8 Mayıs 2018 Salı

Gıda Sistemi, Aktörler ve Mücadele Olanakları

[1]
Umut Kocagöz

Gıda ve tarım politikaları bir süredir memleketin ağır gündemleri içerisinde kendine yer buldu. Milli Tarım Projesi, yerlileşme / millileşme tartışmaları, ithalat bağımlılığı, ucuz et ve en son şeker fabrikalarının özelleştirilmesi meselesi gıda ve tarım üzerine konuşmayı popüler bir mesele haline getirdi. Bu yazıda gıda meselesini nasıl ele alabileceğimiz üzerine bir tartışma açmak ve bu meselenin aktörlerini tartışmak istiyorum.

Sorunu Tanımlamak

Gıda meselesini politik bir sorunsal olarak ifade etmek, gıda ile ilgili sorunu tespit etmek, bize ne ile ilgili politika yapacağımız konusunda perspektif oluşturmamızı sağlayacaktır. Gıda, malum herkesin temel ihtiyacı olması açısından herkesi ilgilendiren bir mesele. Günümüzde farklı toplumsal kesimlerin sağlıklı, nitelikli, besleyici gıdaya erişim sorununa kendi yordamlarıyla farklı çözüm yolları geliştirdiği ifade edilebilir. Dolayısıyla, farklı kesimlerin bu meseleye dair bir arayış içinde olduğunu, mevcut gıda sistemini sorunsallaştırdıklarını söylemek mümkün.

Sorunu, üretim ve tüketim ilişkilerinin tamamını kat etmesi bakımından “gıda sistemi” sorunu olarak tanımlayabiliriz. Gıda sistemi, gıdanın üretiminden masaya gelmesine kadar -tohumdan sofraya- bütün ilişkileri ve aktörleri içine katan, çok boyutlu ve çok katmanlı bir sistem olarak tanımlanabilir. Gıdanın üretim mekânlarından işlenme süreçlerine, dağıtımından tüketim mekânlarına kadar çok çeşitli mekânları tartışma içine alır. Aynı zamanda, gıda üretiminin -tarımın- bütün bileşenlerini -toprak, tohum, mera, orman, bahçe, dere, vadi, hayvan, bitki, kır, köy, fabrika, atölye, kent- ve bütün aktörlerini -çiftçi, tarım emekçisi, mevsimlik işçi, fabrika emekçisi- içine alan karmaşık ve bütünsel boyutu görmemizi zorunlu kılar. Elbette bu, gıdanın dağıtım ve tüketim boyutu için de geçerlidir.

Dolayısıyla sorunu tanımlamak için mevcut gıda sistemine bakmamız gerekir. Dev bir endüstri olan mevcut gıda sistemi, tarım şirketleri (ya da şirket tarımcılığı -agribusiness), dağıtım ve lojistik şirketleri, ilaç şirketleri ve süpermarket zincirleri tarafından domine edilmektedir. Gıdanın nasıl üretileceğine, dağıtılacağına ve tüketileceğine bu aktörler karar verir. Dolayısıyla bütün bir gıda sistemi üzerinde şirket mantığı hakimdir. Gıda üzerinde şirket egemenliği mevcuttur. Şirketler, kâr eden kurumlar olarak, gıda üretim ve tüketim ilişkilerini bu mantık üzerinden örgütler. Daha fazla kâr elde etmek, mevcut gıda sisteminin temel hedefidir.

Bu bağlamda temel sorunumuz mevcut endüstriyel, kâr odaklı, şirket egemenliğine bağlı olan gıda sistemidir. Şirket mantığı çerçevesinde dizayn olan bu ilişkiler, tohumdan sofraya bütün ilişkileri bu mantık içerisinde çalıştırmaktadır. Örneğin, kâr amacına yönelik olmayan köylü tarımı tasfiye edilmekte, tarımsal dönüşüm şirketlerin mantığına uygun olarak köylüleri proleterleştirmekte, tarım emekçilerinin kötü koşullarda çalışmasını dayatmakta; besleyici özellikten yoksun sanayi ürünleri süpermarketler yoluyla kitlesel pazarda “gıda” adı altında satılmaktadır.

Bunlar elbette herkesin kendi hayatlarında deneyimledikleri süreçler olduğundan daha ayrıntısına girmek istemiyorum. Herkesi ilgilendiren böylesi büyük meselede, gıda sistemi içinde yer alan üreticiler ve tüketiciler olarak bir kıskacın içindeyiz. Dolayısıyla, bundan çıkabilmek için alternatifler inşa etmek, bu alternatifleri kamusallaştırmak, kamunun imkânlarını da (maddi ve teknik altyapı, ekonomiyi yönetme gücü, hangi tarım ve gıda politikalarının belirleneceği ve hangi modellerin destekleneceği meselesi) bu minvalde talep etmek ve işletmek zorundayız.

Gıda Egemenliği

Endüstriyel gıda sistemine karşı yerel, bölgesel ve küresel çapta, büyük bir çeşitlilik yelpazesinde örgütlenmeler ve mücadeleler bulunuyor. Bu mücadelelerin temel aktörlerinden biri olan La Via Campesina (LVC), 81 ülkeden, 182 örgütün üye olduğu, 200.000’den fazla çiftçiyi, topraksız kır işçisini, köylüyü, göçeri, yerli halk mensuplarını bir araya getiren küresel bir hareket. Kendini “toprağın insanları” olarak ifade eden La Via Campesina, tarla ölçeğinden küresel ölçeğe, çok çeşitli mücadele biçimleri kullanarak toprağın insanlarının hak ve taleplerini savunuyor, inşa ediyor, hayata geçiriyor.

1996 yılındaki 2. kongresinde “gıda egemenliği” kavramı ve perspektifini ortaya koyan LVC böylece kendini sadece gıda üretiminin kendisini sorunsallaştıran ve gıda sisteminin aktörlerini gizli kılan “gıda güvenliği” kavramından ayrıştırarak yeni bir paradigma geliştirdi. Bu paradigma, aktör sorunsalını gıda meselesinin merkezine alarak kır ile kent arasındaki ilişkinin kır ve kent emekçileri cephesinde yeniden tanımlanmasını mümkün kılan bir perspektif geliştirmiş oldu. 2007 yılında Mali’nin Nyeleni kasabasında, yukarıda tariflediğimiz bütün aktörlerin katıldığı uluslararası Nyeleni Gıda Egemenliği Forumu yapıldı[2]. Bu forumla beraber, küresel gıda egemenliği hareketinin kuruluş süreci daha bütünlüklü bir düzleme taşınmış oldu.

Şirketleşen gıda üretimi, gıdanın kâr amaçlı üretimi, yukarıda bahsettiğimiz birçok sorunun temel kaynağı. Peki, buna karşı gıda egemenliği nasıl bir toplumsal alternatif önermekte? Öncelikle, gıda egemenliği en basit ifadesiyle, gıda üretimi meselesini toplumsal bir mesele olarak ele almayı, üretimden tüketim sürecine kadar giden sürecin bütününe bu süreçte yer alan aktörlerin katılımını ve egemenliğini savunmaktır.

Gıda egemenliğinin bunu gerçekleştirmeye yönelik 6 kapsayıcı ilkesi bulunmaktadır[3]:

1. Gıda Hakkı: Herkesin yeterli, sağlıklı, toplumun kültürüne uygun gıdaya erişim hakkı vardır. Gıda ticari bir mal değildir ve küresel şirketler tarafından yönetilmemelidir.                                                               
2. Gıda Üreticilerin Hakları: Geleneksel olarak gıda üreten bütün kesimlerin üretme ve yaşamlarını devam ettirme hakkı vardır. Gıda üreticilerinin üretim hakkı tasfiye edilemez. Ayrıca, kadınların her alanda söz hakkı olmalıdır.

3. Yerel gıda sistemleri: Gıda sistemi yerelleşmelidir. Gıda sistemleri üzerinde üretici ve tüketicilerin karşılıklı inisiyatifine dayanan karar alma yöntemleri geliştirilmelidir. Üreticilere nitelikli, sağlıklı ve besleyici gıda üretme, bu ürünleri tüketicilere sunma hakkı tanınmalıdır.
                                                                    
4. Ortak varlıklar: Köylülerin ortak varlıkları olan meralar, dereler, ormanlar; aynı zamanda üretim yapılan tarımsal araziler üreticiler lehine güvence altına alınmalı, ticarileştirilmesi reddedilmelidir.

5. Bilgi ve deneyim aktarımı: Çiftçilerin yerel ve pratik deneyimine dayanan bilgi güvence altına alınmalı, yeni kuşaklara aktarılmalı ve ticarileştirilmemelidir.

6. Ekoloji: Doğa ile dost ekolojik tarım modeli desteklenmelidir. Bu tarım modeli ve pratikleri gezegeni korur, ve iklim değişikliğine karşı gezegeni soğutur, toprağı ve iklimi onarır.

Dolayısıyla gıda egemenliği, üreticilerin ne üreteceklerine karar verme, bunu nasıl işleyeceklerine karar verme, bunu da tüketiciler ile beraber yapma hakkı olarak anlaşılabilir. Gıda egemenliği, gıda sistemindeki temel aktörlerin gıda sistemini belirlemesidir. O halde, kır ve kentte yaşayan üretici ve tüketicileri esas sosyal aktör olarak tanımlamalı ve bu aktörler üzerinden bir perspektif geliştirmek zorundayız.

Kırda Dönüşüm ve Agroekoloji

Gıda sistemini sorunsallaştırmak karşımızda kırdaki büyük dönüşümü anlamayı zorunlu kılıyor. Böylesi bir yazıda bu dönüşümün bütünlüğünü yansıtmak olanaksız ve indirgeyici olma riski taşısa da, şu iki aks üzerinden ifade edebiliriz: birincisi, tarımsal yapının dönüşümü, çiftçinin/köylünün dönüşümü ve tarımda şirketleşme; ikincisi de, kır mekânı ve ekolojisinin dönüşümü, yaşam alanlarının/müştereklerin çitlenmesi. Tartışmamız bağlamında bizim için temel olan şey, bu iki aks üzerinden ceryan eden kırsal dönüşümün “kır” olarak gıda üretim mekânlarını ve aktörlerini dönüştürmesi.

Kırda yaşayan ve çiftçilik yapan köylüler bu süreçte dönüşümü yaşayan esas toplumsal kesim[4]. Küçük köylülüğün temel önemi ise şurada: küçük üretim yapan köylü ekolojik / doğa dostu / bilge köylü tarımının hem bilgi hem de pratik itibariyle taşıyıcısı konumdadır. Tarihsel ve toplumsal olarak küçük üretim yapan köylü, çiftçilik mesleğini icra ederek toplumun gıda ihtiyacını karşılar. Dolayısıyla, hem alternatif gıda ağları hem de kamu politikaları köylünün çiftçilik yapmaya devam etme hakkını savunmalı, şirketlerin boyunduruğuna karşı köylülerin ekolojik tarım yapabileceği sistemler geliştirmelidir. Ayrıca ekolojik tarım modeli ve pratiklerinin kamunun imkanlarıyla destekleneceği politikalar talep etmek elzemdir.[5]

Bu bağlamda, bir yandan gıda üretiminin kim tarafından nasıl yapılacağı asli önemde ise (gıda egemenliği), agroekoloji (ekolojik tarım) olmadan gıda egemenliğinin de mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. Çünkü agroekoloji, bir tarımsal model olarak, şirket tarımı modelinin karşısında, hem kırdaki emekçi kesimleri güçlendiren, hem de piyasa rasyonalitesi dışında sağlıklı ve besleyici gıda üretiminin temelidir.

Kırda çiftçilerin kurduğu örgütler ve yeni örgütlenme çabaları bu açıdan takip edilmesi ve ittifak kurulması gereken aktörler olarak karşımızda duruyor. Küçük çiftçilerin bizzat özne olarak yer aldığı kooperatifler, üretici sendikaları, dernekler ve inisiyatifler, bu aktörleşme sürecinin hem aktüel uğrakları hem de önümüzdeki dönemin potansiyelleridir. Gıda egemenliği ve agroekoloji perspektifi, bu aktörler üzerinden takip edilerek güçlendirilebilir.

Kentte aktörleri tanımlamak

Gıda egemenliğinin bir diğeri ayağı ise gıdanın tüketicileridir. Bu anlamda, kır mekânını aktörleri üzerinden düşünmek, kentte yaşayan tüketiciler olarak, kendimizi düşünmektir. Çünkü dayanışma ve işbirliği aktörler arasında gerçekleşir.

Bizim tartışmamız açısından esas olan şey elbetteki kentteki emekçi sınıflardır. Kentteki emekçi sınıflar çeşitli biçimlerde farklılaşmakla beraber, yukarıda tanımladığımız itibariyle sağlıklı ve besleyici gıdaya erişim meselesi emekçi sınıfların bütününü kesen temel bir meseledir. Bu açıdan, gıda egemenliği meselesini emekçi sınıfların ortak bir sorunu olarak tanımlamak ve ortak mücadele araçları kurmak elzem[6].

Emekçi sınıfların herhangi bir türdeki mücadele hattını kurarken, bu mücadeleyi hangi sorun alanına dayandıracağımız ve hangi toplumsal kesimlerin bu hat içinde örgütleneceği aktör sorunsalının temelinde yatar. Gıda egemenliği bağlamında düşündüğümüzde, emekçi sınıflar için temel mesele sağlıklı ve besleyici gıdaya erişim meselesi olarak tariflenebilir. Dolayısıya, gıda meselesi, kentli tüketici-emekçilerin gıdaya erişim sorunsalı olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda düşündüğümüzde, kısa ölçekte kentli-tüketicileri/emekçileri örgütlemeyi hedefleyen alternatif örgütlenme pratikleri (tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları, gıda kolektifleri vb.), gıda sorununu ve aktörü tanımlamak için bize önemli bir ipucu vermektedir. Gıda sorunu böylece bir yandan genel tüketim sorunu, bir yandan işyeri ve ücret sorunu, bir yandan tarım ve gıda politikaları meselesi olarak tanımlanmış ve sorunu üstlenecek aktör de işaretlenmiş olur.

Mücadele ağları

Örneğin, “şeker fabrikalarının özelleştirilmesi” gibi güncel bir meseleyi ele alalım. Bu mesele, bir yandan çok katmanlı bir meseledir: şeker pancarı üreticilerinin üretme hakkı; kamu politikaları bağlamında özelleştirme meselesi; halk sağlığı bağlamında sağlıklı gıda ve Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) tehdidi. Bu üç katmanı aynı anda yürüten politik bir hat inşa edebilmek yine aktör inşa edebilmekle yakından alakalı ve bunun orta ve uzun vadeli örgütlenme meselesi olduğunu ifade etmek gerekir. Zira birincisi, şeker pancarı üreticilerinin örgütlenme meselesidir. İkincisi, bir bütün olarak özelleştirme politikalarına karşı mücadele edecek aktörleri inşa etme meselesidir. Üçüncüsü, gıdasına ve sağlığına sahip çıkacak tüketicilerin/emekçilerin örgütlenme meselesi olarak düşünülebilir.

Yukarıda kentli aktörün gıda sorunsalı üzerinden nasıl tanımlanabileceğini kısaca tartışmaya çalıştım. Gıda egemenliği sorunsalı ekseninde, kentte yaşayan tüketiciler olarak kentsel mekânlarda örgütlenme çabasının içinde olmamız elzem. Bu konuda gıda üzerine çalışan tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları vb. tüketici inisiyatifleri, gıda egemenliğini hem bugünden inşa etmek açısından hem de bu konuda politika üretmek açısından temel aktörler olarak düşünülebilir. Yine aynı alanda çalışan çeşitli sendikalar, meslek odaları, üretici kooperatifleri gibi kitle örgütleri, farklı kesimleri temsil etmesi ve birikimini geliştirmesi açısından tüketici kesimlerin ittifak kuracağı aktörlerdir. Bu aktörler kendi bulundukları kent mekânlarında hem gıdayı savunmak hem de alternatif bir gıda ağı inşa etmek için yerel gıda egemenliği ağlarında yan yana gelebilir. Bu ağlar, ortak pratikleri ve bağları güçlendirmenin ve ortak politikalar üretmenin zemini olabilir. Ancak bu ağların oluşma ve gelişme dinamiklerinin bu aktörlerin beraber çalışma ve ortak deneyimler inşa etme süreçlerine bağlı olması açısından hem uzun vadeli, hem de somut alternatifler ve politikalar üretecek tarzda olacağını unutmamak gerekir.

Örneğin, bir kentin bir ilçesinde, böyle ağların kurulması süreci ile NBŞ gibi tüketicileri etkileyen bir süreci sorunsallaştırmak, bu mesele üzerinden kamusal bir politika oluşturmak eş zamanlı olarak düşünülebilir. Bu tür bir ağın ve politikanın örgütlenmesi, en geniş toplumsal kesimleri ortak bir zeminde bir araya getirmek, kalıcı ilişkiler inşa etmek ve bu ilişkileri güçlendirmekle mümkün olabilir. Bu da uzun erimli ve sabırlı çalışmalar yapmayı, tabanda (yani örgütlenme sorunsalı ve alanı belirlenmiş bir kesim içinde) bu çalışmayı örmeyi gerektiriyor.

Elbette ki şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ve NBŞ gibi büyük bir meselenin karşısında konumlanacak tek aktörün böylesi yerel ağlar olduğunu söylemek yetersiz. Bu tür meseleler karşısında, kamusal politika talebini güçlü bir şekilde ifade etmek gerekir. Ancak bunu salt ajitasyon şeklinde, geçici kampanyalar veya popülist stratejiler üzerinden yapmak da yetersiz olacaktır. Kır ve kentteki kapitalist dönüşüme karşı çıkacak, farklı mekânsallıklarda oluşan emekçi sınıfların bir ittifakını inşa etmek, yukarıda tariflediğimiz soruna gerçekçi bir alternatif çözüm üretmek için elzem görünüyor. Kır ve kent emekçilerinin kendini kurma ve göstermesinin farklı biçimleri olarak, örneğin fındık üreticileri, tüketici kooperatifleri, iş yeri komiteleri vb. olarak örgütlenmesi, ve kendi öz örgütlenmeleri dolayımıyla egemenliklerini icra etmesini gerekir. Bu bütünlük, gıda üzerindeki tahakkümü kaldıracak ve gıda egemenliğini inşa edecek bir perspektif olarak düşünülebilir.



[1] Bu yazı Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları serisi kapsamında 31 Mart 2018 tarihinde Orkun Doğan ile beraber yaptığımız “Kırsal Dönüşüm ve Gıda Rabıtası: Gıda Egemenliği Üzerinden Toplumsal Alternatif Nasıl Düşünülebilir” başlıklı sunumdan ve yapılan tartışmadan ilhamla yazılmıştır.
[2] Forum sonucunda kamuoyuyla paylaşılan bildirge için bknz: https://www.karasaban.net/nyeleni-bildirgesi-ceviri-erhan-kelesoglu/
[3] Bu ilkeler, Gıda Egemenliği hareketinin tartışmaları sonucunda ortaya çıktı. Türkiye’de tartışmaları yapılmakta olan “gıda egemenliği ağı” kapsamında yaptığımız araştırma sürecinde bu ilkeleri Başak Durgun, Caner Murat Doğançayır ve Ezgi Çatori ile beraber Türkçeleştirdik. İlkeleri kendimce kısaltarak burada kullanıyorum.
[4] Dolayısıyla, kırdaki dönüşüme karşı çıkan aktörleri radikal, bütünlüklü ve alternatif bir kimlik olarak inşa edilen ekolojist kimliği içine yerleştirmektense, ekolojiyi bu aktörlerin verdiği mücadelenin bir sıfatı olarak konumlandırmak daha doğru olabilir. Böylece, esasında aktörü belirsiz kılan bir kimliğe gönderme yapmak yerine, gerçek toplumsal ilişkileri baz alan sosyal aktörlerin politikleşme dinamiklerini takip ederek aktörleri ve mücadeleleri anlamayı öne çıkaran bir metodoloji önerisinde bulunuyorum.
[5] Küçük üreticinin / köylünün / çiftçinin tanımı ve toplumsal rolüne dair ciddi bir akademik yazın ve politik tartışma mevcut. Bu tartışmaların konumuz açısından en dikkat çeken kısmı, köylünün piyasa mantığı çerçevesinde monokültür üretim yaparak ekolojik tarımdan uzaklaştığı ve gıda üreticisi olma vasfını yitirdiğine yönelik tartışmadır. Bu durum sosyolojik açıdan güçlü bir gerçeklik ifade etmekle birlikte, burada işaret ettiğim bir toplumsal kesim olarak köylülüğün politik bir düzlemde ele alınması ve alternatif bir modelin temel öznesi olarak konumlandırılması. Yaşadığımız toplumsal çözülme sürecinde bütün emekçi kesimlerin yeni sınıfsal kompozisyonlar içinde olduğu ve yeniden inşa edilmesi gerektiğini bu tartışma bağlamında hatırlatmak isterim. Dolayısıyla, bir tür romantizme düşmeden, meseleyi aktör sorunsalı bağlamında politik bir mesele olarak düşünmeyi öneriyorum.
[6] Bu konuyu başka bir bağlamda değerlendiren bir metin için bknz: Çetin Durukanoğlu, “Bir birleşik mücadele alanı olarak İşçi Sağlığı İş Güvenliği ve İSİG MECLİSİ” http://www.guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=19332:bir-birlesik-mucadele-alani-olarak-isci-sagligi-is-guvenligi-ve-isig-meclisi-cetin-durukanoglu&catid=130:makaleler&Itemid=240

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder