28 Temmuz 2021 Çarşamba

Bize sakinlik gerek çünkü...

(Bu yazı, Gayriresmi Boğaziçi sitesinden alınmıştır: https://gayriresmibogazici.wordpress.com/2021/07/27/bize-sakinlik-gerek-cunku/)


Bulu’nun görevden alınmasının ardından Boğaziçi Üniversitesi’ndeki savunma hattının başardıklarını ve sıcak bir zeminde ilerleyen sürecin ikinci fazını tekrar düşünmekte, bir iki not düşmekte fayda olabilir.

Öncelikle Boğaziçi’nde gerçekleşen direnişte farklı bileşenlerin sürecin ayrı noktalarında birbiri için hayati enerji kaynakları ürettiğini ve bu sayede süregiden eylemlilikte bileşenlerin direnişe birlikte ve ayrı ayrı vazgeçilmez katkılarda bulunduğunu söylemek gerekir.

Bileşenleriyle birlikte üniversite canlı, talepleri olan ve tepki gösteren bütün bir bünye gibi davranabildi. Eylemliliğin ülke tarihinin en uzun süren aktif sivil direnişleri arasında yer almayı başardığını söylemek mümkün. Bu başarıyı üniversite bileşenlerinin uzun yıllardır akademik özerkliğe dair tartışma ve mücadelelerine bağlayabiliriz. Bu tartışmalar 2012 yılında üniversite bileşenlerinin ortaklaşa açıkladığı “üniversitenin ilkeleri” metninde ete kemiğe bürünmüştü. Direnişte dile getirilen çok sayıda talebin esas kaynağını bu metinde bulmak mümkün. Belki taleplerin hepsi tek seferde elde edilemedi, ancak Bulu bir gece ansızın görevden alındı. Okulun bünyesine yapılan müdahelenin bizzat müdahaleyi yapan tarafından geri alınması üniversite bileşenlerinin haklılığını herkese gösterdi. Bu haklılık ve meşruluk, hayat enerjisini toplumsal bünyeye de aktarıyor.

İktidar, için uzun süredir kendi adımlarının önünde duran, itiraz eden her bir özneyi ezip geçmeye, ve bu esnada “direnenleri” ihanetle özdeşleştirmeye, onlar aleyhine kamuoyu önünde aşağılama kampanyası yürütmeye fazlasıyla alışmıştı. Böylece “oldu-bitti”lerle ilerleyen süreç, yayılma politikası için oldukça kullanışlı bir yöntemdi. Ancak, Boğaziçi Üniversitesi bu yöntemin her aşamasının duvara tosladığı, neticesinde müdahaleyi yapana yenilgiyi tattıran bir direnişe ev sahipliği yaptı. Kısa bir sürede parlayıp sönmesi beklenen atama-protesto kavgası (oldu-bitti), okuldaki tüm bileşenlerin en başında duyurduğu üzere, uzun soluklu bir savunmaya dönüştü. Bu savunma, müdahalenin en önemli hamlesini sakinlik-dayanıklılık ortamında buharlaştırdı. Bilhassa öğrencilere ve ardından öğretim üyelerine çektirilen acılar ve gösterilen amansız şiddet bu sakinlik ve kararlılık içinde geri tepti. Müdahalenin bir anda olup bitememesi, zaman geçtikçe müdahaleyi yapanı küçültür hale geldi. Dolayısıyla, direnişin ezilemediği ortamda müdahaleyi yapanlar için bu öz-yıkıcı süreci bitirmek bir zorunluluk haline geliverdi.

Kendi aralarında geleceğe bakan ilişkiler kurmayı öğrenen üniversite bileşenleri hiçbir şey kazanmadıysa birbirlerini kazandı. Bu süreç, şimdiye kadar olmadığı gibi, gelecekte de kolay ve çatışmasız olmayacak; ama üniversiteyi savunacak ve topluma olan borcunu ödeyecek tek kuvvet burada yatıyor. Bu noktada, akademisyen / öğrenci / mezun / çalışan rabıtasında, birbirini besleyen, sabır ve sakinliğini koruyarak ilerleyen direnişin bu tarzını geldiği aşamada önemle vurgulamak gerekiyor.

Seçimle veya seçimsiz

Okuldaki kurumsal yapının önemli noktalarında kayyımlık müdahalesinin verdiği tahribatların olduğunu açıkça görebiliyoruz. Önümüzdeki süreçte mücadelenin ve bileşenler arasındaki temasların-dayanışmanın her koşulda devam edeceğini, tahribatı ortadan kaldırmak ve yeni tahribatlara engel olmak için devam etmek durumunda olduğunu öngörmek zor değil. Aynı şekilde, üniversite bileşenlerinin, üniversitenin bünyesi ve kendileri için ortak bir uğraş vermekte kararlı olduğu görülüyor. Bu uğraş düzleminin sıhhati ve ömrünün uzunluğu, farklı çıkarlara sahip bileşenlerin, birbirini besleyen, sakin kalmayı becerebilen, yapıcı bir akıl ve üslupla hareket etmesine bağlı. Aksi durumda, fikir ayrımlarını diğer grupları yaralayarak ifade eden tutumlar, ileri vadede sergilenmesi muhtemel olan direniş -yahut iyileşme- süreçlerinin ömründen, şimdiden ister istemez çalmaya başlayacaktır.

