28 Ocak 2017 Cumartesi

Sunum Metni: Tabandan Yukarı mı, Soldan Sağa mı? Tarih, Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine

21 Ocak'ta gerçekleştirilen Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışma Toplantıları Dizisi'nin ilk oturumunda Can Evren'in yaptığı sunumun metnini aşağıda bulabilirsiniz. Keyifli okumalar...

***

Tabandan Yukarı mı, Soldan Sağa mı?
Tarih, Taraflılık ve Kemalizm Karşıtı Hegemonya Üzerine

Can Evren (Duke Üniversitesi, Kültürel Antropoloji Doktor Adayı)

 1.      Dönemleştirme

Siyaset bilimci İlker Aytürk, Birikim Dergisi’nin 319 no’lu, Kasım 2015 tarihli sayısında uzun süredir sosyalistler olarak tartışmamız gereken fakat adını tam koymadığımız bazı sorunları son derece iyi yazılmış bir makaleyle adlandırdı. “Post-post-Kemalizm: yeni bir paradigmayı beklerken” başlıklı makalede Aytürk şunu iddia ediyor: 1980’lerin ortasından itibaren, dünyadaki güncel tartışmaları yakından izleyen ve Batılı entelektüel ortamın trendleri içinde şekillenen Türkiyeli sosyal ve beşeri bilimciler – ki birçoğu sosyalist veya sosyal demokrattır – Türkiye’nin demokrasi eksikliğini ve baskıcı siyasi ortamı giderek daha çok Kemalizme/Kemalist vesayete bağladılar. Sebebi Kemalizm’de buldukça çözümü de Aytürk’ün deyimiyle bir “Kemalektomi operasyonunda” yani siyaset kültürünü Kemalizmden ayıklamakta gördüler. Aytürk bu makalesinde Kemalizm’in berrak bir anlamı varmış gibi davranıp, onu savunmak ile ona cephe almak arasında geçen polemiğe girmek yerine, ya da alaycı bir şekilde tartışmayı önemsizleştirmek yerine, bana kalırsa çok yerinde bir şey yapıyor. 1923’ten bugüne ülkemizde yaşanan gelişmeleri açıkladığı iddia edilen bir kavram olarak, bir teşhis olarak Kemalizmin ‘kariyerini’ inceliyor. Bu kavramın tarihimizi açıklama gücünü sorguluyor ve bu kavramla düşünmenin ne gibi gerçeklikleri gizlediğini keşfediyor. Önerisi, Kemalizm kavramını bir kenara bırakmak – ben buna katılıyorum. Bugün, bu soruların teşvik ettiği bir deneme paylaşmaya geldim. Popülerleşen ideolojik anti*Kemalizmin yol açtığı bazı optik yanılsamaları tartışmak istiyorum. Bunu eleştirel sosyalist düşünce başlıklı bir tartışma dizisinde yapmayı önemli buluyorum zira sosyalistlerin iç tartışmalarına, bu tartışmalara yön veren bazı düşünsel/yöntemsel ezberlere de dokunuyor bir ucu. Dileğim, sosyalist düşüncenin kısa veya orta vadede Kemalizm anti-Kemalizm polemiğinden tamamen sıyrılması ve Türkiye tarihi anlamak için daha özgün çerçeveler geliştirmesi. Bugünkü konuşmanın ve tartışmanın buna katkıda bulunmasını umuyorum. Özellikle de kültür ve tarih kavramsallaştırması konusunda Kemalizm polemiğinin çıkmazlarını iyi kavramayı önemli buluyorum.

            Aytürk’ün makalesini özetlemeyeceğim ama okumanızı tavsiye ediyorum çünkü bu soruna dair benim gördüğüm en iyi inceleme bu. Şunu gösteriyor: bu post* veya anti*Kemalist paradigma, birçok güncel toplumsal sorunu 1908-1945 yılları arasında vuku bulmuş büyük bir travma dönemine ve onun post*travmatik semptomlarına indirgeyen kalıplaşmış bir hazırlop açıklama haline geldi. Bu hazırlop açıklama, Cumhuriyet’in toplumsal ve siyasi tarihini şekillendirmiş birçok tarihi süreci ıskalıyor – özellikle de Türkiye sağının oluşum, gelişim, yayılma ve farklılaşma süreçlerini. Osmanlı-Türkiye tarihinini gelişimi ve süregiden değişimi içinde anlamaktan (bunu vurgulamak istiyorum), tarihi şekillendiren ve zaman zaman yolundan saptırabilen dinamikleri kavramaktan aciz. Sosyalistler tarihsel gelişim sorununu daha nüanslı incelemelidirler, zira içinde yaşadığımız durumun çelişkiler ve iç çatışmalarla dolu bir tarihsel devinim sonucu inşa olduğu, Marx’tan beri sosyalist düşüncenin başlıca önermelerindendir. Şimdi su soruyu soralım: post*Kemalist paradigmada tarihi kuran aktör ve olay nedir? Yanıt, aslında sorunun içinde: tarihimizin temel çerçevesi Kemalizm ve Kemalistler adlı bir siyasi zümre tarafından belirlenmiştir. Teşhisin adlandırılmasında apaçık ortada olan bu ön kabul, 1908 ile 1945 arasındaki 30-40 yıllık tarihsel kesite aşırı anlam yüklenmesine sebep oluyor. Sanki kendinden önceki her şeyi silen ve kendinden sonrasını başarıyla ve tamamen belirleyen devinim üstü bir “yapı” veya “siyasi kültür” olarak, yani kendi iç mantığı tutarlı, bütünlüklü, öğeleri arasındaki ilişki sabit bir sistem gibi ele alındı. Zaman kalırsa bu teşhisin fazla yapısalcı bir düşüncenin ürünü olduğunu, tarih-devinim-çatışkı-değişim meselelerini düşünmekten aciz ve düşünmeye özendirmeyen genel bir kavramsal yönelimin sonucu olduğunu tartışmak isterim. Yapı, zihniyet, kültür gibi sosyal bilimden devralınan integral kavramların bizde gelişen normatif anti-Kemalizmle mutlak bir akrabalığı var. Hülasa, post-Kemalizm takıntısı, 1945 sonrası devinim ve değişimleri önemsizleştiren bir tarih kavrayışını hakim kıldı.

            Yöntem tartışmasına – yani yapısal tarih, olaylar tarihi gibi meselelere –çok derinlemesine girmeden şunu söylemek istiyorum: siyasi kültürümüzün vesayetçi, fazla merkeziyetçi karakterini, Erken Cumhuriyet döneminde atılan bir tohumun yeşerip büyümesi olarak görmenin temel sorunu, bu tohum-bitki metaforunda yatıyor. “Olayların özüne inmeliyiz” yaklaşımı, esasa dair tartışmanın mutlaka 1945 öncesine götürülmesi gerektiği gibi bir yanılsama yaratıyor. Yani çocuk büyütülürken küçük yaşlarda kötü terbiye ederseniz artık bir yaştan sonra olanlar çok önemli değildir, karakterine işlemiştir. İflah olmaz bu Kemalizm tipini terapiye de yollasanız da değişmez, ölmeden kurtulamazsınız. Bu kökenci epistemoloji aslında bir tür kendini gerçekleştiren tarihsel kehanettir: son 20-30 yıldır bilgi ve ideoloji üretimine hakim olan yöntemsel/kavramsal kalıplar, ceberut devletin kökenlerini araştırmak için 1945 öncesine boğuldukça, her sorunu Erken Cumhuriyette arama ve orada bulma riski taşırlar. “20. yüzyılda Türk siyasi hayatı üzerine ders verecek bir öğretim üyesi, ders izlencesine koymak üzere bir okuma listesi hazırlamaya başladığında, 1908-1945 arası dönem için sayısı binleri bulan kitap, kitap bölümü ve makale arasından bir seçki yapma lüksüne sahiptir. Buna karşılık, sıra, 1945-1980 arasındaki dönemi doldurmaya geldiğinde elimizde bir avuç yayınla kalakalıyoruz.” (44). Bilgi üretimindeki bu ideolojik dağılım, 1945 sonrası yaşanan göç, ekonomik değişim, yeni tüketim kalıplarının ortaya çıkışını, artan basın-yayının toplumsal eyleme etkisini, yeni toplumsal-siyasal öznelerin kendi dönemlerinin özgülllüklerinden doğuşunu hafife alıyor. Nitekim 1945 sonrasına dair yaygın tarihsel bilginin eksikliğinde, savaş sonrası yıllarda ortaya çıkan güç ilişkilerini sanki kendi tarihselliği olan olaylar değil, önceki bir tarihsel dönemde bastırılanın geri dönüşü (mesela 50’lerde DP döneminde basın yayın aracılığıyla formasyonunu güçlendiren İslamcılık biçimleri) veya “Kemalizme sadık kalma” (mesela çok-partili dönemde CHP’nin yarışmacı bir partiye/tarafa dönüşme cabası, başarısı veya başarısızlığı) ikiliği içerisinde ele alınabilmesini sağlıyor. Sosyalistler için bu çok ciddi bir sorun zira sosyalizmin kitleselleştiği dönem bu: ders kitaplarında okutulandan çok da farklı olmayan bir kapitalistleşme, kırdan kente göç, sanayi işçileşmesi oluşuyor ve bu hızlı dönüşüm içerisinde sosyalizm, soğuk savaşın küresel ortamıyla da kayanaşarak kendini büyütüyor: fakat bu tarihsel kesite kendi özgüllüğü tanınmadığında, Türkiye sosyalizmini özgün bir tarihsel konum olarak kurmak imkansızlaştırıyor: nitekim AKP döneminde sol giderek * atıyorum özel mülkiyete karşı olduğu gerekçesiyle değil* Kemalizmin uzantısı olduğu gibi, ilerlemecilikle, cumhuriyetçilikle söylemsel ortaklığı gibi gerekçelerle karalanmaya başladı. Bunun yanı sıra, 1908 öncesi dönemin, Hobsbawn’ın uzun 19. yüzyıl dediği tarihsel-ekonomik-jeopolitik gelişmelerin de yeterince sorunsallaştırılması anlamına geliyor – Osmanlı’nın kapitalizme hızla entegre olduğu bir yüzyılda, İmparatorluk boyu bir sosyalizmin başarısızlığı ve milliyetçiliğe mağlubiyeti, İmparatorluk-boyu ve küresel-bölgesel kavramsallaştırmalardan yoksun şekilde, fazlasıyla Türk merkezci bir açıklamaya endeksleniyor. Nitekim İttihatçılar ve Kemalizm sanki uzaydan inmiş bir “batılılaşma-yabancılaşma-kültürel taklit-öykünmeci modernleşme” canavarı gibi resmedilip – burasını önemli buluyorum, suni figürler olarak dışlaştırılıyor. Yani Osmanlı tarihinin milliyetçiliği ve cumhuriyetçiliği neden ve nasıl doğurduğundan çok, diğer opsiyonların neden tıkandığından çok, Osmanlı tarihin yabancılaştığı ve sorunları Avrupa merkezciliğin yarattığı vurgulanıyor. Tarih kavramsallaştırmasında bir iç/dış ayrımı sayesinde, Kemalizm ve Cumhuriyet, Osmanlı tarihinin dahili bir metamorfozu olarak değil, dışarıdan müdahele/sapma olarak kodlanıyor. Kamusal alanında güncel siyaseti tartışırken, üzerinden 80 yıl geçmiş bir döneme bu kadar takıntılı şekilde dönüp duran başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. post-Kemalizm kalıbına sadık olanlar, tartışmaların sürekliliğini “kemalizm tarihi gerçekleştren şekillendirdiği için” diye açıklayacaklardır. Ben ise, bu bilgi üretim paradigmaları arasndaki güç ilişkilerine, kamusal entelektüellerin formasyonuna, teorik ezberlerine bağlamak gerektiğini söylemek istiyorum bütün bunları anlatırken. Yoksa bu takıntımızı doğallaştırma, psikolojikleştirme ve/veya tarihsel olayların kaçınılmaz sonucu olarak görme riski var.

            Özetlemek gerekirse: bir tarihsel dönemleştirmenin hakim siyasal bir diskura dönüştüğünü, içinde yaşadığımız siyasi alanın kodlarını kurduğunu vurgulamalıyız. 1908 öncesi yaşananlar teleolojik bir biçinde Kemalizme eren ayrıntılardan ibaret, sonrasında yaşananlar “vesayet” sayesinde sürekli aynı kalıbı üreten tekerrülerden ibaret. Mesela 1945 sonrasında önemli bir kesiti ele alalım, 50’li yıllar örneğini ele alalım. Sanki DP – CHP rekabeti, birbirleriyle kapışarak, birbirlerini şekillendirerek oluşan ve dönüşen iki özgün tarihsel aktörün ilişkisi değilmiş, birçok sivil aktörün (küçük ve büyük köylülerin, esnafın, işçilerin, öğrencilerin) öznelliği bu partiler arası çekişmeye göre konum alarak şekillenmemişçesine, 50’li yıllara post*Kemalist paradigmadan baktığımızda Kemalizmden kopmaya çalışan bir kuvvet ile Kemalizmi muhafaza etmeye çalışan bir kuvvet arasındaki bir ilişki gibi kodlanabiliyor. Bunun tabii ki en önemli sebebi, tekrar aynı notkaya dönüyorum, yöntemsel olarak 50’leri merkeze alarak oluşmuş bir tarihsel bilginin ve kavrayışın eskikliği. Örneğin tarihsel merceğimiz Demirelizme saplantılı olsaydı, 50’leri Kemalizmden ne kadar sıyrılıp sıyrılmadığı sorusuyla değil, Demirelizmi ve AP hegemonyasının tarihsel süreçlerle nasıl inşa edildiği sorusuyla inceleyebilirdik ve mutlaka hem bulgularımız hem çıkarımlarımız farklı olurdu. İletişim’in geçen yıl çıkardığı Türkiye’nin 50’li Yılları başlıklı derleme veya Cangül Örnek’in Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı gibi çalışmalar bu eksikliğe önemli bir düzeltme taşıyor. Tabii daha çok çalışma yapılmalıdır, düşünce üretilmelidir. Mesela bu kitaplarda ordu gibi en hiyerarşik kurumun bile, Kemalist zihniyete sadık kalma refleksiyle davranan otomaton subaylardan oluşan yekpare bir kurum olmadığını, zenginleşen tüccarlara karşı maaşlarının düşük kalmasından hınç duyarak DP karşıtlığına yanaşmış olabilecek düşük rütbeli subayların olduğunu okuyoruz. Ordu’nun NATO’ya entegrasyonu içinde geçirdiği reformun, illa 45 öncesiyle alakası olmayan ve kendi tarihi içinden ürettiği içkin çekişmeler ve kapışmalar olabileceğini öğreniyoruz. Yine müsteşarlıkların Amerikan modellerine göre yeniden düzenlenme sürecinde bürokrasi içinde yeni çıkar odakları ve çekişmeler oluştuğunu, DP ile CHP rekabetinin bütün bu kurumlar içi çekişmelere göre şekillendiğini ve oluşan siyasi rekabetin de kurumları yeniden şekillendirdiğini okuyoruz. Ve sonuçta, devlet ve toplumun analitik olarak ayrılmasının zor olduğunu, ikisinin de sınıf çekişmelerinden etkilenerek yeniden şekillendiğini düşündürtüyor.

            Post*Kemalist paradigma ise hem devlet içi çelişkileri hafife aldığı ve Kemalizm kavramının yapısal bütünleştirici etkisiyle devleti fazla tutarlı ve durağan gördüğü için hem de sınıf analizini asıl mercek olarak görmekten uzaklaştığı için, sorunu Kemalist tepeden inmeciliğe karşı toplumsal muhafalet paradigmasına endeksleyerek, bürokrasi topluma karşı veya toplum bürokrasiye karşı şeklindeki liberal bir ikili sadeleştirmeye tabi tutuyor. Burada iki şey birden oluyor: 1-devlet içi çekişmeler, jeopolitik yönelim kavgaları, solcu subaylar sağcı subaylar kavgaları, solcu polis sendikası girişimleri gibi devleti siyasal çekişme ekseninde kesen meseleler veya bugünkü Gülen-Erdoğan-Avrasyacılar-Avrupacılar gibi devlet içi sınıfsal-zümresel çelişkiler analitik merceğin dışında kalıyor (benzer yatay çekişmelerin, farklı dozlarda da olsa, Osmanlı’dan bugüne kesintisiz şekilde sürekli yeni hatlarda yeniden şekillendiğini neden varsaymayalım?). 2- sınıfsal ve zümresel çatışmaların siyasi partiler ve temsil yoluyla devlete resmen “sızmış” olma ihtimali hafife alınıyor: 1945 sonrası kurulan çokpartili sistemin, devlet kurumlarının sosyal yapısını, alışkanlıklarını, zihniyetini önemli ölçüde değiştirmiş olabileceği veya nasıl değiştirmiş olduğu kavramsallaştırma dışı kalıyor. Örneğin koalisyon hükümetleri boyunca her siyasi parti, “kazandığı” bakanlık kontrolü içinde – hiç değilse bürokraside – önemli derece kadrolaşma yaparak devleti sosyal, sınıfsal, kültürel yapısını değiştirmiş olamaz mı? Mehmet Ağar klientalizmi içinde polis ethosunun veya Gülenci savcılar eliyle yargı ethosunun önemli metamorforzlardan geçtiğin düşünemez miyiz? Devlet, sürekli bir tasfiye ve kadrolaşma dinamiği değil midir? Devlet dediğimiz şey bütün bu iç çekişmelerle sürekli eğilip bükülen daha plastik bir kurumlar toplamı neden olmasın? Aslında bir yandan bu post-Kemalist yanıtların absürtlüğünün en güzel semptomu, Gülencilerin devlete sızmasının 1970’te mi 1980’de mi yoksa 1990’da mı başladığı şeklindeki takıntılı tartışma. Devleti zaten toplumdan ayrılamayacak bir kurum ve toplumsal dönüşümlerle entegre şekilde değişen bir kurum sayarsak, sürekli birilerinin içine sızmasıyla oluşan bir oluşum olmaz mı devlet? Sosyalistler açısından, özellikle yeni solun tabansallığa ve tepeden inme(me)ye atfettiği normatif değerler, bazen bu liberal merceğe hapsolma ve Kemalizmi ve devletin bütünselliğini/yapısallığını varsayma, tarihselliğini yapısal bir belirlenime indirgeme riski taşıyor. Bence bunun en kötü örneği, bütün darbelere karşıyız şeklindeki, darbeleri özgül olaylar yerine yapısal bir vesayet alışkanlığının otomatik tekrarı olarak ele alan düşünce yöntemine fazla kaptırdığımızda, doğrudan ve çok şiddetli şekilde sosyalistlere yönelmiş 1980 darbesinin tarihsel spesifikliğini yeterince vurgulayamamak. Ne yazık ki Ufuk Uras örneğinde mesela, bu tembel tarihselleştirmelerin sonuçları kötü oldu, kendisi 2000’li yılların ortasındaki devlet içi kavgalara Türkiye’de 100 yıldır İttihatçılar-İtilafçılar kavgası yaşanıyor merceğinden bakarak post*Kemalist sosyalist paradigmanın başarısız bir örneği oldu. Ben toplumu ve devleti dikey ayrımlar kadar yatay ve tarihle eğilip bükülen çekişmelerin de şekillendirdiğini, bunları düşünmenin çokpartli, en azından resmi olarak “demokratik ve yarışmacı siyasi sistemlerde” teori ve pratik için elzem olduğunu iddia etmek istiyorum. Asıl Batı-merkezci yanılsama, Batı İmparatorluklarında oluşan merkezileşme, bütünleşme, Weberyan bir rasyonellemeşmenin Türkiye’de de yaşandığı varsayımına kaptırıp kendimize Foucault’nun Fransa Cumhuriyeti imgesinde, onun şarklı bir taklidi olan bir Kemalist Cumhuriyet oyuncağı yaratmak değil midir? Bu eleştirel göz, hem günümüzü ve önümüzü görmek için hem de tarihi kavramak için lazım. Sosyalistler açısından bu liberal toplum-devlet ayrımına hapsolma riskini arttıran bir ekstra faktör var: Türkiye sosyalist geleneğininin parlementer sistemle sosyalist mücadelenin ilişkisi hakkında görece ikna edici bir yanıt geliştirmemiş olması, 68 sonrası devrimci, gayri-parlementer akımların sol içinde galip gelmesi, partiler arası rekabet ile toplumsal/sınıfsal çatışma arasındaki ilişkiyi yeterince kavramsallaştırmamış/tartışmamış olmasına neden oluyor kanımca. Yani devletin görece özerk olması ile bütünüyle özerk bir kurum olduğu yanılgısı arasındaki çizgi, Kemalizm polemiğinde ve anti-Kemalist paradigmadan üretilmiş tarih kavrayışında çoğu zaman fazla hızlı aşılıyor.

2.      Kültür ve Tarihsel İnşa

Tekrar dönemselleştirmeye dönerek daha teorik bir bitiş yapmak istiyorum. Bir dönemsel kaydırma ve yoğunlaştırmadan bahsediyoruz: kaydırma, öncesinin ve sonrasının bu kesite kaydırılması, diğer süreçlerle yüzleşemeyip, onları türevleştirip “köken” olduğuna inandığımız bir döneme dönüp durma. Yoğunlaştırma, bu kesite büyük bir travamatik kuruculuk kudretinin atfedilmesi: öncesini unutma, sonrasına türevsel tekrar statüsü verilmesi. Şimdi bunun bir ideoloji olduğunu söylersekyorsak, ideolojilere/efsanelere ortak olan bu kaydırma ve yoğunlaştırmanın yapısına bakalım. Bütün efsaneler, Levi-Strauss’un önerdiği gibi, biyolojik-tarihsel süreklilikleri, kültürel sıçramalara tahvil eden bir yaratım hikayesiyle başlar: Hıristiyanların “immaculate conception” bunun en bilinen örneği: Biyolojiye ve silsileye (yani tarihe) indirgenemeyen bir doğumdur Meryem’in İsa’yı doğurması, bir kopuştur. Nitekim kurucu olaylar, tabii olanı suni olandan koparan olaylardır ve dünyayı tabii ve suni diye ikiye yararlar. Mesela feminist antropologların hep vurguladığı üzere, birçok efsanede bu tabii-suni ayrımı kadın-erken ayrımı ile özdeşleştirilir. Kültürün oluşumu, tabii olmayan bir sapmaya, sıçrmaya, ayrılmaya atfedilir. Suniliği ve kültürelliği, tarihsel yaratımı Kemalizmin tekelinden çıkarmak gerekliliğini savunuyorum bu çerçeveden bakıldığında.

            Anti-Kemalist tarih okumasında bu efsanevi yöntem çok merkezi: siyasi inşa ve kuruluş süreci, Kemalist inkılapların ayrıcalığı olarak görüldüğü için, Kemalizm Osmanlı-Türk tarihinin normalliğinden suni bir kopma olarak görülür. Toplum dilinden, dininden, geleneklerinden kopar. Yukarıda bahsettiğimiz tarihsel/yöntemsel dönemselleştirmeyi mümkün kılan etmenlerin başında Kemalizmin suni ve ayrıksı olduğu varsayımı yatar – zira suni olaylar göze batan ayrıksı olaylardır ve sıradan akışı araştırıp, en spektaküler olayların dahi tuhaf bir sıradanlığı olduğu hakkında bir kavramsal bilgi üretmekten çok daha kolaydır büyük siyasi inkılapları veya canavarlıkları yorumlamak – birtakım tarihi olayların suni oldukları için diğerlerinden ayrıştıklarını varsaydığınızda, bu olayların toplumdan koptuğunu, toplumsal süreçlerden kopuk olduğu iddia ettiğinizde, o olayları zaten, toplumsal tabanı olmayan, olsa olsa olaysallığı içinde değerlendirilebilecek spektaküler kopuşlar olarak görmek kaçınılmazdır. Ve tarihe bu şekilde yaklaşmak çok daha kolay, banal, ve popüler kültürleşmeye, entelektüel üretimin köşe yazıları, sosyal medya ve televizyon polemikleri gibi medyalarda kurulduğu bir ideolojik ortama çok daha yatkındır. Bugün AKP denetiminin inşası karşısında da aynı yaklaşımsal hatada boğulmak daha kolay: AKP’yi delirmiş, spektaküler bir saldırganlık olarak gördükçe, sıradanlığını araştırmak ve kavramak zorlaşıyor. Sevinç Doğan’ın 2016 İletişim’den çıkan Mahalledeki AKP kitabını tavsiye ederim, bu sıkıcı, zahmetli ama bence daha elzem entelektüel masraftan kaçınmayan nadir eserlerden. Bu düşünceyi tersinden okursak, tarihsel yıkımları ayrıksılaşma gibi okuduğumuzda, tabandan/toplumdan kopuk, suni siyasal olaylar gibi gördüğümüzde, bizzat toplumun/tabanın canavarlaşabileceğini, farklı istikametlerde metamorfoz geçirebileceğini unuturuz, mercek dışı bırakırız.

            Kemalizmin aşırılığı, sapkınlığı ve suniliği genelde birlikte ele alınır: bunun en önemli neticesi, her ideolojik kurguda görülen suni-tabii ayrımının Türkiye’de bir dönemsel ayrıma denk getirilmesi. Aslında bu noktada şunu fark ederiz ki, anti-Kemalist ve Atatürkçü paradigmaların sanıldığından çok ortak yan vardır. Buna göre 1908-1945 büyük suni olayların, fazlasıyla idiosenkratik iradelerin – veya tersten bakarsanız asıl devrimin – dönemiyken, 1945 sonrası doğallaşma veya karşıdevrim dönemidir. Bundan sonraki Türkiye tarihi, büyük iradeye bağlı suni siyasi olaylar (darbeler/vesayet)  ile tabii toplumsal dokular/yapılar/kültürler (seçimler/popüler partiler) arasında bir büyük mücadele dönemidir. Burada en önemli optik yanılsama, 1945 sonrası oluşmuş siyasi akımların irade, dolayım ve içinde yaşadıkları dönemin çelişkilerinden doğan tarihsel olan oluşumlar değil, büyük mücadelenin – kadim/cedid ikiliğinin – türevleri olmasıdır. Bence sosyalistlerin 1980 sonrası olgunlaşan anti-Kemalist paradigmadan aldıkları ben büyük hasar, kendi altın çağları olarak gördükleri, toplumda kitlesel ve sınıflarüstü ve sınıflar-arası bir yaygın rıza kazandıkları tarihsel kesitin, 2000’lerde oluşan hegemonik tarih anlayışı tarafından türevselleştirilmiş, ikincil plana atılmış olmasıdır. Bana kalırsa post-Kemalist tarih kavrayışı kabul edildiği sürece, 1950’ler, 60’lar ve 70’ler sosyalizmi Kemalist modernleşmenin meyvesi, türevi olarak görülmeye mahkum olacaktır. Ya da sosyalistler sürekli kendi içlerindeki anti-Kemalisti arama şantajı içerisinde bir tür özdüşünümsellik ataletine düşeceklerdir. Tepeden inme mi yoksa alttan gelme mi olduklarını düşünmek zorunda kalacaklardır: burada kaybedilen şudur: toplumun kapitalist değil dayanışmacı bir ekonomik yapıyla, enternasyonelist örgütlenmesinden taraf olan siyasi iradelerinin değeri, hangi siyasi geleceğe taraf oldukları merceğinden değil, toplum-devlet ilişkisinde tavandan mı tabandan mı oldukları merceğinden görülecektir. Üretim, dolaşım ve tüketimi rekabetçi değil dayanışmacı tarzda, kamusal ortaklıklar ile inşa edilecek şekilde dönüştürmenin imkanları ve programatik yöntemleri yerine, kendi sosyolojik, sosyal topolojik nokta-i nazarları ile ilgileneceklerdir.


            Şimdi son olarak, bu son cümleden çıkarak biraz teorik bir deneme ile bitirmek istiyorum. Kemalizm polemiği ve devlet-merkezci tarih kavrayışının Türkiye sosyalist geleneğinde bana kalırsa orantısız fazla yer tutması, siyasi çatışmayı sağ-sol arasında, kapitalistler-sosyalistler arasında, yani “taraflar arası bir yatay program ayrılığı” olarak görmeyi imkansız kılarken, toplumdaki her çatışmayı tavan-taban arasında bir dikey ayrım merceğinden kırılarak görülmeye itiyor. Ekonominin nasıl düzenleceğine dair programatik bir tartışmada, mülkiyetçi-piyasacı bir ekonomik düzene mi yoksa kamucu-dayanışmacı bir ekonomik düzene mi rıza verildiği birincil dereceden önemli değildir. Asıl önemli olan, devlet-toplum karşıtlığı içerisinde hangi fikre tepedekilerin, hangi fikre aşağıdakilerin rıza verdiğidir. Yani tabakalar arası toplumsal ayrım, tabakalar içi siyasi/programatik ayrımdan daha önemlidir. Nitekim aşağıdan örgütlenen bir faşist hareketin, faşist olduğundan daha çok aşağıdan olduğu göze çarpacaktır: görsel merceğin bir oyunudur bu. Daha da hatalı olan şudur: tarihsel devinimin sağı solu belli olmaz kırılımlarını hesaba katmayan, fazla sosyolojik, işlevselci-yapısalcı bir tahlile dayandığı için, tabakaların iç bütünlüğünü abartır: piyasa ekonomisinin yarattığı girişimci fırsatçılıklar, sınıfsal hareketler, göç veya krizler sebebiyle tabakaların iç kırılmalar geçirmediği yanılsamasına kapılabilir. Örneğin, üst-alt, devlet-toplum, tavan-taban gib dikey metaforlar aşırı sosyolojikleştirildiğinde, siyasi partilerin kadroları ile tabanları arasındaki dayanışma ilişkilerinin, doğallaşmış bir kültürel benzerlikten doğduğu şeklindeki kolaycı açıklama çok iş görür. Halbuki mesela Sevinç Doğan’ın gösterdiği gibi, yükselen ve zenginleşen bir girişimciler sınıfı olmadığı sürece, ortak bir mahalle geçmişi kendiliğinden bir kapitalist-milli kalkınmacı ortaklığa taraf olmaz. Bizzat altta veya toplumun mekansal tabakalarında, onların içinde “taraflar” vardır, yani partliler. Tabakalı bir toplumun altındaki veya üstündeki her mahallenin, her köyün, her muhitin, her coğrafi bölgenin – veya son dönemde daha öne çıkan şekilde – her halkın, kendi içinde bir kültürel benzerlik sayesinde bütünsel dayanışma kurduğuna inanılırsa, partiler arası siyasi/programatik farkların, toplumsal tabakalar içinde kırılmalar yaratamayacağını, kültürel benzeşikliğin kendiliğinden bir siyasi konum olduğunu kabulleniriz. Bu tanımı itibariyle Marksizmin tasfiyesi demektir, zira Marksizm bir değişim ve dönüşüm felsefesidir. Bu tür tanımları kabul eden sosyalistler, mağlubiyetlerini (yani tarihsel bir kapışmanın sonucunu) sosyolojikleştirirler (yapısallaştırırlar, kültürelleştirirler, devinimsiz kavramlara endekslerler). Solun Sanayi Mahallesinden belirli bir tarihte zorla tasfiye edildiğinden çok, bugünkü yapısal bütünlükte yabancı kaldığını vurgulamak durumunda kalırlar. Tarihsel bir netice, topolojik bir uzaklığa, diakronik perspektif senkronik perspektife indirgenir. Sanki kültürel benzerlik ile kurulan toplumsal dayanışmalar, kendi içinde sağ-sol olarak veya devletçi-piyasacı şeklinde siyasi bir bölünmeye hiç gitmemiştir. Bununla ilgili Elene Ferrante’nin oldukça rağbet gören Napoli Romanları dörtlemesini okumayı da şiddetle tavsiye ederim: bir mahalle bizzat bir bölünme değil midir? Taban veya aşağıdakiler birçok eksende bölünmüş halde değil midir her zaman? Biz varsayımlarımız yüzünden bunlara körleşiyor olabiliriz. Aslında bu fazla sosyal bilimsel düşünmekten gelen bir yapısalcılık sorunu, zira kimse biyolojik veya ırkçı özcülük yapmıyor bugün fakat tam tersi, milliyetçi-muhafazakar sosyal bilime çok yaramış Durkheimcı, Foucaultcu veya anti-tarihselci sosyolojik kavramlarla modern siyasi tahlile girişip, devinimden durağanlık, tarihsellikten tabiat ve kültür, dolayımla üretilenlerden bir dolayımsızlık üretiyor ama bunu erteliyorum, farklı bir tartışma gerektirir. Tarihselciliğin ve dinamik kuramlaştırmaların tekrar kazanılması için ayrı bir tartışma lazım. Hülasa, diyalektiğin bir metaforu olak taraflılık, yani her bütünün bir zıtlık içerdiğini, bölünmeyle kurulduğu ve bütünün bu tarafların çekişmesi ile yarıldığını, dönüştüğünü daha fazla vurgulamak gerekiyor zira gününüzde zaman zaman sosyalist düşünceyi de etkileyen büyük kavramlar, durağan kavrayışları hakim kılıyor. Kemalizm teşhisi ve düşünsel tıkanıklığımızda bu küresel düşünce atmosferinin etkilerini, anti-diyalektik bir tabiatçılığın, Foucaultcu devlet-merkezciliğin veya diğer hakim akımların kendi siyasal atmosferimizle nasıl kaynaştığını daha dikkatli inclemeli, düşünsel masraftan kaçınmadan devinim içinde yollarını aramalıyız. Hep bir silkinmeden, üzerindeki ölü toprağını atmaktan bahsediyor sol. Belki de silkinmenin bir tanımı, metaforu budur, düşünceyi dinamize etmektir.

-----------------

 Ek-1
            Siyasi partilerin toplumun farklı tabakalarıyla sürekli etkileşim halinde olduğu çokpartili parlementer sistemlerde partiler, ki Türkiye’de merkez sağ ve İslamcı partiler bunun en güzel örneğidir, tabakalar üstü siyasi dayanışmalar ören “siyasi taraf oluşumlarıdır”. Parti kelimesi, kökeni itibariyle taraf demektir: bir anlaşmaya parti olmak, o anlaşmanın tarafı olmak demektir. Parti tüzüğüne veya parti dayanışması içinde rakip partilere karşı taraf olmaktır. Yani mesela Adalet Partisi, tüm vatandaşların oy hakkının olduğu bir seçim yarışına girerken, toplumun tamamına, benim siyasi programın etrafında kurulacak bir dayanışmaya “taraf olun” der. Parlementer demokrasilerde siyasi konumların sağ ve sol veya en sağdan en sola giden bir yatay spektrumdaki pozisyonlar olarak kavramsallaştırılmasında bir hikmet var. Zira partiler arası yarışın, yani siyasi taraflılığın resmiyet kazanmasıdır parlementer demokrasi. İdarenin demokratikleşmesi, özünde bir taraflar arası rekabetin kurumsallaşması demektir: bir saltanatın veya parti-devletin tekelciliği ve yarışmaya kapalılığı; soylu ailelerin babadan oğla geçirebildikleri soyadları gibi dikey (soykütüksel) formların ilgası, bunların resmiyet kazanmış yatay çarpışmaların yani karşıt tarafların mücadelesi ile ikame edilmesi. Nitekim burjuva devrimi, statüsünü/zenginliğini soyundan almayan fakat eşleriyle rekabet ederek kazanan sınıfların zaferidir.

            Modernizme dair en ilginç okumalardan biri, sosyolog Robert Herz’in 1900’lerin başında “sağ ve sol” kavramları üzerine yazdığı kısa bir makaledir. Herz’e göre, sağ ile sol, dünya tarihi boyunca hep hiyerarşik kültürel sistemlerde doğru ile eğri arasındaki ahlaki ayrımın simgesi olmuştur. Sağ – doğruluğu, norma uygunluğu – sol ise – eğriliği, norma aykırılığı – simgelemiştir. Fakat Herz’e göre 20, yüzyılın başına gelindiğinde artık hakim olan epistemik görelilik ve takibindeki kaçınılmaz çoğulculuk, sağ ile solu göreli konumlar kılmıştır. Yani artık sağ ile sol, doğru ile eğri arasındaki normatif bir ayrımın değil, yarışmacı bir dünya düzeninde karşıtlık kurmanın, taraf olmanın adı olmuştur. Tamamıyla ilişkisel bir nitelik kazanmıştır – bir karşıtlığın tarafı olmak, asıl kurucu niteliktir. Liberal demokrasi de, eleştirmenlerinin her zaman vurguladığı gibi, siyaseti, tarafların adil yarışına endekslemek ister. Yani, eğriler ile doğrular arasında bir çatışma yerine, sağ ile sol arasında bir çatışmaya. Bilindiği gibi sağ-sol kavramlarının modern siyasetteki anlamı, Fransa parlementosunda tamamen tesadüf eseri, iki kamptan birinin kürsünün sağında, diğerinin solunda durmasıyla kazanmıştır. Yani, aslında konumsal ve perspektival bir ayrılık, çatışmaya yön kavramı katmıştır. Fransız sosyolog Herz’in bahsettiği sağ-sol’un görelileşmesinin şüphesiz bir göndermesi budur.

            Fakat aynı zamanda, liberal demokratik rejimlerde göreliliğin ve yarışmacılığın getirdiği anlam kaybını telafi etmek isteyen bütün romantik yaklaşımlar, kendi konumlarının sağ ile sol arasında göreli ve gayri-mutlak bir konum olmadığını, bir bütünselliğe ve bitaraflığa denk geldiğini iddia ederler. Burjuva devriminin 20. yüzyıl başındaki karşıaydınlanmacı düşmanı olan milliyetçilikler, cemaati yaran sağ sol ayrımı yerine milli bütünlüğü koyarlar mesela. Romantik devrimcilik ve Marx’ın Hegelci tarih okumasında ise, emek ile sermaye arasındaki çatışma asla sağ ile sol arasında göreli bir çatışma değildir: tarih felsefesi için olmazsa olmaz olan tarihin ruhu, ilerleme gibi metafizik eklentiler, bize emeğin yanında olmanın sadece taraf olmaktan ibaret olmadığını, hiyerarşik olarak göreliliğin üzerinde duran bir mutlaklığın – dünya ruhunun – taşıyıcısı olduğunu söyler. Keza, devrim ve devrimciliğin parlementer görelilik içinde yitirildiği eleştirisi de burada yatar: devrim, tarafları aşan yüce bir olay olmalıdır, yoksa ya iç savaş olacak  ya ”kısıtlı süreliğine” seçilen hükümetlerin “geri çevrilebilir” politikalarına hapsolacak, metafizik ilerleme ve atılım iddiasını kaybecektir.

Ek-2

Kemalizmin yapısal bir kavrama dönüştürülmesi, sosyal bilim zihniyeti içinden yapıldığı için, onu mekanik bütünselliği olan bir sistem veya yapı olarak tanımlıyor. Hatırlatmak gerekir ki bu modellemelerin temel varsayımı, senkronik modellenen bir gerçeğin öğeleri arasındaki ilişkiyi ters çevrilebilir, manipüle edilebilir bir mekanik düzenek olarak görmekti. Kemalizm kavramı etrafında kurulan bu üst-alt, tepe-alt kavramlaştırması, aslında teşhisin ima ettiği üzere bir alt üst etme, tepetaklak etme gibi çözümler önerir. İlker Aytürk’ün “Kemalektomi opersyonu” dediği şey bir ters-yüz etme olarak canlandırılır. Zira modelin kuruluşu bunu içerir zaten. Bu ne bir dönüşüm veya dönüştürmedir ne de tam olarak imha veya yıkmadır: altın üst olduğu bir inversion işlemidir. Tekrarlamak gerekirse, inversion bizzat modelin kuruluşundaki ana hattın tepe-aşağı, üst-alt ekseni olmasında ima edilmiş bir imkandır. Ayaklar baş olacaktır kısacası.

            Mesela çokluktan tekliğe paradigması bunu iyi örnekliyor. Altta çokluk, üstte teklik görmek, acaba gerçekten tarihsel bir gerçekliğin resmi mi yoksa devlet toplum ilişkisini bir üçgen veya piramid gibi gösteren bir şablonun gerektirdiği, üste gittikçe rafinasyon/incelme, alta gittikçe kabalık/çokluk gören hazırlop bir şema mı. Tarihsel gerçeklik hakikaten bir piramid olsaydı, yukarıdakiler arası çatışmaların çok daha zayıf ve “inceltilmiş” olması gerekirdi. Şekilsiz bir spiraller toplamına daha çok benzeyen bir tarihsel oluşumu belki de kolayımıza gittiği için üçgenleştirip, başı sonu, altı üstü belli bir geometrik şekil olarak resmettiğimiz için, toplum-devlet ilişkilerinin çok daha içiçe, “kimin eli kimin cebinde”, “içli dışlı” gerçekliklerini resmetmek zorlanıyor olabiliriz.

            Frederic Jameson’un Representing Capital kitabında tartıştığı üzere, kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri, iktidarı şekilsizleştirdiği, piyasalaşma yoluyla “soysuzlaştırdığı”, ilişkiselleşen bir yaygınlığına dağıttığı için, bir figürler arası temsile indirgemeyi zorlaştıran, zahmetlileştiren bir dinamizm olması. Marx için Sermaye başlıklı bir başyapıt yazmak, zengin sanayici figüründe kişiselleşen bir temsilin ötesinde, ilişkisel ve “soysuz” (asil/soylu yerine kentsoylu) bir hakimiyetin dağınık haline şekil şemal verme amacı da taşıyordu. Brecht, Jameson’a göre hep bunu denemiş, kapitalizme özgü sınıf ilişkilerini figürleştirmekle, sermayenin ilişkiselliğini sahnelemekle uğraşmıştır fakat borsa spekülasyonu, vadeli işlemler gibi kapitalist ticareti karmaşıklaştıran, iyice yersizleştiren, saf ilişkiselleştiren dinamikler için bir mantık bulmakta zorlanmıştır. Marx da, felsefi başlangıcında Hegel’i ters-düz ettiğini, sermaye oluşumunu devlet oluşumu modelinde sistematikleştirdiğini/ekonomikleştirdiğini ve sistemi, kurucu bir ilişki olan emek-sermaye/sömürü mekaniğine endekslediğini söylemiş olsa da, Kapital’i yazdıkça, ilk ciltten ikinci, üçüncü ve belki diğer ciltlere gittikçe, fazla dinamik, çatışma-yarılma hatlarının spirallendiği, çok hatlılaştığı bir girdaba benzediğine daha çok ilgi göstermiştir. Belki de bu girdabın derinleştiği, toplumu ve kavrayışları çok daha şiddetli savurduğu bir çağda, liberal demokratik şemalaştırmalar, mekanik ters-yüz etme fantezilerine sığınan basitleştirmeler, sorunu Kemalizm gibi bir zihniyete bağlayan kolaylaştırmalar iyice albeni kazanıyordur.















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder