Baskı ve şiddetin sarsıcı, hayret
verici, şok edici birçok türüne tanıklık ettiğimiz bir dönemdeyiz. Bana kalırsa
bu karşılaşmanın önemli bir etkisi bizi, düşünmenin/çözümlemenin gerektirdiği
zamandan hızlı bir şekilde cevaplar ve açıklamalar bulmaya itmesi.
Düşünmenin/çözümlemenin gerektirdiği zaman derken nicel bir süredense
niteliksel bir zamanı kastediyorum. Dolaysıyla hızlı derken de doğrudan kısa
bir süreye işaret etmekten ziyade, düşünceyi kestirme yollardan tamamlama
eğiliminden bahsediyorum. Tanık olunan baskı ve şiddeti anlamlandırmaya
çalışırken bu anlamda hızlı davranabiliyor ve bu nedenle tutarlılık iddiasını
kaybeden söylemlere meyledebiliyoruz.
Bana göre baskı ve şiddetin bize uç gelen
türlerini adlandırırken kullanılan “insanlık dışı” tanımlaması ve buna karşı
geliştirilen “insanlık” savunusunun, tutarlılık açısından gözden geçirilmesi
gerekiyor. Burada iddiam o ki; “insanlık” kavramını kötülüğün, saldırganlığın
karşısında konumlandırırken “hedeflenen insanlık”tan bahsediliyor olsa bile, bu
niyet şu varsayımın egemenliğinden kaçamıyor: insanın kötülüğü, insanlıktan
çıkma durumu ile ilişkilidir; yani insanlık alanının dışındadır -çoğunlukla hayvanlık
alanındadır. Bana göre, insanın gerçekleştirdiği “iyilik” gibi, “kötülüğün” de
insana özgü olduğu gerçeğine dokunmamak, “kötülük” sorununu düşünme alanımızın
dışına itmekte ve soyutlaşırmakta. Bunu insanın özsel olarak nasıl bir varlık
olduğu tartışması ile bağlantı kurmadan söylüyorum. Aynı zamanda bence, konu
edilen saldırganlıklar insanlık dışında tutulduğunda belli bir teorik
tutarlılıktan, dolayısıyla gerçekliğe uygunluk iddiasından vazgeçerek, sorunun
esas öğelerini tanımama riski alınıyor ve bu soruna karşı geliştirilen mücadele
önerileri de soyut ilkesel duruşlarda asılı kalıyor.
Kuşkusuz “kötülük”, kültür, tarih ve
mekandan bağımsız bir kategori değil. Bunu bir kategori olarak kullanmamayı
savunmak da mümkün. Bunları gözardı ediyor ya da özellikle bu kategorinin
kullanımını meşrulaştırmayı amaçlıyor değilim. Burada bu kavramı günümüzde
sıklıkla karşılaştığımız, anlam dünyamızı sarsıntıya uğratan saldırgan
eylemlere karşılık gelecek şekilde kullanıyorum. Kavram, okuyucunun çağırışımı
ile dolmaya açık.
Aşağıda, tanık olduğumuz bu
saldırganlık biçimlerinin politik söylemlerde hızlı bir şekilde “insan dışı”
olarak adlandırılmasının altında yer alan doğallaştırıcı ve dışsallaştırıcı
varsayımları (“içimizdeki hayvani taraf”) sorgulamak için, insan
saldırganlığının hangi belirleyici özellikler sebebiyle insana özgü olduğunu
düşündüğümü anlatacağım.
İnsan Saldırganlığının İki Özgün Özelliği*
1. Saldırganlığın Kendini Koruma ve
İhtiyaçlara Ulaşma ile İlişkisi
Yaygın bir kabule göre insanın saldırganlığı kendini koruma amacı ile
doğrudan ilişkilidir ve doğuştan gelir. Bu noktada insan ile hayvan
saldırganlığı eşleştirilir ve saldırganlığın uygarlaştırılması, hayvaniliğin
evcilleştirilmesi olarak düşünülür. Saldırma eylemi hayvaniliğin bir
tezahürüdür.
Buna karşın, insan saldırganlığının
korkuyla ve kendini koruma arzusu ile bir ilişkisi vardır ama saldırganlık
insanın kendini koruması amacı doğrultusunda birincil değildir. Eğer, insanın kendini koruması için insana özgü
gerçeklikle örtüşen, dolayısıyla insanın hayatta kalmasına doğrudan yarayan ve
birincil olan bir dürtücü kuvvet aranacaksa, bakılması gereken ilk yer “sevgi”dir
(metnin amacı dolayısıyla burada kavramı en genel adıyla kullanıyorum).
İnsanın en erken kendini koruma
biçimi bir ötekini sevmesi ve ona bağlanmasıdır. Saldırganlık ise sevgiye göre
ikincildir ve birincil olanın, sevginin dahil olduğu ilişkiden türer. Saldırganlık
bu ilişkinin içinden -burada açıklamaya yer ayıramayacağımız bir biçimde-
çıkarken koruma işlevi üstlenebilir ve koruma biçimlerine dahil olur. Bununla
birlikte saldırgan eğilimlerin kendini koruma biçimlerine malzeme olması, kendini
koruma durumlarının saldırganlıktan azade olup olmadığına dair bir tartışma
yürütmediğimiz için, buradaki iddiamızı etkilemez. Saldırganlık ile kendini
koruma ilişkisi arasına bir dolayım girmiştir, saldırganlık ikincil olarak varlığını sürdürür. Bu;
insanın, özdeşleşme, dil ve kültür özellikleri dolayısıyla mümkün olan bir
süreçtir. Bizzat bu özellikler aynı zamanda “birincil” ve “ikincil” ifadelerini
mümkün kılan bir zamansal ardışıklık ilişkisini de mümkün kılan özelliklerdir.
Buradan hayvanların sevmediğini ya
da saldırganlığın onlar için birincil olduğunu çıkarmamıza da gerek yoktur –ki
bu çoğu örnek için anlamsız da olacaktır. Çıkaracağımız şey şudur: insanın
kendini koruma arzusunun saldırganlıkla ilişkisi, hayvanın kendini koruma
güdüsünün saldırganlıkla ilişkisinden farklıdır.
İnsan için, onun hayatını belirleyen bir ardışıklık kurulmuştur ve bu
ardışıklık saldırganlığın ikincil olduğu bir biçimdedir. (Saldırganlığın
üzerine inşa olduğu evrimsel zihinsel bir temel olup olmadığı ise ayrıca
tartışılmalıdır.)
Bu fikirlere karşı
sunulabilecek bir tez, belli yaşamsal kaynaklara ulaşmak ve kendi varlıklarını
korumak için insanların birbirleriyle savaşmaya eğilimli olduğu ve bu özelliği
evrimsel olarak taşıdıklarıdır. Sınıflı toplum gerçeğini bir kenara bırakıp,
tezin sınıflı toplum üzerine kurulmadığını varsaysak bile burada gözden kaçan bir
şey, insanların maddi yaşamın sürekliliğini sağlamak, yani kendini korumak için
öncelikle ötekilerle bağ kurdukları, birbirlerini “sevdikleri”, topluluk
olduklarıdır. Maddi yaşamın yeniden üretilmesi için topluluk olmak, savaşmayı öncelemek
durumundadır. Topluluk olmayı salt sevgi temelinde açıklayamayız ve topluluk
olmanın sevgiye ciddi sınırlamalar getirdiğini de kabul ederiz ama zorunlu ve
birincil koşul (bir tür) sevgidir. Ondan sonra gelen savaşma durumunun/olasılığının
ise zorunluluk taşıdığını söylemek ikna edici değildir. Bunu ise aşağıda
temellendirmeye çalışacağım.
İnsanların ihtiyaç duyulan bir şeye
ulaşmak ya da onu korumak için mücadele etmeye, savaşmaya ve ötekileri alt
etmeye güdülendiği varsayılır. Bu düşünce; savaşmanın, ihtiyaçların giderilmesi
için her durumda başvurulan bir yol olduğu varsayımı veya insanın başka bir
çare kalmadığında –insansı davranışın alt limiti olarak- kullandığı bir yol
olduğu varsayımı üzerine kurulu olabilir. Bana kalırsa bu iki durumda da
saldırmak ve savaşmak doğal zorunluluk içeren bir yol olarak ele alınamaz. (Direnç
ve direnişin varlığını tanımak için de bunları doğal güdülerle temellendirmek zorunda
değiliz.)
Bunun en önemli sebebi, yukarıda da insana özgü olarak saydığımız,
özdeşleşme, dil ve kültür özelliklerinin ihtiyaçlar konusunda da dolaylamalar
yaratmasıdır. Hayvanlar ile insanlar arasındaki bedensel/dürtüsel
ihtiyaçlardaki temel benzeşmelere rağmen, insan ihtiyaçları sembolik değerler
alarak zihinsel temsillere dönüşmüşlerdir. Bu, ihtiyaçların kurgusal olduğu, bedensel/dürtüsel
temellerinin bulunmadığı veya dış gerçeklikle ilişkiden muaf oldukları anlamına
gelmez. Kendini koruma konusunda olduğuna benzer olarak şu anlama gelir: insanın
kendi ihtiyaçları ile kurduğu ilişki, hayvanın kendi ihtiyaçlarıyla kurduğu
ilişkiden niteliksel olarak farklıdır.
İnsanın ihtiyaçları çeşitli düşüncelerin, sahnelerin, ilişkilerin, kurguların
parçası olarak var olurlar ve çeşitli davranışsal
tepkilerle –ki her ne kadar bir “güdü”den bahsedilse de referans verilen
çoğunlukla savaşma davranışıdır- aralarındaki bağ dolaylı hale gelir. Yani
insan ihtiyacı her koşulda bir dolayıma
tabi oluyorsa, onun doğrudan
gerektirdiği bir davranış olduğu düşüncesi sorgulanmalıdır. Bu dolayım alanı
ideolojilerin de işlediği alandır. İhtiyaç ve arzular bu alanda “biçim”lenirler.
Aynı zaman saldırma durumunun sistematik ve organize biçimlerine imkan veren de
bu dolayımdır.
Peki, bu, biyolojik yaşamın
devamlılığını sağlamak için karşılanması gereken ihtiyaçlar söz konusu
olduğunda da geçerli midir?
Aslında temel ihtiyaçlardan mahrum
olmak burada bahsettiğimiz dolaylanma durumunu ortadan kaldırmaz. İnsan için
zaman geriye doğru işleyemez ve zihnin bir kısmı “geriye doğru” gidebilse, bazı
işlevlerini yitirebilse de ve davranış böyle bir özgün durumda oluşsa da,
insanın kültürelleşmiş olma sürecinin geri çevrildiği düşünülemez (beyin hasarı
durumları bunun dışında tutulmalı). Doğrudan yaşamsal ihtiyaçların
karşılanmasından mahrum olma durumu, dürtüsel baskının (ve acının) dayanılmaz
boyutlara çıkması anlamına gelebilir. Ama bu dayanılmaz durum, saldırgan
davranışlar ortaya çıkardığı durumlarda bile soyutlama, özdeşleşme, zihinsel
temsiller ve sahneler üzerine kuruludur. İnsanın bu durumunun doğrudan sonuçları olarak tanımlayabileceğimiz
davranışsal tepkiler olduğunu savunmak güçtür. Bu iddiayı desteklemek için
mahrumiyet durumlarının giderilmesi amacı doğrultusunda saldırmak ve savaşmak
dışında pek çok potansiyel seçeneğin de bulunduğunu ve bunların da
“seçilebilir” olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Temel ihtiyaçlardan
mahrum kalma ve rekabet durumunun, tarihte ortaya çıkmış ve geçerli olmuş tek
çözümünün saldırmak olduğu iddiası bana, bütünlüklü olmaktansa ideolojik bir
argüman gibi geliyor.
2. Saldırganlık için Gereken Bastırma
İnsan saldırganlığı karşıdaki
kişiyle kurulan özdeşleşmenin, bunun içsel temsillerinin, yani kendiliğin “parçalarının”
belirli bir ölçüde yok sayılmasını içerir. İnsanların öteki insanları “sevme”
eğilimi, onlarla kurduğu özdeşleşmenin ve onların acısını kendi acısı olarak bilmesinin,
hissetmesinin -ve tersinin de yaratıcısıdır. Tabii yaşam boyu bu eğilim çeşitli
çatışmalara girer, bariyerlere takılır,
çeşitli formlar alır, çeşitli yerlerde tıkanır. Gerçeklik içerisinde saf ve
özgür sevgi imkanlı değildir. Ne olursa olsun insanın insanla kurduğu
özdeşleşmenin –ve belki insan olmayanla kurduğunun da- tohumları atılmıştır ve
insan ötekini kendine, kendini ötekine benzetir. İnsanın başka bir insana
saldırganlığı onun çeşitli ölçülerde yabancılaştırılmasını, dolayısıyla
benzetme durumunun belli bir kısmının karanlıkta bırakılmasını içerir.
Savaşçı ideolojiler bu nedenle
insanlardan bu benzetme ilişkisini koparmaya çalışırlar. Tabii ki var olan şey tam
anlamıyla koparılamaz, çeşitli seviyelerde bastırmaya tabi olabilir. İnsan
böyle bir sürecin sonucu olarak ötekini bir yabancı nesne olarak algılayabilir,
onun canını acıtabilir ve onun canını acıttığında kendi canında acıyan kısmı
görmezden gelir. Bunun savaş ya da benzeri şekilde algılanan durumlarda ortaya
çıktığını, insanların acımayı tanımamaya başladıkça acımasızlaştığını, bu
durumun sürmesi için egemenlerin ciddi çalışmalar sergilediğini, belli etkiler
ortadan kalkınca bu durumdan sarsıcı geriye dönüşler de olabildiğini biliyoruz.
Bu işleyişin sadece bu metinde bizi ilgilendiren kısmını ele aldığımız
gerçeğini bir kenarda tutarak söylersek; sunduğum mantığa göre saldırganlık,
karşıdaki ötekinin yabancı “sanılması” ve benzerlik ilişkisine dair düşünce ve
(olası) duyguların yok sayılması ile işler. Saldırganlık öncesi bir sevgi ve
özdeşimin mümkün kıldığı bu tip bir işleyiş, insanın saldırganlığını
belirlerken onu hayvanın saldırganlığından da ayırır. İlk maddede ifade
ettiğimiz gibi insan varlığının tarihinin ardışıklık içeren doğası burada da
devrededir ve saldırganlığın saf saldırganlık olmasına izin vermez.
Özellikle bu noktada ya da yeniden
bu noktada okuyucu tarafından “aşırı-psikolojikleştirme” yapmakla
eleştirilebilirim. Bu nedenle neden böyle bir “psikolojikleştirmeye” başvurduğumu
açıklamalıyım.
Metnin yola çıktığı gözlem “insan dışılık”
tanımlamasının uç baskı ve şiddet yöntemlerini tanımaya çalışırken, tutarlılık
arayışını bir noktada bir kenara bırakılıp politik söylemi öne çıkarma uğruna
sıklıkla kullanılması idi. İddiam ise, teorik tutarlılıktan feragat etmenin
politik tutarlılık ve politik önerilerden de feragat edilmesi anlamına
geldiğidir. Tanık olunan “kötülükler” insanlık dışılık söyleminin taşıdığı
doğallaştırıcı ve özselleştirici bakış açısı ile tanımlandığında, önerilen
politik söylem “onurlu insan olmak” gibi –önemsiz demiyorum- soyut bir noktada
askıda kalabiliyor. Bu hali aşmak için hâlihazırda zaten psikolojik olan birçok
varsayımın bozulması ve bireysel ile toplumsal arasındaki geçişliliği kavramak
üzere yeniden yapılandırılmasını anlamlı buluyorum. Elbette bunun davranışçı,
izole edici, anaakım bir psikoloji
anlayışıyla değil, psikanalizin yardımıyla yapılabileceğini düşünüyorum. Bu
nedenle sunduğum birçok argüman ilk bakışta psikolojik özellikleri de göze
çarpıyor olabilir. Ama “sosyolojik-politik” dil kullanan argümanların
sosyolojikleşmesi ve politikleşebilmesi için taşıdığı psikolojik (aslında
psikanalitik demeliyiz) varsayımların da geçerli temellerine kavuşturulabilmesi
gerekiyor. Burada bu netleştirme bireyselleştirme ile değil, bireysel ile
toplumsal arasındaki geçiş ve sıçrama durumlarını anlama çabasıyla yapılıyor.
Konumuza dönersek, insanın saldırmak
için karşısındakinin varlığına dair içinde taşıdığı bir temsili, bir ilişkiyi
bastırması gerektiğini söylemek, insan saldırganlığının tekil, saf, zorlama
gerektirmeyen, “doğal” bir saldırganlık olmadığını söylemek anlamına geliyor. Doğal
gerekliliğin değil de, zorlamanın için işine karıştığı noktada ise politik
stratejiler ve ideolojiler önemli bir hale geliyor. Bireysel düzlemde
anlatıldığını düşünülebilecek hikayenin toplumsal boyutu açığa çıkıyor. Aynı
zamanda kendi politik söylem ve stratejimizi de ne üzerine
kurabileceğimiz/kuramayacağımız sorusu yeniden tartışmaya açılmış oluyor. Savaşçıl
söylem ve stratejilerin bireysel ve toplumsal olarak bizlerin işine
yaramayacağını düşünmemin bir sebebi de budur. Sosyalist bir mantığın
olabildiğince, insanla özdeşleşmenin bastırılmamasına uğraşması, baskılayıcı
sistemlerin yerinden edilmesi için uğraşması ve bunlara yönelik yasalar/ortaklıklar
üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çabanın ise, soyut ilke ve ideallere
tutunmuş bir biçimde kalmaktan ziyade, nesnel bir gerçekliğin bastırılmasının
çözülmesi olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.
Özgünlüğün Açtığı Alan
Bu yazıda insanın yarattığı kötülüğün insanın dışına doğru yapılan göndermelerle
açıklanamayacağını savunmak için, insanın saldırganlığının kendine özgü
olduğunu açıklamaya çalıştım. İnsanın saldırganlığının, hayvani ve doğal
olmadığını, kendini koruma ve ihtiyaçlara ulaşmada birincil olmadığını ve öteki
insanlara olan sevginin (en genel adıyla kullandığımı bir kez daha
vurgulamalıyım) bastırılması ile işleme konduğunu iddia ettim. Böyle
düşündüğümüzde, tanık olduğumuz ve/veya içinde olduğumuz şiddet dolu sahneleri
yaratanların insanlık düzleminden bir yere çıkmadığını ve hayvanlaşmadığını
düşünebiliriz ve bu duruma dair açıklamalarımızı insanın dışına referans
vererek yapmaktan kaçınmış oluruz. Bunun, insanın doğuştan “kötü” olduğu
iddiasıyla karıştırılmaması gerektiği, insanın saldırganlıkla ilişkisine dair
sunduğum fikirlere bakıldığında anlaşılacaktır. Görülecektir ki, insanın
kendine özgü durumundan bahsederken yararlandığımız temel özellikler, insanı
özdeşleşme, dil ve kültür yoluyla ayrıştıran özelliklerdir. Yani insanın kendi
kötülüğünün, başka canlılara atfedilemeyecek olması ile insanın varoluşsal
olarak kötü olması apayrı önermelerdir.
Aslında var olan baskı ve şiddetin özgünlüğünü
kavramsallaştırırken hem dışsallaştırmadan hem de doğallaştırmadan uzak durmuş
oluyoruz. Mücadele için de bir alan açıyoruz.
“Kötülüğü”
doğallaştırmamayı kuramsallaştırarak, saldırganlığın dolayımlı oluşuna dikkat
çekerek, dolayımı sağlayan alanı bir mücadele alanı haline de getirmiş oluruz.
Daha doğrusu hâlihazırda egemen ideolojilerin mücadele alanı haline getirmiş
olduğu alanı tespit etmiş ve buraya yönelmiş oluruz. Aynı zamanda bu dolayım
alanındaki mücadelenin sadece karşılıklı fikirlerin çarpışması olmadığını, aynı
zamanda bunun bir paradigma mücadelesi olduğunu da görmemiz gerekir. Bundan
kastım şudur: Egemen ideolojiler, bu dolaylanma alanı içerisinde sadece
fikirlerle değil aynı zamanda gerileme, yabancılaştırma, arzu, korku, nefret
gibi ruhsal durumları ortaya çıkaracak biçimleri devreye sokarak işlerler.
İdeolojiler fikirlerden ibaret değildir; ruhsal işleyişe de sızarlar. Bu bize
sosyalist bir paradigmanın da sadece fikirlerden ibaret olmadığını, aynı
zamanda insanların işleyişine dahil olacak, ona müdahale edecek bir düşünme ve ilişkisel eyleme biçimi
olduğunu anlatır. Bu düşünme biçiminin ne
olacağına karar verirken, özdüşünümsellik bu nedenle bu kadar önemlidir.
Kötülüğün dışsallaştırıl(a)maması, bunun
üretimine insanlığın kendine özel katkılarının görülmesi, çözümün bize uzak
olduğu hissini uyandırabilir. Neticede bu şekilde insan olmaktan kaynaklı doğal
ve özsel çözümlerin olmadığını kabul etmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir
dışsallaştırma eğilimini tersine çevirdiğimizde, konuyu gerçekten düşünme
alanımızın içine almış ve üzerine çalışabileceğimiz çelişkileri de görebilmiş
oluruz. Doğal eğilimlere ve insan olmayan modellere atfettiğimizde gözümüzden
kaçan çelişkili bir işleyiş insanın gerçek durumuna baktığımızda daha görünür
hale gelir. İnsan saldırganlığını özgün yapan durumlar, aynı zamanda onu
çelişkili/çatışmalı bir zemine de oturtmaktadır. Bu çelişkili zemin ve bu zemin
üzerinde yapacağımız seçimler de politik söylem ve stratejilerimizin önemli
gündemleridir. İlgili gündemler üzerine yapılacak tartışmaları ise başka metin
ve mecralara bırakarak, bu yazıyı noktalıyorum.
* Bu iki
maddede temel alınan düşünceler için İlker Özyıldırım’ın “Gezi Bağlamında
Vicdan-Üstbenlik Gerilimi: Başka Tür Bir 'Bastırma'ya Dair Bir Deneme” (2016, Gezi’yi Psikanalizle Düşünmek, s. 65-76. İstanbul: Bağlam
Yayınları) metnine bakabilirsiniz.
Baran