Bulu’nun aniden görevden alınmasının ardından YÖK tarafından rektör adaylarına başvurunun hemen açılmasının okul bileşenlerini hazırlıksız yakaladığını söylemek mümkün. Aylardır rektör belirlemede en uygun yöntemlerden birinin katılımcı bir seçim süreci olduğu hemen herkesçe ifade ediliyor. Ancak bunu sağlayacak somut yöntem tartışmasının neredeyse hiç pişmediğini tecrübe ediyoruz. “İlkesel” olarak fikirler yakın olsa da, yönteme dair kat edilmemiş mesafe, “katılımcı seçim/seçilmiş rektör” pratiğine henüz yakın olmadığımızı hepimize öğretiyor. Yine de, rektör belirleme sürecini bir miktar demokratikleştirmeye yönelik ciddi çabalar mevcut.

Bunlardan ilki, üniversitenin seçilmiş senato üyelerinin rektör adaylarına yönelik olarak yayınladığı açık mektuptu. Bu mektup aday olmak isteyenlerin, 13 Temmuz 2021’de son hali verilen Kamu Araştırma Üniversitesinin Geleceği raporuna, dolayısıyla 2012’de üzerinde uzlaşılan özerk ve demokratik üniversite için “İlkelerimiz” doğrultusunda hareket edeceklerine dair taahhüt vermelerini istiyor. Bir anlamda adaylar için kabul edilir “başvuru şartı” öne sürüyor.

Bu noktada, pratik olarak en ciddi uygulama önerisiyse güven oylaması veya “güvensizlik oylaması” diyebileceğimiz yöntem oldu. Bu yöntem, Bulu sonrası ikinci fazın en çok tartışılan başlığı. İtirazlar, bu oylamanın arzu edilen seçime hiç benzemediği, sadece öğretim üyelerinin katılabildiği ve dolayısıyla katılımcı olmadığı; rektör adayı belirlemeye yaramadığı, birden çok kişinin aday olmasına fırsat verdiği noktalarında yoğunlaşıyor. Üniversite bileşenleri, bir yandan tartışırken bir yandan da eksikleri az çok giderecek yollar arıyor. Örnek olarak, mezunlar, öğrenciler ve çalışanlar da bir güven oylamasıyla akademisyenlere eşlik ederek kendi seslerini duyurmayı planlıyor.

Güven ne anlama gelir?

Bu yöntemin anlamını bir miktar eşelemek belki müşterek olan mücadele için besleyici olabilir, hararetli devam eden tartışmalara da bir nebze su serpebilir. Boğaziçi’nin yönetimsel bünyesinin hiyerarşik bir şekilde tepeden aşağıya değil, farklı komisyonlar, kurullar aracılığıyla, yatay ilişkilerle ve tabandan yukarıya doğru kurulduğu uzun zamandır sıkça ifade edildi. Sıradaki rektör “makbul” dahi olsa, işlevi vücudu yönetecek, hükmedecek seçilmiş bir baş değil, bünyeyi korumayı görev edinen bir kalkan, dış yüz işlevinde olacaktır. Dolayısıyla, çeşitli uzuvlarla düşünebilen, hareket edebilen, kendini yönetebilen bünye için uygun olan, kendisine bir beyin seçmek değil. Vücuttaki tahribatı, kanamayı sona erdirecek, iyileşme sürecini derhal başlatacak, yönetimsel yetiyi arttırmakta aracılık edecek, kendi yetkilerini “kullanmama” fedasında bulunup bünyeyi dışa karşı savunacak bir işlevde bir uzuv.. Bu noktada güven kavramının önemi açığa çıkıyor. Güven oylaması, birbirine güvenen üniversite bileşenlerinin, topluma verdiği sözü tutan güvenilir bir üniversite bünyesinin ihtiyaç duyduğu güveni temsil ediyor.

Bu oylama sadece bu anlamıyla etkin olmayabilir, ama bu sembolik anlamı çok önemlidir. Bu güven arayışının gücü, yerine konacak sembolik bir rektör seçiminden daha fazladır. Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kamu kuruluşu olduğunu, pratiklerinde kendine özgü birikimi üzerinden kamunun çıkarını benimseyen bir konumda olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Boğaziçi’ni savunmanın ülkenin sıcak politik gündemine yerleştiği açık. Bu durum, rektör adaylığı sürecinin, iktidarın adayına karşı muhalefetin adayı tarzında, iktidara kendi kendini onaylama imkanı verecek iki cepheli bir referandum kalıbına girmemesi önemli. Böyle bir plebisit, iktidara her zaman kazandığı bir güven oylaması hediye etme riski taşır. Bizim elimizdeyse bünyemizdeki sancıyı ilk anda bastıracak, ama etkisini belli bir süre içerisinde kaybedecek ağrı kesici bir hap işlevinde olabilir. Şu anda üniversitede yapılacak herhangi bir oylamanın işlevi, ateşe birkaç günlük yakıt sağlayacak, üzerinde anlaşacağımız yegâne “muhalefet adayını” çıkarmak değil, en iyi adayın kim olduğunun önemi olmaksızın, köklerinde biriken Boğaziçi Üniversitesi ilkelerini, yani bünyenin kendisini tekrar canlandırmak ve etkin hale getirmek olmalıdır.

Sonuç olarak, kısa bir süre içinde yeni rektörün kim olduğunu öğreneceğiz. Yapılacak rektör ataması her koşulda üniversite bünyesi için daha fazla mücadele ve yaşam gücü talep ediyor. Geçtiğimiz süreçte yenice tecrübe ettiğimiz üzere, işin kazanım boyutu birdenbire ve tümüyle değil, gerçekleştiğinde belki çok fazla tatmin duygusu vermeyen, ancak sabırla atılan adımlarla geliyor ve zaman içerisinde biriktirilerek somutlaşıyor. Bu mücadelede sahip olduğumuz, olabileceğimiz en büyük kaynaksa birbirimize enerjimizi, aklımızı aktarabildiğimiz, direnişimizi büyütebildiğimiz dayanışmamız!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder