklardan, kendi kuşağımızdan ve varsa alt kuşaklardan işçilerle bir şekilde ilişkili olduğumuzu hissederiz. İşte o zaman, işçi kuşakları arasındaki farklılıklar da gündemimize girer.
Kuşaklar arasındaki farkların çoğunlukla yaş farkı tarafından belirlendiğini söylemeye belki gerek yok ama burada şunu eklemek anlamlı olur: yaş farkını anlamlı bir fark yapan, zaman geçtikçe kapanmamasıdır. Ama tabii insanların sadece farklı yaşlarda oldukları için farklı kuşaklara ait olduğunu düşünmeyiz; aynı zamanda farklı yaş gruplarının birbirinden farklı özellikleri olduğunu varsayarız. Burada yetişkinlerle çocuklar arasındaki kuşak farkı konusunu bir kenara koyup sadece yetişkinler arasındaki farklar açısından konuşursak, genellikle yaşça büyük olanlarla daha genç olanlar arasında deneyim ve birikim açısından -“görmüş” olmaktan, sorunlarla uğraşmaktan, çalışmaktan, mücadele etmekten, vb. ileri gelen- farklılıklar olduğunu düşünürüz. Ya da günümüz koşullarında işçiler yaşamak için çalışmak zorunda olma konusunda ortaklaşıyor olabilirler ama yaşama ve çalışma koşulları (örneğin sosyal destekler, ücret, bir işte çalışma süresi, örgütlülük, işyerindeki denetim, işle kurulan ilişki, gelecek için birikim yapabilme, vb.) yaşa göre önemli ölçüde değişebilmektedir. Dolayısıyla, her zaman yaş gruplarının sınırlarını çizmek kolay olmayabilir ama işçilerin farklı kuşaklardan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Genç işçilerin kuşak farklarına yaklaşımları
Kuşaklar arasındaki ilişkileri belirleyen önemli bir faktör, kuşaklar arasında olduğu düşünülen farklılıklara işçilerin nasıl yaklaştıklarıdır. Bu konuyu sendikal mücadele içerisine girmiş bir genç işçinin bu farklılıklara ilişkin olası yaklaşımları üzerinden ele alalım.
Aynılık yaklaşımı
Kendini bir şekilde “işçi soyundan” saymış (ama bunun için onun doğrudan “ben bir işçiyim” demesi gerekmez) işçi olmanın getirdiği zorluklarla uğraşmaya çalışan genç bir işçi, bir de sendikal mücadele içerisine girdiğinde orada sendikal mücadelenin farklı kuşaklarıyla karşılaşacaktır. Kendinden üst kuşaklardan kimselerle örneğin okuduğu sendikal yayınlarda karşılaşacak, yönetici olanları onların verdiği kararları öğrenerek tanıyacak, bir kısmıyla yüz yüze tanışıp onlarla ilişkiler kuracaktır. Elbette bu kişilerle -onların yazdıklarını okuyarak, kararlarının etkilerini yaşayarak, onlarla konuşarak vb. şekillerde- ilişki kurduğu her zaman onların kendinden farklı olduğunu hissetmeyebilir. Ama illa ki onlarda “fazla” olarak gördüğü bazı şeylere (deneyim, birikim, otorite, daha çok sevilme gibi) karşı bir şeyler hissedecek, düşünecektir. Bir olasılık üst kuşakla ilgili hislerinin şu yönde gelişmesidir: Genç işçi üst kuşaktan kimi insanlarla kendi perspektifinden tam bir uyum geliştirmek isteyebilir, ondan aldığı kalıp duygu, fikir ve davranışları tekrarlayabilir. Dolayısıyla bu durumda onun için, üst kuşak ondan çok farklı değildir; seçilen sözler, fikirler, davranışlar tekrarlanarak onun konumunda olunabilir. Özellikle genç işçilerin kendi koşulları, ihtiyaçları ve isteklerini düşünmek ve bunlara uygun yanıtlar üretmek için gerekli zamanı ve ortamı (sendikada, işyerinde, evde, vb.) bulamadığı, birbirlerine dayanabilecekleri ortamların da kısıtlı olduğu durumlarda kuşaklar arasındaki farklılıkları (örneğin koşullar ve ihtiyaçlar açısından) anlamaları zorlaşabilir. Bazen de genç işçiler kendi “dillerini”, “şakalarını”, “köşelerini” yaratarak kısıtlı ortamlarda kendi alanlarını yaratmaya çabalarlar. 
Genç işçi bir yandan da üst kuşağın bir şekilde inşa ettiği ya da koruduğu (bazı) şeyleri, deneyimi, bilgiyi, otoriteyi, sevgiyi doğrudan anlamsız kabul edebilir ve reddedebilir. Bir nedenle böyle bir eğilimin baskın çıktığı zamanlarda kendisi sendikal mücadelenin dışında kalabilir ya da dışına düşebilir. Öte yandan genç işçi bunu az evvel bahsettiğimiz durumda olduğu gibi sendikada üst kuşaktan biri ya da birilerini daha yüksek bir konuma koyarken yaparsa belki sendikal mücadele içerisine daha çok kalır. Ama bu şekilde kaldığı sürece kendine ve kendi kuşağına özgü mücadele gerekçeleri bulmakta zorlanır. Bazen bu durumla, sendikada olmayı sadece bir işe çevirerek baş edilmeye çalışılabilir. 
Dolayısıyla genç bir işçi olarak üst kuşakla aramızda olan bazı farkları yukarıdaki yollarla görmezden geldiğimiz zamanlarda kendimizin ve öteki genç işçilerin yaşam ve çalışma koşullarındaki farklılıklardan kaynaklanan kuşağa özgü gündemleri de görmezden gelme eğilimimz artar. Bazen de kendimizi birbirimize “abilik/ablalık” yaparken bulabiliriz. Çünkü bu türden durumlarda kendimizi pek de kendi kuşağımızdan hissetmiyor oluruz. Hatta diyebiliriz ki, hepimiz işçi olarak aynı sorun, ihtiyaç ve isteklere sahibiz ve zaten çözümler de belli, mesele birbirimizi onları uygulamaya ikna etmekten ibaret. Fakat gerçekte sorunlar ve çözümler yer yer ortak olduğu gibi, yer yer farklıdır da. Yine şu gibi soruları kenara not edelim: Ne oluyor da birilerine ancak onlarla aynı olmak istercesine tutunarak sendikada var olabiliyoruz? Ama belirtmeden de geçmeyelim: Belki bazı yöneticilik pozisyonlarında olmanın, belli konularda uzmanlığa sahip olmanın veya üst kuşaklarla kurduğumuz ideolojik ortaklıkların bizi genç olsak da üst kuşakla daha doğrudan ve kalıp şekillerde benzeşmeye itebilir; bu konuda uyanık olmaya çalışabiliriz. 
Herhalde üst kuşağın eğrisiyle doğrusuyla inşa ettiği ve koruduğu şeyi aslında kolektif bir emekle ürettiğini görmek için, öncelikle onların gençlerden bir ölçüde ayrı bir grubun üyeleri olduğunu teslim etmek gerekir. Onlar da “bir zamanlar” birilerinden daha gençti, hâlâ da -hayatta olan ya da olmayan birilerine göre öyleler- ve zaman geçti, çeşitli ilişikler geliştirip faaliyetlerde bulundular ve şimdi bizim, yani onlardan sonraki kuşağın içine girdiği “evleri”, sendikaları kurmuş, uyarlamış, sürdürmüş oldular. Bunu görürsek emekle üretilmiş her şeyin “doğru” olduğuna inanmamız mı gerekir? Hayır. Bu yalın gerçek şunu gösterir: Biz de bir kuşak grubu olarak kolektif emeğimizi kendi doğru bildiğimiz yönde sarf etmeye çalışırsak değişim yaratabilir, örneğin sendikal mücadeleyi güncel koşullara uyarlayabiliriz. 
Farklılık yaklaşımı
İşte bu noktada, üst kuşaktan kişilerde “fazladan” bulunduğu farz edilen şeylerle kurulabilecek başka tür bir ilişkiden bahsedebiliriz: Genç işçi, üst kuşağın deneyim, birikim, otorite vb. gibi özelliklerini süzebilir. Yani, üst kuşaktan almak isteyeceği ve istemeyeceği şeyleri değerlendirebilir. Bunu değerlendirebilmek için üst kuşağının yöntemlerini hangi koşullara ve ihtiyaçlara göre geliştirdiğini düşünmeli ve onlardan hangilerini ne şekilde kendi kuşağının koşul ve ihtiyaçlarına uyarlayabileceğini tartmalıdır. 
Örneğin bir genç işçinin işyerinde yükselme isteği bazen bir üst kuşağın üyeleri tarafından, ortak sınıf mücadelesine aykırı bir talep olarak algılanabilir. Örgütlü işçi sayısının fazla olduğu,  ekonomik ve sosyal hakların örgütlü mücadele sayesinde kazanılmakta ya da en azından korunmakta olduğu, işyerinde ve hayatta işçilerin kendilerine biraz ferah alanlar açabildiği bir bağlamda bir işçinin işinde yükselme isteği, örgütlü gruptan ayrılmaya, “sınıf bilincinde” bir gerilemeye denk düşebilir ve bazı kazanımlarda eksilmeye sebep olabilir. Dolayısıyla üst kuşak bu konuda “haklıdır”. Öte yandan örgütsüz olmanın norm olduğu, örgütlü olmanın bile ekonomik ve sosyal kazanımları garanti etmediği, işyerinde ve hayatta işçinin görece ferah alanlar bulamadığı koşullarda yükselme arzusu belki “sınıf bilincinde” bir ilerleme bile sayılabilir. Çünkü örtük ve çelişkili de olsa mevcut durumu hak etmediği düşüncesini ve işverenin otoritesiyle bir mücadeleyi içinde taşır. Hatta sonuçları açısından düşünürsek bazı koşullarda işyerinde yüksek bir pozisyona gelmek işçinin hareket alanını genişletebilir, dolayısıyla böylece onun iş koşularının değiştirilmesine ve ortak mücadeleye daha çok katkısı olabilir. Dolayısıyla genç kuşak da bu konuda “haklıdır”. Herkesin kendi koşullarına göre bir düzeyde “haklı” olduğu bu durumdaki çelişkiyi genç işçiler şu sorular üzerine düşünerek çözebilir: Üst kuşak hangi koşullar için ve hangi gerekçelerle bunu düşünüyor? Onunla ortaklaştığımız amaç ne? Bu ortak amacımıza uygun olan fikirlerden hangileri bizim kuşağımızın koşularına uygun düşer ve hangileri düşmez? Burada belki az önce yaptığımız kolektif emek vurgusunu tekrarlamalıyız: Bu soruları gerçekçi biçimlerde değerlendirmek için kendi kuşağımızdan başkalarıyla çeşitli düzeylerde temas etmemiz ve birbirimizi ve kuşağımızı tanımaya çalışmamız gerekir. Birbirimizi tanımanın tek yöntemi fiziksel olarak bir araya gelmek olmayabilir ama bir araya gelmek, özellikle demokratik ortamlarda gerçekleşiyorsa oldukça faydalı olur. Zaten faydasını, işyerinde ve hayatın diğer alanlarında çoğunlukla yarattığımız ya da özlemini çektiğimiz “demokratik” arkadaş gruplarından biliriz. 
Evet burada üst kuşağın himayesinden ayrılmakla, onları hayal kırıklığına uğratmakla ya da onların tepkisini çekmekle ilgili kaygılarımız olabilir; zaman zaman bu kaygıları yaratan gerçek tepkiler de söz konusu olabilir. Bu yazıda iki kuşak arasındaki karşılıklı ilişkinin sadece “genç” tarafından bahsetmiş olduysak da üst kuşakların gençlerin “eksikliklerine”, “yenilikçiliklerine”, “fazla enerjilerine”, “önlerindeki zamanın daha fazla oluşuna”, vb. yönelik farklı farklı yaklaşımları olabileceğini de söylemiş olalım. Farkları çok büyük görmek, onlara büyük anlamlar atfetmek, onları reddetmek, kontrol altına almaya çalışmak ya da onları kabul etmek ve onlarla yeniliklere açılmak, olası yaklaşımlardandır. Dolayısıyla sendikal mücadele içerisinde kuşaklar arasındaki farkla uğraşan gençlerin bu uğraşı öteki kuşakla ilişki içinde vereceğini de akıldan çıkarmamak iyi olur.
Farklı ve birlikte olarak mücadele etmek
Umuyorum kendi kuşağımızın farklılıkları üzerine düşünerek, öteki kuşaktan kendimizi ayırmakla üst kuşağın varlığını reddetmenin farklı şeyler olduğu düşüncesini aktarabilmişimdir. Genç işçiler olarak hepimiz yukarıda bahsettiğim ve belki de atladığım ilişki biçimleri içine girebiliriz. Üst kuşaklarla nasıl ilişikler geliştirdiğimizi de tanımak kolay ve bazen mümkün de olmayabilir. İlişki kurma biçimimiz kişiye, zamana ve mekâna göre de değişebilir. Bunlarla birlikte kendimizi ve birbirimizi farklılık yaklaşımına çekmeye çalışmak için, birbirimizin koşul ve ihtiyaçlarını duymaya daha açık olabileceğimiz ortamlar yaratmak anlamlı olabilir. Çalıştay, dergi, komisyon, iletişim grubu türünden araçlar genç işçileri bir araya getirirken aynı zamanda genç olan ve olmayanları da uygun usullerle buluşturarak yeniden tanışmalarına, birbirinin yeni yönleriyle tanışmalarına vesile olabilir.  Herhalde bir yandan da bu amaçlara hizmet etmeyecek, aynılaşma, söz kesme, yok sayma, demokratik işleyişi bozma gibi eğilimlerimize karşı da uyanık olmak ve bunları da değerlendirmeye açık olmak önemlidir. 
 Kendi kuşağımızı ve öteki kuşağı tanıdıkça, hepimizi ortak bir şekilde kesen özellikleri bu sefer gerçekten hissederiz. Hepimizin işçi soyundan geldiğini hissettikçe “bir” değil “birlikte” olmak için daha güçlü ve ikna edici sebeplerimiz olur. Şüphe yok ki “birlikte” mücadele etme isteğimiz çoğaldıkça da her türden farklılığımızdan doğan ihtiyaçlara yönelik daha fazla yanıt üretmeye çalışır ve dünyayı hepimize daha uygun bir yer haline getirmekle daha çok meşgul oluruz.

5 Haziran 2019 Çarşamba

Coşkunun ve Tekinsizliğin Kesiştiği Yerde, Esprilerde Buluşmak

 
Baran Gürsel
 
Türkan Elçi'nin esprisi bende farklı bir his yarattı, bilmiyorum başkalarında da öyle olmuş mudur.
Heyecan ve hüznün iç içe geçtiği, iki bambaşka gerçekliği içinde taşıyan bir histi bu.

 Planlı, rasyonel ve biriktirmeye dayalı -ki hepimizin de uğraştığı şey bu- siyaset/düşünüş biçimini yaran, bir anlamda aşan bir his. "Her şey iyi olacak" ile "yo, hiçbir şey iyi falan olmayacak"ın ötesinde, bunları buluşturan, yani İmamoğlu ile Elçi'nin gerçekliklerini aynı dizgeye yerleştirebilen ilginç bir durum var burada; gerçekten esprisi olan bir durum. Bu dönemde kendi ellerimizle böyle esprisi olan durumlar yaratmakta epey zorlandığımızı, hatta bu tür esprilere aşırı rasyonel yaklaşabildiğimizi söylesem abartmış olmam herhalde.
 
Tam da Gezi'nin yıldönümünde, Gezi'nin esprisine benzemediğini söyleyebilir miyiz bunun? Gezi'nin rasyonel siyaset düzlemini yararcasına parlayışını, yarattığı eşzamanlı coşku ve korkuyu; mizah ve hüzün/kayıp dolu varlığını düşündüğümüzde... Tabii bence de Gezi'yi rasyonel ve birikimli bir siyaset/mücadele sürecinin bir parçası olarak da düşünmeye ve bu türden sol bir perspektifle yorumlanması gerektiğini savunmaya devam etmeliyiz. Ama bir yandan da onun, yorumlamakla kolayca bitmeyen, hikayelere kolayca sığmayan veya anlatıldığında aynı etkiyi vermeyen, "sindirilmesi" zor, yoğun bir deneyim olduğu gerçeğini de es geçemeyiz.* Gezi'nin kendisinin bir espiri olduğu gerçeğini yani...
 
Kulağa hem hoş hem nahoş gelecek şöyle bir durumla karşı karşıyayız: İmamoğlu sürecinin de benzer bir esprisi var. Türkan Elçi'nin esprisi bunun belirtisi gibi.
 
İmamoğlu coşkusunun rasyonel sol aklımızla hızlıca kavrayabileceğimizin ötesine geçen, iktidarın aklıyla birlikte bizimkini de yarıveren, afalattan bir yanı var. Ancak birazcık kapıldığımız ölçüde anlayabileceğimiz, biraz anlayabilirsek, yorumlayabilirsek "gerçekten" iyi olacak bir taraf bu. Bana kalırsa bu gerçek, ne İmamoğlu sürecine ilişkin yapılan sol ve sınıf temelli eleştirilerle çelişiyor ne de sosyalist ufkumuzun derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ihtiyacını geçersiz kılıyor. Ve bu gerçeği tanımak, ne toplumsal hafızayı taşıma rolünden geri çekilmeyi, ne de seçim siyasetinde erimeyi gerektiriyor. Bu gerçeğin inkârı da bana oldukça kaygılı bir tutum gibi geliyor. Belki bu türden çekince ve kaygılarımız, rasyonel sosyalist duruşlarımızın ötesinde biraz bu esprili durumun doğasıyla alakalı: İktidarın tehdidi altında coşku, bir o kadar tekinsizlikle iç içe. Bu tekinsizliğin içine girmek, içinde kalmak ve içinden geçmek için bize yardımcı olacak ortak kurumlardan da (şimdilik) yoksunuz. Belki o nedenle başka bir esprili insan olan, yani bir o kadar feci durumlar içinden geçerken espiriler yapabilen, onları taşıyabilen Selahattin Demirtaş'ın bizi biraz rahatlatmasıyla İmamoğlu sürecine girebilir olduk bazılarımız.
 
Bir ölçüde Gezi'de de benzer bir durum vardı: Gezi de coşku ve tekinsizliği aynı anda içinde taşıyordu. Ama bir süre için Gezi, bu deneyimi taşımamıza olanak veren bir "kurum" olmuştu. Mizahıyla hüznüyle, talebiyle kaybıyla Gezi var olmuştu, Gezi'yi var etmiştik. Neticede yine kurumsuzuz, mahallesiziz ama bence şunu biraz daha iyi biliyoruz: coşku ve tekinsizliğin içinde sağa-sola kaçmadan durmak mümkün ve esprileri taşımak/anlamak için de ortak kurumlar yaratmak zorunlu.
 
*Gezi'nin "sindirilmesi" meselesi üzerine yazdığım denemeye buradan ulaşılabilir: https://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2018/05/gezi-sindirilemeyendir-gezi-forumlar-ve_31.html?m=1

9 Mayıs 2019 Perşembe

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - İzmir Oturumu

 
Tartışmalarımızın üçüncü senesindeyiz.  Bu senenin dördüncü oturumunda toplumsal mücadelelerin nasıl kurumsallıklarla ve işlevlerle ortaklaşabileceği üzerine konuşacağız. Bu oturumu diğerlerinden farklı olarak İzmir'de yapacağız.

Konuşmacı/tartışmacılar:

Ecehan Balta
        Özne - Toplumsal Hareket - Parti

Özge Soysal ve Zeynep Özen Barkot
        Kurumsallaşma ve Özgürlük Meselesi: Bir-aradalıkları Yeniden Düşünmek

Baran Gürsel
        Olası, Ortak ve ‘Ara’cı Bir Sosyalist Öznenin İşlevleri Neler Olabilir?

Zaman: 18 Mayıs Cumartesi, 13.30-16.00

Yer:       Yakın Kitabevi
                  Kıbrıs Şehitleri Caddesi No: 104/A Alsancak/İZMİR
 
***
Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce ,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel


12 Nisan 2019 Cuma

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - Üçüncü Oturum


2017 senesinde başladığımız oturumların "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" tartıştığımız bu turunun üçüncü oturumu yine "Nasıl Amaçlarla?" sorusu üzerine olacak. İlgilenen herkesi tartışmalarımıza bekleriz. 

Konuşmacı/tartışmacılar:

Reha Keskin
  Kültürel İktidar ve Tiyatro: Gedikpaşa’dan AKM’ye Sahnedeki İktidar

Foti Benlisoy
  Dönem, Strateji ve Gelecekteki “Sol”

Zafer Ülger
  Kapitalizmin Biyopolitikalarına Karşı Ormanların, İnsanların ve Hayvanların Ortak Talepleri Mümkün mü?

Zaman: 
  20 Nisan Cumartesi, 14.30-18.00

Yer: 
  Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV)
  Osmanağa Mah. General Asım Gündüz Cad. Üner Tan İş Merkezi, No:35, D: 14, Kadıköy.

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com 
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel


26 Mart 2019 Salı

Kadıköy'ün göçmenleri: Genç işçiler

( Bu yazı 23 Mart 2019'da Gazete Duvar'da yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/23/kadikoyun-gocmenleri-genc-isciler/ )

Baran Gürsel

Son günlerde Gazete Duvar'da Kadıköy'ün geçirdiği dönüşümle ilişkili iki yazı yayımlandı. Biri[1] Kadıköy'e yapılan "akının", öteki[2] de Kadıköy'e akın ettiği düşünülen "alt-orta sınıf" gençlere yönelik tepkilerin eleştirel birer analizini yapıyor. Tartışma açıcı olan bu iki yazıda da katılabileceğimiz yerler olabilir ama bana kalırsa metinlerin ikisi de, bazı güncel politik eleştirilerin temel bir eksikliğini paylaşıyor. Ve bu yüzden de metinler Kadıköy'ün ve daha geniş bağlamlardaki toplumsal ilişkilerin "tabandan" dönüşümüne ilişkin herhangi bir öneriye yer vermiyor veya gönderme yapmıyor. Ben bu eksikliği tarihsel bir sınıf perspektifi eksikliği olarak adlandırıyorum.

*

Bu çerçevede birinci yazının gözden kaçırdığı meseleyi şu şekilde ifade edebilirim.

Gezi direnişi; genç işçilerin, “orta sınıf” farz edilen, kentli, eğitimli ve çoğunlukla meslek sahibi kesiminin sınıf olma serüveninin, başka bir deyişle işçi sınıfının bir parçası olarak bir araya gelmelerinin önemli bir aşamasıydı. Daha sonra büyük ölçüde gerisine düşülen bu aşamada o genç işçiler -tabii kendi başlarına ve izole bir biçimde değil- kendi çalışma zorunlulukları ve koşullarıyla, yaptıkları işler ve boş zaman uğraşlarıyla ve yaşamları üzerinde yeterince kontrol sahibi olmadıkları gerçeğiyle yeni bir ilişki kurdular. Belki daha önce de işlerindeki ve hayatlarındaki ilişki biçimlerine çeşitli şekillerde direniyorlardı; hoşnutsuzluklarla, işe geç kalarak, geceleri biraz fazla eğlenerek, iş aramaktan vazgeçerek, patronları çekiştirerek, işte yükselme hayalleri kurarak, dayanışma grupları oluşturarak, vb. Ama bu sefer, Gezi'de, "kendileri gibilerle" yeni bir bağlamda karşılaştılar. Orada hem birbirlerini hem de hareket alanlarını kısıtlayanları (para, işveren, devlet, bazen de üst kuşaklar) daha iyi tanıdılar ve bu kısıtlayıcı ilişkilerin o kadar da "sağlam" olmadığını hissettiler. Bu ilişkiler ne o kadar sabit ve değişmez, ne de o kadar güvenilirdi. Gezi'nin genç işçileri buna karşı, hem hayallerinde hem de gerçeklikte yeni ilişkiler yaratmaya çalıştılar.

 Evet, orada, bir sınıf oluşum sürecinin içerebileceği pek çok şey eksikti. Örneğin geleneksel olduğu varsayılan "şeylerle" (geleneksel mücadele biçimleri, mavi yakalı işçiler, sendikalar, gelenek fikri, "muhafazakârlık" vb.) kurulan ilişki hep bir ölçüde reddiyeci kaldı. Hareketin, geleneksel olduğu varsayılanlarla kurduğu ilişki üzerine düşünecek ve onlarla arasındaki çatışmaları aşacak koşulları ve vakti olmadı. Dolayısıyla bir anlamda Gezi'nin sınıf hafızası hep yarımdı. Yine de bu gibi eksiklikler, Gezi'deki sınıf mücadelesinin çeşitli mücadeleci fikirleri sentezleme kapasitesi ve yaratıcılığının yanında çoğunlukla dikkatten uzak kaldı. Ama hareket çeşitli nedenlerle gerileyince ve bahsi geçen sınıf olma (işçi sınıfının parçası olma) süreci bozuşuma uğrayınca, hem “hoşa gitmeyen” özellikler, hem de kaybın başka kalıntıları, baş başa kaldığımız unsurlar oldu.

Gezi'nin -kaybının- ikamesi gibi gözüken Kadiköy'ü, Gezi'deki sınıfsal bir aradalığın -kaybının- ikamesi olarak da ele almalıyız. Önemli bir kayıptan izler taşıyan, içe dönmüş, yoğunlaşmış, sıkışmış bir ikame olarak. Yani Kadıköy bir anlamda ilişkilerini ve ideallerini kaybetmiş Gezi'nin genç işçilerinin, bir sınıf olma deneyiminin sonrasında göçtüğü, “artıklar” gibi saçıldığı, "gömüldüğü" bir yerdir. Genç işçiler burada "orta sınıflıklarına", mesleklerine, ev gibi kafelerine, küçük gruplara, alkole, kafeine, glikoza ve hayvan sevgisine doğru dönmüştür. İçe kapanma, ötekilere karşı kayıtsızlık ve eylemsizlik gibi unsurlar da bu kaybın sonrasında baskın hale gelmiştir. Bir de bunlara -Gezi'de de pek işlenememiş olduğuna söylediğimiz bir eğilim olarak- geleneksel görüleni reddetme/yok sayma eğilimi bu sefer daha çıplak biçimde eşlik etmektedir. Ama yine de belki daha yakından ve birlikte bakarsak daha iyi görürüz ki, tüm bu unsurlara, ortaklık duyguları, eşitlik ve adalet arayışı da "gömülmüştür".[3]

Bazı şeyleri “tersine çevirmenin” ve eşitlik-adalet arayışını yeniden canlandırabilmenin yolu ise, genç işçilerin, tutamadıkları yasla (yaslarla) bir şekilde temas edebilecekleri ortamlarda, ortaklaşmayla gelen güçlerini deneyimlemek üzere bir araya gelmeleridir. Kadiköy’ü ancak bu değiştirebilir. Burada gençlerin doğrudan Gezi’den söz etmek üzere bir araya gelmelerinden bahsetmiyorum. Bu da olabilir tabii bir yandan ama genç işçilerin çalışma ve yaşam alanlarına dair acı ve özlemlerini paylaşabilecekleri ve bunlar ışığında çalışma ve yaşam alanlarını düzenlemek üzere harekete geçebilecekleri ortamlar tam da böyle bir “yasla temas” işlevini görecektir; demeye çalıştığım bu. Ve sınıf temelli yerel bir örgütlenme, Gezi gibi kapsayıcı, eşitlikçi, adil ve harekete geçirici işlevler üstlenebilirse, Kadıköy’ü –ve daha geniş bağlamları- herkesin ihtiyaç ve talebini gözetecek şekilde ve kâr/rant baskısına karşı yeniden düzenleyebilir.

*
"Sınıf meselesini" daha çok anan ikinci yazı ise, kültürel bazı özelliklerine ve belki de gelir düzeylerine göre tanımlanmış "alt-orta" ve "orta" sınıf grupları arasında bir çatışma tespit ediyor ve bu tespiti, bazı Kadıköylüler tarafından ve birinci metinde gösterilen tepkiyi açıklamak için kullanıyor. Aslına bakarsanız bu yazı, tam da genç işçilerin birbirine tepki duyan gruplara ayrıldığını ve ortaklık kurmaya yanaşmadığını gördüğü noktada iki ayrı sınıf pozisyonu tanımlayarak bu çatışmayı sabitlemiş oluyor. Hâlbuki diğer bir seçenek de, Kadıköy'e göçen gençlerin (hepsi Kadıköy'e bazı hayaller uğruna göçüyor gibiler) arasındaki çatışmayı tam da genç işçilerin kendi aralarında gerçekleşen bir çatışma olarak ele almak olurdu. Böylece ele aldığımız çatışma olgusunu, sınıfın bozuşması ve parçalanmasının bir görünümü olarak düşünmüş olur ve Kadıköy'de "cirit atan" komünistlere ve sosyalistlere daha yapıcı öneriler sunabilirdik.

Genç işçiler; evde/kafede çalışanından fabrikada çalışanına, çalışan öğrencisinden profesyonel meslek sahibine, bar çalışanından işsizine kadar oldukça geniş bir grup ve Kadıköy gerçekten de çok farklı kesimlerden genç işçileri buluşturan bir mekân. Bu buluşmalar çatışmasız gerçekleşmiyor tabii. Ama kapitalizmi köklü biçimlerde dönüştürme sürecini, işçi sınıfının olgunlaşması ile paralel süreçler olarak düşünüyorsak eğer, yorumlarımızı bu türden çatışmaları anlamak ve çözmek için kullanmalıyız.

İşçilerin hepsini kesen, yaşamak için çalışmak zorunda olma durumu, ortak bir çekirdek deneyime (ben buna "birincil güvencesizlik" diyorum) yol açıyor ama bu deneyim onları birbirleriyle kendiliğinden bir şekilde bağ kurmaya itmiyor. İşçiler arasında türlü türlü ayrışma baş gösteriyor. Bununla birlikte bu ayrışmaları sadece çatışmacı olmaları açısından da yorumlayamayız; her ayrışma aynı zamanda bir kişiyi/grubu belli kaygılara karşı sakınma özelliği de taşıyor. Genç işçilerin arasındaki bölünmelerde devrede olan kaygıları başka mecralarda etraflıca tartışabiliriz ama burada çok genel bir tespit yapalım. Günümüzün neoliberalizm, borçluluk, baskı ve örgütsüzlük koşullarında, toplumdaki yapısal eşitsizliklerin bizde açtığı yaraları, yarattığı kayıpları ve öfkeyi düşünmek daha zor ve daha kaygı verici oluyor. Bu yüzden böyle durumlarda "eşitler" arasındaki farklara özel önem atfedilebiliyor ve bu farklılıklar/yabancılıklar mevcut acıların kaynağı olarak görülebiliyor. Kadıköy'e gelen farklı genç işçi kesimlerinin birbirlerine karşı tutumlarını da bu eksende yorumlamaya çalışmalıyız. Bazen işçileri ayrıştıran bu mekanizmayı tanımlamak ve yorumlamak yerine işçiler arasındaki ayrışmaları/savunmaları kuramsal düzeyde -örneğin onları farklı sınıfsal kategorilere koyarak- yeniden üretebiliyoruz. Bu, yorumları yapanların da (bizlerin de) aynı koşulları paylaşıyor olmalarından veya başka sebeplerden kaynaklanıyor olabilir. Ama her halükarda böyle olunca, yorumlarımızın tarihsellikle ve toplumsal dönüşüm arzusuyla ilişkisi iyice silikleşiyor.

Genç işçiler arasındaki bahsi geçen türden çatışmaları, Kadıköy'ü ve daha geniş bağlamlardaki toplumsal ilişkileri dönüştürmek üzere çözümlere götürmenin yolu bence yine, az evvel değindiğimiz şeydir. Yani “orta” ve “alt-orta” kesimden genç işçilerin Gezi gibi, karşılıklılığın ve insanlar arasındaki belli mesafelerin korunduğu -dolayısıyla sınır aşımı, yok sayma, baskılama vb.nin ortaya çıkmasına karşı uyanık olan ve farklı hislerin dillendirilmesine müsait- sınıf temelli örgütlenmiş gruplarda buluşmaları, karşılaşmalarıdır. Belki Gazete Duvar gibi mecralarda yazılarımız yoluyla karşılaşmak da önemlidir ama bunun bir adım ötesine geçerek, ortaklaşmacı karşılaşma alanlarımızı çoğaltmak ve süreklileştirmekte fayda var gibi gözüküyor. Geçmişteki ve olası tüm yenilgilerimize rağmen, farklı bağlamlardaki toplumsal ilişkileri dönüştürmenin, ülkede ve dünyada değişim umudunu canlandırmanın temel bir yöntemi de bu gibi gözüküyor.


[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/14/alkol-kafein-ve-glikoz-kiskacinda-kadikoy/

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/19/kadikoye-gelmeyin/

[3] Bu konuda bir deneme için bkz. http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2018/04/esitlik-kahve-ve-kediler_16.html

22 Şubat 2019 Cuma

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - İkinci Oturum




2017 senesinde başladığımız tartışma toplantılarına bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" başlığı çerçevesinde devam ediyoruz. Bu başlık altında yapacağımız oturumların üç ana konusu olacak: Nasıl Amaçlarla?; Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?; Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklarla?. Geçen ay bir "amaç" oturumunu yaptığımız programımıza "kurumsallık ve işlev" oturumu ile devam ediyoruz:

***

KONU: Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?

Bu oturumda toplumsal mücadelelerin ortaklaşma ortamlarının olası işlevleri, insanlar ve ilişkiler üzerindeki etkileri, buralarda kullanılabilecek yöntemler ve dönüştürücü etki yapacak kurumsallık biçimleri üzerine tartışmalar yürütülecektir.

KONUŞMACILAR/TARTIŞMACILAR:

Onur Bütün
 Marx’ın İşçi Anketinin Güncelliği ve Yöntem Sorusu Üzerine

Baran Gürsel
 Olası, Ortak ve ‘Ara’cı bir Sosyalist Öznenin İşlevleri Neler Olabilir?

Eylem Akçay
 Eşitlikçi Gruplar Üyelerinin Çıkarlarını Nasıl Örgütler?

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr , facebook.com/elestirelsosyalistdusunce

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel

5 Şubat 2019 Salı

Duyuru: Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı - Birinci Oturum

 
2017 senesinde başladığımız tartışma toplantılarına bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" başlığı çerçevesinde devam ediyoruz. Bu başlık altında yapacağımız oturumların üç ana konusu olacak: Nasıl Amaçlarla?; Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?; Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklarla?. Programımıza bir "amaç" oturumu ile başlıyoruz:

Konu: Nasıl Amaçlarla? (I)

Bu oturumda toplumsal mücadelelerin ortaklaşmasının olası amaçları, ortaklaşmanın koşulları, ortaklaşabilecek özneler, “özel” ve “genel” amaçlar arasındaki ilişkiler, amaçların “gündelik” ilişkilere etkileri ve ortak amaçları oluşturma/yenileme yöntemleri üzerine tartışmalar yürütülecektir.

Konuşmacı/Tartışmacılar ve Başlıklar:

T. Gül Köksal:
Gündelik Yaşamın Dönüşümünden Süregiden Devrime Toplumsal Mücadele Ortaklaşabilir mi?

Ali Yalçın Göymen:
Gerçek Tahakküm Koşulları Altında Yabancılaşmayı Aşacak bir Müşterekleşme Hareketi Mümkün müdür?

Umut Kocagöz :
Ortaklaşma: Zorunluluk mu, Keyfiyet mi?
***

Duyurular ve yazıları takip etmek için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr , facebook.com/elestirelsosyalistdusunce
İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel

28 Aralık 2018 Cuma

Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları 2019 Programı Ön Duyurusu



2017’nin başından beri sürdürdüğümüz tartışmaların 2019 programı Toplumsal Mücadelelerin 
Ortaklaşması Fikri Üzerine olacak. Bu üst başlık çerçevesinde yapacağımız oturumların üç konusu olacak ve sene içine yayılacak oturumların her birinde aşağıda adı geçen konuşmacı/tartışmacıların üç ya da dördü yer alacak. 

konu: Nasıl Amaçlarla?
   konuşmacı/tartışmacılar: Ali Yalçın Göymen, Barış Yıldırım, Emrah Üçer, Eylem Yıldızer, Gül Köksal, Foti Benlisoy, Hakan Koçak, Orkun Doğan, Umut Kocagöz, Reha Keskin, Zafer Ülger.

konu: Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle?
   konuşmacı/tartışmacılar: Baran Gürsel, Eylem Akçay, Fevzi Özlüer, Görkem Doğan, Kaan Dinç, Onur Doğulu, Özge Soysal, Özlem Işıl, Onur Bütün, Özgür Narin, Selma Değirmenci, Zeynep Özen.

konu: Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde?
   konuşmacı/tartışmacılar: Ebru Sorgun, Ecehan Balta, Evrim Hikmet Öğüt, Fırat Genç, İlker Özyıldırım, Özer Yersüren, Özge Güdül, Sevinç Doğan, Zeyno Pekünlü.

Oturumlara ilişkin duyurular için: 
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr 
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce

İletişim için:
elestirelsosyalistdusunce@gmail.com

Etkinlik sorumlusu:
Baran Gürsel



27 Kasım 2018 Salı

Duyuru: Tartışma Toplantıları Aralık Oturumu - 15 Aralık, Mecra


Sınıf mücadelesi, toplumsal dönüşüm ve sosyalizm üzerine eleştirel tartışmalar yapmak için bir araya gelmeye devam ediyoruz. Buluşmalarımızın ikinci turunun sekizinci oturumunun duyurusunu ve programa dair diğer bilgileri aşağıda bulabilirsiniz.

***
 
ARALIK OTURUMU
 
 
Tartışmacı/Sunumcu: Emrah Üçer
  Başlık: Özelleştirme, Kriz 
                    ve Kamulaştırmanın Güncelliği
 
Zaman: 15 Aralık Cumartesi, 14.00-16.30
Yer: Mecra
   Adres: Caferağa Mah. Dumlupınar Sk. No: 5, Kadıköy, İstanbul
 
***

OCAK – Deniz Yürür “Sosyalist Denemelerde Pazar Meselesi”; Arda Arlı “Toplum İhtiyaçları için Üretim Planlama / CyberSyn Deneyimi” başlıklarıyla birer sunum yaptı. 

MART (I) – Umut Şah “Queer Teori Bağlamında Haz ve Arzu”, Ceylin Özcan “Queer Teorinin Psikanalitik Eleştirisi” başlıklarıyla birer sunum, Feryal Saygılıgil yürütücülük yaptı.

MART (II) – Orkun Doğan ve Umut Kocagöz “Kırsal Dönüşüm ve Gıda Rabıtası: Gıda Egemenliği Üzerinden Toplumsal Bir Alternatif Nasıl Düşünülebilir” başlığı çerçevesinde birer sunum yaptı.

NİSAN – Özgür Narin “Komün ve Ütopya: Sınıfsız Bir Toplum için Toplumsal Üretim ve İnsanın Üretimini Dert Etmek: Armağan ve Oyun Üzerine Düşünceler” başlığı çerçevesinde bir sunum yaptı.

MAYIS – Fırat Genç “Metropol Korkusu: Politika ve Mekân İlişkisi Üzerine” başlığı çerçevesinde bir sunum yaptı.

TEMMUZ – Can Evren “Koşuşturma: Kapitalist Toplumda Yaşamak Üzerine”; Baran Gürsel “Süreç Olarak Sınıf: Sınıfı Oluşturan/Bozuşturan Ortak Mekân Olarak Zaman” başlıklarıyla birer sunum yaptı.

KASIM – Evrim Hikmet Öğüt “Birlikte Yaşama, Birlikte Mücadele Etme ve Toplumsal Dönüşüme Dair Ne Söylüyor?” başlığıyla bir sunum yaptı.


 

24 Ekim 2018 Çarşamba

Duyuru: ESD Tartışma Toplantıları Kasım Oturumu - 10 Kasım, 13.30, Mecra

 
 

Sınıf mücadelesi, toplumsal dönüşüm ve sosyalizm üzerine eleştirel tartışmalar yapmak için bir araya gelmeye devam ediyoruz. Buluşmalarımızın ikinci turunun yedinci oturumunun duyurusunu ve programa dair diğer bilgileri aşağıda bulabilirsiniz. 

*****

KASIM OTURUMU

Tartışmacı/Sunumcu: Evrim Hikmet Öğüt
 
 Başlık: Göçmenin Müziği;
                   Birlikte Yaşama, Birlikte Mücadele Etme ve
                             Toplumsal Dönüşüme Dair Ne Söylüyor?

Zaman: 10 Kasım Cumartesi, 13.30-16.30

 Yer: Mecra
   Adres: Caferağa Mah. Dumlupınar Sk. No: 5, Kadıköy, İstanbul

*****
 
OCAK – Deniz Yürür “Sosyalist Denemelerde Pazar Meselesi”; Arda Arlı “Toplum İhtiyaçları için Üretim Planlama / CyberSyn Deneyimi” başlıklarıyla birer sunum yaptı.

MART (I) – Umut Şah “Queer Teori Bağlamında Haz ve Arzu”; Ceylin Özcan “Queer Teorinin Psikanalitik Eleştirisi” başlıklarıyla birer sunum, Feryal Saygılıgil yürütücülük yaptı.

MART (II) – Orkun Doğan ve Umut Kocagöz “Kırsal Dönüşüm ve Gıda Rabıtası: Gıda Egemenliği Üzerinden Toplumsal Bir Alternatif Nasıl Düşünülebilir” başlığı çerçevesinde birer sunum yaptı.

NİSAN – Özgür Narin “Komün ve Ütopya: Sınıfsız Bir Toplum için Toplumsal Üretim ve İnsanın Üretimini Dert Etmek: Armağan ve Oyun Üzerine Düşünceler” başlığı çerçevesinde bir sunum yaptı.

MAYIS – Fırat Genç “Metropol Korkusu: Politika ve Mekân İlişkisi Üzerine” başlığı çerçevesinde bir sunum yaptı.

TEMMUZ – Can Evren “Koşuşturma: Kapitalist Toplumda Yaşamak Üzerine”; Baran Gürsel “Süreç Olarak Sınıf: Sınıfı Oluşturan/Bozuşturan Ortak Mekân Olarak Zaman” başlıklarıyla birer sunum yaptı.

Gelecek oturumlar:  
          
Barış Ö. Şensoy – erkeklerde suçluluk ve suç ortaklığı
Sırrı Emrah Üçer – Türkiye’de özelleştirme süreçleri ve sonuçları
Sevinç Doğan ve Foti Benlisoy – tabandan tarih ve tabandan siyaset


***

Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook: www.facebook.com/elestirelsosyalistdusunce
İletişim: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik Sorumlusu: Baran Gürsel