10 Temmuz 2020 Cuma

Durarak düşünmek

Eylem Akçay

(Bu yazı Psikoloji ve Toplum Bülteni'nin 10. sayısında yayımlanmıştır: http://psikolojivetoplum.todap.org/2020/05/psikoloji-ve-toplum-say-10.html)

Salgının yarattığı belirsizlik ve kaygı ortamına herkes küfesindeki alet edavatla cevap vermeye çalışıyor, ama yeni araçlar üretmek de zorunlu görünüyor bir yandan. Kendi adıma, bireysel hayatımdaki ciddi belirsizlikler, yakınlarımın sağlığına ilişkin yoğun kaygılar ve hayatımdaki beklenmedik köklü değişikliklerin ardından yakalandım salgına ve “gönüllü” karantinaya. Karantinanın gönüllü olmamasını, yani böyle bir kararın yükünü kendi dışıma atabilmeyi dilerdim. Bu, evden çalışamayan ve çalışmak zorunda olan başkaları hakkındaki suçluluk duygularımı da azaltırdı, ama en azından kendimi biraz daha güvende hissettiğim için şanslı sayılmalıyım.

Karantina koşulları, evde kalmanın yanı sıra hijyen kurallarını ve sosyal mesafelendirmeyi de içeriyor. Yani kamu idaresi üzerimizden sokağa çıkma zorunluluğunu kaldırmış veya sokağa çıkma isteğimizi bastırma kararının yükünü almış olsaydı bile, dışsallaştıramayacağımız ve “gönüllü” olarak kaybedeceğimiz çok şey kalıyor geriye. Sokağa çıkma zorunluluğu üzerlerinden alınmayanlar kendilerinin ve yakınlarının hastalığa yakalanma riskinin baskısını benden daha yoğun hissediyor olmalı, Türkiye’de tespit edilen “iş cinayetleri” verilerinde Kovid-19’un şimdiden dördüncü sıraya yükseldiği söyleniyor. Evden çalışanlar, kaygıyla ücretsiz izni tercih eden veya ücretsiz izne zorlananlar için de bu endişeye ek olarak yoğun belirsizlikler, kayıp riskleri söz konusu: Masraflar nasıl ödenecek, işten atılacak mıyım, bu böyle daha ne kadar sürecek?

Belirsizlik

Yakın zaman içinde kendi hayatımda yaşadığım belirsizlikler ve şimdi tüm dünyayla paylaştıklarımı birbirinden ayıramıyorum. Hatta kayıpları da. Yazı boyunca da ayıramayacak gibiyim, çünkü (bunun için kendimi yetkin görmemenin yanı sıra) kaygılarımdan sıyrılarak dünyanın veya yaşadığım coğrafyanın toplumsal sorunlarına uzaktan bakma ve değerlendirmeler yapma gücü hissetmiyorum. Bundan çok da şikayetçi değilim. Dediğim gibi, yeni kayıplar karşısında yeni araçlarla donatılmış değiliz ve belki kendime bu belirsizliğe karşı biraz bağışıklık atfedebilirim. Mesela yaşadığım deneyimlerde şimdi belirsizlik ve kaygı arasındaki sürekliliği takip edebildiğimi düşünüyorum. Bir süre önce annemin bir türlü teşhis konamayan bir rahatsızlığı vardı. Sonunda teşhis konduğunda benim kaygım öncesine göre çok daha arttığı halde annemin rahatlamış olduğunu fark ettim. Hastalığının ciddiyetine rağmen belirsizliğin yarattığı kaygıdan kurtulmak ona iyi gelmişti. Salgın konusunda yetkililerin çeşitli açıklamaları ve ortalıkta dönen söylentiler, hastalığa yakalanmamak veya ondan kurtulmak için ne yapılacağının bilinmemesi ve bu konuda uzmanlardan gelen bilgilerin de sürekli değişmesi benzer bir belirsizlik yaratıyor bana göre. Buna salgın sonrası nasıl bir hayatla karşılaşacağımıza dair belirsizlik de ekleniyor. “Yeni normal” diye anılan gelecek, normal olmadığından (ama belki ona alışabileceğimizden) başka hiçbir şey söylemiyor bize. Bu belirsizlikle farklı kişiler farklı şekillerde başa çıkmaya çalışıyor. Tüm dünyada bu konuda yazılar yazılıyor, tartışmalar yapılıyor. Bana kalırsa bu yazıları yazanlar da meseleye dışarıdan bakamazlar ve bu yüzden esasında kendi başa çıkma yöntemlerini paylaşmakla yetiniyorlar.

Kendiminkiler, anneminkiler ve eli kaleme giden düşünürler dahil insanların bu belirsizliğin yarattığı kaygıyla başa çıkma yöntemlerinin bazılarını paylaştığını düşünüyorum. Örneğin, kimileri her şeyin kökten değişeceğini, kimileri de hiçbir şeyin değişmeyeceğini öngörüyor. Her şeyin kökten değişeceğini söyleyenlerin bazıları iyimser: Salgının bazı gerçekleri ve sahtelikleri, mesela toplumdaki eşitsizlikleri ve yanılgıları açığa çıkardığını, bunun da bizi iyiye yönelteceğini umuyorlar. Kötümser olanlarsa gücü elinde tutanların yeni durumu kendi çıkarlarına çevireceğinden, daha distopik bir gelecekten endişe ediyorlar. Ama hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyleyenler de var. Bu yaklaşım da kötümser, ama karantina sonrasındaki “felaketin” yeni bir şey olmayacağını, sadece öncenin devamı olacağını düşünüyorlar.

Bu yaklaşımlar içinde bulunduğumuz zor zamanı tarihin durduğu bir parantez olarak değerlendiriyorlar. Önceyle, yani normalle gelecek arasında, “yeni normal” arasında bir bekleme odası. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünenler için bekletme tuşuna tekrar basılmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Ama büyük değişim bekleyenler arasında bu zamanı nasıl geçirdiğimizin kaderimizi belirleyeceğine inananlar da var. Bu elbette tartışma götürmez bir gerçek, ama bu yaklaşımlar da bekleme odasının dışına dair kehanetvari bir çıkarıma sırtını yaslıyor: Eğer insanlar bu krizle açığa çıkan gerçeklere uygun bir tavır alırsa hayat bayram, almazsa felaket olacak. Bu insanlık için eskisi kadar zor bir görev, belki şimdi daha da zor.

Belirsizlikle başa çıkmaya çalışan başka yaklaşımlardan da bahsetmek istiyorum. Kimileri, virüsün ve insanların tümünün yaşadığı bu krizin daha büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyor. Virüsün insan yapısı olduğuna ve belli değişimleri amaçlayan bazı güçlerde üretilip yayıldığına dair komplo teorilerine inananlar bunlara bir örnek. Bu amaçlanan değişim, acımasızlığı teslim edilse de o kadar kötücül bile sayılmayabiliyor bazen: Örneğin nüfusun hızla azalması kötü bir şey olmayabilir. Ama “büyük planın” sahibinin insanlar değil doğa olduğunu düşünenler de var: Doğa insandan öcünü alıyor veya insan doğaya ve gezegene yaşattığı yıkımın ceremesini çekiyor. Son olarak da virüsün hiç var olmadığına, hiçbir önlem almamıza gerek olmadığına inananlardan ve salgının hâlihazırda trafik kazaları ve iş kazalarından ölenlerden daha fazla insanı öldürmediği gerçeğini ısrarla vurgulayanlardan bahsetmiş olayım.

Kehanette bulunan veya komplo teorileri kuran, iyimser veya kötümser olabilen tüm bu yaklaşımların şu iki cümleyi tekrar edebileceğini düşünüyorum: “Bu durum hâlihazırda bildiğim, tanıdığım bir şeye benziyor” ve “hepsi geçecek ve yerini tanıdığım, tanıyabileceğim bir şeye bırakacak”. Yaklaşımların taşıdığı aşırılık da belirsizliğin aşırılığına uygun bana kalırsa. Elbette bilime, tarihe, dünyanın bugüne kadarki birikimine başvurmak ve olup bitenleri anlamaya çalışmak zorundayız. Ama karantina uzadıkça bu kötü zamanı paranteze almak ve onu hızlıca bildiğimiz bir şeye benzetmek belirsizliğin kaygısını gidermeye yetmiyor. Ne kadar sabırsız ve aceleci olursak olalım öngörülerimizi doğrulama ve onlara uygun tavır alma imkanımız gittikçe daralıyor.

Belki de belirsizliği ve bizde yarattığı kaygıyı böyle hızla reddetmeyi bırakmalıyız. Belki de toplumsal bağlamda “bir şey değişecek mi” veya “değişince neye benzeyecek” sorularına hızla cevap aramamalıyız. Uzayıp giden karantinanın içinde, halihazırda değişimin yaşanıyor olduğunu görmek ve birikimimizi bu değişimin ipuçlarını yakalamaya hasretmek daha doğru olabilir. Zaman durmuyor ve dünya sonunda neye benzeyecek olursa olsun biz de bu zamanın içinden geçerken değişiyoruz.

Peki bizde değişen ve kriz başladığından bu yana değişmiş olan nedir? Bu sorunun cevaplarından biri, herkesin değişiminin kendine özgü olduğu olabilir. Herkesin kendine has sorunları, kaygıları vardır. Kimileri salgın sebebiyle hayatlarında köklü değişiklikler yaşamıştır, yeni kaygılar edinmiştir, hatta belki yeni ve iyi alışkanlıklar edinmiştir. Bir cevabı da, herkesle, belki de tüm insanlarla paylaştığımız, bizi birbirimize bağlayan değişiklikler içinde aranabilir. Benim için bu, kayıp yaşamak: Beni hareketsiz kılan, günlük hayatımı felce uğratan ve görevlerimi yerine getirmemi engelleyen bir kayıp hissiyle uğraşıyorum. Bu süreçteki kaybın bende ve toplumda birçok veçhesi var, ancak en genel şekliyle ifade etmem gerekirse bildiğimiz ve içinde yaşamaya alıştığımız dünyayı kaybettik.

Kayıp

Bir dinin çok ayrıntılı ibadet ritüellerini takip ediyor gibiyiz. Her türlü dokunmanın kuralları var. Önce ellerimizi sabunla yirmi saniye yıkamalıyız. Kendi ağzımıza, gözümüze, burnumuza dokunmamalıyız. Kalabalık yerlerdeki nesnelere dokunmamalıyız. Kalabalık yerlere girmemeliyiz. Birbirimize dokunmamalıyız. Ellerimizin yanı sıra diğer temas olasılıklarını da engellemeliyiz. Birbirimizden bir buçuk metre, belki daha fazla mesafede durmalıyız. Hatta evlerimizden çıkmamalıyız. Eve çağırdığımız market çalışanıyla temas etmemeliyiz. Getirdiği şeyleri içeri almadan önce temizlemeliyiz.

İbadet gibi, çünkü bizi daha yüce bir şeye de bağlıyor bütün bunlar. Kurallara sadece kendi sağlığımızı korumak için uyuyor değiliz, bunlar kamu sağlığının yeni kuralları. Birbirimize doğru öksürmek cinayete teşebbüs sayılır. Kendimizi virüsün yayılmasını engellemek için korumalıyız, çünkü dünyanın öbür ucundaki rastgele biriyle tükürüklerimizi paylaştığımızı öğrendik. Ama aynı zamanda ibadetteki gibi kimileri için istisnalar var ve farklar da söz konusu. 65 yaş üstü insanlar ve çocuklar için özel kurallar var. Farkı belirleyen şeyin bazı durumlarda çalışma olduğunu söyleyebiliriz: Gönüllü karantinaya girebilen evden çalışanlarla sokağa çıkma zorunluluğu kaldırılmayan çeşitli iş kollarında çalışanlar farklı kurallara tabi.

Her durumda bu ritüeller bir kaybı ifade ediyor aynı zamanda. Sosyal ve yakın ilişki kurma ihtiyacımızı karşılamaktan vazgeçiyoruz veya bunu sınırlıyoruz. Tanıdığımız ve tanımadığımız insanlara güven mesajları verme yöntemlerimiz değişti. Eskiden olsa güvensizlik verecek davranışları gösteriyor ve başkalarından da talep ediyoruz. Sosyal mesafe veya mesafelendirme kavramı üzerine çok konuşuldu, bunun yerine fiziksel mesafe denmesi gerektiği söylendi. Bu tartışma bile neyi kaybettiğimizi ve korumaya çalıştığımızı açığa vuruyor.

Elbette başkasına dokunabilmeyi, sarılabilmeyi, onun bedeniyle, yüzüyle arama mesafe koymamayı özlüyorum. Karantinadan sonra artık bunun mümkün olmasını da bekliyorum, bunu istemem de gayet meşru. Ama bugün bunu kaybetmiş olduğumu da reddedemem. Fiziksel mesafenin aynı zamanda sosyal olduğunu, sosyal ilişkinin ve iletişimin aynı zamanda bedenlerimizin ilişkisi olduğunu kabul etmeliyiz. Dünyanın öbür ucundaki birinin bedeninden çıkan bir tükürüğün bana ulaşmasını mümkün kılan sosyal ilişkiler ağının uluslararası ticaretle, tedarik zincirleriyle, internetle alakasını görmeliyiz. Özlemim ve düzeleceğine dair beklentim kadar bu kaybın yasını tutmak da hakkım olmalı. Bunu “fiziksel mesafe” olarak adlandırıp reddetmek öfkemi hafifletmediği gibi onu bilgisayar ekranlarında, emaillerde ve telefon ahizelerinde yeniden yeniden kurmaya çalıştığım sosyal ilişkilerime yönlendirmeme de sebep olabilir.

Mesafenin sosyal olduğunu kabul etmenin yanı sıra, bu kaybın bir sosyal düzenleme olduğunu düşünmek de rahatlatıcı geliyor bana. Bu yüzden “sosyal mesafelendirme” kavramını daha çok kullanıyorum. Bu benim bencilce veya fedakarca kendi kendime aldığım bir karar ve gönüllü bir kayıp değil sadece. Hep beraber veya gönüllü-gönülsüz irade devrettiğimiz kamusal, profesyonel otoritelerle birlikte sosyal ilişkilerimizi alışageldiğimizden farklı bir şekle zorluyoruz. Adımlarını sayan bir kırkayak gibiyiz, yürürken ayaklarımızın karışması, hareketsiz kalmamız şaşılacak bir şey değil. Düzenlemeye ihtiyaç duyuyoruz, en geniş ölçeklerde bile: Küresel tükürük alışverişinin, mesela uluslararası ticaretin ve korkunç sebepleriyle birlikte göçmenliğin de düzenlenmesi bir ihtiyaç. Ekonomik ilişkiler ayrı bir doğa değil, onlar da fazlasıyla sosyal ve bedensel ilişkiler. Krizden muaf olmaları veya bir zaman sonra “normale” dönmeleri beklenmemeli.

Kayıpla başa çıkabilmek için bir düzenlemeye başvurmak her zaman mümkün olmayabilir. Ev gezmelerini, akraba ziyaretlerini kaybettik. Parkta çocuklarımızın arkadaşlar bulmasını, yaşıtlarıyla birbirlerini sınamalarını huzurlu ve tedirgin bir şekilde izlemeyi kaybettik. Hafta sonu arkadaşlarla bir yerde oturmayı, konsere veya futbol maçına gitmeyi kaybettik. Belki hepsi tekrar geri gelecek ama şimdi yoklar, sosyal mesafelendirme düzenlemesi onların anlamını ve formunu şimdiden değiştirdi. Ama bu sosyal rutinlerimizin yanı sıra gelecek planlarımıza dair de kayıplarımız var. Tatil planlarımızı kaybettik, örneğin. Bir arkadaşım karantinayla birlikte çok ilgi duyduğu alanında yurtdışında alacağı eğitime dair onu heyecanlandıran planlarının bozulduğunu ve “plan yapmak gerektiğini” iyice anladığını yazmıştı. Ben de ona “planlamanın” ne kadar önemli olduğunu karantinayla birlikte benim de anladığımı söylemiştim. Elbette plan yapmak gerektiğini değil, yapmamak gerektiğini söylemek istiyordu, yanlış yazmıştı. Arkadaşımın düzeltmesine rağmen “planlama” ihtiyacına dair fikrim değişmemişti, bir süre daha planlamanın öneminden filan bahsedebileceğimi hissettim o an. Bunun üzerine düşündüm sonrasında, neden bu kadar açık bir çelişkiyi görememiştim ve gördükten sonra da kabul etmeye direnmiştim? Bu soruyu başka bir şekilde sorabiliriz şimdi: Plan yapamıyor oluşumuza dair nasıl bir “planlama” yapabiliriz? Soruyu biraz daha geliştirmeye çalışayım: Kişisel düzlemdeki planlarımızın sosyal düzlemde bir güvenceye kavuşmasını (yani plan kayıplarımızın sosyal telafisini) nasıl sağlayabiliriz? Mesafenin sosyal olduğunu ve kaybın sosyal bir kayıp olduğunu teslim etmek, onunla başa çıkabilmek için de sosyal araçlara ihtiyacımız olduğunu görmeyi gerektiriyor.

Araçlar

Salgınla başa çıkmak için sosyal araçlarımız yeterli mi? Hastalığın asıl korkutucu yanının dünyadaki sağlık sistemlerini hızla kilitleyecek bir yoğunluğa ulaşılması ve virüsle alakalı olmasa da sağlık hizmetlerinden yararlanmanın mümkün olmaması riski olduğunu öğrendik. “Gerektiğinde” bu gerekçelerin akılcı olup olmamasına bakmadan zor ve hatta acımasız şiddet kullanabilen kamu idareleri, bu gerçeğe rağmen iyice zora düşmedikçe radikal kararlar almadılar. Dünya toplumları olarak yaşlı ve hastaların gözden çıkarılmasına ve acil servislerin aciliyet sırasını düzenleyen triyaj bölümlerinin kimin öleceğine kimin yaşayacağına karar verilen araçlara dönüşüvermesine ne kadar hazır olduğumuzu sezdik. Dünyanın bilimsel bilgi birikimi açısından komplo teorilerine kaynaklık sağlayacak derecede öngörülü olduğu pandemi konusunda kamu idarelerinin hazırlıksız ve mevcut kurumların yetersiz olduğunu gördük. Sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere hizmet sunumundaki sorunlar ve kamusal sunumuna olan ihtiyaç da ortaya çıktı. Bu sorunların çoğu yeni değil ama salgınla görünür olan diğer meselelerle birlikte belirginleştiler. Elbette bütün bunlar karantinada, koltuklarında, ekranlarının başında veya çalışmak üzere sokakta tedirgin insanların boyunu aşan konular. Çoğunlukla bu kadar “büyük” meseleler, günlük kaygıların zeminini oluştursalar da, bu kaygılarla kaplanan yüzeyin altında görünmez olur. Dünya toplumları olarak paylaştığımız ortak medeniyetimiz, bu zeminin güvenilmezliğini de içeriyor veya ona alışkın. Bu zeminin sarsılarak yer yer görünür olması durumunda ise en yakınlarımızla tek başımıza hal çareleri arıyoruz genelde. 

Salgının pandemi olduğunun kabulü, insan “türünün” bütün dünyada benzer tepkiler vermesine yol açtı. Araştırma şirketinde çalışan bir arkadaşım, tuvalet kağıdının “medeniyet sembolü” olduğunu ve karantinada tuvalet kâğıdı stoklama çılgınlığının ona medeniyete tutunmayı çağrıştırdığını söylemişti. Hamit Bozarslan, medeniyeti bir çeşit değişime güvenle tarif ediyor:

Zamana güvenebilmek şu anlama gelmekte: Geçmişin anlamlı olduğunu ve bugünkü ânın geleceği kurmayı mümkün kılan bir an olarak değerlendirilmesi. Mekâna güvenebilmek ise mekânda barışçıl bir şekilde dolaşılabildiğine, mekânın barışçıl ve sürekli bir biçimde değiştirilebileceğine inanabilmek.

Bu tarifin isabetli olduğunu düşünüyorum. Salgının yarattığı belirsizlik, kayıp ve değişiklikler zamana ve mekâna güvenimizi sarsıyor. Tutunabileceğimiz, sabit bir şey arıyoruz bunun karşısında. Oysa “medeniyetin” sağladığı güven böyle bir sabitlikte değil, anlayabildiğimiz ve bize düşman gibi görünmeyen bir değişimde yatıyor.

Ben salgın başladığından beri çeşitli kişilerin, uzmanların, düşünürlerin neler söylediğini takip etmeye ve ipuçları bulmaya çalıştım. Şu an eksikliğini çektiğimiz, neden bu salgınla karşı karşıya geldiğimiz veya sonrasında neyle karşılaşacağımız hakkında tutarlı bilgiler medeniyete tekrar kavuşma konusunda belki işimizi görürdü. Sonunda tuvalet kâğıdı veya başka herhangi bir ürün kadar bize söylenen nedenler ve kehanetlerin de bizi başkalarına, zamana ve mekâna yeniden bağlamakta yeterli olmadığını fark ettim. Sonra, en yakınımdaki, birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımı ekran buluşmalarıyla “harekete geçirmeye”, hatta “fırsatı değerlendirmeye” çağırmaya filan gayret ettim. Sonra bir arkadaşım bana “durmayı” önerdi. İçinde bulunduğumuz durum hayret vericiydi, basitçe “yeni bir durum” karşısında yapıp ettiklerimizi yapmaya devam edemezdik. Şaşırmaya, korkmaya ve neye uğradığımızı hissetmeye hakkımız vardı.

Beyaz yakalı çalışanların oluşturduğu “emek mücadelesi” başlığı altına konabilecek bir platforma üyeyim. Emek örgütleri, kadın örgütleri ve benzerleri doğal olarak salgın öncesi yapmakta oldukları işleri yeni durumda güncelleyerek yollarına devam etme refleksi gösteriyorlar. 1 Mayıs kutlaması için yapılan planlar bile meydanlarda yapılacak şeyleri bu sefer ekranda tekrar etmeye çalışıyor. Sanki düşmemek için durmamaya çalışıyoruz. Bir yere dikkat kesilmiş gibiyiz ama salgının kaygısını uzaklaştırmak için dikkatimizi dağıtıyoruz belki de. Geçmişten beri taşıdığımız kaygıların zemindeki mevcut sarsıntıyla ilişkisini kurmaya çalışıyoruz, ama bu şimdi yaşadığımız kaygılarla uğraşmayı ertelememize yol açmamalı. Eski ama iş görür araçlarımızı hatırlamamız önemli ama belki yeni araçlar imal etmemiz gerekiyor hâlâ: Geri çevirmenin, sabit tutmanın veya reddetmenin değil, güvenle değiştirmenin ve değişikliği kabul etmenin araçlarını.

Dikkatimizi ne yaşadığımıza yoğunlaştırmak ve düşünmeye başlamak için “durmak” kulak vermemiz gereken bir öneri olabilir. Durmak için, tümüyle hareketsiz kalmak veya durdurulmaktan farklı olarak, aktif olmamız gerekir. Tıpkı sosyal mesafelendirmenin sosyal ilişkilerimizi sonlandırmaması ama bizi sosyal ilişkilerimizi yeniden ayarlamaya yöneltmesi gibi. Tıpkı sosyal mesafeyi yeniden ayarlamak gibi durmak da adımlarını sayan bir kırkayağın heyecanını duymamızı sağlayabilir: Özellikle de zemin böyle sarsılırken. Dururken düşünebiliriz: Sosyal ilişkilerimiz belirsizliği nasıl ve ne şartlarda kaldırıyor? Sosyal araçlarımız bu sarsıntıyı, belirsizlik ve kaygıyı karşılamak için yeterli mi? Yetersizse neresi yetersiz ve nasıl yeterli olur? Dururken hayal de kurabiliriz: Belirsizliği ve kaygıyı taşıyabilen, paylaşabilen ve kendini buna göre yeniden ayarlayabilen ilişkilerimiz daha neler üretebilir ve nasıl bir dünya/dünyalar kurabiliriz daha?

Üyesi olduğum örgütün hayallerinden biri, “duygu sandıkları” kurmaktı, bunlar tıpkı emekli sandığı gibi, ruhsal birikimlerimizi işten atılma, mobbing gibi sosyal sorunlar ve kriz anlarında birbirimizle paylaşmamızı sağlayacak, sosyoekonomik olduğu kadar psikososyal dayanışma kurumlarıydı. Salgın, böyle “sandıklara” dünya insanları olarak ne çok ihtiyacımız olduğunu ortaya çıkarıyor. Nasıl koruyucu sağlık hizmetleri ve halk sağlığı ile tedavinin birbirinden ayrılmaması gerektiğini, biri olmadıkça diğerinin de olmadığını öğrendiysek şunu da anladık: Ruhsal ve bedensel açıdan kendimizi korumak, toplumu da korumak anlamına geliyor ve toplumu korumadan kendimizi koruyamıyoruz.

Türkiye’de kamu idaresi durmayı veya durdurmayı göze alamadı, çalışanların büyük çoğunluğunun üzerinden sokağa çıkma zorunluluğunu kaldırmadı. Salgınsız bir yakın gelecek hayali satarak toplumu borçlanmaya teşvik etmekle yetindi, ama toplumsal birikimi ve kaynağı topluma yeniden dağıtmaya yanaşmadı. Bu kararların çoğu kişi için sosyal krizin kişisel krize, aile trajedilerine çevrilmesiyle ve yalnızlaşmakla sonuçlanması çok mümkün. Duygu sandıkları, sosyal krizi ruhsal boyutlarıyla birlikte ve bireyi/aileyi aşan sosyal bir ölçekte karşılamak açısından işlevli olabilir. Ancak pandemi boyutundaki bir krizle birlikte krizde düşmemizi engellemekten ve acil destek vermekten fazlasını içermeleri, içlerine kaygıyı koyduğumuzda taşıyabilmeleri gerektiğini de öğrendik.

Salgının bizi, toplumu ve insanlığı değiştirdiğini, değiştirmekte olduğunu unutmamalı ve bu değişimle yüzleşebilmeliyiz. Belirsizlik, kaygı ve kayıplarımız karşısında dikkatimizi dağıtmaya çalışmaktan fazlasını yapabiliriz. Durmak, düşünmek, hayal kurmak, yakınlıklarımızı artırmak, büyütmek ve daha güvenceli hale sokmak işiyle uğraşmak, eskiden beri faydalandığımız bize ait kaynaklarla yeni ilişkiler kurmamızı ve ortalığın biraz daha yatıştığı bir zamana daha iyi hazırlanmamızı sağlayabilir. Şimdi insana ait olanın berraklaştığı, kişisel olanla toplumsal olanın nasıl bir arada olduğunun görüldüğü ve birbirinden hakkını istediği bir zamanın içinden geçiyoruz. Bu zamanın hakkını vermekten imtina etmeyelim.

2 Temmuz 2020 Perşembe

Koronavirüs bir kedi olabilir mi: Ekososyalist özne üzerine birkaç fikir

Baran Gürsel

İtalya’dan bir bulaşıcı hastalıklar uzmanı koronavirüsün agresif bir kaplandan vahşi bir kediye dönüşmüş olabileceğini söylemiş.* Bu hipoteze ilişkin başka bilimsel arayışları bir kenara koyup çağrışımsal bir arayışa girsek acaba nasıl olur?

Tam olarak neyin kastedilerek söylendiğini askıya alarak bu hipoteze ortak bir hayalimizmiş gibi bakalım. Bu hayalin yüzeye yakın bir anlamı, virüsün tanıdıklaşması ve evcilleşmesine yöneliktir. Esas ifadede vahşi bir kediden, hatta bir tür olarak vahşi kediden bahsedilmesi bile, kaplanla yan yana duran bir kedinin gönderme yaptığı bu anlamı iptal edemez diye düşünüyorum. Buradaki kurguda virüsün etkisinin azalması ve insana daha az zarar veriyor olması, onun saldırganlığında, vahşiliğinde bir azalma olarak ifade ediliyor ve bir tanıdıklaşma ve evcilleşme olarak ele alınıyor. Sadece tüm tekinsizliğine karşı virüse bir beden biçme arzumuzla ilişkili olmayan bu kurgunun aynı zamanda doğanın kontrol yoluyla evcilleştirilmesine yönelik hem modern hem de kapitalist olan motivasyondan beslendiği öne sürülebilir. Ve belki buradaki, kontrolün “onda değil bizde” olması isteği, içinde bulunduğumuz "ilk normalleşme döneminde" oluşan havanın, "ilk olağanüstü dönemindekine" nazaran daha çok bilgi (parçası) barındırması ve bu bilgilerin yol açtığı –yerli ya da yersiz olduğunu henüz anlayamadığımız- yeterlilik hissinden güç alıyor olabilir. Ama yorumlamayı bu düzeyde bırakırsak hem yorumda, “doğanın nesneleştirilmesini” tekrarlamış hem de bir çelişkiyi gözden kaçırmış oluruz.

Bu hipotezin/hayalin hayvan oyuncuları vardır (kaplan ve kedi) ve belki ilk bakışta, herhangi birer insan olsalardı çekecekleri kadar dikkat çekmez, o ölçüde anlam arayışını teşvik etmezler. Bu durum, “doğanın nesneleştirilmesi” eğiliminin bize, yoruma/yorumcuya bulaşmasına işaret ediyor olabilir; buna karşı uyanık olmalıyız. Aynı zamanda bu hayvanlar, hipotezi öne süren tarafından gelişigüzel mi seçilmiştir bilinmez ama hiçbir seçimin o kadar da gelişigüzel ve “anlamsız” olmadığını ve her seçimin o ya da bu ölçüde toplumsal ortaklıklardan izler (örn. fanteziler, ideolojiler, vb.) barındırdığını biliriz. O halde dikkatimizi buradan esirgeyemeyiz. Hipotezde kaplan-kedi ikilisinin vahşi-evcil ikiliğini temsil ettiği bir düzeyde iddia edebiliyoruz ama bu hayvanlara daha yakından baktığımızda yeni bir çelişkiyle karşı karşıya kalıyoruz: Kediler evcil midir?

Kedilerin, insanlara duyduğu ihtiyaç, bağlılık ve ilgi onları zihnimizde ve toplumsal bellekte sadece evcil yapıyorsa eğer bu ancak onların yabancılıklarının, kestirilemezliklerinin, “deliliklerinin” göz ardı edilmesi pahasına mümkün olabilir. Kedi/doğa üzerinde egemenlik yanılsaması bu göz ardı etme işlemi sayesinde sürerken, “delilik” kabusumuz haline gelir, korku yüksek düzeyde bulaşıcılığını korur. O halde bu noktada şu soruyu sorabiliriz: salgın sürecinin bugüne kadarki olan kısmında kedileri/doğayı gerçekten tanıyabilmeye başladık mı, yani virüs, salgın ve doğanın yabancılığı ve kestirilemezliğiyle kurduğumuz ilişkide değişiklikler oldu mu yoksa hâlâ hayali kedilerin ve hayali bir egemenliğin mi peşindeyiz?

Bu soruyu canlı tutmayı, toplumsal ilişkilerimizin bağışıklığı açısından da anlamlı buluyorum.** Bununla birlikte bu gündemdeki “biz”i bu kadar belirsiz bırakırsak bir yandan da güncel gerçeklikle ilişki kurmaktan kaçınmanın yollarını döşemiş oluruz. Salgın sürecinde üretilen yaklaşımlardan tartışmalara sıkça konu olan bazılarının da bu dertten muzdarip olduğunu düşünüyorum. Bu süreçte; salgın yanılsaması, teknolojik mutlak otoriterlik, yeni bir dünya kardeşliği, insan gibi duygulanan ve davranan bir doğa, dünyalıların ortak savaşı, alt sınıfların ve ezilenlerin trajedisi vb. gibi temalar etrafında geliştirilen yaklaşımlar mitsel anlatılar içermelerine eşlik eder biçimde, dönüştürücü öznenin kim/ne olabileceğine ilişkin belirgin belirsizlikler barındırıyor. Elbette bazılarının gerçeklikle ne düzeyde temas halinde olduğunu anlamak için daha fazla zamana ihtiyaç vardır ama her halükarda dönüştürücü özneye ilişkin –kolaycı- belirsizlik, ya da yer yer aşırı soyut genellik, sorunun çözümünü iyice bulanıklaştırıyor. Ne kadar devrimci niyetlerimiz olursa olsun hayatta bizleri siyasi ve iktisadi iktidarların çözümlerine bağımlı kılıyor. O zaman burada şu soruları sormamız gerekiyor: Doğayla olan ilişkimizin yeniden düzenlenmesine kim/ne aracılık edecek ve bu ilişkinin kurucu yasalarını yeniden tanımlayacak? Doğanın yabancılığı ve kestirilemezliği ile yeni bir ilişkinin taşıyıcısı kim/ne olacak?

Bana kalırsa ekososyalist nitelikli özneyi bir ara alan gibi, aracı ve ortak bir özne/kurum/ekosistem gibi düşünebiliriz. Katılımcılarına (kişi, grup ve kurumlar) ne kendi mücadelelerini bırakma şartı koşan ne de onların toplamından ibaret olan bir alan. Yani onları ne inkâr eden ne de kendileri olarak bırakan ortak bir kurum. Burası öyle bir yer olmalı ki katılımcılar arasında, içe kapalı ve iyilik ahlakı odaklı gruplarda olduğundan farklı bir “oyun” dönebilsin; böyle olabilsin ki kedilerin/doğanın “deliliğinin” gerçekçi bir biçimde ancak oyunsu bir ilişkiyle karşılanabileceğini bize hatırlatsın ve yaşatsın. O ortaklıkta mücadeleciliği bile zaman zaman kenara bırakıp duygusal nefesler alabilelim. Ve nihayetinde bu ortak grubun “içeridekileri” yaratıcı bir eşitlikte bütünleştirme eğilimi “dışarıdakileri” yaratıcı bir eşitliğe büründürme arzusunu güdülesin.

Böylesi bir ortak kurum hakkında daha tartışılacak çok şey olabilir ama burada özellikle şuna değinmekte fayda var. Ekososyalist nitelikli ortak bir öznenin amaçlardan biri, insan doğa ilişkisinin temel yasa koyucularından olan kapitalizmi de bertaraf etmek olacağından, sınıf hareketi ve onun kurumları bu kurumun zorunlu katılımcısı olmalıdır. Ne kapitalizmden kurtulma yolundaki merkezi sorumluluğu yadsınan, ne de sadece kendinde, yani kendi “uygar” pozisyonunda (günümüzde sınıf hareketleri için, “ikircikli” bir aşamadan “uygar” aşamaya geçmenin bile ne kadar zor olabildiğini ayrı bir gündem olarak kenara yazalım) takılı kalabilen sınıf hareketleri ve kurumları. Sınıf oluşum süreçlerini, sınıf mücadelelerini, sınıf kurumlarımızı bu yöne doğru itmek için elimizden gelenler olabilir; bunları aramaya devam edelim.

*https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2020/06/23/italyan-doktor-bassetti-virus-asi-olmadan-kendi-kendine-yok-olabilir/
**İlk zamanlarda yazdığım bir denemede toplumsal-ruhsal bağışıklığın dayanışmacı kaynaklarından söz etmiştim: http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2020/03/virus-zamanlarnda-toplumsal-ruhsal.html

11 Nisan 2020 Cumartesi

Salgın Ortamının Etkileri Sadece Bireysel Değil, Kolektif de Olabilir

( El yazmaları'nın Baran Gürsel'le gerçekleştirdiği röportaj ilk olarak şu adreste yayımlanmıştır: https://elyazmalari.com/2020/04/05/baran-gursel-salgin-ortaminin-ruhsal-etkileri-sadece-bireysel-degil-kolektif-de-olabilir/)

El yazmaları’nın notu: Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği(TODAP) üyesi Psikolog Baran Gürsel ile, Covid-19 günlerinin toplumsal ruh sağlığına, düşünme ve davranma biçimlerimize etkilerini, yaşanan kaygı ve korkuyla baş etme yöntemlerimizi, “sosyal mesafe”yi ve bu süreçten kolektif bir çıkış için hangi adımları atabileceğimizi konuştuk. Siz sevgili okurlarımızın ilgisine sunarız.

EY: Fantastik gibi duran ama oldukça gerçek bir sürecin içerisinden geçiyoruz hep birlikte. Yaşam biçimlerimiz, planlarımız radikal olarak değişiyor. İnsanlık tarihi boyunca birçok salgın yaşandı. Şimdi de bir pandemi hali var. Türkiye dahil olmak üzere iki yüzden fazla ülkede bu pandemi çeşitli psikolojik etkileri de beraberinde getiriyor. Pandeminin yarattığı ruh halini bir psikolog olarak siz nasıl açıklarsınız? Pandeminin ne gibi etkileri oluyor ya da olabilir?

B: Herhalde -alanımız psikoloji olsun ya da olmasın- hepimizin anlamaya çalıştığı bir şey bu. Süreci ruhsal veya herhangi bir açıdan anlamaya çalışırken bu sürecin, onu anlamaya çalışanlar üzerinde de bir basınç uygulamakta olduğunu akılda tutmakta fayda var. Dolayısıyla elbette, bilgi, deneyim ve birikimlere dayalı belli çıkarımlar yapmaya ve belli fikirlere tutunmaya çalışıyoruz ama sürecin, bizi de içine alan temel bir özelliğini teslim edelim: Belirsizlik.

Hayatlarımız ve toplumsal ilişkilerimizde tahribata yol açacağı büyük ölçüde belli olan ama tahribatın, ne zaman ve ne süreyle, ne yakınlıkta ve ne derinlikte olacağını bilemediğimiz bir gerçekliğin içindeyiz. Bu belirsizlik durumu, hâlihazırda yaşadığımız kayıp, engellenme ve mahrumiyetlerle olduğu gibi, olası kayıp, engellenme ve mahrumiyetlerle de bezeli.

Durumun ruhsal etkilerini de bu bağlamda düşünmeye çalışırsak, bu deneyimin elbette zorlukları var ve yaşadığımız bu zorlanmalar bizi farklı farklı yönlere itebilir.

Bu yönler, içinde bulunduğumuz daha genel (örneğin kapitalist ilişkilerin özellikleri ve siyasal düzenler) ve daha özel toplumsal koşullardan (hangi sınıftan, sınıfın hangi kesiminden olduğumuz, hangi toplumsal kesimden olduğumuz, sosyal ilişkilerimizin özellikleri vb.) bireysel özgünlüklerimize (biyografik öykümüz, bedensel durum ve öykümüz, hayatımızda o an olup bitenler, vb.) kadar farklı unsurların etkileşimleriyle belirlenir.

Örneğin bazımız çaresizlik duygusunun baskınlığında, tutunabilecek birilerini-duyguları-düşünceleri bulmakta zorlanır, pek ışığın giremediği bir (ruhsal) dünyayla baş başa kalmış ya da orada hapsolmuş gibi hisseder.

Bedeni, belki düşünceleriyle birlikte hareketsizleşir, belki de acıları kendi dilinde açığa vurur. Bazımız bir yandan bu (ruhsal) dünyaya gelecek güçlü bir ışık niyetine, bir yandan da güncel gerçekliğin sarsıcı kuvvetine karşı ve onunla ilişkisi sınırlı olan, birilerine-düşüncelere-duygulara yönelir.

Tutunulan “kesin olanlar”la, hissedilen karmaşalar birbirini mütemadiyen takip eder. Bazımız güncel gerçekliği yer yer kısmen unutarak, yer yer onun sert gövdesinde tutunacak başka dallar bulup o yolla farklı birilerine-düşüncelere-duygulara varmaya çalışarak zamanı geçirir. Burada kaygıyla birlikte, bugünlerin de bir sonrasının olduğu duygusu ve hasarları birlikte aşma arzusu daha canlıdır.

Bu deneyim biçimlerinin birinde bir süre kalmak veya bunlar arasında gidip gelmek ihtimaller dahilindedir ve sembolik biçimde ifade ettiğim bu üç tür deneyimin türlü somut görünümleri olabilir.

Bu deneyimlere baktığımızda kendi ve kolektif toplumsal sorumluluğumuza ilişkin de şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Yoğun kaygıların ve çaresizliğin baskın olduğu deneyimleme biçimlerine karşı, erişilebilir (ilişkisel, fikirsel, duygusal, kurumsal, vb.) dalların görülebildiği deneyimlerin çoğalabilmesi için gereken (bireysel, ilişkisel, kurumsal, vb.) koşulları düşünmek, tartışmak, oluşturmak.

Salgından korunmak ve başkalarını da korumak adına evlere çekilmeye başlanılan bir dönemi yaşıyoruz. Ancak, evde kapalı kalmanın da olumsuz etkileri açığa çıkıyor zamanla. Özellikle, hali hazırda obsesyonları-özellikle temizlik üzerine- bulunan kişiler için bu süreç daha da zorlayıcı geçebiliyor. Temizlik neredeyse bütün bir günü kaplayabiliyor. Bir de bunun yanında, kaygı düzeyini arttıran haberleri okumak ve sadece bu konu odaklı paylaşımları takip etmek insan zihnini neredeyse işgal ediyor. Bedenimizi korumak kadar psikolojimizi de korumamız ve zorlu bu sürece hazırlamamız gereken bir zamandan geçiyoruz. Bu süreci evlerde- (çalışmak zorunda değilsek elbette(!)- geçirirken neler yapabilir nelere odaklanabiliriz?

Buna dolaylı bir cevabım var. Salgın süreci insanlar arasındaki, farklı toplumsal kesimler arasındaki, farklı toplumlar arasındaki, bireyle toplum arasındaki ilişkilerin yeniden düşünülmesi için imkânlar yaratıyor sanki. İzlediğimiz her haberde, sokağa her çıkmayı-çıkmamayı, geçmişi-geleceği, yakınlarımızı-kendimizi, evde kalabilenleri-kalamayanları, çocukları-yetişkinleri, az-çok risk altında olanları, başka ülkelerde yapılanları-yapılmayanları, kapitalizmin zararlarını, sağlık sistemlerinin yetersizliklerini… her düşündüğümüzde aslında bu ilişkileri (insanlar arasındaki bağları) düşünüyoruz. Bazen bilerek, bazen bilmeyerek, bazen olumlu, bazen olumsuz duygularla ama çoğunlukla yüklü duygularla bunu yapıyoruz. Bu süreçte başkalarını ve toplumsal ilişkileri düşüncelerimize daha çok davet ediyoruz. Zihnimiz de epey kalabalıklaşıyor.

Tabii ki bunun huzursuz, kaygılı ve belki kaotik bir tarafı var ama öte yandan meraklı bir tarafı da olabilir ve/veya bu tarafı daha canlı hale getirebiliriz. Zihnimizdeki kalabalığı düşünme ve yeniden düzenlemenin yollarını arayabiliriz.

Mevcut koşulları ve olası hasar ve kayıpları mümkün mertebe taşıyabilmek zihnimizdeki ilişkileri canlı, yenilenebilir ve zengin tutmakla mümkün olur herhalde. Bunu da, hâlihazırda sahip olduğumuz huzursuz meraklardan yola çıkarak yapmaya çalışabiliriz örneğin.

Bunun için belli aktiviteleri diğerlerinden üstün tutmak anlamlı olur mu bilmiyorum, çünkü evde yapılan (veya işe gidip gelirken yapılan da olabilir) aktivitelerin ilgili kişinin ruhsal dünyasında nereye denk düştüğünü bilemeyiz. Ama yapılan herhangi bir aktiviteyi (haber okumak, şiir yazmak, birini düşünmek, sohbet etmek, boş durmak, vb.) belli sorular eşliğinde düşünmeye çalışmak anlamlı olabilir: burada kendimize, başkalarına, topluma, geleceğe ilişkin neleri arıyoruz? Bu sorularla kendi kendimize ve başkalarıyla birlikte oynamanın bir anlamı olabilir diye düşünüyorum.

Bir yandan da “sosyal mesafe” çağrıları yapılıyor. Sosyal ilişkiler çoğunlukla internet ya da telefon üzerinden ilerliyor. Siz bu kavram üzerine neler söylersiniz; mesafeler nasıl olacak, toplumsallık nasıl sürecek?

“Sosyal mesafe” kavramı güncel pratikleri tanımlamak için en doğru kavram mıdır bunu bilemiyorum ama ne bu kavramın kendisinin sosyallikteki eksilmenin asli sorumlusu olduğunu, ne de doğrudan “fiziksel mesafe” gibi bir kavramla değiştirilerek sosyallikteki kayıpların tamir edilebileceğini düşünüyorum.

Bana kalırsa “sosyal mesafe” kavramı, içinde olduğumuz ve içine daha da gireceğimiz anlaşılan mesafelenme tarzının gerçekten, doğrudan, ikame edilemez şekilde kaybettirdiklerine dair bir işaret barındırıyor.

Evet, kaybettiğimiz bir sosyallik ve sosyallikte kaybettiklerimiz var. Göz teması, bedensel temas, aracısız ses iletimi, koku, karşılıklı bedensel konumlanmalar, kalabalık olabilme, mekânda bulunabilme, vb. gibi birçok, sosyallik açısından kurucu fiziksel etkileşim yolu kaybedilmiş oldu.

Bu kayıpların geride bıraktığı boşluk ve diğer etkiler üzerine zaman içinde düşünmeyi önemli buluyorum.

Bu etkileşimler bir gün yeniden gerçekleştirilecek belki ama o zaman da bu “sosyal” kayıpların izleri bu ilişkilerde taşınıyor olacak. Bu nedenle bu kayıpları kavramsallaştırabilmemizi, düşünebilmemizi ve nihayetinde onların yasını tutabilmemizi önemli buluyorum.

Öte yandan, güncel ve görece eksik sosyalleşme biçimlerimiz üzerinden yeni bağlar kurmaya ihtiyacımız olduğunu ben de düşünüyorum.

Bu başka yollarla da olabilir tabii ama ben, bu bağların dayanışmacı kurumlar ve sınıf örgütlerinin “ev sahipliğinde” gerçekleşebilmesini, yani bu kurumların “sosyal mesafe” şartlarına uygun mekânlara dönüşmesini önemli buluyorum.

Bu kurumlar –internet kesintileri dâhil olmak üzere- çeşitli şartlar altında hem açık hem de güvenli (belli sınırların korunduğu) alanlar haline gelebilirse, hem mesafe kurallarını kendimizin belirleyeceği hem de birlikte geleceği düşleyebileceğimiz alanlarımız olmuş olur. Herhalde o zaman, önceki cevaba referansla söylersem, zihnimize girmiş olan kalabalığın kaosunun yatışması, kalabalığın bir ölçüde tanıdık hale gelmesi ve (alternatif) toplumsal ilişkilerin düşünülmesi de mümkün hale gelir.

Bir diğer ruh hali de komplo teorilerine kapılmak. Sürekli daha “kötü” şeylerin olacağı fikrine saplanmak… Deprem haberleri, çekirge sürüleri vb. Bunlar elbette bir yandan gerçekler ama öbür yandan da korunup atlatabileceğimiz şeyler. Bu düşüncelerle ilgili ne söylersiniz? Böyle dönemlerde yaygın mıdır bu?

Üç farklı düşünce nesnesinden bahsetmişsiniz: komplo teorileri, sürekli daha kötü şeylerin olacağı fikri, deprem ve çekirge sürüleri. Bunlar arasındaki farktan yola çıkarak şöyle bir düşünce egzersizi yapabiliriz. Bu üçünü, toplumsal/maddi gerçeklikle ilişki kurmanın üç farklı şeklinin örnekleri olarak düşünelim.

Birincisinin (komplo teorileri) bir yandan, kontrol edilebilir ve bilinebilir bir evren/olay tasarımı sunması ve bilgiye sahip olana hem hâkimiyet hem de özel olma duygusu vermesi nedeniyle, yoğun çaresizlik ve güçsüzlük hislerine karşı bir cazibesi olabilir –ki gerçekten ne kadar inanan olduğuna ilişkin bir bilgim yok.

Dolayısıyla burada toplumsal gerçekliğin eksiklerinden ve kuvvetinden arındırılarak tersine çevrilmesi eğilimi söz konusudur.

İkincisini (sürekli daha “kötü” şeylerin olacağı fikri) –tabii, bir bağlamda- olayların gidişatına ilişkin yine bir kontrol duygusunun korunmasına dayanan ama bunu, olan şeyin aynı şekilde olmaya devam edeceği düşüncesi çerçevesinde yapan bir eğilim olarak düşünebiliriz.

Dolayısıyla burada toplumsal gerçekliğin (algılandığı şekliyle) olduğu gibi değişmez kalacağının var sayılması söz konusudur. Bu iki düşünce de toplumsal/maddi gerçekliğin bir düzeyde yadsınması üzerine kuruludur. Ve başka yolla değiştirilmesi/aşılması arzusundan yoksundur. İlk soruda konuştuğumuza paralel şekilde salgın koşullarında da böyle yadsımaların ve arzu silikleşmesinin ortaya çıkması ihtimal dâhilindedir.

Bununla birlikte üçüncüsü (deprem ve çekirge sürüleri haberleri), toplumsal/maddi gerçeklikle daha farklı bir ilişkiye işaret ediyor gibi düşünebiliriz. İkisi de –komplo teorileri ve kötümserliğin aksine- gerçekliği yadsımanın aksine iki toplumsal/maddi gerçeğe işaret ediyor; rant ile plansızlık ve küresel iklim değişikliği. Dolayısıyla bir yandan hem koşulların yarattığı kaygıyı hem de hedefi aynı anda gösteriyor. Salgın konusunda da bu tarz düşünme biçimlerini geliştirmemizin anlamlı olduğunu düşünüyorum; tümgüçlülük veya çaresizliğe kaymadan kaygıyı taşıyabilmek ve değişimin hedefini belirleyebilmek.

İçerisinde bulunduğumuz yeni durum herkesi farklı biçimlerde bir şekilde etkiledi, etkiliyor. Ama öbür yandan yapılabilecek şeyler de var: Kolektif düşünme ve davranma, dayanışma gibi… Siz bunlara dair ne söylersiniz? Bizi, bu zamanlarda ruhsal olarak ayakta tutacak olan düşünme ve davranma biçimi ne olabilir?

Önceki sorularda biraz bunlara değinmiş oldum ama burada biraz ekleme yapabilirim. Dediğiniz gibi kolektif düşünmek ve hareket etmek çok önemli bence de ama şunu özellikle akılda tutmakta fayda var: Salgın ortamının ruhsal etkileri sadece bireysel değil, kolektif de olabilir. Yani bu türden etkileri, her boyuttan grubumuz, kolektif ortamımız ve kurumumuzun hareket tarzı, perspektifi, müdahalesi ve söyleminde de görebiliriz.

Bana kalırsa bu dönemde bu eğilimlere karşı biraz uyanık olmaya çalışabiliriz. Örneğin grup, içeridekileri bir “bir” olma ideali, mutlak fikirler ve yanılmazlıklar çerçevesinde birleştiren bir ortam olarak algılanabilir. Bu tür ortamlarda çoğunlukla belli kişiler bu doğruların taşıyıcısı kabul edilir.

Bu çerçevede, öteki kişi, grup ve düşünceler-duygular hiçleştirilebilir, yok sayılabilir. Ya da örneğin grubun, “en iyileri” bir araya getirdiği düşünülerek, dışarıda kalanlar “kötüler” ya da “henüz o kadar iyi olamamış olanlar” olarak algılanabilir.

Katı bir grup ahlakına yaslanılan bu durumda yapılan iyi-kötü ayrıştırması, toplumsal iktidar ilişkileri gözetilmeden, yatay biçimde (sınıf içinde veya baskı altındaki kesimler arasında) yapılır. Bu iki durumda da kolektif varoluşun –bazen öyle görünmemesine karşın ve bir anlamda koruyucu olmakla birlikte- içe kapatıcı, pasifleştirici ve düzen sürdürücü işlevleri vardır.

Bununla birlikte, dış gerçekliğin basıncı ne kadar sert olursa olsun gruplarımızın bazı özelliklerini korumaya ya da bu özellikleri kazanmasına çalışabiliriz.

Örneğin, grup içi farklılıkları yadsımadan, koşullara uygun ve gerçekçi talepler oluşturma özelliği bunlardan biri olabilir. Bu aynı zamanda, toplumsal iktidar ilişkilerini gözeterek, dikey eksenlerde mücadele vermek ve yatay ayrıştırmalara düşmeye karşı uyanık olmak demektir.

Burada, yatay ayrıştırmaya düşmeye ilişkin güncel küçük bir örnek vermek isterim. Evde kalma kampanyaları bağlamında konuşulan evde kalabilenler ve kalamayanlar arasındaki ayrımın doğrudan dikey sınıfsal bir ayrım olduğu anlayışı oldukça yaygındı ama biraz aceleciydi.

Çünkü bu ayrım aynı zamanda işçi sınıfı içindeki bir ayrımdır; öğretmenler, çevirmenler, STK çalışanları, vb. evde kalabilen işçilerken, market, belediye, hastanede çalışanlar evde kalamayan işçilerdir (ilgili dönemde). Dolayısıyla, kuşkusuz var olan eğilimlerimizin de etkisiyle böyle bir dönemde, kolektif düşünce ve hareket tarzlarımızda “kaçaklar” olabilmektedir.

Ama kolektif bir ortam ve dayanışmanın hepimiz için sağaltıcı ve dönüştürücü olmasını istiyorsak eğer, bu “kaçaklara” karşı uyanık olmak önemli gözüküyor. Ancak bu şekilde gruplarımızı ve kurumlarımızı, canlı ve gerçekten dönüştürücü alanlar yapabiliriz diye düşünüyorum.

“Sosyal mesafe” koşullarında gruplar kurar veya var olanları yenilerken biraz bunları aklımızda tutabilir, ortak alanları yeniden inşa etmek ve korumanın, birbirimizi korumak demek olduğunu hatırlayabiliriz.


18 Mart 2020 Çarşamba

Virüs Zamanlarında Toplumsal-Ruhsal "Bağışıklık" ve Sınıf Mücadelesi

(Bu yazı ilk olarak şurada yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/17/virus-zamanlarinda-toplumsal-ruhsal-bagisiklik-ve-sinif-mucadelesi/)

Baran Gürsel

Korona virüsü salgınının toplumsal-sınıfsal boyutu üzerine düşünmenin bir yolu da bunu, yaşadığımız kaygıdan yola çıkarak yapmak.

Bana kalırsa bu türden, yaşamı, ilişkileri ve geleceği tehdit eden bir olgunun yarattığı “öznel” kaygı, yaslanacağımız toplumsal ilişkilerin ve kurumların hasarlı olduğu durumlarda, daha yoğun, ketleyici, bireyselleştirici ve bulaşıcı olabiliyor. Güncel toplumlarda yaslanabilecegimiz ilişki ve kurumlar bir yandan, gündelik-toplumsal hafızaya dayalı, kendiliğinden kurulan, dayanışmacı ve paylaşımcı ilişkilerden; diğer yandan da canlı işçi sınıfı örgütleri, topluma yerleşmiş muhalif toplumsal örgütlenmeler ve devletin hayatı daha yaşanabilir ve adil kılabilecek işlevlerinden oluşuyor. Bu ilişki ve kurumların sermaye birikiminin “ihtiyaçları” için ve/veya siyasi otoriterleşme eğilimleriyle ciddi ölçüde tahrip edildiği ve bizim bunları yenilemekte epey zorlandığımız güncel koşullarda, virüsün yarattığı tehditle harekete geçen kaygılarımızın bu ilişkilerdeki “yetersizliklerden” beslenerek büyüyebildiğini düşünüyorum. Bu kaygı bazen, düşüncenin “belli bir anda” donması, sabitleşmesi ve bedenin hareketsizleşmesi veya tekrarlayıcı acil hareketlere yönelmesi şeklinde; bazen, çıkış ihtimallerinin ve geleceğin düşünülemez olması şeklinde; bazen, toplumsal gerçekliğin ve kaygının inkâr edilmesi veya başkasında “yakalandığında” değersiz veya zararlı addedilmesi şeklinde; bazen de oluşan aciliyet hissiyle birlikte kontrolü kural/sınır tanımayan otoriter öznelere devretme arzusu şeklinde veya başka şekillerde görünür olabiliyor.

Kaygının tüm bu görünümleri -kuşkusuz başka şeylerle birlikte- bir şekilde onarılmayı ve yeniden inşa edilmeyi bekleyen toplumsal ilişki ve kurumlara işaret ediyor. Yani, kaygıyı ve kaybı ne şekilde deneyimlersek deneyimleyelim, temel bazı ihtiyaçlarımızın benzer olduğunu da hatırlatıyor. Hepimizin sağlıklı olmaya ihtiyacı ve hakkı olduğu gibi, “toplumsal-ruhsal bir bağışıklık” için alternatif toplumsal düzenlere ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın çağrısına kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. İster “panik”, ister “inkâr”, isterse bazı referanslara (duygusal, düşünsel, bilimsel, kurumsal, vb.) tutunmaya çalışan pozisyonda olalım, ortak ihtiyacımız öncelikle, eşitlikçi ve dayanışmacı kurum ve ilişkileri düşleyebilmek, sonra bunları tasarıma, onarıma ve yeniden inşa eylemlerine dönüştürebilmektir. Bu “toplumsal” eylemler, fiziken birbirimizden ayrı durmamızın gerekebileceği bir düzende, duygu ve düşüncelerimizi farklı şekillerde buluşturmanın ve toplumsallaştırmanın olanaklarını bulmakla gerçekleşecektir diye tahmin diyorum. Şimdiden dünyada ve Türkiye’de hızla üretilen duygu-fikir, kamusal-bilimsel nitelikli bilgi, talep, grev, eylem ve tartışmaların açık ya da örtük olarak eşitlikçi/eşitleyen özellikte olanları, böyle bir toplumsallaşmanın, bağın ve stratejinin -tamamına erip ermemesi tabii ki birçok koşula bağlı- güncel kökleri olarak düşünülebilir.

Tek özelliği değil ama -hem genel olarak hem de salgınla ilişkimiz açısından- kayda değer bir özelliği kapitalist olmak olan toplumsal düzenlerimizin “toplumsal bağılışıklık” ilkesi çerçevesinde yeniden kuruluşunda önemli bir rolü olan ve olacak olan işçi sınıf mücadelesine değinmeden de bu alternatif toplumsallaşmadan söz etmek mümkün değil. Bu değiniyi, Gazete Duvar’da yayımlanan ve özellikle ufuk açıcı olduğunu düşündüğüm Ümit Kıvanç’ın “Nasıl bir dünyaya döneceğiz?”* yazısına ufak bir eleştiri getirerek yapmak isterim.

İlgili yazıda olduğu gibi işçi sınıfının eğitimli, vasıflı, meslek sahibi kesimlerini “orta sınıf” olarak tanımldığımızda, işçi sınıfı örgütlerinin sınıfın güncel kesimlerine doğru kendini genişletme sorumluluğunu ve daha önemlisi, işçi mücadelesinin kapitalizmi bertaraf etmekteki rolünü gündem dışı bırakmış oluyoruz diye düşünüyorum. Dolayısıyla işçi sınıfının farklı kesimlerinin, virüs ve kapitalizm karşısında kökten farklı çıkarlara sahip gruplarmış gibi görüyoruz. Bir yandan işçi sınıfının orta sınıf görünümlü kesimine ve orta sınıflara, gerçekçi görünmeyen ve bağımsız bir güç (ve tüm hayal kırıklığını da üstlenme sorumluluğu); bir yandan da sınıfın yoksul kesimlerine, “dışarıdan” ve eksik müttefiklerle tamamlanması beklenen bir görev (yoksul emekçi kesimlerin dünyanın ezilenleri kimliğinde buluşup dünyayı değiştirmesi) yüklemiş oluyoruz.

Hâlbuki yaşamını idame ettirmek için çalışmak zorunda olan göçmen ya da AVM çalışanı, sağlık personeli ya da fabrika çalışanı, katık atık toplayıcısı ya da çevirmen, her kesimden işçinin katılımını sağlayarak, onlara ve topluma, kapitalizmsiz ve her türden tehtide karşı bağışıklık geliştirmeye daha müsait toplumlar hediye edebilecek işçi sınıfı örgütlerine ihtiyaç var. Salgın zamanları ve sonrasını kuracak tek güç işçi sınıfı olmayabilir ama bu dönemde bu gücün, yıkıcı, onarıcı ve yeniden inşacı kapasitesini tartışmalarımıza daha çok getirmeliyiz diye düşünüyorum. Bunu da sadece, aklımıza, işçi sınıfı oluşumunun “uygar” aşamasını ve bu aşamaya odaklanan örgütlenmeleri (işçileri grup yapan sendika, dernek, platform, vb.) getirerek değil, aynı zamanda, sınıf oluşumunun “uygarlık sonrası” , yani toplumu yıkacak/kuracak “sembolik/etik” aşamasını hayal etmeye çalışarak ve sınıf örgütlerinin bu aşamayı canlandırabilecek alanlar olarak düşünüp tasarlayarak yapabiliriz.


2 Mart 2020 Pazartesi

Misafir filmi üzerine: Yerde bulacakken gökte aramak

Baran Gürsel

(Bu yazı 20.01.2020'de şu adreste yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/sinema/2020/01/26/misafir-yerde-bulacakken-gokte-aramak/ )

Andaç Haznedaroğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Misafir filminin doğrudan ya da dolaylı olarak işlediği ve işlemeden bıraktığı bazı unsurların göçmenliğin ruhsallığından izler olarak yorumlanabileceğini düşünüyorum. Bu izleri takip etmeyi sadece “göçmenleri anlamak” açısından değil, göçmenliğe bakan bizlerin (yönetmen, izleyici, yorumcu, yerli işçi, göçmen, yurt içi göçmen, eski göçmen vb.) gerilimlerini ve bu gerilimlerde savaş ve göçün payını anlamak açısından önemli buluyorum. Bu anlama çabası bana kalırsa, toplumsal dönüşümlere ihtiyaç duyanlar arasında “içten bağlar” kurulması açısından da vazgeçilmez bir çaba.

KAYBEDİLENLER VE GÖMÜLENLER

Film, sanki “iyi babaların” ölümüyle başlıyor. Yıkıma rağmen inşa eden, yanılsamalı da olsa bir umudu taşıyan, çocuklarıyla şakalaşan ve sınırları aşmayan “iyi babalar”, Lena ve Meryem’in babaları. Filmde “anne”nin kaybı konusunda bir tereddüt olsa da babaların öldüğünden emin gibiyiz. Meryem’in babasını gömdüğünü biliyoruz, Lena da babasının yaşadığına ilişkin bir inanç taşımıyor. Dolayısıyla burada savaş ve yıkımın, “iyi babaların” tereddüde yer bırakmayacak biçimde kaybedilmesi ile ilişkilendirildiğini düşünebiliriz. Filmin başında İsa’dan bir alıntı yapılması da herhalde bununla paralel düşünülebilir: İsa, onun hikayesiyle ilişki kuranlar için öldürülmüş, kaybedilmiş iyi bir babadır. Bununla birlikte İsa’nın hikâyesinin bir suç-suçluluk hikayesi olduğunu hatırlarsak ve suçluluk duygusunun göçmenlik deneyiminde temel bir yeri olduğunu düşünürsek suçluluğun film boyunca yok denecek kadar az işlenmiş olması daha dikkat çekici olur. Daha sonra dönmek üzere bunu kenara not edip devam edelim.

Filmde “iyi babaların” hayatta olduğu zamanlarda hem “suç” hem de “öfke” yıkıcı olmayan şekillerde var olabilmektedir. Örneğin çocuklar filmin başında bir evden eşyalar çalarlar, burada bir “suç” vardır ama bu faaliyet bir oyuna dönüşmüştür. Başka bir sahnede Lena ile Meryem birbirlerine laf atarlar, Meryem Lena’ya yatağını ıslattığını söyler, Lena da onun evlenmemiş olmasıyla dalga geçer ama bu bir şakalaşma olarak kalır, kavgaya dönüşmez. Ama sanki evler yıkılıp da “iyi babalar” öldükten sonra işler değişir. Örneğin yıkım sonrası sınıra doğru yürünürken militanlar tarafından alıkonulma sahnesinde “çiş”, laf atma sahnesindeki “çiş” (yatak ıslatma) gibi bir şakanın unsuru ya da belki bir tür öfkenin/ihtiyacın görüldüğüne işaret bir eden diyaloğun (Meryem Lena’nın gizlemeye çalıştığı bir şeyi görmüştür) parçası değil, artık apaçık iki uçlu bir durumun, bir hayat memat meselesinin unsuru haline gelmiştir. Bir durum, zulme uğrama ile zulümden kurtulma, yok olma ile hayatta kalma meselesi olarak deneyimlendiğinde bazı duyguların gözardı edilmesinin, gözden ıraklaştırılmasının de zemini oluşur. İşte filmdeki o kesitte Lena ile Meryem’in toprağa bir şeyler gömme çabasını da böyle düşünebiliriz. Filmde eksikliği hissedilen iki duygudur belki yıkım sonrası insanın gömmek zorunda hissettiği: Suçluluk ve öfke.

EV SAHİPLERİ VE GÖÇMENLER

“İyi babaların” yerini alan ev sahibi, tavuk sahibi, mahallenin gençleri gibi “kötü erkekler” sanki filmin, savaşın ürettiği erkekliği tanıtma biçimidir. Bununla birlikte “ev sahibinin” göçmen deneyiminde ikircikli duyguların, hem sevgi hem nefretin, hem öfke hem korkunun nesnesi olabileceğini de düşündüğümüzde, filmde çok açık olmasa da buna dair de bir emare buluruz. Lena’nın Meryem’den ısrarla masal okumasını istediği, Meryem’in bir masal okumaya başladığı ama sahnenin tavuk sahibinin (ve ev sahibinin) cama vuruşuyla kesildiği kesiti düşünelim. Burada bir yorum; masalın, hayalin ve anne-çocuk ilişkisinin travmatik bir şekilde bölündüğü üzerine olabilir -ki cama vurma sesi filmin başındaki savaş helikopterinin sesine de benziyor gibi geldi bana. Aynı zamanda başka bir yorum da mümkündür ve Meryem’in aslında orada masal anlat(a)mıyor olması üzerine kurulabilir. Meryem’in söze “bir zamanlar bir ülkede” diye başladığını gördüğümüz ama nasıl devam ettiğini bilmediğimiz için orada bir masal anlatabiliyor mu, yoksa masal yerine acı anıları mı tekrarlıyor bunu da bilmiyoruz. Eğer orada bir masal anlat(a)mama durumu söz konusuysa, araya giren üçüncü kişinin işlevi başka bir şekilde yorumlanabilir; travmatik anneyle çocuğu ayırma, travmatik anıyla benlik arasına girme ve masala alan açma işlevi olarak. En azından filmdeki belirsizlik, iki yöndeki yorumları da mümkün kılar ve göçmen deneyiminde “ev sahibinin” ikircikli algılanışına açık bir kapı bırakır: Ev sahibi bölen biri mi, koruyan biri mi? Akla gelebilecek soruları devam ettirelim: Bana yardım mı ediyor, beni kendine bağımlı mı yapmak istiyor? Bana açtığı alanda özgür müyüm, keyfi cezalara açık mıyım? Bana beni düşünerek mi kendisini düşünerek mi yardım ediyor? Tabii bir göçmenin hayatında gerçek ev sahiplerinden sivil toplum kuruluşlarına, uluslararası kuruluşlardan devletlere, devlet yöneticilerinden başka siyasetçilere kadar birçok kişinin bu “ev sahibi” konumunda olabileceğini de hatırlamalıyız.

Filmdeki ikinci ev sahibine geçtiğimizde de, göçmen deneyiminin taşıdığı başka çatışmalarla karşılaşıyoruz. Kadın ev sahibi Lena ve hasta kardeşini hastaneye götürdüğünde Lena ve Meryem birbirlerini kaybediyorlar. Bazen sağ kalmak, sağlıklı kalmak, sevilen birinin kaybı anlamına gelir. Sağ kalmak, annenin, anayurdun, anadilin belirsizlik içerisinde geride bırakılması anlamına gelir.

Öte yandan ev sahibinin içine girdiği sorgulamaların da bize söyledikleri var. Kadının eşine “yarın savaş çıksa ne yaparsın” sorusunu, “yarın ölecek olduğunu bilsen ne yaparsın” sorusuyla devam ettirmesi özellikle dikkat çekicidir çünkü savaş çoğunlukla büyük bir belirsizlik ve bilememe hâlidir, ölümü yakında hissetmemize rağmen, ne zaman ve ne şekilde öleceğimizi ya da ölüp ölmeyeceğimizi bile bilemediğimiz bir durumdur. Oysa “yarın ölecek olduğunu bilmek” ifadesi bu deneyimin tam karşısında yer alan bir belirliliğe ve bilebilirliğe dayanıyor gibidir. Dolayısıyla buradaki sorular bir yandan derin endişelere dayanır ama öte yandan da savaşın ve göçün çekirdeğindeki belirsizlik, tekinsizlik, kontrol kaybı ve çaresizliğin taşınabilmesine ve anlaşılabilmesine değil de örtük bırakılmasına işaret eder. Bu nedenle bu sahne, savaşın ve göçün, göçmen ile ev sahibi tarafından deneyimlenme biçimlerinin bazen ne kadar zıt, hatta kopuk olabileceğini gösteren bir sahne olarak düşünülebilir.

ÇOCUKLUĞUN KAYBI VE BÖLÜNMÜŞLÜK

Film, savaş ve göçün sadece “kötü” değil aynı zamanda “güçsüz” babalar/erkekler yaratmasına da işaret ediyor. Bir ikame baba olarak düşünülebilecek Ahmet’in, Meryem’e yardım etme konusunda tereddütlü yaklaşımları, ev sahibine karşı koymasının sonuçsuz kalması, aile grubunu bir arada tutamaması, güçsüz, çaresiz babalığa gönderme yaparken, çaresizliğin kadın ve çocuklara yıkılarak bertaraf edilmeye çalışılması savaşta ve göçte hem kadınlar hem de çocukların sadece “kendi” yüklerini üstlenmiyor olduklarının da bir göstergesi. Lena’nın “evlendirilen” akranıyla vedalaşması sonrasında içine girdiği çocukluk-annelik karmaşasını da buradan düşünebiliriz: bebeği gibi baktığı kardeşini bırakıp çocuk gibi oyun oynamaya, aşık olmaya, kavga etmeye doğru gittiğinde bunun ağır bir bedeli olur, kardeşi yalnız kalır ve hastalanır. Yani savaş ve göçle “eksik” kalmış üst kuşakların çocuklara aktardıkları (roller, hayaller, hayal kırıklıkları, duygular, kayıplar, boşluklar…) çocukların/çocukluğun, altında ezileceği yüklere dönüşür.

Çocukluk karmaşasının bu kadar yoğun yaşanmasından sonra Lena ile Meryem’in birbirini kaybetmesi, bana kalırsa filmin başından beri geçerli olan ve filmin sonuna kadar da geçerli olacak bir bölünmenin somutlaşmasına denk düşüyor. Bu da bazen göçmen deneyiminin içinde gerçekleşen bir bölünmenin temsili gibi düşünülebilir. Bu bölünmenin bir yanında -Lena’nın Meryem’i kaybettikten sonra yaşadıklarını düşünürsek- inkâr düzeyinde bir reddetme ve unutma, aşk ve hayaller, kuralsız bir özgürlük hayali ve ideal bir çocukluk (örneğin bebek arabası çalma durumunu düşünelim) var. Diğer yanda ise -Meryem’in yaşadıklarını düşünürsek- aklından atamama düzeyinde bir hatırlama, melankoli ve çaresizlik, keyfi bir şekilde cezalandırılma ve gerçeklik altında ezilmiş bir yetişkinlik (örneğin suçsuzken suçlanma ve karakola götürülme durumunu düşünelim) var. Bu iki dünya, acı verici ve yoksun bırakıcı bir “dış” dünya karşısında “iç” dünyanın birbirine iki zıt iki deneyim kümesine bölünmesini anlatır gibidir.

Aynı zamanda bu iki dünya/deneyim bir suç/hata temasıyla birbirine bağlanır. Lena’nın “görülmeyen”, Meryem’inse “üzerine atılan” suçlarında olduğu gibi. Belki bu, bölünmüşlüğün işlenememiş suçluluk duygusuyla olan bağlantısına bir işarettir ama yine de işlenemeden, gömülmüş bir şekilde bırakılır. Meryem’le Lena bir araya geldiklerinde öfkeli, suçlayan, pişman olan, suçluluk dolu duygular içinden geçip, sonrasında ilişkilerini sevgiyle, uzlaşma ve affetme yönünde onardıklarını görmeyiz. Bu nedenle buradan bir yüzleşme ve hesaplaşmanın olduğu şüpheli hale gelir. Meryem’in “Yeterince büyüdün, annenin öldüğünü kabul et, ben senin annen olayım” dediği sahne de bir çözüme işaret etmekten çok, farklı sorulara açık gibidir: Çocukluğun kaybedilmesine dair birçok ipucu olan bir öyküde çocuğun büyüdüğünü duymak/bilmek kimin ihtiyacıdır? Anayurdun kaybedilmesi üzerine kurulu bir öyküde annelerin hayatta olup olmadığına ilişkin belirsizliği taşıyamayan kimdir? Savaş ortamında yetişkin olmanın türlü acısıyla karşılaşılan bir bağlamda yetişkin olmayı düşünmekte zorlanan kimdir? Bu sorulara doğrudan ve sadece “Lena” diye cevap verip de bunu bir kapanış gibi düşünemeyiz.

UMUDUN KAYIP MEKÂNI

Filmin neyi yapıp neyi yapmadığından öte, belki de göçmenlik deneyiminin bir parçası olan, çözülmemişlik ve belirsizlik hissini filmin sonunda da yaşarız: Deniz Lena’ya kucak mı açacak yoksa onu yutacak mı? Bu aynı zamanda, kayıpların anılarına dair bir sorudur: Bu anılar yeni deneyimlerin yerleşebileceği bir beşik olabilecek mi yoksa ruhumu mu yutacak? Bana geçit verecek mi yoksa önüme dikilmeye devam mı edecek? Bu noktada kadın ev sahibinin, “yarın öleceğini bilse deniz kenarına gidecek olması” meselesine de dönebiliriz. Demek ki ev sahibiyle göçmeni birleştiren bir (deniz kenarında) veda sahnesi/düşüncesi/kaygısı vardır. Bununla birlikte, nasıl veda edeceği endişesini yaşayanla, veda etmeye fırsatı olmadan terk edenin nasıl bir ilişkide, nasıl bir dilde, nasıl bir evde buluşabileceği de cevaplanmadan kalan sorulardandır.

Filmin sonundaki vedada, ruhsal deneyimin, toplumsal gerçeğin ve -bir ara alan olan- film kurgusunun çelişkisi düğümlenir. Tekrarlanan söz şudur: canın sıkılırsa gökyüzüne bak, orada seni görecek biri hep var / sen mi / yok, her şeyden herkesten daha büyük. Belki de hikayenin başında yer altına gömülenlerin yer yüzüne (deneyimde/kurguda/gerçeklikte) çıkarılamamış olması, insanın, umudu yer yüzünde değil de gökyüzündeki aramasına neden olur. Filmin başında alıntılanan “İsa’nın sözünde” olduğu gibi, bakışın ve görülme arzusunun varacağı son yer göklerdeki babadır. Yer yüzündeki “kardeş” değil de gökyüzündeki “kayıp anne/baba”. Nesnesiz, ifadesiz ve çıkışsız kalan öfke ve ona eşlik eden suçluluk işlenemediğinde, göçmenliğin öznelliğine yeterli alan açılamadığında, hesaplaşmalar, yeni çözümler ve kardeşçe umutlar da engellenmiş olur. “Gökyüzünden bakan ve benim gökyüzünde gördüğüm sen mi olacaksın?” esprisinin ve umudunun önü kesilir. Filmin sonundaki mekân olan Bodrum’la Cizre arasındaki; göçmenlerle, “yerli” olup da savaş ve göçle yoğrulmuş insanlar arasındaki bağlar da görülemez, hissedilemez hâle gelir. Ama kuşkusuz bu gömülenleri görmeye, konuşmaya, birlikte deneyimlemeye ve bağlantılar kurmaya ihtiyacımız var, eğer bir kardeşleşmenin imkânını arıyorsak.




17 Ocak 2020 Cuma

Ekonomik kriz ve intihar üzerine: İfşa yerine inşaya yönelmek

( Bu metin başka bir başlıkla ilk olarak 09.11.2019 tarihinde evrensel.net'te yayımlanmıştır: https://www.evrensel.net/haber/390599/psikolog-baran-gursel-ekonomik-krizle-intiharin-iliskisini-ele-aldi )

Baran Gürsel

Çoğumuzun yaşamımızı sürdürmek için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri piyasadan satın almak ve bunu yapabilmek için de çalışmak zorunda olduğu bir düzende yaşıyoruz. "Kapitalist ekonomi" bu zorunlulukları da içeren birtakım toplumsal ilişkilere verdiğimiz bir ad neticede; dolayısıyla "ekonomik krizin" toplumsal ilişkilerdeki krizler anlamına da geldiğini söyleyebiliriz. Yani "ekonomik krizin" insanlardan ve insanlar arasındaki ilişkilerden bağımsız var olabileceğini düşünmek pek mümkün değil. Kriz, çeşitli vesilelerle ilişkilerimizin ve hayatlarımızın ortasına yerleşiyor.

Örneğin bir yandan "hayat pahalılığı" olarak; hayatı sürdürmek için ihtiyaç ve istek duyduğumuz şeylere erişimi zorlaştırıyor, erişimin bedelini ağırlaştırıyor ya da imkansız kılıyor. Diğer yandan -eğer çalışıyorsak- çalışma hayatındaki ilişkiler daha gerilim yüklü ilişkiler haline gelebiliyor. İşverenlerin maliyet azaltma ve benzeri sebeplerle çalışanlar üzerindeki denetimi arttırması, maddi ve sosyal haklarda kesintiler yapması ve hayatlarından çalınan gücü/zamanı arttırmasına, işsizliğin -zaten hiçbir zaman çok uzaklaşmamış- bir tehdit olarak varlığı eşlik ediyor. Bu türden durumların hayalkırıklığı, engellenmişlik, yoksunluk, çaresizlik, hınç, öfke, geleceksizlik... türünden deneyimleri çoğaltabileceğini düşünebiliriz. Aynı zamnda zaten kısıtlı olan hareket alanlarımızın daha da kısıtlandığını hissettirmesi, içimizdeki baskı ve sıkışma hislerini, kaybetme duygu ve kaygılarını canlandıran/çoğalması ihtimal dahilindedir. Herhalde özellikle borçluluğun etkisini de bunlara eklememiz gerekir. Çünkü borçluluğu görece sürdürülebilir biçimlerde yaşadığımız durumların da, kriz zamanında daha zorlayıcı içsel sıkışmalara dönmesi ihtimaller dahilinde.

Tüm bu etkilerin insanlardan insanlara, ilişkilerden ilişkilere doğru akma ve toplumsallaşma potansiyelini taşıdığını da aklımızda tutmalıyız.  Dolayısıyla krizin tekil olarak insanları etkilediğini söylemek yeterli olmaz; ilişkiler, kurumlar, topluluklar, toplumlar krizden etkilenir, krizin etkilerini taşır ve yaşar. Ama bu noktada şunu eklememiz gerekir: tüm bu yaralar aynı zamanda yeni ortaklıkların inşası için de zemin teşkil edebilirler ve tüm bu yaralar açılırken aynı zamanda onarıcı ve eşitlikçi bağlar o ya da bu ilişkide, o ya da bu formda var olmaya devam edebilirler.
Belki bu noktada ruhsallıkla toplumsallığın arasındaki ilişkiye dair bir not düşmekte fayda var. Toplumsallıkla ruhsallık ilişkisini konuşurken bunları birbirini dışlayan ve birbirinden bağımsız iki alan olarak düşünemeyiz. Toplumsal/nesnel ilişkiler -belli şekillerde- ruhsal/öznel dünyadaki ilişkilere dönüşür, ruhsal dünyadaki ilişkiler de -belli şekillerde- toplumsal ilişkilere dönüşür. Dolayısıyla her olgu belli ölçülerde ve şekillerde toplumsal ve ruhsal boyutlar içerir. Farklı yaklaşımlar olgulara farklı pencerelerden bakabilirler ama herhangi bir olgu ne sadece ruhsal ne de sadece toplumsal olarak kodlanabilir.

Ekonomik krizle intiharın ilişkisini tartışırken birkaç nokta üzerine daha fazla düşünmek gerektiğini düşünüyorum. Birincisi yukarıda sözünü edilen etkiler, ekonomik, dolayısıyla toplumsal ilişkilerdeki birtakım krizlerin nasıl içsel krizlere dönüşebileceğine dair bazı ihtimalleri ifade ediyor. İşçiler arasındaki "kardeşlik" bağlarının zedelenmiş olduğu, şiddet ve baskının yoğun olduğu koşullarda bu deneyimlerin daha zorlayıcı etkiler yapacağını düşünebiliriz. Bununla birlikte intihar dahil türlü ruhsal etkiyle ekonomik kriz arasındaki bağları daha sistematik ve özenli kurabilmek için bizim bu işlevi görecek sınıfsal kurumlara ihtiyacımız var. Belki de bu tür kurumların ve uygun tartışma ortamlarının eksikliği bizleri medya (sosyal medya dahil) üzerinden tartışmaya itiyor. Ama medya üzerinden tartışmak kişilere ve yakınlarının deneyimlerine saygıyla yaklaşmayı engelleyebildiği gibi, krizin ruhsallığına ilişkin kavrayışımızı da ne yazık ki geliştirmiyor. Bu nedenle sanırım bu meseleye ilişkin merakımız her canlandığında bu konuyu ele alacak sınıfsal kurumları nasıl yaratabileceğimizi düşünmeye daha çok enerji ayırmalıyız.

İkincisi ise muhalif konum almanın kendini, sistemin gizlediklerini ifşa etme ve duymayanlara duyurma" çabasına sıkıştırma riskiyle ilgili. Tabii intihar çarpıcı bir durum olduğu ve yakıcı deneyimlerin varlığına işaret ettiği için toplumun ortak kaygısının yöneldiği bir olgu oluyor. Dolayısıyla böyle bir gündem içerisinde sisteme dair huzursuzluklar ve muhalif sözlerin aktarılabilmesi için iletişim kanalları da açılmış gibi hissediliyor. Bunun anlamsız olduğunu düşünmüyorum ama intihar ve son zamanlarda gündeme gelen çeşitli çarpıcı ölüm vakaları üzerine hızlıca ve topluca yoğunlaşmanın başka bir soruna işaret ediyor olabileceğini düşünüyorum. Bu vakaları sistemin gizlemeye çalıştığı gerçek ve çirkin yüzü olarak düşünüp, onların sistemle bağlantısını ifşa etmeye çabalamak biraz da, bunu duyanların bu dehşet verici gerçeklik karşısında kendine gelip mücadeleye girişeceği hayaline dayanıyor. Bununla birlikte sistemin toplumun geniş kesimlerinden gizlemediği ve gizleyemediği yoğun bir yıkıcılık var. Bunlar bilinmeyen şeyler değil; hem bilinen hem de bilinmek istenmeyen şeyler. Burada bir gizlemeden ziyade inkarı canlı tutma çabası söz konusu. Sanırım neoliberal politikalarla otoriter politikaların ortaklaştığı bir nokta da bu.
İntiharların medya üzerinden yayılması sorusu üzerine de şöyle düşünebiliriz. Sınıf bağlarının ve kurumlarının bu kadar zayıf olduğu durumlarda medya insanların duygusal yatırımları için önemli bir odak noktası oluyor, olabilir ve kendimizi bu nedenle "medyanın dilini" daha fazla tartışmak zorunda hissediyor olabilir veya medya aracılığıyla "etkilenmeler" daha fazla oluyor da olabilir. Bununla birlikte bu gündemde ruhsal bir tutum alırken öne çıkarmamız gereken şey yine ortaklaşmacı ve dönüştürücü sınıf kurumlarının onarımı ve inşası olmalı bana göre. Bu kurumlar bu gündemleri ele alma ve düzeni değiştirme gücünü geri kazandıkça toplumsal acıların yaşam dolu yollarla ifade bulma olasılığının artacağını düşünebiliriz.

Bu nedenle sistemin çirkinliğini, çarpıklığını yıkıcılığını ifşa etme yönteminin ötesine geçip inşaya yönelmemizin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü esas "bilinmeyen" ifşa edilen gerçekliğin yerine neyi ne şekilde koyacağımız. Esas "bilinmeyen" yaralı sınıfı nasıl inşa edeceğimiz ve bu yolla ruhsal ve toplumsal krizlerin önünü nasıl alacağınız. Bu nedenle ifşa ettiğimiz yıkıcılığın yerine ne inşa etmek istediğimizi, bunu nasıl yapacağımızı daha çok düşünmek ve konuşmak, bu tartışmalar için daha kolektif ve yaratıcı alanlar açmak zorundayız. Ben her şeye rağmen bu türden arzu ve çabalar açısından çok canlı bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum ve ciddi derecede umutlanıyorum.

5 Aralık 2019 Perşembe

Duyuru: ESD Tartışmaları 2019 - 6. Oturum



2017 senesinden beri yürüttüğümüz tartışmaların bu seneki üst başlığı "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine". Bu bağlamda üç konu üzerine tartışmalar düzenliyoruz: Nasıl Amaçlarla, Nasıl Kurumsallıklar ve İşlevlerle, Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde. Bu senenin 6. oturumu bu başlıklardan ikisi, "amaç" ve "kurumsallık-işlev" konuları üzerine olacak. Etkinlik, ilgilenen herkese açıktır.

Konuşmacı/tartışmacılar:


Özlem Işıl
Yeni Dönem Örgütlenme Pratikleri:
Gıda İnsiyatiflerinin Sınır ve İmkânları

Deniz Yürür
Alternatif Üretim/Tüketim Kurguları Neden Gerekli?

Hakan Koçak
Sınıf Mücadelesinin Toplum Kurucu Rolü Üzerine Düşünmek

***

Duyurular ve yazılar için:

elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce ,
twitter.com/Elest_Sosyalist

İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel

3 Ekim 2019 Perşembe

Duyuru: ESD Tartışmaları 2019 - 5. Oturum



2017'de başladığımız tartışmaları bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" yürütüyoruz. Bu başlık altında üç alt konumuz var: nasıl amaçlarla, nasıl kurumsallıklar ve işlevlerle, nasıl etik ilkeler ve hukuklar çerçevesinde. Ekim oturumu üçüncü defa "nasıl kurumsallıklar ve işlevlerle" konusu üzerine olacak. Bu oturumda toplumsal mücadelelerin nasıl işlevleri yerine getirmek üzere ortaklaşabileceği ve ortak mecraların, nasıl yaklaşım ve özellikler temelinde kurulabileceği üzerine tartışmalar yürütülecek. Etkinlik herkesin katılımına açıktır.

konuşmacı/tartışmacılar:

Özlem Işıl
  Yeni Dönem Örgütlenme Pratiklerinin İmkân ve Sınırları

Kaan Dinç  
  Kamu Emekçilerinin Örgütlenme Profili

Özgür Narin
  Sermaye Erkine ve Ata Erke Karşı Mücadelenin Çifte Sarmalı:
  Komünist Enternasyonal ve Yatay Hareketler

zaman:

 5 Ekim Cumartesi, 15.00-18.30

yer:

 Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV)
 Osmanağa Mah. General Asım Gündüz
 Cad. Üner Tan İş Merkezi, No:35, Kat:4,
 D:14, Kadıköy.

***

Duyurular ve yazılar için:
elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr ,
facebook.com/elestirelsosyalistdusunce , twitter.com/Elest_Sosyalist
İletişim için: elestirelsosyalistdusunce@gmail.com
Etkinlik sorumlusu: Baran Gürsel



13 Eylül 2019 Cuma

Ara Duyuru: ESD Tartışmaları - 2019

2017'de başladığımız Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmalarını bu sene "Toplumsal Mücadelelerin Ortaklaşması Fikri Üzerine" yapıyoruz. 2020'de devam etmesi muhtemel olan bu programın üç alt başlığı var: Nasıl Amaçlarla?, Nasıl Kurumsallık ve İşlevlerle?, Nasıl Etik İlkeler ve Hukuklar Çerçevesinde?. Şimdiye kadar biri İzmir'de, üçü İstanbul'da olmak üzere, iki "amaç", iki de "kurumsallık" oturumu yaptık. Biraz ara verdiğimiz oturumlara ekim ayından itibaren devam edeceğiz. Duyuruları blogdan ve sosyal medya adreslerimizden takip edebilirsiniz.

Blog: elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr
Facebook: facebook.com/elestirelsosyalistdusunce
Twitter: twitter.com/Elest_Sosyalist 

6 Ağustos 2019 Salı

Hepimiz Göçmeniz, Hepimiz İşçiyiz, Hepimiz Toplumuz

( Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar'da yayımlanmıştır: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/08/01/hepimiz-gocmeniz-hepimiz-isciyiz-hepimiz-toplumuz/ )

Baran Gürsel

Devletin ve sermayenin hem kriz hem de bir fırsat olarak gördüğü göçmenlik meselesine tabandan ve eşitlikçi bir yaklaşımın nasıl geliştirileceğine dair tartışmalar yapılıyor. Ben böyle bir yaklaşımın şu üç düşünceyi referans alabileceğini düşünüyorum:
1. Hepimiz -ruhsal olarak- göçmeniz.

Göçmenlik durumunun/ruhsallığının özgünlüğünü tanımak ne kadar önemliyse, yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bağlantıyı, yakınlıkları görünür hale getirmek de o kadar önemli geliyor bana. Hepimizin göçmenliğini vurgulamayı, güncel göçmenlerin durumunu/ruhsallığını inkâr etmek değil, daha yerleşik gözüken bizlerle güncel göçmenler arasındaki bağları hissetmemize olanak tanıyacak bir girişim olarak görüyorum.

Hepimizin ruhsal göçmenliğinin temelde, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizden oluştuğunu düşünebiliriz Koparılma, kaybetme, kaybolma, engellenme, yoksunluk, tanınmama, zorlanma, sürgün edilme, güçsüzlük, zulüm görme vb. birçok deneyim güncel olarak göçmenlik durumunda olmayanlara da tanıdıktır. Göçmenlik durumu/ruhsallığı bu deneyimlerin özgün bir bileşimi olabilir ama yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bu ortaklık bize şunu söyler: Göçmenlikle/göçmenlerle ilişkili olarak yaşanan kayıtsızlık, yabancılık, garipseme, nefret ve öfke sadece dışarıdaki başka insanlara yönelik değildir. Bu türden "duygular" aynı zamanda kendi göçmenliğimizle, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizle kurduğumuz ve kuramadığımız ilişkilerin ifadelerdir. Bunlar, göçmenlerle yaşanan karşılaşmalarda, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizin bize fazlasıyla yakıcı ve taşınamaz gelmesiyle alakalı olabilir. Özellikle örneğin göçmenlere yönelik nefret ve öfke ifadeleri ve eylemleri, güçsüzlük hissini tersine çeviren "gücü yeniden kazanma" hayalleri üzerine oturur. Bugün olduğu gibi, toplumsal baskı ve "ekonomik sıkıntıların" bu türden ruhsal deneyimleri (güçsüzlük, kontrolsüzlük, yoksunluk...) daha yakıcı hale getirdiği durumlarda devletin ve sermayenin de işe koşmak istediği -ruhsal krizlere dönüşmüş düzen krizini konuşulmaz tutarak, yani bir yandan onun işlenmesini engelleyerek- bu "ezilmişliğin" karşısında "gücü yeniden kazanma" arzusudur. Onların topluma çağrısı bu yüzden "birlikte güçlü/zorba olmaya" yöneliktir.

Bu ruhsal göçmenliğimiz üst kuşaklarımızın göçleri, göç etme ihtimalinin baskısı ve/veya göçmen durumuma geçmemizle de şekillenebilir, beslenebilir. 

Bazılarımızın üst kuşaklarının yakın hikâyesinde, büyük çoğunluğumuzun da üst kuşaklarının hikayelerinin bir yerlerinde bulunan göçmenlik durumu/deneyimi, güncel dünyamıza çeşitli biçimlerde sızabilir. Göçmenlik; unutulan, unutulmak istenen, unutulamayan, kısmi olarak hatırlanan, konuşulamayan, hayal ve hayal kırıklıkları uyandıran, heyecan ve acı veren, umut ve keder yaratan, güncel yaşama ne yerleşen ne yerleşmeyen,... bir "şey" halinde var olabilir. Hatta belki yerleşiklik, bir yere ait olma, bir yere sahip olmaya ilişkin kurgularımızın bu göçmenlik ve göçmenliğe benzer deneyimlerimizle ilgili ve bunlara "karşı" geliştirilmiş hikâyeler olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı aşırı sahiplenici tutumların derin tedirginliklerle ilişkili olduğunu iddia edebileceğimiz gibi. 

Kendi göçmenliğimize, bir nedenle başka bir ülkeye göç etme ihtimalimiz de katılabilir; iki taraflı bir biçimde: Bir kaygı unsuru ya da bir ortaklaşma unsuru olarak. Devlet ve sermayenin bugün tedirginliği canlı, ortaklığı da olabildiğince yaralı tutmak istediğini varsayabiliriz. Bu durumda bizim gibi -kısmen- yerleşik göçmenlerle, henüz buraya gelmiş göçmenler arasındaki bağları kurmak için, destek faaliyetlerinin yanında ortaklaştırıcı kurumların, devlet ve sermayenin politikalarına karşı sahici, kurucu ve sürekli müdahalelerine ihtiyaç vardır. Bu müdahalelerin neler olabileceğini başka yerlerde tartışabiliriz* ama burada değindiğimiz konu (hepimizin göçmenliği) açısından şunu vurgulamayı özellikle önemli buluyorum: Ortaklaştırıcı müdahaleler, yerleşik göçmenler olarak bizlerin, henüz buraya gelmiş göçmenlere destek verme isteğinde/söyleminde takılı kalmamalı; dolayısıyla bizim de sorunu bu şekilde dışsallaştırmamıza, dışarı atmamıza izin vermemeli. Aksine bu müdahaleler bizlere, kendi göçmenlikle ilgili zorluklarımızı çözme/sindirme alanları açmalı ve bunun sorumluluğunu bize özellikle hatırlatmalı.

2. Hepimiz nesnel olarak işçi, potansiyel olarak Türkiye'nin ve dünyanın işçi sınıfıyız.

Yaşamak için çalışmak zorunda olanlar olarak ister işsiz ister aktif çalışan olalım; ister iyi ister kötü koşullarda çalışalım; ister "orta sınıf" ister "halktan" gözükelim; ister burada büyümüş ister buraya başka yerden gelmiş olalım, hepimiz işçiyiz. Tabii bu gerçek, hem göçmen olmayan işçilerin kendi aralarında, hem göçmen işçilerin kendi aralarında, hem de iki grubun kendi arasında bağlar kuracağı, birbirine dolaşık kaderlerini ve ortak kök deneyimlerini yeni bir dile tercüme edecekleri sonucunu kendiliğinden bir şekilde doğurmuyor. Hatta böyle bir ortaklaşma ve sınıf olma süreci, bizzat Türkiye'de büyümüş işçilerin sınıf olma konusundaki direnç ve engellenmişlikleri nedeniyle de sekteye uğruyor. Türkiye'deki işçiler arasındaki kamplaşma nasıl ki her iki mahallenin kendi içlerinde bile sınıf olmaya gayret etmekten "geri durmalarıyla" eş zamanlı işliyorsa; yerleşik ve göçmen işçiler arasındaki kamplaşma da benzer şekilde işçilerin kendi gruplarında sınıflaşmaktan kaçınmalarıyla eş zamanlı ilerliyor. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: yerleşik ve göçmen işçilerin sınıf olma yolunda birlikte ilerlemekte zorlanmaları önemli ölçüde, yerleşik işçiler olarak bizlerin kendi içimizde sınıf olma yolunda ilerlemekte zorlanmamızdan kaynak alıyor. Ayrımcılık da, sınıf olma sürecindeki "gerilemeci" eğilimlerin bir belirtisi. Bununla birlikte sadece bu belirtiye odaklanarak insanlardan "iyi bireyler" olmalarını talep etmek, meselenin kısmi ve etkisiz bir ele alınışına işaret ediyor. "İyilik", yani öteki için sorumluluk alabilmek, ancak tabandan örgütlü eylemle mümkün olur.

3. Hepimiz toplum için işçi sınıfı kurumlarının müdahalelerine ihtiyaç duyuyoruz.

Ancak gücünü tabandan alan işçi sınıfı kurumları, yerleşik işçilerle göçmen olan işçilerin deneyimlerini birbirine dokuyabilir ve tercüme edebilir. Bununla birlikte bu türden kurumların tek etkisinin işçilerin bağlarını onarmak/yaratmak olduğunu düşünemeyiz çünkü bu onarma/yaratma süreci aslında kaçınılmazdır olarak toplumu da yeniden düzenleme sürecidir; yeni ilkeler, değerler, pratikler ve ilişkiler vasıtasıyla.

Aslında işçi sınıfının kurumlarının toplumu düzenlemekteki -kapitalizme özgü- sorumluluğu ve rolü üzerine genelde usulen konuşuruz, hatta söz konusu olan herhangi bir türden ayrımcılıksa bu konu üzerinde pek durmayız. Galiba toplumun baskı altındaki tüm kesimlerinin örgütlenerek güçlü olabileceği ve baskıcı ilişikleri dönüştürebileceği gerçeğiyle, işçi sınıfının kapitalist ilişkileri dönüştürmekteki merkezi rolünü birlikte düşünmekte bazen hâlâ zorlanıyoruz. Bu zorlanmayı demokratik birçok yaklaşımla olduğu gibi birçok sınıfsal kurumla da paylaştığımızı söyleyebiliriz -ama bir yandan bu da başka bir tartışma. Bununla birlikte bugün göçmenlik meselesiyle yaşadığımız karşılaşma, sınıf kurumlarının toplumsal -toplumu yeniden düzenlemekteki ve toplum kurmaktaki- sorumluluğu ve işlevi üzerine yeniden düşünmemizin de önünü açıyor. İşçi sınıfı kurumlarının "sadece işçiler için" olmadığını ve olamayacağını yeniden düşünmeye belki bu vesileyle daha hazır hale geliyoruz. 

Bu üç maddeyi birbirine bağlayarak özet olarak ifade edersem, işçi sınıfı kurumlarının şu üç sorumluluğu iç içe geçmiş ve büyük ölçüde başkalarına devredilemez gibi gözüküyor:
-Göçmenlik meselesiyle karşılaşan işçilerin kendi göçmenlikleriyle kurdukları ilişkileri konuşmaları, görmeleri, işlemeleri için alanlar açmak.
 -Yerleşik işçilerle güncel olarak göçmen olan işçilerin buluşma/karşılaşma alanlarını oluşturmak ve düzenlemek; karşılaşmaları ortak dil ve eylemlere tercüme etmek.
 -Kendi içinde eşitlikçi ilişkiler, sözler ve eylemlerle topluma yeni bir etik çerçeve sunmak ve bu çerçevenin takipçisi olmak. 

Benim de buradaki fikirlerle katılmak istediğim göçmenlik meselesi üzerine soldan yürütülen tartışmaların, hem yerleşik hem de göçmen olanlarımızın -ruhsal ve toplumsal- yaşam koşullarının birlikte değişmesine vesile olması dileğiyle...

*Kendi adıma Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'ni bu türden perspektif ve yöntemler üzerine düşünülebilecek yerlerden biri olarak bir görüyorum. Çalışmayı merak edenler siteye göz atabilir: yeniemek.org





25 Temmuz 2019 Perşembe

İşçiler Arasındaki ve Sınıf Mücadelesindeki Kuşak İlişkilerine Dair Düşünceler

( Bu metin ilk olarak Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin web sayfasında yayımlanmıştır: http://yeniemek.org/isciler-arasindaki-ve-sinif-mucadelesindeki-kusak-ilisiklerine-dair-dusunceler/ )
Baran Gürsel
Tez Koop İş Sendikası gençemek Dergisi ile Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin birlikte düzenlediği Genç İşçiler Çalıştayı işçiler arasındaki ve sınıf mücadelesindeki kuşak ilişkileri üzerine daha çok düşünmek için bir fırsat oldu. Ben de bu vesileyle aklıma gelen bazı düşünceleri burada paylaşmak ve tartışmaya açmak isterim.   
“İşçi soyundan” olmayı reddetmek
Kuşak meselesini düşünmeye kuşaklar arasındaki farktan değil de kuşaklar arasındaki benzerlikten başlayalım. Çünkü “kuşak” kavramı öncelikle, birbiri ardı sıra geldiğini düşündüğümüz grupların birbirine bir şekilde bağlı olduğunu, birlikte bir zincir oluşturduklarını anlatır. Kendimizi farklı bağlamlara göre farklı türden kuşak zincirleri içinde düşünebiliriz: canlılar, insanlar, topluluklar, aileler, sınıflar, gelenekler vb. Bu zincirlerin nesnel olarak –“doğal” değil “toplumsal” anlamda- bir parçası olmakla birlikte, öznel dünyalarımızda bunlarla farklı türden ilişkiler kurabiliriz. 
Örneğin bir şekilde parçası olduğumuz ve üzerimizde belli etkileri olan bir zincirle (örn. bir aileden olmak, bir sınıftan olmak, bir düşünsel gelenekten olmak, vb.) olan bağımızı yok sayabiliriz. Bir işçi olarak -bilinçli/bilinçdışı şekillerde- patronumuzun koşullarıyla kendi koşullarımız arasındaki bir fark olduğunu yok saydığımız, kendimizi işimizle tamamen “bir” tuttuğumuz, bu hayatta çalışmaktan keyfi biçiminde vazgeçebileceğimizi düşündüğümüz zamanlarda “işçi soyundan” olmadığımızı belirtiyor gibiyizdir. Dolayısıyla deriz ki, “Benim -üst kuşak ya da kendi kuşağımdan- işçilerle özel bir bağlantım yok, onlarla beni birbirine bağlayan bir şey yok.”. Şimdilik şu önemli soru üzerine düşünmeyi başka ortamlara bırakalım: Ne oluyor da kendimizi işçi olma fikrine karşı savunurken buluyoruz; burada kendimizi neden koruyoruz? Ama burada en azından bu tepkiyi, kuşaklar arasında bir çatışmaya bile girmeden bu zincirin dışında kalma çabası olarak adlandırabiliriz. Bunu, bir işçi olarak zaman zaman içine girebileceğimiz olası durumlardan biri olarak düşünelim.  
İşçiler arasındaki kuşak farkları
Öte yandan, çalışmanın keyfi değil, keyifli olabilse bile zorunlu olduğunu düşünebilmeye başladığımız zaman, hayattaki hareket kabiliyetimizin o ya da bu ölçüde kısıtlanmış olduğu hissini de yaşamaya başlarız. İşte bu kısıtlanmayla, yani hareket kabiliyeti açısından yaşadığımız kayıpla biraz temas kurduğumuzda –onu doğrudan yok saymadığımız zamanlarda- kendimizi “işçi soyunun” bir parçası olarak da düşünürüz. Yani üst kuşaklardan, kendi kuşağımızdan ve varsa alt kuşaklardan işçilerle bir şekilde ilişkili olduğumuzu hissederiz. İşte o zaman, işçi kuşakları arasındaki farklılıklar da gündemimize girer.
Kuşaklar arasındaki farkların çoğunlukla yaş farkı tarafından belirlendiğini söylemeye belki gerek yok ama burada şunu eklemek anlamlı olur: yaş farkını anlamlı bir fark yapan, zaman geçtikçe kapanmamasıdır. Ama tabii insanların sadece farklı yaşlarda oldukları için farklı kuşaklara ait olduğunu düşünmeyiz; aynı zamanda farklı yaş gruplarının birbirinden farklı özellikleri olduğunu varsayarız. Burada yetişkinlerle çocuklar arasındaki kuşak farkı konusunu bir kenara koyup sadece yetişkinler arasındaki farklar açısından konuşursak, genellikle yaşça büyük olanlarla daha genç olanlar arasında deneyim ve birikim açısından -“görmüş” olmaktan, sorunlarla uğraşmaktan, çalışmaktan, mücadele etmekten, vb. ileri gelen- farklılıklar olduğunu düşünürüz. Ya da günümüz koşullarında işçiler yaşamak için çalışmak zorunda olma konusunda ortaklaşıyor olabilirler ama yaşama ve çalışma koşulları (örneğin sosyal destekler, ücret, bir işte çalışma süresi, örgütlülük, işyerindeki denetim, işle kurulan ilişki, gelecek için birikim yapabilme, vb.) yaşa göre önemli ölçüde değişebilmektedir. Dolayısıyla, her zaman yaş gruplarının sınırlarını çizmek kolay olmayabilir ama işçilerin farklı kuşaklardan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Genç işçilerin kuşak farklarına yaklaşımları
Kuşaklar arasındaki ilişkileri belirleyen önemli bir faktör, kuşaklar arasında olduğu düşünülen farklılıklara işçilerin nasıl yaklaştıklarıdır. Bu konuyu sendikal mücadele içerisine girmiş bir genç işçinin bu farklılıklara ilişkin olası yaklaşımları üzerinden ele alalım.
Aynılık yaklaşımı
Kendini bir şekilde “işçi soyundan” saymış (ama bunun için onun doğrudan “ben bir işçiyim” demesi gerekmez) işçi olmanın getirdiği zorluklarla uğraşmaya çalışan genç bir işçi, bir de sendikal mücadele içerisine girdiğinde orada sendikal mücadelenin farklı kuşaklarıyla karşılaşacaktır. Kendinden üst kuşaklardan kimselerle örneğin okuduğu sendikal yayınlarda karşılaşacak, yönetici olanları onların verdiği kararları öğrenerek tanıyacak, bir kısmıyla yüz yüze tanışıp onlarla ilişkiler kuracaktır. Elbette bu kişilerle -onların yazdıklarını okuyarak, kararlarının etkilerini yaşayarak, onlarla konuşarak vb. şekillerde- ilişki kurduğu her zaman onların kendinden farklı olduğunu hissetmeyebilir. Ama illa ki onlarda “fazla” olarak gördüğü bazı şeylere (deneyim, birikim, otorite, daha çok sevilme gibi) karşı bir şeyler hissedecek, düşünecektir. Bir olasılık üst kuşakla ilgili hislerinin şu yönde gelişmesidir: Genç işçi üst kuşaktan kimi insanlarla kendi perspektifinden tam bir uyum geliştirmek isteyebilir, ondan aldığı kalıp duygu, fikir ve davranışları tekrarlayabilir. Dolayısıyla bu durumda onun için, üst kuşak ondan çok farklı değildir; seçilen sözler, fikirler, davranışlar tekrarlanarak onun konumunda olunabilir. Özellikle genç işçilerin kendi koşulları, ihtiyaçları ve isteklerini düşünmek ve bunlara uygun yanıtlar üretmek için gerekli zamanı ve ortamı (sendikada, işyerinde, evde, vb.) bulamadığı, birbirlerine dayanabilecekleri ortamların da kısıtlı olduğu durumlarda kuşaklar arasındaki farklılıkları (örneğin koşullar ve ihtiyaçlar açısından) anlamaları zorlaşabilir. Bazen de genç işçiler kendi “dillerini”, “şakalarını”, “köşelerini” yaratarak kısıtlı ortamlarda kendi alanlarını yaratmaya çabalarlar. 
Genç işçi bir yandan da üst kuşağın bir şekilde inşa ettiği ya da koruduğu (bazı) şeyleri, deneyimi, bilgiyi, otoriteyi, sevgiyi doğrudan anlamsız kabul edebilir ve reddedebilir. Bir nedenle böyle bir eğilimin baskın çıktığı zamanlarda kendisi sendikal mücadelenin dışında kalabilir ya da dışına düşebilir. Öte yandan genç işçi bunu az evvel bahsettiğimiz durumda olduğu gibi sendikada üst kuşaktan biri ya da birilerini daha yüksek bir konuma koyarken yaparsa belki sendikal mücadele içerisine daha çok kalır. Ama bu şekilde kaldığı sürece kendine ve kendi kuşağına özgü mücadele gerekçeleri bulmakta zorlanır. Bazen bu durumla, sendikada olmayı sadece bir işe çevirerek baş edilmeye çalışılabilir. 
Dolayısıyla genç bir işçi olarak üst kuşakla aramızda olan bazı farkları yukarıdaki yollarla görmezden geldiğimiz zamanlarda kendimizin ve öteki genç işçilerin yaşam ve çalışma koşullarındaki farklılıklardan kaynaklanan kuşağa özgü gündemleri de görmezden gelme eğilimimz artar. Bazen de kendimizi birbirimize “abilik/ablalık” yaparken bulabiliriz. Çünkü bu türden durumlarda kendimizi pek de kendi kuşağımızdan hissetmiyor oluruz. Hatta diyebiliriz ki, hepimiz işçi olarak aynı sorun, ihtiyaç ve isteklere sahibiz ve zaten çözümler de belli, mesele birbirimizi onları uygulamaya ikna etmekten ibaret. Fakat gerçekte sorunlar ve çözümler yer yer ortak olduğu gibi, yer yer farklıdır da. Yine şu gibi soruları kenara not edelim: Ne oluyor da birilerine ancak onlarla aynı olmak istercesine tutunarak sendikada var olabiliyoruz? Ama belirtmeden de geçmeyelim: Belki bazı yöneticilik pozisyonlarında olmanın, belli konularda uzmanlığa sahip olmanın veya üst kuşaklarla kurduğumuz ideolojik ortaklıkların bizi genç olsak da üst kuşakla daha doğrudan ve kalıp şekillerde benzeşmeye itebilir; bu konuda uyanık olmaya çalışabiliriz. 
Herhalde üst kuşağın eğrisiyle doğrusuyla inşa ettiği ve koruduğu şeyi aslında kolektif bir emekle ürettiğini görmek için, öncelikle onların gençlerden bir ölçüde ayrı bir grubun üyeleri olduğunu teslim etmek gerekir. Onlar da “bir zamanlar” birilerinden daha gençti, hâlâ da -hayatta olan ya da olmayan birilerine göre öyleler- ve zaman geçti, çeşitli ilişikler geliştirip faaliyetlerde bulundular ve şimdi bizim, yani onlardan sonraki kuşağın içine girdiği “evleri”, sendikaları kurmuş, uyarlamış, sürdürmüş oldular. Bunu görürsek emekle üretilmiş her şeyin “doğru” olduğuna inanmamız mı gerekir? Hayır. Bu yalın gerçek şunu gösterir: Biz de bir kuşak grubu olarak kolektif emeğimizi kendi doğru bildiğimiz yönde sarf etmeye çalışırsak değişim yaratabilir, örneğin sendikal mücadeleyi güncel koşullara uyarlayabiliriz. 
Farklılık yaklaşımı
İşte bu noktada, üst kuşaktan kişilerde “fazladan” bulunduğu farz edilen şeylerle kurulabilecek başka tür bir ilişkiden bahsedebiliriz: Genç işçi, üst kuşağın deneyim, birikim, otorite vb. gibi özelliklerini süzebilir. Yani, üst kuşaktan almak isteyeceği ve istemeyeceği şeyleri değerlendirebilir. Bunu değerlendirebilmek için üst kuşağının yöntemlerini hangi koşullara ve ihtiyaçlara göre geliştirdiğini düşünmeli ve onlardan hangilerini ne şekilde kendi kuşağının koşul ve ihtiyaçlarına uyarlayabileceğini tartmalıdır. 
Örneğin bir genç işçinin işyerinde yükselme isteği bazen bir üst kuşağın üyeleri tarafından, ortak sınıf mücadelesine aykırı bir talep olarak algılanabilir. Örgütlü işçi sayısının fazla olduğu,  ekonomik ve sosyal hakların örgütlü mücadele sayesinde kazanılmakta ya da en azından korunmakta olduğu, işyerinde ve hayatta işçilerin kendilerine biraz ferah alanlar açabildiği bir bağlamda bir işçinin işinde yükselme isteği, örgütlü gruptan ayrılmaya, “sınıf bilincinde” bir gerilemeye denk düşebilir ve bazı kazanımlarda eksilmeye sebep olabilir. Dolayısıyla üst kuşak bu konuda “haklıdır”. Öte yandan örgütsüz olmanın norm olduğu, örgütlü olmanın bile ekonomik ve sosyal kazanımları garanti etmediği, işyerinde ve hayatta işçinin görece ferah alanlar bulamadığı koşullarda yükselme arzusu belki “sınıf bilincinde” bir ilerleme bile sayılabilir. Çünkü örtük ve çelişkili de olsa mevcut durumu hak etmediği düşüncesini ve işverenin otoritesiyle bir mücadeleyi içinde taşır. Hatta sonuçları açısından düşünürsek bazı koşullarda işyerinde yüksek bir pozisyona gelmek işçinin hareket alanını genişletebilir, dolayısıyla böylece onun iş koşularının değiştirilmesine ve ortak mücadeleye daha çok katkısı olabilir. Dolayısıyla genç kuşak da bu konuda “haklıdır”. Herkesin kendi koşullarına göre bir düzeyde “haklı” olduğu bu durumdaki çelişkiyi genç işçiler şu sorular üzerine düşünerek çözebilir: Üst kuşak hangi koşullar için ve hangi gerekçelerle bunu düşünüyor? Onunla ortaklaştığımız amaç ne? Bu ortak amacımıza uygun olan fikirlerden hangileri bizim kuşağımızın koşularına uygun düşer ve hangileri düşmez? Burada belki az önce yaptığımız kolektif emek vurgusunu tekrarlamalıyız: Bu soruları gerçekçi biçimlerde değerlendirmek için kendi kuşağımızdan başkalarıyla çeşitli düzeylerde temas etmemiz ve birbirimizi ve kuşağımızı tanımaya çalışmamız gerekir. Birbirimizi tanımanın tek yöntemi fiziksel olarak bir araya gelmek olmayabilir ama bir araya gelmek, özellikle demokratik ortamlarda gerçekleşiyorsa oldukça faydalı olur. Zaten faydasını, işyerinde ve hayatın diğer alanlarında çoğunlukla yarattığımız ya da özlemini çektiğimiz “demokratik” arkadaş gruplarından biliriz. 
Evet burada üst kuşağın himayesinden ayrılmakla, onları hayal kırıklığına uğratmakla ya da onların tepkisini çekmekle ilgili kaygılarımız olabilir; zaman zaman bu kaygıları yaratan gerçek tepkiler de söz konusu olabilir. Bu yazıda iki kuşak arasındaki karşılıklı ilişkinin sadece “genç” tarafından bahsetmiş olduysak da üst kuşakların gençlerin “eksikliklerine”, “yenilikçiliklerine”, “fazla enerjilerine”, “önlerindeki zamanın daha fazla oluşuna”, vb. yönelik farklı farklı yaklaşımları olabileceğini de söylemiş olalım. Farkları çok büyük görmek, onlara büyük anlamlar atfetmek, onları reddetmek, kontrol altına almaya çalışmak ya da onları kabul etmek ve onlarla yeniliklere açılmak, olası yaklaşımlardandır. Dolayısıyla sendikal mücadele içerisinde kuşaklar arasındaki farkla uğraşan gençlerin bu uğraşı öteki kuşakla ilişki içinde vereceğini de akıldan çıkarmamak iyi olur.
Farklı ve birlikte olarak mücadele etmek
Umuyorum kendi kuşağımızın farklılıkları üzerine düşünerek, öteki kuşaktan kendimizi ayırmakla üst kuşağın varlığını reddetmenin farklı şeyler olduğu düşüncesini aktarabilmişimdir. Genç işçiler olarak hepimiz yukarıda bahsettiğim ve belki de atladığım ilişki biçimleri içine girebiliriz. Üst kuşaklarla nasıl ilişikler geliştirdiğimizi de tanımak kolay ve bazen mümkün de olmayabilir. İlişki kurma biçimimiz kişiye, zamana ve mekâna göre de değişebilir. Bunlarla birlikte kendimizi ve birbirimizi farklılık yaklaşımına çekmeye çalışmak için, birbirimizin koşul ve ihtiyaçlarını duymaya daha açık olabileceğimiz ortamlar yaratmak anlamlı olabilir. Çalıştay, dergi, komisyon, iletişim grubu türünden araçlar genç işçileri bir araya getirirken aynı zamanda genç olan ve olmayanları da uygun usullerle buluşturarak yeniden tanışmalarına, birbirinin yeni yönleriyle tanışmalarına vesile olabilir.  Herhalde bir yandan da bu amaçlara hizmet etmeyecek, aynılaşma, söz kesme, yok sayma, demokratik işleyişi bozma gibi eğilimlerimize karşı da uyanık olmak ve bunları da değerlendirmeye açık olmak önemlidir. 
 Kendi kuşağımızı ve öteki kuşağı tanıdıkça, hepimizi ortak bir şekilde kesen özellikleri bu sefer gerçekten hissederiz. Hepimizin işçi soyundan geldiğini hissettikçe “bir” değil “birlikte” olmak için daha güçlü ve ikna edici sebeplerimiz olur. Şüphe yok ki “birlikte” mücadele etme isteğimiz çoğaldıkça da her türden farklılığımızdan doğan ihtiyaçlara yönelik daha fazla yanıt üretmeye çalışır ve dünyayı hepimize daha uygun bir yer haline getirmekle daha çok meşgul oluruz.